20 Kasım 2007
<b>ANKARA</b><br>HATIRLARSINIZ, Başbakan Prag-Bakü yolunda ne okuduğu sorulduğunda, "Yakın tarih, cumhuriyetin ilk yılları" yanıtını verdi. Merak ettim, okuduğu son kitabın peşine düştüm. Başbakan’ın yakın bir kurmayı, "Son birkaç haftadır zorunlu olarak sadece raporlara zaman ayırıyor" dedi ve ardından ekledi: "Yaz başı gibi ’Bir Tatlı Huzur’ isimli kitabı okuyordu."
Bu kitabın hem öyküsü hem de yazarı, en az konu aldığı ünlü müzik adamı kadar ilginç.
Ayşe Kulin daha "Adı Aylin" isimli kitabı yayınlanmadığı için pek tanınmamış bir yazar.
1996 yılında Sel Yayınları’nın siparişiyle 100 sayfalık Münir Nureddin Selçuk biyografisi kaleme aldı.
Kitap, dönemin ruhunu yansıtan fotoğraflarla süslendi.
Yayınevi 2 bin adet bastığı kitabın ikinci baskısını yapmadı.
Ta ki Everest Yayınları 10 yıl sonra basana kadar kitap piyasadan silindi, gitti.
Peki Başbakan bu tür kitaplarda ne arıyor; tabii ki okuma zevkinden başka...
Aktarıldığına göre, Başbakan bu kitaplarda dönemin tarihinin ve sosyal dokusunun izlerini yakalıyor.
Doğrudur, çoğu biyografi merkezindeki kişi kadar dönemin önemli aktörleri hakkında da bilgi verir.
Tıpkı genç Münir Nureddin ile Gazi arasında geçen dramatik barışma sahnesinde olduğu gibi.
Fahrettin Altay’ın anlatımına göre Mustafa Kemal bir gece rakı sofrasında Selçuk’tan İstiklal Marşı’nı okumasını ister.
Selçuk ise "Rakılı ağzıma bu kutsal marş yakışmaz" diye itiraz eder.
İkilinin arasındaki soğukluk Bursa Çelik Palas’taki içki masasında yaşanan olayla sona erer.
Gazi Paşa o gece arka cebinden bir tabanca çıkarıp uzakta oturan Selçuk’a doğrultur.
Münir Nureddin Selçuk, hiç tereddütsüz elindeki içki bardağını başının üstüne tutar ve bekler.
Mustafa Kemal tabancasıyla nişan alırken herkes şaka yaptığını sanır ama aniden silah sesi duyulur.
Atatürk, Münir Nureddin’in yanı başındaki direğe ateş etmiştir.
Selçuk bardağındaki içkiyi başına diker, sonra Gazi’nin yanına giderek elini öper.
Mustafa Kemal de "Sesin gibi zeká ve cesaretinin de mükemmel olduğunu ispat ettin" der.
Münir Nureddin, Gazi’nin çok sevdiği "Şahane Gözler" şarkısını söyler, ikili bir daha hiç küsmez.
Bu sahneyi okurken çok merak ettim. Acaba Başbakan, çevresinden bu ölçüde sadakat bekliyor mu? Yoksa tiryakisi olduğu Klasik Türk Müziği’ne frak giydiren adam olarak anılan Münir Nureddin’in hayatındaki bu ilginç bir anı sadece okuyup geçiyor mu?
Sanırım bu ve benzer soruların yanıtı için Yalçın Akdoğan’ın kitabını beklememiz gerekiyor.
Son engel de kalktı
DÜN gazetelere yansıyan haberle sınır ötesi operasyon için son engelin de kalktığı anlaşıldı. Mesud Barzani üç şartla operasyona "yeşil ışık" yaktı: 1) Kalıcı işgal olmasın, 2) Mümkünse hava ve topçu operasyonu ile sınırlı kalsın, 3) Sivillere zarar gelmesin.
Bu şartlar, Ankara’nın baştan beri söylediklerinden hiç farklı değil.
Türkiye, operasyonun hedefinin "sadece PKK" olduğunu defalarca ilan etti.
