Enis Berberoğlu

Müziği duymayan balerin

12 Mart 2006

 

 

FARKLI ORTAM

Önce yukarıdaki tabloya bakın. 2001 krizinin en kötü günlerinde göreve gelen eski Hazine Müsteşarı Faik Öztrak diyor ki: "Bizim (ve halen uygulanan) ekonomik program dünyada Türkiye gibi ülkelere sermaye girişinin azaldığı günlerde uygulamaya konuldu. Şimdiyse durum tam tersi, yani sermaye akışı çok güçlü, sorun programda gerekli değişikliğin yapılmamış olması."

ESKİ İLAÇ

2001’de "aman sermaye kaçmasın" mantığıyla hazırlanan program bugünkü döviz yağmuruna tabii ki çare değil. Ama AKP, üretim ve istihdam kaybını telafi amacıyla programı revize edemedi, edemez de. Çünkü AKP, dans ettiği müziği duyamayan balerin gibi. Ekonomiyi IMF destekli Derviş programına, siyaseti AB otomatik pilotuna bağladı, gidişatı kendi performansı sanıyor.

Yazının Devamını Oku

En hakiki mesih: Polat Alemdar

5 Mart 2006
İKİ sözde kurtarıcı neredeyse saat farkıyla konuştu.

1) ABD’nin tüyünü Irak’ta kaybeden sivil paşası Savunma Bakanı Donald Rumsfeld, eski defterleri karıştırdı, ülkesinin Türkiye’yi komünizm tehlikesinden nasıl kurtardığını anlattı.

2) 12 Eylül paşası Kenan Evren, o tarihte daha doğmamış üniversite öğrencilerine "Pişman değilim, bugün olsa yine yaparım" dedi, "35 kişinin idam kararını imzalarken elim titremedi" diye hava attı.

Sanki elmanın iki yarısı, okyanus ötesi güller açan fidanın dalları.

ABD’li müttefiklerimiz 50 yıl önce komünizme karşı İslam’ı, ilaç niyetine kullandı.

Yazının Devamını Oku

Ekonomi tıkırındaysa, bir haftada 2 af neden çıktı?

26 Şubat 2006
HAYRETTİR, Başbakan'ın il il dolaşıp parti kongrelerinde ekonomik kalkınmayı, artan refahı anlattığı hafta AKP Meclis'ten 2 af yasası birden çıkarttı. Kart ve prim borçları uzun vadeli takside bağlandı. Yani Başbakan'a göre ekonomi canavar gibi... Ama tüketici borcunu, sanayici işçisinin SSK primini, esnaf Bağ-Kur taksidini ödeyemiyor, üstelik hükümet de "haklısınız, zordasınız" diye yasa çıkartıyor. Partisi, hükümeti ya Başbakan'ı işletiyor veya halkı kandırıyor.

* * *

Türkiye'de zengin-yoksul uçurumu her zaman vardı. AKP iktidarı bu uçurumu kapatamadı, üstüne yeni bir çatlak ekledi. "Kazanan Türkiye" AKP iktidarında borsanın, gerileyen faizin, yerinde sayan kurun nimetinden yararlandı. Ama istihdam ve reel ücretler artmayınca "Ödeyen Türkiye" tıkandı. Tüketici kredileriyle, kart borcuyla yaşanan sahte cennette sona gelindi. Hükümetin "ekonomi tıkırında" propagandasını peş peşe af yasalarıyla tekzibi bu /images/100/0x0/55eb3d9bf018fbb8f8b462e8yüzden! Seçim korkusu belası.

* * *

Üstelik Başbakan'ın "Kredi kartı sorununu kucağımızda bulduk" türü enkaz edebiyatı yanıltıcı. Çünkü hükümetin bu son affı ilk değil. 2003 sonundaki sicil affından 30 bini kredi kartı borçlusu, toplam bir milyon kişi yararlandı. Ödenmeyen çek ve senetlerin bozuk sicili silindi. Peki ne oldu? O günden bu yana, iki yılda batık kart sayısı altı katına çıktı. Af lafının çıkmasıyla birlikte son on iki ayda kart borcu artmadı ama batak oranı tırmandı, ahalinin ahlakı bozuldu.

