18 Şubat 2007
<b>ANKARA</b><br>GENELKURMAY Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt, ABD’de dedi ki: "Çok büyük bir oyun başlamak üzere. Belki ilk defa söylüyorum. Sahnenin perdeleri kapalı. Sahneyi açacak oyuncular ipleri elinde tutuyor. Perde açılmak üzere. Önemli olan oyunu iyi okumak."
Bu ifadedeki "Büyük Oyun" vurgusunu işitince, "Acaba Paşa da hafıza mı tazeliyor" diye düşündüm.
Çünkü Ortadoğu’yu sarsan her fay hattı hep Büyük Oyun denklemiyle izah edilir.
Asya’da iki asır süren Hindistan odaklı İngiliz-Rus rekabeti, üç ülkeyi öne çıkardı.
Osmanlı (Türkiye), Afganistan ve İran. (Irak o tarihte Osmanlı toprağıydı.)
Tıpkı fay hattı gibi bu ülkelerden birindeki kırık diğerlerini de tetikledi.
İran İslam Devrimi (1979), Afganistan’ın Ruslar tarafından işgali (1979), Türkiye’de 12 Eylül darbesi (1980), Irak’ın İran’a savaş açması (1980).
Hepsinin sıraya girmesi sadece rastlantıdan mı ibaret?
Elbette ki değil. Ve Afganistan işgalini (2001), Irak’ın (2003) takip etmesi, İran’a muhtemel askeri operasyon için geri sayılması, yeni seride sıranın yine Türkiye’ye geldiğini gösteriyor.
* * *
Türkiye, Büyük Oyun denklemine iki parametreyle katılıyor.
PKK ile mücadele için Kuzey Irak yönetiminin üstündeki baskı artıyor. Türkiye, merkezi hükümeti muhatap alması nedeniyle bölge yönetimiyle doğrudan temas yanlısı değil. Ama bu politika, KDP veya KYB temsilcileriyle parti yöneticisi sıfatıyla görüşmeye engel sayılmıyor.
Ankara’nın sınıra 450 km uzaklıktaki Kerkük’e askeri müdahale hayali bulunmuyor. Ama Kerkük referandumunun ertelenmesi uğruna Kuzey Irak politikasında esneme bekleyen de yanılır. Türkiye’nin referandumu 5 ila 10 yıl erteletme amacı zaten genel kabul gören bir öneri.
Ankara’nın bu iki eksenli politikasındaki riskleri de sayarsak;
PKK’nın tek taraflı ateşkesi çatışma riskini azalttı. Ama baharla birlikte terörist faaliyetin artması Türkiye’yi sınır ötesi operasyona bile zorlayabilir.
Sözde Ermeni soykırım yasasının ABD Kongresi’nde ele alınması, Genelkurmay ile Pentagon arasında yeniden canlanan ilişkiyi kopma noktasına getirebilir.
Kürt ve Ermeni ipoteğine giren Türkiye-ABD ilişkilerinde İran dosyası sahipsiz kalabilir. Koordinasyon eksikliği sadece ABD değil Türkiye açısından da faturayı büyütebilir.
* * *
Yüzbaşı Arthur Conolly’nin kısa yaşamı, doğduğu topraklardan çok uzaklarda, Buhara’da 1842 yılında noktalandı. Yol arkadaşı Albay Charles Stoddart ile birlikte aylarca Buhara Emiri’nin zindanında çile çeken iki subaya önce kendi mezarları kazdırıldı, ardından törenle kafaları uçuruldu.
Ama bugün bile Conolly’yi anımsamamız, feci akıbetinden çok şahsi notlarında kullandığı "Büyük Oyun" ifadesi yüzündendir. Conolly, Hindistan’ı kaybetmek istemeyen İngiltere ile Rusya’nın Asya için verdikleri yüzyıllık strateji savaşını "Büyük Oyun" diye tarif ediyordu. Daha sonra ünlü yazar Rudyard Kipling, "Kim" (1901) isimli kitabında bu tanımı kullanarak geniş kitlelere mal etti.