ABD ile anlık istihbarat alışverişi ve kırmızı telefon trafiğiyle sivil hasar önlenecek.
Türkiye, ABD’den sonra Kuzey Irak’ı da ikna ettiğine göre artık operasyon an meselesidir.
Yazının Devamını Oku 18 Kasım 2007
Bakü-İstanbul BAŞBAKAN, Türk Kurultayı’nın açılışında kardeşi İlham’ın merhum babası Haydar Aliyev’e teşekkür edince salondan alkış yükseldi. Ama hemen ardından sözlerine "Merhum Alparslan Türkeş" diye devam edince de fena alkış almadı.
Bu alkışlar Türkeş Bey’e duvar yıkılmadan önce yıllarca güttüğü, önderlik ettiği "Esir Türkler" davası için minnet ifadesi mi?
Belki... Ama o zaman sormak gerekmez mi: Esaretten sonra da neden hálá tek millet ve fakat iki devletiz!
Hatta daha 100 yıl önceki Türkistan’ı da düşünürsek, neden tek millet ve beş ayrı devlet var, bugün aynı coğrafyada?
* * *
Tayyip Erdoğan kürsüde Türkçe konuşan ülkeler birliğinden söz ederken kurultayın davetli listesine göz atıyoruz.
Önce devletleri sayalım isterseniz: Türkiye, KKTC, Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan, Türkmenistan, Tacikistan ve Moğolistan.
Sonra özerk veya federe cumhuriyetler ile dünyadaki Türk topluluklarından temsilciler; Altay, Başkurdistan, Çuvaşistan, Dağıstan, Gagavuz, Hakas, Balkar, Kırım, Saha, Tataristan, Tuva ve Nahçıvan ile Karaçay Özerk Bölgesi, Kumuk, Nogay, Ahıska Türkleri ile Romanya, Bulgaristan, Kosova ve Batı Trakya’da yaşayan Türkler, Avrupa, Amerika, İdil-Ural, Sibirya, Ortadoğu, Afganistan ve Avustralya’da yaşayan Türk topluluklarının temsilcileri.
Bu uzun listeyi dünya Türklerinin tek ülke, tek önder ihtiyacının işareti mi saymalı?
Yoksa bir orman gibi her ağacın tek başına hür olduğu bu düzeni fazla zorlamaya lüzum yok mu?
Gönlüm ilk seçenekten yana olsa da aklım ikinciye basıyor.
* * *
Başbakan daha mart ayında benzer bir zirve için Bakü’deydi.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, ilk resmi dış gezisi için geçen hafta buradaydı. Türkiye’nin derdi Ergenekon ve Kızıl Elma değilse bu ilgi neden?
Sanırım yanıtı Başbakan’ın Bakü’ye uçarken verdiği ipucunda yatıyor.
Başbakan’a "Vakit bulduğunuzda ne okuyorsunuz?" diye soruyoruz.
"Yakın siyasi tarih..." diyor ve ekliyor: "Cumhuriyetin ilk günleri, nasıl kurulduğu büyük önem kazanıyor."
Erdoğan’ın geçen yüzyılın ilk yıllarına dönük ilgisi kurmay takımına da yansımış: "Çalışma gruplarımızı siyaset bilimcilerle takviye ettik."
Nuri Paşa komutasındaki Kafkas İslam Ordusu’nun Bakü ve Gence’yi Ermeni ve Ruslardan kurtarmasının üstünden 90 yıl geçti.
Belli ki Türkiye bir asır sonra aynı coğrafyaya iktisadi ve kültürel bir çıkarmaya hazırlanıyor.
Peki bu cephedeki muhtemel zafer ne işe yarayacak? Yanıtı yine Erdoğan’dan: "Ortadoğu’da Türkiye’ye büyük rol düşecek. Ankara Forumu’nu tarih yazacak. Bazı Arap ülkeleri İsrail davet edildi diye eleştiriyor. Ama masada olmazsanız kazanamazsınız. Biliyorsunuz Annapolis’e de davet edildik."
Galiba Ankara’nın Ortadoğu üzerinden Avrupa Birliği yol haritası Kafkaslardan da geçecek.