* * *

Popülizm açısından AKP'nin geçmiş hükümetlerden farkı yok, sadece yöntemi örtülü. Eskiden köylünün, küçük sanayici ve esnafın oyunu satın alabilmek için kamu bankalarına zarar etme görevi verilirdi. O görev zararları birikti, 2001'de yakından uzaktan alakası olmayanlar ödedi. AKP iktidarının 4 yılda çıkardığı ikinci af da bedava değil, sadece fatura adresi hazine yerine bankalar. Bankalar da zararı borcunu aksatmadan ödeyene yıkacak, aracılık ücretlerine yansıtacak.
Yazının Devamını Oku

Ne sihir, ne keramet kurda bütün marifet

19 Şubat 2006
BAŞBAKAN Recep Tayyip Erdoğan sıkça borsa endeksindeki artıştan söz ediyor. Hakikaten 17 Aralık 2004'teki AB kararından bu yana borsa tırmanıyor, faiz hızla geriliyor, kur yerinde sayıyor.

Başbakan mali piyasaları gerçek dünya ile karıştırdığı için milletin para kazandığını anlatırken hep artışa vurgu yapıyor. Oysa ahali parayı borsadaki artıştan çok, faiz ve kurdaki düşüşten götürüyor, galiba farkında değil.

* * *Türkiye'de son bir yıldır 4 adımda para kazanmanın kolay yolu belli:

1) Elinizde döviz varsa, "Kur çok düştü, Merkez Bankası mutlaka müdahale etmeli" diye ortalığı ayağa kaldıracaksınız. Merkez Bankası alıma başlayınca dövizinizi pahalıya satacaksınız.

2) Türk liranızla ya bono-tahvile veya hisse piyasasına gireceksiniz, hangisi olsa fark etmez. Ardından bu kez de "faiz çok yüksek" diye şikáyete başlayacaksınız.

Yazının Devamını Oku

Türban demokrasisinde papaza yaşam hakkı yok

12 Şubat 2006
AKP iktidara demokrasi sayesinde yürüdü. Sistemle barışı demokrasiye hizmet eder diye umuldu. Ama ne yazık ki demokratlar AKP’yi, AKP de demokrasiyi yanlış anlamış.

Çünkü 4 yıla yaklaşan icraat Başbakan’ın geçmişteki "demokrasi araçtır" tarifine uygun: AKP demokrasiyi sadece;

İmam hatiplilerin istediği üniversiteye girmesi,

Türban yasağının kalkması,

Kaçak Kuran kurslarına göz yumulmasından ibaret sanıyor.

(Arada cılız ve içi boş "Kürt meselesi" çıkışı... Şemdinli’de yasak savma, Ermeni Konferansı’nda, Orhan Pamuk davasında AB sopasıyla yola gelme tabii ki sayılmaz.)

Bu iktidar bırakın kendisine oy vermeyeni... Yüzde 34’lük (2002 seçim sonucu) seçmeniyle bile ilgili değil. Aslında bu oyu sıradan seçmeni zerre kadar alakadar etmeyen kavgalarda siyasi kalkan niyetine kullanıyor.

* * *

Haydi diyelim ki yanıldım, AKP hakikaten çoğunluğun sesi...

Yine de kör inadı, demokrasi abidesi diye satamaz.

Çünkü ister krallık isterse monarşi, hatta en katı totaliter rejimde bile çoğunluk bir yolunu bulur istediğini yaptırır... Kimse çoğunluğa karşı duramaz.

Ama sadece demokrasilerde azınlığın sesi duyulur, hakkı gözetilir.

Demokrasi çoğunluk değil azınlık rejimidir, hep unutulur.

Nüfusunun yüzde 99.5’i Müslüman olan ülkede marifet salyangoz sattırmaktır, gerçek demokrasi kriteri tek bir papaz bile kalsa onu yaşatabilmektir.

Papazın pilav yemesi türbandan, katsayıdan çok daha önemlidir.

* * *

Yabancılar "taç başı akıllandırır" der.

Ama anlaşılan taç, AKP’ye ağır geldi. Başı öne eğilmek üzere. Utançtan!

Tabancanın sahibi neden dışarıda?

MADEM ki papaz o zaman homoseksüel, zaten öyleyse ölümü hak etti.

