28 Ocak 2007
<b>ANKARA</b><br>BAŞBAKAN Recep Tayyip Erdoğan’la ilgili Çankaya tahminleri içeriden değil hep uzaktan yapıldı. Gazeteciler, muhalefet liderleri, emekli siyasiler, yabancı diplomatlar, kafa ve çene yordu.
Ama ilk kez bir AKP kurmayı, üstelik Başbakan’ın yardımcısı, ihtimali rakama döktü.
Mehmet Ali Şahin’e göre, "Başbakan’ın Cumhurbaşkanı adayı olma ihtimali yüzde 50-50."
Peki hangi yüzde 50 ağır basıyor, Şahin’in bu soruya da yanıtı hazır:
- Başbakan’ın aday olmaması ihtimalini de göz ardı etmiyorum.
Şahin, Çankaya seçiminin AKP’nin genel seçim şansını azaltacağına inanmıyor. Hatta aksine, "hükümetle uyumlu" Cumhurbaşkanı’nın AKP’ye yarayacağını düşünüyor.
* * *
Başbakan Yardımcısı Mehmet Ali Şahin’le Samanyolu Haber Kanalı’nda Mustafa Ünal ve Remzi Ketenci’nin "Siyaset Sahnesi" programında sohbet ettik.
Hrant Dink cinayetini yorumlarken, "Türkiye’nin istikrarını bozmaya çalışan dış güçlere" işaret etti, "Cinayette dış bağlantı var mı diyorsunuz?" diye üsteledik.
Bize, Başbakan Yardımcısı söylediğinden fazlasını biliyor gibi geldi:
- Siyasi irade olarak bu cinayetin arka planını, dış bağlantılarını ortaya çıkarmak istiyoruz. Geçmişte de siyasi cinayetler işlendi. Devam ettiğine göre gerekli tedbirler alınmamış demektir. Pis suyu başından kesmek lazım. Türkiye’de istikrarı bozmak isteyenler, bu gençleri maşa ve taşeron olarak kullanmak isteyebilirler.
Dış bağlantı iddiası, geçmişte fail-i meçhul cinayetlerde sıkça ortaya atıldı.
Ama ilk kez faili belli bir cinayette dış boyut araştırılıyor. Eğer dış bağlantı varsa ve kanıtlanırsa sonunda bu kısa devre aşılacak, ortalık aydınlanacak.
Mehmet Ali Şahin, Hrant Dink’in cenaze töreninde Ermeni Patriği ile karşılaştı.
Bakan ve Patrik, gündemdeki Vakıf Yasası’nı görüşmek üzere sözleşti.
Biliyorsunuz, Cumhurbaşkanı, Vakıf Yasası’nın cemaat vakıflarıyla ilgili maddelerini veto etti.
Çankaya’nın yorumuna göre, vakıflar sivil toplum örgütü değil.
Cemaat vakıflarının sosyal yaşama daha fazla katılımını özendirmekse yanlış.
Mehmet Ali Şahin’e, "Bu yoruma katılıyor musunuz?" diye sorduk, yanıtladı:
- Tabii ki hayır. 9 maddeyi ilk Bakanlar Kurulu’nda ele alacağız. Hükümet tavrını belirleyip, komisyondaki vetolu maddeleri Genel Kurul’a indireceğiz. Cemaat vakıflarıyla ilgili düzenleme, yasanın küçük bir bölümü. Biz vakıf kurmayı kolaylaştırdık ama yeterince tartışılmıyor.
* * *
Başbakan Yardımcısı, Kuzey Irak’a sınır ötesi operasyon ve Kerkük konusunda fazla konuşmak istemedi.
Yalnız, "ABD’nin terörle mücadele konusundaki samimiyetinden kuşkuluyuz" sözü dikkatimizi çekti.
Şahin’i yakalayıp Haluk Ulusoy ve Futbol Federasyonu’nu sormamak olmazdı.
Başbakan Yardımcısı, uzun uzun hukuki süreci anlattı. FIFA ve UEFA’nın, siyasetin özerk federasyona müdahale edildiği izlenimini edinmemesi için sergilediği hassasiyetin altını çizdi.