Meclis’te azami müşterek
BAŞBAKAN’ın DTP’ye kapatma davasından memnun olmadığı belli.
Sebebi herhalde DTP’ye fikri yakınlık değil.
AKP, Güneydoğu oyları için DTP’nin tek rakibi.
Ama Başbakan da tıpkı askerler gibi terörle mücadele sürecinin toplumsal gerilim yaratmasından çekiniyor. Bu yüzden TBMM’yi siyasi partilerin geleceğine karar verecek mahkeme yerine koymak istemiyor.
Aksine Meclis’te uzlaşmaya büyük önem veriyor:
"Bu Meclis’te asgari müşterekte anlaşmak olmaz, yetmez. Azami müştereğin sağlanması lazım."
Yazının Devamını Oku 17 Kasım 2007
<b>PRAG</b><br>HABER Başbakan Four Seasons Oteli’nin lobisine indiğinde ulaştı.
DTP için açılan kapatma davası Başbakan ve kurmaylarının yüzlerinin asılmasına yol açtı. Peki ilk yorumları neydi derseniz...
Tepkiden çok "Parti kapatmak iyi ki zorlaştı" umudundan söz etmek yerinde olur. Bir de gözlem: Tayyip Erdoğan serin ama güneşli bir günde Vitava Nehri’nde düzenlenen tekne turunda sürekli olarak Türkiye ile telefon temasındaydı.
Hükümetteki 2 yardımcısı ile görüşen Başbakan’ın iki acil talimatı vardı:
1) Kapatma davasıyla ilgili mümkün olduğu kadar çok bilgi toplanması.
Yazının Devamını Oku 13 Kasım 2007
ANKARABİLİYORUM, başlıkta DTP için kullandığım iki sözcük de tepki görecek. Kiminiz "hain" lafına takılacak, diğerleri "Neden kurban olsun ki?" diyecek.
Ama bana sorarsanız DTP için iki sıfatı da kullanmakta sakınca yok.
Tabii ki ihanetin ve DTP’yi kurban edenin doğru adresini vermek koşuluyla...
Lafı uzatmayalım, DTP aslında PKK’ya "ihanet" şüphesiyle örgütçe "kurban ediliyor".
Sadece son bir haftaya göz atmak bile kurban töreni işaretlerini görmeye yeterli:
1) 8 askerin serbest bırakılması Barzani veya Talabani aracılığıyla, hatta Kızılhaç yoluyla bile yapılabilirdi... Ama hayır, PKK DTP’nin üç vekilini propagandasına alet etti. Meclis’e Türkiye’nin tamamını temsil yeminiyle giren DTP’liler PKK’nın Halkla İlişkiler memuruna dönüştü.
2) DTP’de 1974 yılından bu yana siyasetin içinde olan Başkan Ahmet Türk devrildi. Yerine nispeten ılımlı bir isim olan Fırat Anlı düşünüldü. Ama Anlı da İmralı’dan veto yedi. Sonuçta örgüt üyeliğinden hapis yatan, askerden çürük raporuyla kaçan Nurettin Demirtaş "seçildi".
Denilebilir ki: "Madem PKK, DTP’ye her istediğini yaptırıyor, neden kurban ediyor?"
Çünkü PKK, DTP’de siyasetin gereği herhangi bir yumuşamaya tolerans göstermiyor.
Kesin ve net emir tekrarı talep ediyor, uymayanın kellesi uçuruluyor. İlk sebep bu.
Ayrıca bölücü örgüt TBMM’de sağlanacak siyasi ilerlemeyi varlığına tehdit sayıyor.
Neredeyse çeyrek asırdır dağda tutulan kadroların diyaloğa tahammülü yok. Partiyi kapatıp, "Zaten bu ülkede siyasete yer yok" bahanesine sığınmak bu kafaya çok uygun.
Ama bana sorarsanız çıkmamış canda hálá umut vardır. Gelin birkaç rakama göz atalım.
Son kongrede seçimin ilk turunda 878 delegeden sadece 433’ü oy kullandı.
Nurettin Demirtaş ancak üçüncü turda 234 delegenin oyuyla seçilebildi.