Olağan şüphelinin cinayet sebebi olarak peşin hüküm hakim.

Bırakın homofobik medyayı, ilgili ilgisiz bakanlar bile böyle konuşuyor.

Senaryolara takılıp gerçekleri unutturmak istiyorlar.

Mesela, 16 yaşındaki katilin kullandığı binlerce dolarlık silah kimin, biliniyor mu?

Eğer biliniyorsa neden gözaltına alınmadı, yargılanmıyor?

Sinir reytingi anketi bozar

ANKARALI Başbakan’la Mersin Kuyuluk Beldesi’nden çiftçi Mustafa Kemal Öncel’in diyaloğu siyasetin gücünü sergiledi.

Bir yanda yılların siyasetçisi, diğer yanda protestocu çiftçi... Ne beklenirdi?

Protestocu sinirlerine hakim olamasın, bağırıp çağırsın, Başbakan olgun ve müşfik yaklaşıp sakinleştirsin...

Tam aksi yaşandı, Başbakan hakaret etti, protestocu saygısını ve sükûnetini kaybetmedi. O kadar ki, Başbakan’ın "ulan" demesi gürültüye gitmesin istedi. Sakince "ulan mı?" diye yinelettirdi,"canın sağolsun" makamında dalgasını geçti.

Ama asıl bayıldığım, yıllar önce başbakanı izlerken muhabir olarak sıkça başvurduğumuz bir taktiği doğaçlama uygulamasıydı. Şöyle ki, korumaları başbakana yaklaşılmasını pek istemez. O yüzden gazeteci falan dinlemez çok yaklaşana dirsek, omuz atar, can yakarlardı. Gazeteci Hasan Uysal minyon fiziğiyle fazla hırpalanmamak için daha korumalar itip kakmadan cazgırlığa başlar, "dur vurma, aman yandım" diye çığlık atıp herkesin dikkatini çekerdi. Sonra da dilediği soruyu yöneltirdi başbakana...

Dikkat ettiniz mi bilmem, çiftçi Öncel de aynı taktiği uyguladı, Başbakan’ın yanından ayrılırken dayak yememek için "Kim vuruyor, kim vuruyor? Kolum ameliyatlı" diye bağırdı çağırdı. Bu sahneleri izlerken hem güldüm hem düşündüm.

Başbakan’da bu sinir oldukça "vatandaşla kavga eden siyasetçi" görüntüleri daha çok reyting yapar.

Bu reyting AKP’yi gelecek seçimin kesin galibi gösteren anketleri bozar. Başbakan inanmıyorsa daha da kızsın!
Yazının Devamını Oku

Kurtlar Vadisi salonu: Siyasetin kara deliği

5 Şubat 2006
SON lafı baştan edelim, gerisini meraklısı okusun. Uzman görüşüm şudur ki; Kurtlar Vadisi'nin gösterildiği salonun önünde çok değil bir hafta siyasi örgütlenme yapılsa, bu memlekette devrim olur, ihtilal yapılır, şeriat gelir... Kafanıza, keyfinize göre, artık hangisini isterseniz. * * *

Siyaset basit, hatta ilkel sembollerle kitleye iner. Siz bakmayın 12 Eylül öncesi gençliğin 42 ciltlik Lenin koleksiyonuna, alfabeye sığmayan örgüt adlarına, "Tanrı Dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar Müslüman" kıyasına. Zaten 40 kişi kaldık, hepimiz birbirimizi biliriz. O tarihte safımızı kitaba, kökene, sınıfsal konuma göre değil Soğuk Savaş coğrafyasına uygun tuttuk: ABD'den hazzetmeyen sola kaydı, Rusya'dan korkan ülkücü oldu, benim gibi ortada sıkışanlar CHP'yi seçti.

* * *

Bizim oyun 12 Eylül'de bitti, küresel haritadaki Büyük Oyun'da Sovyetler yenik düştü. Darbe bizim kuşağı silindir gibi ezdi geçti, üstüne bir de tek kutuplu dünya geldi. Neticede gençlerle yapılan sokak/miting siyasetine ilgi kayboldu. Yaşlılıkla bir türlü barışamayan bazı mütefekkirler sanki çok mühim laf ediyorlarmış gibi, "Şimdiki gençler apolitik, ot gibi" masalını uydurdu. Aslında siyasetin, artık amele ve tetikçi ihtiyacı duymadığından gençleri dışladığını herkes unuttu.