Büyük Oyun, 150 yıl sonra yeniden sahneye konuluyor.
Bakalım yeni rol dağılımı nasıl olacak?
Yazının Devamını Oku 17 Şubat 2007
<b>ANKARA</b><br>HRANT Dink öldürüldü, 11 ay önceki ihbara rağmen bariz ve ağır ihmal ortada. Ama İstanbul Emniyet Müdürü yerinde, İçişleri Bakanı görevde.
Fakat neden şaşırıyorsunuz ki, zaten katil peşinen ilan edildi: Derin devlet.
Onu da yakalamak mümkün değil, çaresiz sadece eşkáliyle yetineceğiz.
Tıpkı fındık reklamındaki gibi herkes derin devleti keyfine göre tarif ediyor.
Yerseniz!
* * *
Hrant Dink cinayetinde bütün yollar muhbir Erhan Tuncel’e çıkıyor.
Gelin 10 kritik soruda muhbirin dosyasını özetlemeye çalışalım:
1) Muhbir ne zaman işe alındı? 2004 yılındaki McDonald’s olayından sonra çetenin varlığını fark eden polis, birkaç seçenek üzerinde durdu, Erhan Tuncel en uygun isimdi. Trabzon’daki tek muhbir kuşkusuz Tuncel değil, ama ihbar şebekesi Rahip Santoro cinayetini önceden haber veremedi.
2) Ne zaman muhbirlikten kovuldu? 2006 ilkbahar aylarından itibaren Tuncel randevularını aksattı, aktardığı bilgiler bazen yanlış, eksik çıktı. İlk günlerde verdiği, kurşunlama, darp hadiselerine ilişkin bilgiler sağlamdı, ama gerisi gelmeyince kovuldu, Ankara’ya da haber verildi.
3) Muhbir başkasına mı çalışıyordu? Emniyet kesin emin olmasa da, Erhan Tuncel’in başka bir birime, muhtemelen jandarmaya çalıştığı kuşkusuna kapıldı. Farklı talimatlar alması olası muhbir üzerinde kontrolü yitirmeyi göze alamadığı için Erhan Tuncel’den vazgeçti.
4) Muhbir nasıl açığa çıktı? Erhan Tuncel susma hakkını kullandı ve resmen ifade vermedi. Ancak İstanbul polisi resmi olmayan görüşme tutanağını savcılığa teslim etti. Bu tutanakta Erhan Tuncel polis muhbiri olduğunu, Hrant Dink suikastını ihbar ettiğini anlatıyor.
5) Muhbir dosyası açıklanır mı? Savcı tutanaktaki bilgileri araştırmak üzere Emniyet Genel Müdürlüğü’nden muhbir Erhan Tuncel’in dosyasını istedi. Eğer bu dosya mahkeme kayıtlarına girseydi ve açığa çıksaydı, muhbirin hizmet ettiği devlete güveni kalmayacak, sistem çökecekti.
6) Muhbir dosyası nasıl korundu? Emniyet’in girişimiyle İçişleri ve Adalet bakanları muhbir krizine çözüm buldu. Muhbirin dosyası İstanbul’daki mahkemeye elden götürüldü, "işi bittikten sonra yakılarak imha edileceği" sözü yazılı olarak alındı, Trabzon’daki savcıya dosya sadece okutuldu.
7) Müdür muhbiri ne zaman öğrendi? Adalet ve İçişleri bakanları suikasttan hemen sonra İstanbul’a gitti. İstanbul Emniyet Müdürü saatler sonra yurtdışı geziden döndü. Kriz toplantısında muhbir ve ihbardan hiç söz edilmedi. Olaydan geç haberi olan müdür oyuna getirildiğini sandı ve kızdı.
8) Muhbirin tutanağı neden gelmedi? Muhbir kavgası büyüdü, İstanbul Emniyeti, Ankara’dan bilgi saklamaya başladı. Örneğin savcılığa sunulan muhbir tutanağı Ankara’ya yollanmadı. Aynı şekilde, Jandarma muhbiri olduğu ileri sürülen enişte Coşkun İğci’nin ifadesi de gelmedi.