Açık söyleyeyim, Mehmet Ali Şahin’in bu duyarlılığı yersiz sayılmaz.
Çünkü duyduğuma göre, FIFA’dan "siyaseti futboldan uzak tutun" uyarısı her an gelebilir.
Yazının Devamını Oku 27 Ocak 2007
<b>ANKARA</b><br>BU basit gerçeği hatırlatınca Türklüğe hakaret etmiş oluyor muyum sizce? Çünkü "Hepimiz Ermeniyiz" diyenler fiyakalı sözcükle "empati" sergiliyor.
Yani kendisini Hrant Dink’in yerine koymayı deniyor, dayanışma gösteriyor.
Eskiden bu millet zulüm görenin, ezilenin, mağdurun yanında yer alırdı.
Ama anlaşılan devir değişti.
Artık kimse kendi etnik/dini kimliğinden başkasını tanımıyor. (Zaten bana sorarsanız, "Hepimiz Ermeniyiz" sloganının tek sakıncası bu yekpare ruh halini çağrıştırması.)
* * *
Herkes sadece kendisini haklı görüyor.
Demokrasiyi kendisine yetecek kadar istiyor, başkasıyla paylaşmıyor.
Bu isterik ruh hali bir de ne zaman hákimdi topluma biliyor musunuz?
Benzetmek gibi olmasın ama 12 Eylül öncesinde.
Darbeciler uzlaşmayı Anayasa’ya koymayı denedi:
Yürütme erki Cumhurbaşkanı ile Başbakan (hükümet) arasında paylaşıldı.
Ama 17 Mayıs günü bu model muhtemelen değişecek.
Cumhurbaşkanı, Meclis Başkanı ve Başbakan aynı partiden olacak.
Bu emir-komuta zinciriyle 12 Eylül öncesine dönülecek.
Sizce siyasi tansiyonun düşmesine imkan/ihtimal var mı?
* * *
Çankaya savaşını genel seçim süreci takip edecek.
Peki seçimde ne tartışacağız, neyi oylayacağız, hiç düşündünüz mü?
Cumhurbaşkanı’nı, laikliği, kadrolaşmayı... Özetle rejimin geleceğini.
PKK’yı, Kerkük’ü, ABD’yi, Irak’ı, İran’ı... Yani milliyetçiliği.
Siyaset masasındaki koltukları bu iki fay kırığına göre dağıtırsak.
Rejim tartışması iki partiyi besliyor: AKP ile CHP.
Milliyetçilik diğer ikisini: MHP ile DTP.
Demek ki baraj problemi olmayan (DTP hariç) bu üç partinin keyfi yerinde.
Mehmet Ağar’ın neden Türk-Kürt ve laik-dindar ikilemini kırmak istediği de belli.
Arada sıkışmaktan korkuyor, partisine yeni siyasi alan açmaya çalışıyor.
Özetle gözüken o ki, Çankaya’dan sonrası da gerilimli geçecek.
* * *
Türkiye ekonomisi son yıllarda rekor büyüme sergilediyse...
Sadece AKP ekonomi politikası veya tek parti hükümeti nedeniyle değildir.
Dünya ekonomisi başta petrol, emtia fiyatlarının artmasıyla şişti.
Trilyonlarca dolar en fazla kazandıran ülkeler arasında gezdi.
Türkiye ekonomisi de bu zenginlikten payını aldı.
Ama farkındasınız bu kış çok yumuşak geçiyor, enerji talebi düşük.
Petrol fiyatları tepetakla gidiyor, muhtemelen yaza doğru daha da iner.
Türkiye liginde yer alan petrol üreticisi ülkeler için iyi haber değil.
Bu ülkelerin nakit dengesi bozulursa yabancı yatırımcı korkar kaçar.
Meydana gelebilecek küresel türbülanstan Türkiye çok etkilenir.
* * *
Risk haritası ve takvimi ortada; yaz aylarında Türkiye siyaseten ve ekonomik açıdan sıkışacak.
Seçime giden hükümetle bu sorunlar nasıl çözülür diye kafa yormaya hacet yok, çözülmez.