* * *

"Çılgın Türkler" kitabını kızım Dilara'nın elinde görmem ilk işaretti, itiraf edeyim ki atladım, önemini kavrayamadım. Ama Kurtlar Vadisi'ni daha ilk gün izleyen 15 yaşındaki 2 kuzen salonun hissiyatını, alkış ve gözyaşını anlatınca bu kez uyandım. Çünkü bendeniz 30 yıl önce bu coşkunun yarısı kadar siyasi dolduruşla yüzlerce kişiyi forum salonuna doldurdum, yazıya-afişe çıkardım ve dahası da var. O yüzden tecrübeyle sabittir ki, Kurtlar Vadisi gençliğini mobilize etmeye 1 hafta yeter de artar bile.

* * *

Darbeler Türk siyasetinde radikalleri ayıklar, merkezi güçlendirir. Merkezin çekim gücü 2001 kriz rüzgárını arkasına alıp, sistem karşıtı konumlanan AKP'yi bile terbiye eder. Ama hayat her defasında siyasi atomizasyonu dayatır, merkez dağılır. Yine aynısı oluyor. Siyaset dipten, yani gençlerle ısınıyor. Kurtlar Vadisi'nin karanlık sinema salonları, siyasetin kara deliği haline geliyor. Bugün merkezin hákimi AKP'de toplanan hazır oy bloklarını yutuyor.

"Yine abarttı" diyecekler, "Sinemaya gitmekle siyaset mi olurmuş!" diye dalga geçecekler. Oysa abartsam "Kurtlar Vadisi Partisi kurulsun" diye yazardım, ahir yaşta polemikçi köşe sahibi bile olabilirdim. Ey kıymetli yaşdaş yoldaşlarım; zamanında kantine afiş asıp, dibine çöküp, türkü çığırıp siyasi mesai saydığınızı ne çabuk unuttunuz.

O gün nüfusun dörtte üçü köylüydü, düşman beydi, ağaydı. Bugünse gençler ABD'nin Irak işgalini canlı yayında izliyor, kızıyor, sadece Kuzey Irak kaynaklı sandıkları terör yüzünden Türk ve Kürt gençlerin tabutları başında ağlıyor. Beyaz Perde'de Polat'ı gördüğünde alkış tutarak, Türk askerini aşağılayan Amerikalıyı ıslıklayarak saf tutuyor, rengini belli ediyor.

Okulda siyasetle, sinemada siyaset hakikaten o kadar farklı mı?

12 Mart ve 12 Eylül gençliğini sürükleyen film veya romanlar yok muydu?

Peşinden koştuğumuz Polat'lar, Çakır'lar olmadı mı?

Eğer vardı diyorsanız, kabul etmeliyiz ki, bugünkü gençlerin rol modeli, düşmanı, kahramanlık formatı farklı. O yüzden gelecek seçimi Kurtlar Vadisi prototipine bayılan gençleri sandığa çekebilen parti veya partilerin kazanacağı da belli.

Ama önemli bir uyarımız var: Sadece taklit ve racon tekrarı belki iş yapabilir ve fakat yetmeyecek.

İktidar kapısı seçmeni Vadi'deki kurtlara yem olmayacağına ikna edebilen siyasetçi için açılacak.

Çakır neden Irak’ta yok?

HALKIMIZ eşkıyaya bayılır. "Hangi romanı okudun?" diye sorsanız tamamı "İnce Memed" der. Kurtlar Vadisi'nde Çakır'ı canlandıran Oktay Kaynarca eşkıya geleneğini, mükemmel oyunculuğuyla zirveye taşıdı. Hakiki ve sevimli bir haydutu oynadı, dizide nedense erken öldü, devam filminde hiç rol verilmedi. Geçenlerde "Neden filmde yoksunuz?" diye sordular, çok doğru bir yanıt verdi: "Öyle ABD, Irak gibi konular, Çakır'ın meselesi, savaşı değil." Çaresizlikten dağa çıkmış eşkıya tasviri gösterip, devlete çöreklenmiş çeteleri aklamaya çalışanların yalanına kaynağından tekzip geldi.