9) Muhbir brifingi nasıl geçti? Başbakan Tayyip Erdoğan’a olaydan iki gün sonra İstanbul’da 40 dakika süreyle brifing verildi. Ama nedense Hrant Dink’in ihbara rağmen neden korunmadığı sorusunun üzerinde durulmadı, sadece çete elemanının aynı zamanda polis muhbiri olduğu vurgulandı.
10) Derin devlet nasıl hatırlandı? Başbakan bu brifingden ilham alarak, suikastta suçluyu "derin devlet" olarak ilan etti. Muhalefet "Neden yakalamıyorsun?" diye itiraz edince polemik patlak verdi. Devlete dönük soyut suçlamalar, memurun olaydaki ihmalini unutturdu.
* * *
Tekrar tekrar yazıyoruz, uyarıyoruz: Artık yargı önünde değil yargı üzerinden adalet aranıyor.
Gerçeğin sadece işine gelen bölümünü açıklayarak siyaseti, medyayı manipüle edenler var.
10 soruya sığan muhbir dosyası bile cinayetin sebep ve faili kadar işbirlikçilerini gösteriyor.
Peki o zaman "derin devlet" diye topu taca atmak neden?
Yazının Devamını Oku 11 Şubat 2007
<b>ANKARA</b><br>KURTLAR Vadisi-Terör reytingi en fazla kime yaradı?<br><br>Tabii ki öncelikle yayınlayan TV kanalına, çünkü kasası doldu. Dizinin ilk bölümünde 82 markanın 163 reklamı vardı.
Dizideki reklamların Polat'ı ise kuşkusuz Cem Uzan'dı.
Genç Parti, bant ve kuşak olarak 244 saniyelik 20 reklam verdi.
Peki bu istatistikler ne anlama geliyor?
Birincisi, her fırsatta küresel nutuk atan, Avrupa'yı kıble sayan, ulusalcılığı tehdit gören iş dünyamız, samimiyet testinde fena çuvalladı... Demek ki varlık nedenine itiraz az satıyorsa uzak durulacak, mümkünse susturulacak, ama çok izleniyorsa finanse edilecek, ne akıl ama!
İkincisi, bu ülkede eser miktarda kalan azınlıktan birisini görünce tahrik olan, adaleti mahkeme salonunda değil kapısında arayan, aydınından nefret eden sözde milliyetçiler bu sabun köpüğü opera vatanseverliği karşısında sessiz kalarak onay verdi.
Zaten tıpkı Orhan Veli'nin dediği gibi. Neler yapmadık biz bu vatan için.
Kimimiz dağ başında şehit düştü, çoğumuz sıcak koltuğunda dizi izledi. Hatta birileri Polat'tan rol çaldı. Aziz Nesin'in kulakları çınlasın.
* * *
Kurtlar Vadisi'nin ikinci perdesi, başkentte siyaset sahnesinde oynuyor.
Cem Uzan geçen ay birkaç kritik temasta bulundu. Duyduğumuza göre CHP'ye, "Genç Parti'yi kapatayım, partinize katılayım" başvurusunda bulundu. Ama ret yanıtı aldı.
Ardından MHP'ye yanaştı, ancak sıcak karşılanmadı.
MHP, Uzan'ın birden fazla kapıyı çalmasından rahatsızlık duydu.
Cem Uzan'ın son umudu DYP Lideri Mehmet Ağar olarak gözüküyor.
Ama Ankara'da farklı senaryolardan söz edenler de var.
Her haberi çıktığında şiddetle yalanlansa da, Büyük Birlik Partisi, Saadet Partisi ve Genç Parti arasında seçim ittifakı görüşmeleri sürüyor. Bu ittifak kurulur ve (1991'deki gibi) barajı aşarsa 40'tan fazla sandalye kazanabilir.
* * *
Kurtlar Vadisi söylemi, iktidar partisini de etkiliyor.
Başbakan'ın milliyetçi refleksi, eskisine göre daha sık gözleniyor.