O yüzden en iyisi Çankaya’dan hemen sonra, hiç vakit kaybetmeden seçime gitmektir.
Yazının Devamını Oku 23 Ocak 2007
<b>ANKARA</b><br>İKİ soruyu karıştırmamak lazım; neden Trabzon ve örnek alınan (rol modeli) kim?
Trabzon analizini dün danıştığımız kıdemli güvenlikçiye bırakalım:
"Trabzon, PKK’ya karşı mücadelede en fazla şehidi veren kent. Dolayısıyla milliyetçiliğin öne çıkması doğal. İkincisi, kenti ayakta tutan futbol sanayii battı. Eskiden neredeyse her üç ünlü futbolcudan ikisi bu kentten çıkardı. Baksanıza Ogün Samast bile futbolla uğraşmış. Başarsaydı belki bugün farklı bir noktada olabilirdi."
Güvenlikçi muhatabımız, sohbet sırasında Trabzon için ilginç teşbihte bulunuyor:
Mafya Endüstri Meslek Lisesi.Trabzon, suç örgütlerine kadro yetiştiren okul gibi. Ama kuşkusuz tek örnek değil.
Yazının Devamını Oku 21 Ocak 2007
<b>ANKARA</b><br>BAŞKENTE cinayetten hemen sonra hákim olan ruh halini Abdullah Gül’ün, Amerikalı konuğu Nicholas Burns’e yaptığı analiz çok iyi yansıtıyor: - Tam ABD Kongresi’ndeki sözde soykırım yasası gündemde iken, Fransa’daki tasarının senatoda bloke edilmesi gayretleri sürerken bu cinayetin zamanlaması akla başka amaçlar getiriyor.
Gül’ün bu sözleri, aslında Başbakan’ın "Dink’in hedef seçilmesi manidar" ifadesinin tercümesi. Devam edelim ve Abdullah Gül’ün yakınlarına dile getirdiği umudu da aktaralım:
- Eğer Hrant Dink suikastının bu amaçla yapıldığını kanıtlarsak tuzağı bozar, Türkiye’ye yönelik saldırıyı geri püskürtürüz.
Ama eğer Hrant Dink’e saldırı Trabzon’daki rahip cinayeti gibi tek kişilik/bağlantısız eylemse, o zaman Türkiye’nin derdini anlatması, dış itibarını koruması gerçekten zor.
İşler bu noktaya gelirse, bugüne kadar yapılanın tersi tek çaredir.
Türkiye pişmanlığını TCK 301’i değiştirerek gösterebilir. (301 değişikliğine karşı çıkanlar, bugün Hrant Dink’e methiye yazdıklarına göre herhalde itirazları kalmadı.)
Daha fazla demokrasi için hiçbir vakit geç sayılmaz.
En azından yeni kurban vermeyiz.
Derin devlet varsan söyle
BU kez iki damla gözyaşı ve şablon sloganla vaziyeti kurtarmak zor.
Çünkü Hrant Dink, 1) Fikir suçlusuydu, 2) Medya mensubuydu, 3) Azınlıktandı.
Hepimizin namusuydu, yaşam kalitesi demokrasinin ölçüsüydü.
Çünkü demokrasi, asıl her türlü azınlıkta kalan içindir.
Çoğunluk gemisini her rejimde zaten yürütür.
Ama gel gelelim Hrant Dink’i daha on yıl önce bile kaçınız tanıyordu, çok azınız.
Peki ismini ilk kez nasıl duyduğunuzu hatırladınız mı?
Evet doğru, meşhur TCK 301 sayesinde...
Yani Hrant Dink şöhretini, Türkiye’nin demokrasi ayıbına borçluydu.
Yetmedi, adil yargılama bile esirgendi Hrant Dink’ten.
Yasayla değil mahkeme kapısında tükürükle, tekmeyle, silleyle ceza kesildi. Sonunda arkadan vurulduğunda herkes çok şaşırdı, pek üzüldü, öyle mi?
* * *
Tetikçi yakalandığına göre, sonra kadrolu komplo teorisyenleri, suya bakıp bakla falı açarak patronun eşkálini çizecek.