Kadir Bey çalışmasa diyorum

İSTANBUL'a kar baskını sırasında herkes hakkını teslim etti, "Belediyenin iyi çalıştığı" yazıldı, çizildi. Kar kalktı altından çukurlar çıktı, yine köstebek gibi her yer kazılır oldu, bir kilometreyi yarım saatte gitmeye başladık. Aklım karıştı, "Acaba kar sırasında belediye çalıştığı için mi, yoksa çalışamadığı, sağı-solu kazamadığı için mi rahat ettik?" diye. Eğer ikinci şık doğruysa şehir efsanemiz, korkulu rüyamız Kadir Topbaş Bey insaf etsin ve çalışmasın da okullar açılırken trafikte çıldırmayalım.
Yazının Devamını Oku

Demokrasi intikam alır mı?

29 Ocak 2006
DEMOKRASİ unutkanlık rejimidir. Aksi halde Sabra ve Şatilla kasabı Ariel Şaron'un barış kahramanı sıfatıyla tarihe defnedilmesine rıza gösterebilir miydik? Terör listesinden iktidara yürüyen Hamas Kaleş'inin namlusundan barış güvercini çıkmasını bekleyecek kadar iyimserlik taşır mıydık? * * *

Ancak unutkanlık kadar doğru hatırlamak da önemli. Talih ve tarihin cilvesi olsa gerek, Steven Spielberg'in Münih filmi Türkiye'nin Ortadoğu'yu hatırladığı hafta vizyona girdi.

Hatırlar mısınız bilmem; sadece Türkiye değil çoğu Avrupa ülkesi bile renkli TV ile 1972 Münih olimpiyatı sırasında tanıştı. Olimpiyat ve 1974 Dünya Kupası dopingiyle TV izleme süresi katlandı.

Ne yazık ki 1972 oyunlarından hatırda kalan rekorlardan çok İsrailli 11 masum sporcunun Filistinli Kara Eylül örgütü tarafından rehin alınıp öldürülmesiydi. Münih filmiyse TV'de izlediğimiz ilk canlı yayın katliamının devam sahneleri, yani İsrail'in gizli intikam operasyonuna dair.

Şaron, Hamas, Münih ve İsrail derin devleti.

Aslında hepsi birbirinin eseri.

Unutamayanların intikam merdiveninde şehvetle tırmanışının resmi.

Ama son basamakta da olsa durup, kendilerine sormaları lazım:

- Demokrasi intikam alır mı?

* * *

Demokrasi intikama yönelirse ne olur.

Örneğin Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Rektör Yücel Aşkın davası sırasında kalkar ve der ki, "Ben şiir okuyup hapse girerken sizler neredeydiniz?"

Tıpkı İsrail'in sürek avı düzenlediği Filistinlilerin vatandaşları olduğunu unutması gibi, Erdoğan, Van Rektörü'nün de Başbakanı olduğunu hatırlayamaz.

Çünkü siz bakmayın adalet meleğinin gözbağına, aslında intikamın gözü kördür.

* * *

Türk demokrasisi unutabildiği kadar gelişebildi.

Bülent Ecevit, 12 Mart'ın hesabını sorma vaadiyle geldi unuttu.

Süleyman Demirel iki kez askeri darbeyle devrildi.

12 Eylül'de iki lider de siyaseten düştükleri kuyudan tırmandı.

Yeni mekánları Başbakanlık ve Çankaya Köşkü oldu.

Ne rejim kin tuttu, ne de siyasi lince uğrayan lider geçmişe takıldı.

* * *

İntikam ateşi yaşlandıkça külleniyor, bireyden çoğula doğru unutkanlık artıyor.

Diyelim ki bir partiyi, (örneğin AKP'yi) diğerleri kriz çıkartıp sizi işsiz bıraktı diye intikam almak için seçtiniz... Dört-beş sene sonra unutabilir, başkasına oy atabilirsiniz.

Zaten demokrasi, sadakat rejimi değildir.

Ama intikam rejimi hiç değil.