Hoş Başbakan'ın bizzat MHP'yi hedef alması, bu partinin kurmaylarını pek rahatsız etmiyor. Hatta en üst düzeyde yapılan tespitlere göre, "Aksine ülkücü tabanı bir araya getiriyor, pekiştiriyor".
Başbakan'ın sözlerinin Güneydoğu seçmenine etkisi ise henüz kestirilemiyor.
Ancak Başbakan'ın, o bölgede prim yaptığı "Kürt sorunu" açılımıyla ters düştüğü kesin. Hal böyle olunca, geçen seçimde kazanılan 30 kadar bonus sandalye (DTP barajı aşamayınca, AKP'ye yaradı) bu kez çantada keklik sayılmaz.
* * *
Efsane geri dönüyor, hatta belki de döndü bile.
Ama tarihin tekerrürüne pek güvenilmez.
İlkinde trajediyse tekrarında komediye dönüşebilir.
Bu sözümüz hem Kurtlar Vadisi'ne, hem de Uzan'adır.
Yazının Devamını Oku 10 Şubat 2007
ANKARAÖNCE toz dumanda birbirine karışan iki başlığı ayırmak lazım: 1) İstanbul Emniyeti'nin Hrant Dink suikastındaki ağır ihmali su götürmez. Başta Celalettin Cerrah olmak üzere ekibinin görevden alınması doğaldır.
2) Ama son günlerde medyada kibarca "bilgi kirliliği" olarak takdim edilen ve yalan habere dayalı istihbarat kavgası, Cerrah'ın ayrılmasıyla bitmez.
Bitemez, çünkü bu kavga Hrant Dink cinayeti yüzünden çıkmadı. İstanbul suikastı, bombalar, asayiş sorunu, hatta görevi ihmal bile sadece bahane...
İstanbul'un yeni ağası kim olacak, işte asıl soru bu!
* * *
Hrant Dink'in Şişli'de öldürülmesi, Emniyet'teki cemaat kanadı için fırsattı. Aylar önce suikast ihbarını yapan Trabzon Emniyeti'nin o günkü müdürü Reşat Altay, aniden İstanbul için en uygun aday haline geldi.
Yani anlayacağınız, Trabzon Emniyeti'nden Genel Müdürlük İstihbarat Daire Başkanlığı'na terfi eden Ramazan Akyürek ile halefi Reşat Altay, İstanbul kavgasında asla düşman değil, hatta müttefikti.
İstanbul yakın ve açık tehlikeyi doğru okudu. Muhbir haberleri, ikinci tetikçi hayali hepsi karşı saldırı cephanesiydi.
Düşük yoğunluklu İstanbul savaşında ateşkes veya barış mümkün mü?
Hiç merak buyurmayın, tabii ki huzur ve sükûn sağlanacak.
Yeter ki İstanbul baronu belli olsun.
Pastanın yeniden paylaşım kuralları konulsun.
O zaman bakın, nasıl düşmanlar "ölümüne kanka" olacak.
Çünkü İstanbul'un rantı öyle bir deniz ki herkese yeter.
Meğer ki tek başına yemeye kalkmayın, kimseye yedirmezler.
* * *
İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nde çok sayıda komisyon var. Çevre ve Sağlık, Trafik ve Ulaşım, İnsan Hakları, Eğitim, Kültür, Gençlik ve Spor Komisyonu gibi. CHP Lideri Deniz Baykal'ın verilerine göre bu komisyonlardan, seçimden geçen yıl başına kadar tek bir karar bile çıkmadı.
Diyebilirsiniz ki, tembellik ettiler.
Ama İmar ve Bayındırlık Komisyonu'nun maşallahı var.
Seçimden bugüne kadar 4 bin dolayında karar aldı.
Bu komisyonun 9 üyesi şöyle dağılıyor: AKP 6, CHP 2, Anavatan 1.
Komisyonun ismi, işlevini tarif ediyor zaten.
Yeni alanları imara açmak, yani rant dağıtımı.
Deniz Baykal geçenlerde İstanbul'da 200 kadar önemli imar değişikliğini mercek altına aldığını açıkladı. Belediye marifetiyle kimlerin zengin edildiğini izleyecek özel bir parti komisyonu da kuruldu.