Yani toplam delegenin üçte birinden azının oyunu toplayabildi
İmralı mahkûmunun kardeşi Mehmet Öcalan Parti Meclisi’ne adaydı.
Kardeş Öcalan 282 oy alarak 17 kişinin ardından PM’ye girdi.
Sistem partilerinde verdiğim bu rakamlar çok önemlidir.
DTP’de ne anlama geldiğini, bu parti yaşarsa göreceğiz.
Bağlar tarzı siyaset
TBMM Başkanı Köksal Toptan "Diyarbakır Bağlar Belediyesi’nin hiç mi sorunu yok?" diyor.
DTP’li vekilleri seçildikleri ilin sorunlarıyla ilgilenmeye çağırıyor.
DTP’den yanıt gelmeyeceği kesin ama Bağlar Belediyesi’nin tepkisi ilginç.
Yazılı açıklamada, mealen "Sorun var tamam, ama sorumlusu siyaset" demeye getiriliyor.
Yani Toptan’ı tekzibe çalışırken aslında DTP ele veriliyor.
Zaten "Bağlar işi siyasetin" tarzı, üslubu böyledir.
Yıllar önce Hürriyet Yazı İşleri toplantısını Diyarbakır’da yaptık.
1983 Nevruzu ramazana rastladığı için OHAL Bölge Valisi’nin iftarına da katıldık. Vali Ünal Erkan, Diyarbakır vekili Leyla Zana’ya kentin altyapı sorunlarını hatırlattı.
Örneğin bostan sulama suyuna lağım karıştığı için kentte salgın hastalık vardı.
Ama Zana’nın yanıtı, "Sayın Valim, can güvenliği her şeyden önce gelir" oldu. Sanki koleradan ölenlerin hayatı, dağda çatışırken canını verenden daha az değerliymiş gibi...
Demek ki aradan geçen 14 yılda o kafa hiç değişmemiş!
Yazının Devamını Oku 11 Kasım 2007
ANKARAGENELKURMAY Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ın basın brifinginin sınır ötesi operasyonla ilgili bölümünü dün aktardık, Irak analizini bugüne sakladık. Mesela, Paşa’nın Mesud Barzani’nin niyeti hakkında fikri değişti mi?
Yine Barzani ile görüşmeme kararında yumuşama var mı?
Her iki sorunun yanıtı da olumsuz, çünkü;
Büyükanıt Paşa, Mesud Barzani’nin tıpkı babası Molla Barzani gibi bağımsızlık hedefini saklamadığını, ancak koşulların şimdilik izin vermediğini açık açık söylediğini hatırlatıyor.
Barzani ve Talabani ile teröre (PKK) destek verdikleri gerekçesiyle görüşmenin bir anlamı olmadığına inanıyor. Ancak kimseye de "görüşme" demiyor, karışmıyor.
* * *
Türk Genelkurmayı belli ki Irak’taki günlük politikayı yakından takip ediyor. Bağdat yönetimi üstündeki Kürt baskısının giderek artması endişeyle izleniyor.
Büyükanıt, Kürtlerin Türk-Irak güvenlik antlaşmasını zora sokacak güçte olduğunu anlatıyor:
"Irak İçişleri Bakanı geldi, bizimkilerle protokol görüşmeleri yapıyor. Bakıyorsunuz Dışişleri Bakanı Hoşyar Zebari (Kürt) Bağdat’tan arıyor, müdahale ediyor, engel çıkartıyor."
ABD ordusu, Irak’ın kuzeyinde bazı bölgeleri peşmerge kontrolüne bıraktı. Peşmerge aynı zamanda Bağdat’ın güvenliğine de yardım ediyor. Yaşar Paşa ilginç bir bilgi aktarıyor: "Kuzeydekiler güneye gidebiliyor ama güneydeki askerin kuzeye çıkması yasak!"
Paşa son olarak Irak Meclisi’nden bir türlü geçmeyen petrol yasasını hatırlatıyor. "Irak’ın kuzeyindekiler yasayı beklemeden antlaşmalar imzaladı" diyor, ardından gülerek ekliyor: "Üstelik anlaştıkları şirket de Amerikalı (Hunt Oil). ABD çok kızdı deniliyor ama inanmak çok zor."