Cami, laikliğin kalesi

HÜKÜMETE yakın ve dini hassasiyeti yüksek gazeteler yaygın basında çıkan cami haberleri ve fotoğraflarını yadırgıyor. Hatta Başbakan'ın "AKP'ye fatura kesiliyor" kuşkusu paylaşılıyor.

Oysa laik gazetelerin camiyle ilgilenmesi son derece doğal. Cami ve okul, Türkiye Cumhuriyeti'nin iki temel direğidir. İmam ve öğretmen kırsalda muhtarın yardımcısıdır. Ne zaman cami ve okul elden gittiyse rejim sıkıntıya düşer. Çetin Altan ustanın yazdığı gibi, camiyle kışla karşı karşıya gelir, ense kararır. Ezcümle enseyi karartmamak için camiye ilgim sürecek, cümle áleme duyurulur.
Yazının Devamını Oku

Hani Ağca çok derindi?

22 Ocak 2006
EĞER hálá Mehmet Ali Ağca'nın çok derin bir katil olduğuna inanıyorsanız... Şu dört sorunun yanıtını birlikte arayalım mı?

1) Ağca'yı tahliyeden sonra birileri fırsat varken neden yurtdışına kaçırmadı?

2) Ağca'dan korkan varsa, tahliyeden sonra neden susturulmadı, öldürülmedi?

3) Ağca'ya sırrını anlatması için milyonlarca dolar ödeyen neden çıkmadı?

4) Global geçinen katil, neden kendi imkánlarıyla ortadan kaybolmadı, Kartal'a sıkıştı kaldı?

Neden, neden... Mavi kazağını bile değiştirmeden 8 gün sonra hücresine döndü.

Çünkü inanmak zor geliyor ama Mehmet Ali Ağca sıradan bir katil.

Eline pek yakışan silahın tetiği kadar bilgisi ve sırrı var o kadar.

Perdenin önünde gözükmesi, başrol oyuncusu sıfatıyla değil, Ağca aslında kukla.

Perdenin arkasından Ağca'nın ipini tutanlar da belli.

Kimisini Abdullah Çatlı gibi kahraman ilan ettik, anısına dizi çektik. Oral Çelik'i doğru düzgün yargılayamadık bile. İki kitap yazan Haluk Kırcı'yı serbest bıraktık, acemilik etti yakalandı.

Hepsini unuttuk, umudu şöhret peşinde koşan Ağca'ya bağladık.

Kusura bakmayın ama bu topluma balık hafızalı demek bile iltifat sayılır.

* * *

Önce zina krizi, ardından Ermeni konferansı, Orhan Pamuk davası baskını, Yücel Aşkın'a yargısız infaz, son olarak Ağca'nın bayramda apar topar tahliyesi.

Adalet Bakanlığı'na bir bakan var mı?

Kuş kanadında demokrasi

TÜRKİYE'deki kuş gribi vakalarının a) sayısı, b) yayılma hızı, c) coğrafyası önce hepimizi şaşırttı, hatta korkuttu. Çünkü yukarıdaki tabloya göre açıklanan vaka sayısı yönünden Türkiye, Vietnam'dan sonra ikinci sırada. Ama ilk paniği atlatınca önce yabancı basında şüphe işaretleri belirdi, ardından bizim siyasetçiler, "Bizde var da komşuda yok mu?" demeye başladı. Hakikaten göçmen kuşların her yıl takip ettikleri güzergáh belli. Bırakın bu rotayı, 70 milyonluk Türkiye'de 24 vaka çıkarken 1.3 milyar nüfuslu (Türkiye'nin 20 katı) Çin'de bu sayı 8 olabilir mi? Belli ki bazı ülkeler ihracat kesilmesin, turist kaçmasın diye kuş gribi vakalarını uluslararası kamuoyundan saklıyor. Mesela, İran'da binlerce kanatlı itlaf ediliyor ama henüz kuş gribine rastlanmadığı söyleniyor. Gözüken o ki, demokrasi hiçbir kusurunu saklayamadığı gibi kuş gribinde de şeffaflığını koruyor. Ama demokrasi özürlü ülkeler yine ayıbını örtmeye çalışıyor. Demokrasinin dayanılmaz hafifliği, yeri geldiğinde kuş kanadını bile incitmiyor.
Yazının Devamını Oku