Bu arada soykırım yasası dünya parlamentolarından geçecek, AB ipi kopacak.
Hrant Dink’e kimileri Türklüğe hakaret ettiğine inandıkları için kızıyordu.
Heyhat gelinen nokta, bırakın Türklüğe hakareti, bu millete suikasttır.
* * *
Derin devlet, geldinse dört kere vur olur mu?
Ve eğer varsan söyler misin lütfen;
1) Agos Gazetesi’nin kapısına polis karakolu kurmayı neden akıl edemedin?
2) Genelev kapısına tatlıcı, okul önüne simitçi koyan gizli servislerimiz neredeydi?
3) MOBESE kamerasını bile Agos’un 200 metre uzağına yerleştirmek neden?
Sadece soymayı, vurmayı, kırmayı ezcümle zulmü bilip... Vatandaşını korumaktan yana nasibini alamayana derin devlet demezler. Böylesinin adı kirli devlettir!
Zaten lazım olan derin devlet değil derin akıldır.
Yazının Devamını Oku 20 Ocak 2007
<b>ANKARA</b><br>1999 yılı Şubat’ında bir sabah saat 05.00’te ABD’nin Atina Büyükelçiliği’nin telefonu çaldı. Büyükelçiyi acilen telefona isteyen Dışişleri Bakanı Teodoros Pangalos çok kızgındı.
Kenya’daki Yunanistan Büyükelçiliği’nde kalan Abdullah Öcalan’ı paketleyip Türklere teslim eden ABD’ye tepkiliydi. Ne var ki ABD Büyükelçisi hiç alttan almadı, "Bu adam uluslararası bir suçlu. Yakalanmasından dolayı mutlu ve gururluyuz" dedi.
ABD’nin o tarihteki Atina Büyükelçisi, bugün Dışişleri Bakanlığı’nda üçüncü isim.
Siyasi İşlerden Sorumlu Müsteşar Nicholas Burns’e Ankara ziyaretinde o günü hatırlattık, güldü:
"O öfkeli telefonu unutmadım. Ama bugün Yunanistan’da farklı yönetim var ve çok iyi müttefikiz."
* * *
ABD-Türkiye ilişkisinin PKK ipoteğine girmesini somut nedenlerle izah mümkün.
Ama 7 yıl önceki paketi ve o sürece katkıda bulunan aktörleri/dostları unutmamak koşuluyla.
Nitekim Nicholas Burns de Başbakan’la görüşmesinde ilk gündem maddesinin PKK olduğunu saklamıyor.
Burns, "PKK sorununu çözmeliyiz, Türkiye’ye yardımcı olmalıyız. Türkiye bizden yardım istedi, bu isteği ciddiye almak zorundayız" diyor ve ekliyor: "ABD, Türkiye ve Irak birlikte çalışmalı."
Ya Irak tarafı koordinasyonda isteksiz davranırsa, sınır ötesi operasyon kaçınılmaz olur mu?
Burns önce "Varsayıma dayalı sorulara yanıt vermem" diyor, ardından, "Bölgede yeni askeri anlaşmazlıklara gerek bırakmayacak etkin işbirliği sağlanmalı" demekle yetiniyor.
Bu sözler belki de Kuzey Irak’a dönük baskının artacağı şeklinde yorumlanabilir.
Ankara açısından hayati gündem maddesi PKK, peki ya ABD’nin öncelikleri.
Burns sıralıyor: 1) Irak, 2) İran, 3) Lübnan, 4) İsrail-Filistin.
Ardından, "Hepsinde stratejik ortağımız Türkiye" diye ekliyor.
Kişisel kariyerinden yola çıkarak Türkiye’nin kritik önemini tarif ediyor: "Soğuk Savaş döneminde ABD’nin önceliği Avrupa idi. Bugünse kendi kariyerlerimizden de takip edebildiğimiz gibi ABD’nin ilgisi Büyük Ortadoğu ve Kuzey Afrika’ya yöneldi. Türkiye’nin önemi azalmadı, arttı."
Burns, Ankara’daki ikinci gününde zamanının neredeyse tamamını İran dosyasına ayırdı.