* * *
Yaşar Paşa’nın Irak’ın geleceğine ilişkin giderek kötümserleştiğini gözlüyoruz. "Irak fiilen 3 parça" diyor ve yakın geçmişten çıkardığı dersi paylaşıyor: "Gevşek konfederasyon deniliyor. Bakıldığında bu model hiçbir yerde tutmamış. Ya üniter yapıya dönüşmüş veya parçalanmış."
Yani Paşa, Irak’ın kuzeyi için federe devleti bile iyimser ihtimal sayıyor.
Askeri simit ve salep
SİMİDİN iyisini arayanlar ekmek fırınında pişenden hayır gelmeyeceğini bilir. Çünkü iyi simidin tahini yanmaz, susamı kıvamında olur. Tıpkı Genelkurmay’da ikram edilen simit gibi. Karargáhın pişirdiği, ne başkentin susamı az simidine benziyor, ne de İstanbul’un yanık halkasına.
Bu çıtır tadın mimarını sorduk. Hem İkinci Başkan hem de Genel Sekreter’in özel merakıymış simit. Bir de salepleri ile övünürlermiş, misafirlerine duyurulur.
Hani sınır ötesi bir işe yaramazdı
BU köşede defalarca, "Sınır ötesi tabii ki PKK’yı bitirmez ama çok zayıflatır" diye yazdık.
Yaşar Büyükanıt Paşa’nın verdiği rakamlar bizi haklı çıkardı. Şöyle ki:
PKK 1984 yılında terör eylemlerine 300 kişiyle başladı. 1989 yılına kadar büyüdü ve dağ kadrosu sayısı 4 bin 845’e ulaştı.
Halepçe katliamını ve Birinci Körfez Savaşı’nı takip eden Kürt göçleri PKK’ya yaradı, sayıları aniden 8 bin 750’ye tırmandı. Örgüt aynı yıl 10 bin kişilik hedef koydu.
1992’de Türk ordusu ilk geniş kapsamlı sınır ötesi operasyonu düzenledi, 2 bin 510 terörist etkisiz hale getirildi. 1995 ve 1997 harekátlarıyla PKK’lı sayısı 4 bine kadar geriledi.
Demek ki üç harekátla PKK yarı yarıya güç kaybedebiliyor.
Yazının Devamını Oku 10 Kasım 2007
<b>ANKARA</b><br>GENELKURMAY Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ın basına dönük bazı tespitleri var. "Eleştiri" sözcüğünü çok seçerek kullandığı için tespit demekle yetiniyorum ve sayıyorum:
1) Şehit cenazeleri: Önce yurtdışı örnekten söz ediyor Paşa. "ABD’de 11 Eylül saldırısında ölenlerin sayısı açıkça telaffuz edilmedi, tek bir kare yayınlanmadı" diyor ve ekliyor: "Zaten Irak’ta veya Afganistan’da ölenlerin fotoğraflarını da göremezsiniz medyada."
Ama sakın yanlış anlaşılmasın. "Şehit cenazemizi saklayamayız" diye sözlerini sürdüren Büyükanıt, özellikle TV’lere yansıyan insan hikáyelerine ve acılı babaların defalarca ekrana getirilmesine işaret ediyor: "Böyle görüntüler PKK’nın çok hoşuna gidiyor. Adeta PKK’nın psikolojik harekátının unsuru haline geliniyor. ’PKK ne kadar güçlü bak, insanları ağlatıyor...’ gibi."
2) PKK kaynakları: Paşa, bazı haberlerde PKK kaynaklarına itibar edilmesine karşı çıkıyor. 8 askerin serbest bırakılması hadisesinde PKK’nın önce Reuters’ı aradığını, ama uluslararası haber örgütünün "teröre finansman sağlamayız" diye geri çevirdiğini anlatıyor. El Cezire’den de "araya girenler sayesinde" aynı yanıtı alan örgütün görüntülerinin Türk basınında geniş kullanılmasını yadırgadığını hissettiriyor. Ama, "Bu görüntülerin terörle kimlerin kol kola girdiğini gösterdiğini de kabul ediyorum" demekten geri durmuyor.