* * *
Bu kampanya doğrultusunda CHP İstanbul örgütü, kentteki 118 imar değişikliği için yargı yoluna gitmeye karar verdi.
Ama hemen ardından sürpriz şekilde açılan davalardan 16'sını geri çekti.
Tabii herkes, CHP'nin neden 16 dosyadaki yolsuzluk iddiasından vazgeçtiğini merak etti. Partili hukukçulara göre, davalar tamamen teknik nedenle geri çekiliyor. Yanlış adrese ve tapu kaydına açılan davalar olduğu söyleniyor.
Ama yine de davalı komisyonun siyasi kompozisyonunu hatırda tutmakta yarar var. Eğer sözü edilen kararlarda CHP'nin de imzası varsa, sorumluluk ortak demektir. CHP davaları bu yüzden geri çekiyor olmasın sakın?
Abartıyor olabiliriz ama unutmayın, orası İstanbul.
Kimse yalnız ve tedbirsiz gezmez.
Yazının Devamını Oku 6 Şubat 2007
<b>ANKARA</b><br>MEDYANIN habercilik sayesinde güvenlik güçlerine yol gösterdiği örnek çoktur. Ama her nedense son birkaç büyük olayda medyanın adalete hizmetinden söz etmek güç.
Danıştay baskını, Atabey operasyonu ve son olarak Hrant Dink cinayeti.
İlkinde hükümete yakın medya kullanıldı, son ikisinde aynı gazete.
Üç olayda da saydığımız gazete/TV’ler adeta gayri resmi iddianame yazdı.
Ortaya isimler atıldı, organizasyon şemaları çizildi.
Hepsi boş çıktı; Atabey’de suçlanan işinde gücünde bir astsubaydı.
Hrant Dink zanlısı ilan edilen ise cinayet masasında polis.
Sanki okur bilerek, isteyerek yayın marifetiyle serseme çevrildi.
Gazeteci hata yapmaz mı, tabii ki yapar. Ama ısrarla aynı hatayı tekrarlarsa;
Halkın eksik ve yanlış bilgisi yüzünden adaletin her kararı tartışılır hale gelir.
Danıştay’ın tahrikçisi, Atabey’in ağır silahları, Dink’teki büyük koruma ihmali unutulur.
Sonuçta adalet işlemez, siyaset tükenir, sözde hedef alınan derin devlet güçlenir.
Amaç buysa, aferin devam edin!
* * *
Üç tane örnek dosya saydık, ama girizgáh biraz teorik olduysa...
Belki de Şemdinli davasında gelinen nokta daha açıklayıcı olur.
Hatırlarsınız, Şemdinli’nin iddianamesi de, savcısı da kimseyi ikna edemedi.
Ama sonuçta sanıklar 39’ar yıl cezayı yedi, kimse "nasıl oluyor?" diye sormadı.
Daha da ilginci, Yargıtay’ın ilgili dairesi temyiz kararı aşamasında "görevsizlik" verdi.
Yargıtay Başsavcısı hemen itiraz etti, Yargıtay Ceza Genel Kurulu haftaya karar verecek.
Eğer dosya aynı dairede kalır ve karar çıkarsa, sanıkların tahliyesi bile söz konusu.
Yok eğer daire değişirse, bu kez dosya sil baştan ele alınacak, duruşma yapılacak.
Şimdi sorarım size, hangi karar çıkarsa çıksın...
Adalete güven artacak mı, yoksa azalacak mı?
* * *
Adalet önünde hesaplaşmak yerine adalet üzerinden vuruşmak modası aldı yürüdü.
Sanki görünmez bir el, Türk adli yargısında jüri sistemini devreye soktu.
Medyaya da anlaşılan jüriyi etkileyecek haber ve görüntü üretim görevi düştü.
Yani medya alternatif adaletin savcısı, hákimi ve hatta celladı haline geldi.
Üstelik bütün bunlar "derin devletle mücadele" amacıyla yapılıyor, öyle mi?