"Bakan Rice beni Türkiye’nin bölgesel tecrübelerini dinlemeye yolladı" dedi, ama şahsi İran analizini de esirgemedi: "Sanılanın aksine İran’da işler iyi gitmiyor. Ekonomi kötü, akaryakıt bile bulunmuyor. Üstüne bir de BM yaptırımları gelecek."
* * *
Başbakan’ın ABD’ye dönük sitemleri kimilerine göre iç politika malzemesi.
Peki ABD heyeti, Başbakan’ı ikili görüşmelerde nasıl buldu?
Burns, "Çok iyi bir görüşmeydi, defalarca stratejik ortaklığa vurgu yapıldı" diyor.
Ve son olarak Kerkük; saatli bombanın pimini çekecek referandum ertelenecek mi?
Yanıtı Burns’ün heyetinden, Ortadoğu ve Irak’tan sorumlu isim Jim Jeffries’ten geliyor.
Jeffries, ABD yönetiminin "Referandum anayasaya göre bu yıl" söylemini yineliyor.
Ama, "Bu karar için sabır ve zamana ihtiyaç var" cümlesi dikkatimizi çekiyor.
Yazının Devamını Oku 16 Ocak 2007
<b>ANKARA</b><br>BAŞBAKAN’ın ABD’ye sitemi, başkentte egemen algılama/hissiyatı yansıtıyor. "Bağdat yanarken, ABD PKK ile silahlı mücadele riskini almaz" diyenlere...
"En azından Karayılan’ı yakalayıp teslim etmek o kadar zor mu" yanıtı yapıştırılıyor.
Tabii bu diyaloğu anlamak için arka plandaki hikáyeyi bilmek gerekiyor.
Geçen yıl İran, Kuzey Irak’ta PKK’ya karşı askeri operasyona başladı.
Bu operasyon sırasında Ankara’ya ulaşan bilgi heyecan yarattı:
Top ateşiyle yaralanan Murat Karayılan, Erbil’de hastanedeydi.
Ankara hemen harekete geçti, Karayılan’ı istedi ama Barzani vermedi.
Hikáyeyi böyle anlatınca ortada Barzani-ABD’nin ortak hatası var gibi gözüküyor.
Ama şeytan her zaman ayrıntıda gizlenir.
Bu hikáyeye eklenen tek bir satır bütün tabloyu değiştirir.
Mesela, Karayılan’ın hastaneye yattığını Ankara’ya ABD bildirmişse.
Ki bana gelen bilgi o yönde, o zaman ABD’nin niyetinden kuşku yersiz.
Eleştiri ancak Kürt yönetimine söz geçirememiş olmasıyla sınırlı kalır.
Bir de herhalde çuvaldızı kendimize batırmamız gerekir.
En azından Türk kamuoyuna eksik bilgi verdiğimiz için!
* * *
Aslında Washington’un da gidişattan memnun olduğu söylenemez.
ABD planı iki ayaklıydı:
1) Avrupa’da önemli ülke başkentlerinde PKK’nın suç örgütü olduğunu anlatmak,
2) Irak’a örgütün para ve insan kaynağını kesmek hedefleniyordu.
Ama Irak cephesinde işler istenildiği gibi gitmedi.
Tam bu aşamada Ankara’dan "sınır ötesi" sinyali alındı.
ABD, Türkiye’nin haklı öfkesini Irak ve Kürt yönetimine karşı kullanabilir.
Peki eğer olursa (eğer vurgusuna dikkat) sınır ötesi için uygun zaman nedir?
Tabii ki gelecek bahar ayları ve tercihen Cumhurbaşkanlığı seçimi sonrası.
Tayyip Erdoğan’ın başkomutan sıfatıyla ilk icraatı bu olabilir mi?
Çankaya’dan sonra seçim
TAYYİP Erdoğan’ın "zamanında seçim" ısrarı nedensiz değil.
Cumhurbaşkanı’nı AKP’nin mutlak hákim olduğu Meclis seçsin istiyor.
Ama Çankaya seçiminden sonra genel seçime kadar geçen süre hakikaten 6 ay kadar uzun olmalı mı?