3) Haber akışı: Dağlıca baskınını biliyorsunuz, sabahın ilk saatlerinde Hürriyet’ten Saygı Öztürk gazetenin internet sayfasında Türkiye’ye duyurdu. Genelkurmay açıklaması ise ancak saat 14.00 sularında internet sayfasına konuldu. Paşa 36 saat süren çatışmadan haber alınmasının zorluğuna değiniyor, "Genelkurmay yanlış yapmamalı, Genelkurmay yalan söylemez" diyor.
4) Ölü terörist fotoğrafları: Kimilerinin etkisiz hale getirilen teröristlerin ceset görüntülerini istediğini aktaran Büyükanıt, şöyle devam ediyor: "Tabii ki bu talebin arkasında başka bir mesele var. Gerçekten öyle mi, yoksa yalan mı söylüyorsunuz demek istiyorlar."
5) Ahlaki habercilik: Genelkurmay Başkanı, medyadan etik habercilik beklediğini şu örnekle izah ediyor: "Dağlıca’da çatışma sürüyor. Saat 15.10... Subayın birini bir gazeteci arıyor. Kendisini paşa olarak tanıtıyor, bilgi almaya çalışıyor. Biz sahteciliği nasıl anladık? Bölgedeki PKK haberleşmesini, telsizlerini dinliyoruz. Arayan numaranın gazete santralı olduğunu anladık. Ben yöneticilerini aradım, onlar da çok üzüldüler."
* * *
Sanırım en ilgi çeken başlıklardan birisi de basında çıkan, "Neden bu kadar çok şehit veriyoruz?" eleştirilerine karşı Paşa’nın rakamlı sunumuydu. "Bir er de şehit olsa, bin er şehit vermiş gibi üzülüyoruz" diyen Büyükanıt yıllara göre şehit ve etkisiz hale getirilen terörist sayısını kıyasladı... Buna göre, son 3 aylık dönemde TSK tam 242 teröristi etkisiz hale getirdi. Örneğin, 1994’te 867 olan şehit sayısının çok altında kaldı.
Yine de Paşa’nın Rudyard Kipling’den aktardığı sözün de anlattığı gibi...
"Başarısızlığın 40 makul sebebi vardır ama hiçbir mazereti yoktur."
* * *
2 saati aşan ve görüntülerin Genelkurmay tarafından çekildiği brifingin ilk bir saatinin sonunda Paşa için sigara molası verildi, medyaya simitli, çaylı ikramda bulunuldu.
Paşa’nın özellikle başlığını sevdiği ve yazımına katkıda bulunduğu anlaşılan "Türkiye’nin terörle savaşı: 40 yıl yalnız savaştık" isimli kitap bu arada dağıtıldı.
Bazı temsilciler, Andrew Mango’nun kitabını anı olarak Paşa’ya imzalattı.
Yazının Devamını Oku 6 Kasım 2007
<b>ANKARA</b><br>PKK’nın 8 askeri sadece DTP’ye teslim etme niyeti taşıdığı ileri sürülüyor. Sanki "DTP gitmeseydi, 8 asker bırakılmayacaktı" havası yayılıyor.
Oysa geçen hafta Ankara’da yaşananları biliyorsanız bu hikáyeye inanmak zor.
Örneğin, DTP’li vekiller diyor ki: "Askerlerin bırakılacağını hükümet bizden duydu..."
Hakikaten öyle mi? Hayır, ne yazık ki bu ifade gerçeğe uygun düşmüyor!
PKK’nın askerleri serbest bırakacağı haberi bir hafta kadar önce Ankara’ya ulaştı.
Hatırlarsınız, Türkiye-ABD ve Irak arasında çok umut bağlanan ama bir türlü çalışmayan üçlü koordinasyon mekanizması vardı. Türkiye’den emekli Orgeneral Edip Başer, ABD’den yine emekli General Ralston ile Irak’tan Barzani’ye yakın bir istihbaratçı olan, İçişleri Bakanı Kerim Sincari. (Sincari önceki gün Türk askerlerini teslim alan heyette yer aldı.)