Sanki, devletin adalet işlemeyince derinleştiğini bilmiyorlar.
İnsaf, Susurluk süreci de mi öğretmedi?
Yazının Devamını Oku 4 Şubat 2007
<b>ANKARA</b><br>GELİN temel birkaç varsayımla hafıza tazeleyerek işe başlayalım: Refah Partisi yöneticileri devletçiydi.
O yüzden Susurluk’ta devlete toz konduramadılar.
Susurluk sürecini idare edemeyince iktidarı kaybettiler.
AKP’deki (derin devlet-Susurluk) kompleksi mirastır.
Her fırsatta şeytan taşlar gibi derin devlete sövüyorlar
Peki işe yarıyor mu, karar sizin!
* * *
İnsan doğasıdır, aklının ermediği yerde uydurur.
Mitoloji ve masal, bilimsel varsayımların beşiğidir.
Ama varsayım ile masal arasındaki fark, unutmayın ki kanıttır.
Başbakan diyor ki; 1) Derin devlet vardır. 2) Derin devlet, bazı memurların kendi kutsalı için kurdukları hukuk dışı çetedir. 3) Bana ortaya çıkar diyenler neden kendileri yakalamadı?
Sayın Başbakan alınmasın, ama bu tarif tarihte kaldı. Soğuk Savaş döneminde NATO ülkelerinin tamamında bugün bizim derin devlet olarak tanımladığımız formatta organizasyon mevcuttu.
İtalya’daki adı Gladio (Kılıç) idi. Yunanistan’da B-8 ya da Sheep Skin (Koyun Postu), Belçika’da SDRA-8, Hollanda’da NATO Command, Batı Almanya’da Gehlen Harekátı, Stay Behind ya da Sword, Avusturya’da Schwert (Kılıç), Fransa’da Rüzgár Gülü, İspanya’da Anti-Terör Kurtarma Grubu (GAL), İngiltere’de ise Secret British Network olarak anıldı.
Aynı örgüte Türkiye’de Kontrgerilla dedik. Çünkü resmi görevi Sovyet işgaline uğrarsak düşmana geçen vatan topraklarında operasyondu.
* * *
Duvar yıkılınca NATO ülkelerinin tamamında gizli örgütler tasfiye edildi.
Tek istisna Türkiye kaldı; bizdeki örgütün varlığı resmen yalanlandı.
Sorumluları, geçmiş eylemleri ve irtibatı konusunda soruşturma geçirmedi. 12 Eylül öncesinde binlerce hayata mal olan eylemler nedeniyle kimse adalete hesap vermedi.
Kontrgerilla, derin devlet, çeteler...
Adına ne derseniz deyin.
İşsiz ve işlevsiz bir kenara atıldı.
Suçluların susması, kurbanların unutması uygun görüldü.
İşte aslında tam o saatte derin devletin adını değiştirmek gerekti.
Koruyacak devlet kalmayınca derin değil, kirli ilişkiler devam etti.
1990’lardaki mafya patlaması tesadüf ve sadece Türkiye’ye mi özgü sandınız?
Derin kadrolar, eski yoldaşı çetecilerle birlikte "kirli devleti" kurdu.
Ve şimdi Başbakan bu haydutlara, çetecilere rütbe takıyor.
Hrant Dink’e kıyanların devlete hizmet ettikleri izlenimini yaratıyor.
Ölçü kaçınca, yanlış tarif suça övgüye, hatta reklama dönüşüyor.
* * *
Ogün Samast elde, azmettiren abileri, silahlar, telefonlar da öyle.
Bakalım iddianameden Kurtlar Vadisi mi çıkacak, yoksa Susurluk mu?
Ama siyasetçiye düşen görev belli:
1) Söndürün Güneydoğu’daki yangını, Trabzon’a şehit cenazeleri gelmesin.
2) İşsizlikle mücadele edin ki, bebekler internet kafede katil olarak yetişmesin.
Orhan Veli der ki, "Neler yapmadık şu vatan için! Kimimiz öldük; Kimimiz nutuk söyledik".