Eğer tahmin edilen gerçekleşir ve Erdoğan Çankaya’ya çıkarsa... İktidar partisinin kongre ve hükümette nöbet değişimi süreci... Meclis’i ve hükümeti tıkar, icraat şansı kalmaz.
O zaman seçimi uzlaşmayla öne çekelim, yaz başına alalım.
Hiç değilse Çankaya seçiminden sonrasını, yani yılın ikinci yarısını kurtaralım.
Yazının Devamını Oku 14 Ocak 2007
<b>ANKARA</b><br>ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice’ın adresini doğru anlamak önemli. "Başaramazsak, Kürtler devlet kurar, Türkiye ile problem yaşanır" diyor.
Rice’ın bu sözlerini ABD kamuoyuna dönük gerekçe olarak mı okumalı?
Yoksa Türkiye ve Kuzey Irak Kürtlerine son uyarı diye mi algılamalı?
Sadece bugüne bakıp çabuk karar vermeyin.
Gelin biraz geriye gidelim, resmin tamamına göz atalım.
* * *
ABD’nin Kürt merakı yeni değil ve fakat ihaneti de sayısız.
1970’lerde Saddam’a karşı İran-İsrail ittifakının üçüncü ayağı Kürtlerdi.
Şah ve Saddam anlaşınca Kürtler ortada kaldı, ABD kılını kıpırdatmadı.
1980’de Saddam, ABD’nin emriyle Humeyni İran’ına savaş açtı.
Sekiz yıl sonra gelen ateşkeste fatura yine Kürtlere çıktı.
Halepçe katliamı, Türk sınırına dayanan soykırım bile ABD’yi harekete geçirmedi.
Ama Saddam petrol zengini Kuveyt’e saldırınca o saat ipi çekildi.
ABD’nin korumak istediği Kürtler mi, yoksa petrol mü?
Tabii ki petrol!
* * *
Kabaca dünya petrolünün dörtte birini ABD kullanıyor.
Önümüzdeki on yıllarda bu oranı üçte bire kadar yükseltmek zorunda.
Ama küresel rekabette mukayeseli üstünlük de önemli: ABD petrol akışını kontrolle yetinmiyor. Enerji talebi tırmanan, ekonomik büyüme rekorları kıran Çin ve Hindistan’ın dünya gücü olarak karşısına çıkmasını önlemek gibi stratejik hedefi de var.
* * *
Irak savaşı başladığı hızla biterken Washington’da petrol odaklı tartışma çıktı.
O tarihte iktidardaki Neo-Con’lar, Irak petrolünün özelleştirilmesinden yana ağırlık koydu.
Amaç, ucuz Irak petrolüyle OPEC tekelini kırmak, Arapların ekonomik şantaj gücünü azaltmaktı.
Ancak muhalefet en umulmadık cepheden, dev petrol şirketlerinden geldi.
İki yıllık güç kavgasının ardından Irak’taki yeni petrol yasası, kimin kazandığını gösterdi.
ABD şirketleri Irak petrolünü özelleştiriyor, üretim artışı yaklaşıyor.
Bush’un yeni planıyla kimse Irak’ta akan kanın durmasını beklemiyor.
Ama petrol fiyatı gerginlik yüzünden artacağına, ucuz petrol beklentisiyle düşüyor.
Tabii ki kaybedenin ABD’nin bölgesel rakibi, tek zenginliği petrol olan İran olduğunu unutmamak gerekiyor. (Kimilerine göre, Rus ve Ortadoğu sermayesine dayalı ekonomik büyüme modeli uygulayan AKP iktidarını da kaybedenler listesine eklemek lazım, ama bence biraz erken.)
* * *
Yeniden başa dönersek, ABD petrolünü Kürtlere emanet eder mi?
Bana sorarsanız hayır. Çünkü, 1) Kürtlerin o kadar gücü yok, 2) Ortadoğu’da Sünni’si, Şii’si, Kürt’üyle parçalı iktidar ABD’nin işine geliyor, 3) Washington petrolde kimseyi ortak istemiyor.
Gelelim bu yeni dönemde Türkiye için fırsat ve risklere.