Bu üç isim, Türkiye’nin PKK terörüne karşı mücadelesinde ortak çalışacaktı. Ama olmadı, sistem işlemedi, Türkiye 14 ayda onlarca şehit verdiğiyle kaldı.
Geçen hafta Kerim Sincari’nin yeğeni ve aynı aşiretten Hüseyin Sincari, askerler için sahneye çıktı.
Yeğen Hüseyin Sincari, yönetiminde olduğu Tolerance International isimli bir sivil toplum örgütü aracılığıyla PKK’dan Türk askerlerini almak üzere harekete geçtiğini Ankara’ya haber verdi.
Tolerance International’ın yönetiminde bir Türk gazeteci de vardı: İlnur Çevik. Çevik geçen haftayı Ankara’da geçirdi, tanıdıklarına "Türk ordusunun yoğun bombardımanı yüzünden askerleri teslim alamıyorlar" diye yakındı. Çevik başkentte Cumhurbaşkanlığı ve MİT ile temasa geçti.
Ama işin ilginci aynı günlerde bu kez resmi kanallardan aynı içerikte bir mesaj daha ulaştı Ankara’ya... Irak’ın kuzeyindeki bölgesel yönetimin başbakanı Neçirvan Barzani de askerler için devreye girdi... Ama Barzani’nin aracılarının bir de şartı vardı: Türkiye, merkezi hükümet yerine Irak’ın kuzeyindeki yönetimi tanımalı ve işbirliği yapmalıydı.
Üstelik Barzani’nin neden acele ettiği de belliydi. Askerleri Irak’a Komşu Ülkeler Zirvesi’nden önce serbest bırakmak, İstanbul’a gelen Maliki-Zebari ikilisinin elini güçlendirmek hesabındaydı.
Ankara, Sincari’nin haberini değerlendirmeye almakla birlikte nasıl sessiz kaldıysa... Barzani’nin "Irak’ın kuzeyi için Bağdat’ı değil Erbil’i tanıyın" önerisine de soğuk davrandı.
Cuma gününe gelindiğinde kanallar iyice karıştı. Türkiye’nin kararlılığı, ABD’nin bastırmasıyla askerlerin serbest kalacağı kesinleşince aracı sayısı aniden patlama gösterdi.
Dün iki ayrı kanalın varlığını sormak üzere aradığım hükümet yetkilisi gülerek, "Ne iki kanalı, altı-yedi ayrı aracı türedi aniden" diyerek durumdan vazife çıkaranları teyit etti.
Sanırım bu karışıklığı fırsat bilen PKK son kartını oynadı, DTP’yi Irak’ın kuzeyine davet etti.
Gerisini zaten biliyorsunuz. Dağ başında PKK şovu yaşandı, ABD ikincisine izin vermedi.
Tüm sürecin aydınlanması belki zaman alacak ama en kritik soru bence yanıtını buldu.
Son anda topa giren DTP’nin aslında kime hizmet ettiğini herkes anladı.
İlk imza değil ki
TÜRKİYE’nin terörle mücadelesi 24 yıldır sürüyor, "irtibatı kesilen asker" krizi ilk kez yaşanmıyor. 1995’te PKK’nın eline düşen askerleri teslim almak üzere Refah Partisi Van Milletvekili Fethullah Erbaş, 1996’da iki kez Dohuk’taki PKK kamplarına gitti. PKK bayrakları önünde çekilen fotoğrafları tartışma yarattı. Erbaş, askerleri tıpkı önceki gün olduğu gibi tutanakla teslim aldı. Yıllar sonra o günleri anlatırken kendisinin yardımına koşan iki ismi hatırlıyor: İnsan Hakları Derneği Başkanı Akın Birdal ile Mazlum-Der Başkanı İhsan Arslan. Bu iki isim o tarihte Erbaş’la birlikte PKK kamplarına gittikleri için haklarında dava açılmıştı, bugün ikisi de TBMM’de.