Bugünkü sokak serserilerini derin devlet saymak...
Derin devletle mücadeleyi hayatlarıyla ödeyenlere hakarettir.
Yazının Devamını Oku 3 Şubat 2007
<b>ANKARA</b><br>EĞER başlıktaki takvimi ABD kanadından duymuş olsaydım, inanın güvenip sizlere aktarmazdım. Ama kaynağım hükümetin dış politika mimarlarından; üstelik başlıkla yetinmiyor, altını dolduruyor. Özetle diyor ki:
ABD Başkanı’nın Irak planı kısa vadeli başarıya endeksli.
Teşhis doğru; Bağdat’a hákim olamayan ülkeyi kaybeder.
Dolayısıyla ilave 20 bin askerle başkenti güvenli kılacaklar.
Bağdat’ta kurumlar işlemeye başlayınca moral yükselecek.
Huzur ve güveni dalga dalga ülke tamamına yaymaya çalışacaklar.
Peki bu plan neden ABD yönetimine cazip geliyor? Çünkü:
Ülke tamamında hemen güvenlik için en az 150 bin asker daha gerekli.
Ama ABD yönetimi, iç ve dış nedenlerle bu kadar askeri seferber edemez.
Önce Bağdat’ta huzuru sağlamak, Kábil örneğindeki gibi işe yarayabilir.
İşgal güçleri Kábil’i kontrol ediyor, ülkenin gerisi karışık.
Ama dış dünya sadece Kábil’e bakarak "ABD başardı" diyor.
ABD bu süreçte mart veya nisan ayında PKK için düğmeye basabilir.
Hatta sınırlı bir bölgede Türkiye ile ortak askeri harekáta yanaşabilir.
Dışişleri Bakanı Abdullah Gül de bu yüzden "ABD’den beklentimiz arttı" diyor.
* * *
ABD’nin yeni Irak planında "Kerkük referandumu" nereye oturuyor?
Kaynağım ilginç bir analiz aktarıyor: "Eğer ABD çok başarılı olursa referandum bu yıl yapılır, tamamen başarısız olursa yine aynı zamanda referanduma gidilir. Ama işler bugünden kötüye gitmez ve hatta biraz düzelirse referandum ertelenir."
Özetle PKK için mart-nisan, Kerkük için haziran-temmuzu beklemek lazım.
Dün bu konuda dış politikadan sorumlu başka bir isimle konuştum.
Takvimi sorduğumda, "Kesin bir takvim vermek mümkün değil" dedi ve ekledi: "Ancak ABD’nin bize karşı çok mahcup olduğu belli. O yüzden ciddi bir hamle bekliyoruz."
Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün ABD gezisi yarın başlayacak.
Sanırım PKK ve Kerkük hakkındaki son ayrıntılar bu gezide karara bağlanacak. Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ın gelecek haftaki gezisinde askeri mekanizma kurulacak.
* * *
Madem bu yazıyı dış politikaya ayırdık, AB sürecine de göz atalım.
Sanırım aktaracağım anekdot, tarafların ruh halini yansıtacak.
AB’nin sekiz başlıkta müzakereyi durdurma kararının hemen ardından Başbakan, Lübnan’a gitti.
Bu haberi alan AB üyesi ülke büyükelçisi, Başbakan’ın kurmayından randevu istedi.
Önce süreçteki duraksama nedeniyle samimi üzüntülerini iletti, ardından Lübnan’ı sordu.
Sorusuna karşılık bilgi yerine çarpıcı bir yanıt aldı. Diyalog şöyle gelişti:
- Sayın Büyükelçi, askıya aldığınız başlıklar arasında dış politika faslı da var değil mi?
- Evet öyle...
- Peki söyler misiniz, dış politika faslının KKTC limanlarıyla ne ilgisi vardı?
- Aslında pek ilgisi yok; zaten biz de elimizden geleni yaptık, biliyorsunuz.
- Dış politika faslını askıya aldığınıza göre bizle bu konuları görüşmek istemediğinizi düşündük.
Bu kibar yanıtın ardından konuk diplomat eli boş uğurlandı.