Zamanında "Kürtler birleşmeyi, Türkler petrolü özlüyor" diye yazdığımda kızanlar oldu.
Ama işte o zaman geldi, Türkiye’nin stratejik hedeflerini gözden geçirmesi zorunlu.
Kuzey Irak’ı kırmızı çizginin ötesine itmekle ne kazandık, himayemize alırsak ne kaybederiz?
Musul-Kerkük’te sadece nüfus açısından değil petrol güvenliği gerekçesiyle hak iddia etmek çok mu hayalcilik?
Vakit doluyor, biz bırakın eyleme geçmeyi, tartışmaktan bile korkuyoruz.
Korkunun ecele faydası yok ki!
Yazının Devamını Oku 13 Ocak 2007
<b>ANKARA</b><br>TÜRKİYE’deki çifte seçim sürecinde AB heyecanı azalıyor. Peki Avrupa’da rüzgár ne yönden esiyor?
Başkentteki diplomatlar, üç yabancı seçimden oluşan takvime dikkati çekiyor:
1) Fransa’daki başkanlık seçimine kadar kimse Türkiye’nin adını duymak istemiyor.
2) 2008’deki Kıbrıs Rum Kesimi seçiminde Papadopulos’un kaybedeceği hesabı yapılıyor.
3) 2009’daki Avrupa Parlamentosu seçimi öncesinde anayasa sorunu aşılır diye umuluyor.
Dolayısıyla AB ilişkilerinde normalleşme takvimi 2008’in ikinci yarısında bekleniyor.
O tarihe kadar Kıbrıs’ta BM gözetiminde çözüme dönük adılar atılırsa,
Papadopulos’tan daha makul bir isim Kıbrıs Rum Kesimi’nde iktidara gelirse,
Fransa Dönem Başkanlığı’nda genişlemenin anayasal altyapısı tamamlanırsa,
Türkiye ve AB arasındaki gerilim aşılabilir.
* * *
İki yıllık bu zorunlu mola süresince Türkiye ne yapacak?
Dışişleri, Başbakan’ın "Ankara kriterleri" vaadinin içini doldurmaya çalışıyor. Yani Ankara, müzakere hiç hız kaybetmemiş gibi reformlara devama niyetli.
Zaten diplomatlar diyor ki; "Adı müzakere ama asıl mesele Avrupa Birliği referansları ile değişim ve gelişimi tamamlamaktır. Bu yüzden aday ülkenin kendi başına yapacağı iştir".
Sütün kalitesini yükseltmek, hijyen yasasını çıkartmak, hayvan ağıllarını düzeltmek.
Sadece Avrupa Birliği istiyor diye yapılacak işler mi?
Yoksa amaç Türk halkının yaşam kalitesini yükseltmek mi?
Sanırım önümüzdeki 2 yıllık süreçte bu ikilem çok tartışılacak.
* * *
Geçen çarşamba günü yapılan AB koordinasyon zirvesinde ilginç bir tartışma yaşandı.
Toplantıda Türkiye’nin 2008-2013 arası dönemi kapsayan AB Yol Haritası çizildi.
160 kişilik heyette Genelkurmay’ı temsilen iki korgeneral de vardı.
Askeri sözcü, toplantıda uzun bir konuşma yaptı, AB ile müzakere sürecinde balıkçılık faslından, Kıbrıs’a kadar uzanan yelpazedeki değerlendirmelerini yazılı metinden okudu.
Bir ara, "AB istiyor diye yasa çıkartılmaz" anlamına gelecek yorumda bulundu.
Bunun üzerine Dışişleri Bakanı Abdullah Gül uyarmak zorunda kaldı:
- Biz bu yasaları Avrupa değil kendimiz için çıkarıyoruz.
Bu kısa diyaloğu temsili özelliği nedeniyle aktardım.
Önümüzdeki 2 yılda kimileri AB’yi hálá fırsat penceresi sayacak.
Diğerleri ise belli ki risk yaratan süreç olarak algılayıp sunacak.
Bendeniz ilk saydığım kesimden yanayım, bilin, öyle okuyun istedim.
Yazının Devamını Oku