Yazının Devamını Oku 4 Kasım 2007
<b>ANKARA</b><br>ŞU andan Bush-Erdoğan görüşmesine kadar geçen sürede ne söylense tahminden öteye gitmez. O yüzden güncelin yanı sıra asıl tehlikeyi de ıskalamayalım istedim. Yabancı (ve hatta yerli medyanın bir bölümü) PKK’yı mercek altına alırken yanlışa düşüyor: Tıpkı büyüteç gibi PKK’yı olduğundan büyük gösteriyor.
Bakın Irak Hükümet Sözcüsü Ali El Debbağ ne diyor:
"PKK’yı durdurmaya gücümüz yetmez, Türkiye’nin gücünü bile aşıyor."
Iraklı Sözcü’nün kastının ne olduğunu tabii ki bilemeyiz. Ama mevcut Türkiye yasalarına göre sözleri terörü övme suçuna bile girebilir.
* * *
PKK’nın gücüne ilişkin yorumlara itirazımızı hamaset niyetine bağlamayın.
Önce bir gerçeğin altını çizelim: Düzenli orduya karşı çete hareketi başarılı olamaz. Yakın tarihte (genellikle yanlış bilinen) örnekleri ortadadır.
ABD’nin 500 bin kişilik ordusu, Vietnam’da gerillaya yenik düşmedi.
Haklısınız filmlerde hep Vietkong’a karşı dövüşen rambolar vardı, ama;
ABD daha ilk günden itibaren komünist Kuzey Vietnam’la savaştı, bombaladı.
ABD, Güney Vietnam’dan çekilirken Saygon’u Vietnam Halk Ordusu işgal etti.
Ezcümle, ABD Ordusu’nun asli düşmanı başka bir düzenli orduydu, sakın unutmayın.
Bu örnek yetmediyse ABD’nin Vietnam’dan 30 yıl sonra saplandığı batağa bakalım.
Irak direnişçileri ülkeyi kan gölüne çevirdi, ABD savaştan fazla kayıp veriyor.
Ama şöyle bir düşünün, direnişçiler ABD ordusunu ülkeden atabilir mi?
Tabii ki hayır... Düzenli bir orduyu ancak başka bir ordu yener. ABD’nin Irak işgalinden sonra tırmanışa geçen İran korkusu biraz da bu yüzden!
* * *
Vietnam Savaşı’ndan bu yana bilinen başka bir gerçek daha vardır:
Çetenin sınır ötesi desteği varsa bitirilmesi zor olur.
İşte Ankara’nın Irak’ın kuzeyindeki PKK varlığını hedef alması bu nedenledir.
Eğer PKK’nın Irak’taki lojistik ve insan kaynakları kesilirse...
Tabii ki PKK tamamen bitmez, ama büyük darbe alır, güçten düşer.
Ne var ki PKK’nın tarihe karışması sadece askeri mücadeleyle mümkün değildir.
Eğer Türkiye AB’ye üye olur, ülkede demokrasi ve refah katlanırsa...
Tıpkı İngiltere’de 150 yıllık savaşın ardından gelen barış gibi.
Biz de PKK belasından kurtuluruz. Umarım.
Listede Barzani yok
BİRKAÇ haftadır Irak’ın kuzeyindeki sitelerde bir haber dolaşıyor.
Türkiye’nin Irak Hükümeti’nden PKK liderlerini istediği malum.
Aynı listede Mesud Barzani’nin oğlunun da bulunduğu ileri sürülüyor.
Mensur Barzani, Irak’ın kuzeyindeki istihbarattan sorumlu güçlü bir isim.
Türkiye’nin oğlunu resmen istemesi, Mesud Barzani’ye savaş ilanı sayılıyor.
Ne var ki şu sıralar Irak’ın kuzeyinden yayılan çoğu haber gibi bu da yanlış.
Üstelik haberi yalanlayan Türk makamları değil, Kürt asıllı Iraklı Dışişleri Bakanı. Ali Babacan’ın geçen haftaki Bağdat ziyaretinde ev sahipliği yapan Hoşyar Zebari’ye ortak basın toplantısında soruldu:
- Türkiye, Mesud Barzani’nin oğlunu istedi mi?
- Türkiye bizden Irak vatandaşı olan kimseyi istemedi.
Yazının Devamını Oku