Gözüken o ki, Türkiye-AB ilişkileri reformlar kadar, Türkiye’nin Ortadoğu’daki ağırlığının artmasına bağlı olacak.
Yazının Devamını Oku 30 Ocak 2007
<b>ADDİS ABABA</b><br>TENEKE evler arasına sıkışmış Leopol Oteli’nin penceresinden gün ışığıyla birlikte dolan sesi çıkarmakta zorlanıyoruz... Biraz ezanı, hatta mevlidi andırıyor ama sonra komşu kilisedeki ayin sesi olduğunu anlıyoruz. Etiyopya üç semavi dinin ev sahibi... Her türlü sefalete rağmen hoşgörünün beşiği.
Müslümanların ilk hicreti ve camisi bu ülkede. Binlerce yıllık kaya kiliseler de öyle.
Ortodoks Hıristiyanlar ile Müslümanlar aynı mahallelerde karışık oturuyor. Asırlardır yan yana yaşandığı için artık ne farklılıklar ve hatta ne de benzerlikler fazla umursanıyor
Sabah saatlerinde bir kilisenin önünden geçerken tesettürlü kadınlara rastlıyoruz.
Secde, rükû ve kıyam, bu coğrafyadaki kiliseye yabancı ibadet kalıpları değil.
* * *
Addis Ababa’daki Necaşi Türk okulunun üç burslu öğrencisinden biri Osmanlı mirası.
Osmanlı’nın son sefiri Mazhar Efendi, memleketine dönerken Cibuti’den ileri gidememiş.
Bugün mezarı dahi bilinmiyor ama torununun kızı Nesrah Mazhar (9) Türk okulunda talebe.
Öğrenci velileri okula ayda 55 dolar ödüyor. Karşılığında çocuğu Türkçe dahil üç dil öğreniyor. Amerikan ve İngiliz okullarının ayda bin doları aşan ücreti hariç tutulursa, Türk okulunun itibarı, Fransız ve İtalyanlarla yakın düşüyor.
* * *
Etiyopya yanık tenli insanların ülkesi demek, Addis Ababa’nın anlamıysa yeni açan çiçek.
Binlerce yıllık tarihe sahip bu ülkede 130 yıllık kentin yeni sayılması doğal.
Son yıllarda siyasi istikrar ve iç barış umudu artınca zenginler de geri dönüyor.
Yurtdışındaki servetlerin yardımıyla başkent adeta yeniden inşa ediliyor.
Teneke evlerden oluşan mahallelere komşu yüz binlerce dolarlık lüks villalar yükseliyor.
Teneke evlerde yaşayanların günlük ücreti bir dolar, incera denilen ekmekle yetiniyor.
Evlerde su ve kanalizasyon yok ama çatılardan çanak anten eksik olmuyor.
Anlatılana göre, teneke evlerde Arab Sat’ın pembe dizileri reyting yapıyor.
* * *
Sefalet bu ülkede fazla asayiş sorunu yaratmışa benzemiyor. Belki de karşı kıyıdaki Yemen’den gelen uyuşturucu gat yaprağının etkisi vardır, bilinmez.
Ama sokaklarda çocuk yaşta fahişelerden geçilmiyor.
Yine anlatılana göre orta halli Suudiler ramazan ayında Avrupa yerine Etiyopya’ya geliyor. Keyfince yaşadıktan sonra yanlarındaki kızları cariye olarak ülkelerine götürüyor.
* * *
Etiyopya Türk iş dünyasının ilgisini çekmeye başladı gibi.
Adıyamanlı Habib Narin, 2 tekstil fabrikası kurmuş, Avrupa’ya ihracat yapıyor.
Gaziantepli Tiryakiler, ülkenin mercimek ve fasulye ticaretini kontrol ediyor.
Genç Bora Bey, Hilton Oteli’nin üçüncü müdürlüğünü yürütüyor.
Başbakan’ın iki yıl içindeki ikinci Etiyopya gezisi, Afrika’nın bu bakir kapısına verilen önemi gösteriyor.
Yazının Devamını Oku