Enis Berberoğlu

Bu yazı CHP’den umut kesenler için

30 Aralık 2007
ANKARASAMİMİYETLE itiraf edeyim ki, CHP’ye oy atmanın tercih değil genetik şifre eseri olduğuna inanırım. Tıpkı Şerif Mardin Hoca’nın saydığı sırayla, Jöntürkler, İttihat Terakki, Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti, Kuvayı Milliye, Cumhuriyet Halk Fırkası ve nihayet Cumhuriyet Halk Partisi’nden oluşan siyasi zincirden kopmak kolay değil, tamamen umut kesmek de öyle.

Ayrıca unutmamalı ki, CHP yönetimi (derin tarihi geleneğine aykırı düşmemek şartıyla) özgürlükleri savunduğu dönemlerde halkla buluşuyor, iktidara yaklaşıyor.

Ne var ki, CHP’nin tarihi geleneğinde rejim bekçiliği de saklı. O yüzden "Cumhuriyet’in tehlikeye düştüğü" durumlarda CHP özgürlükleri değil yasakları içine sindirebiliyor.

Yakın tarihte örneği çok; 27 Mayıs’a ortak oldu, 12 Mart’ta darbeye bakan verdi. 28 Şubat’ta ne dediği tam anlaşılamadı, 27 Nisan muhtırasına erken sevindi.

Peki yok mu hiç istisnası? Tabii ki var. Merhum Bülent Ecevit, 12 Mart darbesine açıkça karşı çıktı, CHP Genel Sekreterliği’nden istifa etti. Aralarında Deniz Baykal’ın da bulunduğu genç ve özgürlükçü kadroyla İsmet İnönü dönemini noktaladı, 1972’de partiye genel başkan seçildi.

Netice... 1973 seçiminde CHP yüzde 33 oyla birinci parti oldu.

1977’de muhafazakár seçmeni bile ikna etti, oyunu yüzde 42’ye çıkarttı.

Yeterli mi?

* * *

Gördüğüm kadarıyla o günlere kafa yoran tek ben değilim. CHP’de muhalefet bayrağını yükselten Haluk Koç, önceki gün Balıkesir’de "Rahmetli Ecevit, 12 Mart muhtırasında tavrını ortaya koymuş ve net bir duruş sergilemişti" tespitini yaptı, ardından sözü 27 Nisan’a getirdi:

"CHP, ’Ben siyasi ve hukuki mücadeleyi anamuhalefet olarak geri getirdim. Bu süreçte siyasi ve hukuki mücadeleyi yaptım. Bu benim işim kardeşim. Anamuhalefet partisi olarak demokratik süreçlerde bu benim görevim. Herkes kendi işine baksın, herkes kendi işini yapsın’ şeklinde bir süreci işletebilirdi ancak daha yuvarlak geçildi."

Hakikaten CHP, 27 Nisan Genelkurmay bildirisine karşı çıksaydı acaba ne olurdu? 1973 ve 1977 seçim başarıları tekrarlanır mıydı? CHP, 22 Temmuz’da daha fazla oy alır mıydı? Zaten rejim dediğin kime karşı, nasıl savunulur? "Halka rağmen halk için siyaset" artık mümkün müdür, demokrasi dışı müdahale, rejime asıl tehdit değil midir?

Neyse bunları geçelim ama biliyor musunuz, CHP’nin rejim sadakati kadar önemli bir geleneği daha vardır. Siyasette doğru çizgiyi düşmanla vuruşurken değil içeride hesaplaşırken bulur. O yüzden başlığa geri dönersek, CHP’den umut kesme zamanı değildir.

* * *

Hazır yakın tarihe dönmüşken, AKP’ye naçizane bir uyarım var.

1977’de Bülent Ecevit’in CHP’sinin yüzde 42’ye yakın oy aldığını yazdım, ama devamını getirmedim. Devamı şudur: O seçimde CHP birinci parti oldu, tıpkı AKP gibi neredeyse iki seçmenden birisinin oyunu aldı. Ama 213 milletvekilinde kaldı, çoğunluğu sağlayamadı, iktidara gelemedi.

O yüzden AKP yüzde 46’lık zafer sarhoşluğunu aşmalı artık!

Bardak fırtınası

TÜRKİYE on gündür The Economist’teki "Bush’a söz verildi" haber/yorumunu tartışıyor. Daha ilk günden itibaren temkinle yaklaştığım bu iddiayı kaleme alan Ankaralı gazetecinin açıklamasına nedense kimse itibar etmiyor: "...Evet muhalefetin üzerine balıklama atlayabileceği bir iddiayı dile getirirken bunun sadece bazı kaynaklardan duyduğumuz yorumlardan ibaret olduğunun yeterince altını çizemedik. Daha da vahimi, görüştüğümüz Türk yetkililerin bu iddiaları yalanlamış olduklarını belirtmeyi ihmal ettik..." (Amberin Zaman, Taraf Gazetesi, 28 Aralık)
Yazının Devamını Oku

Fay hattı kırıldı

29 Aralık 2007
ANKARABAŞLIĞI sakın yanlış anlamayın Bálá depreminden söz etmiyorum. Daha uzun ve çok daha tarihi bir faya dikkatinizi çekmek niyetindeyim.

Asya’da iki asır kadar süren Hindistan merkezli Rus-İngiliz rekabeti üç coğrafi bölgede öne çıktı: Osmanlı, Afganistan ve İran. (Irak’ın Osmanlı toprağı olduğunu unutmayın.)

İlk cihan savaşından sonra bu coğrafyadan geçen faydaki her kırık her defasında üç yerde birden hissedildi. Mesela 30 yıl kadar geriye gidelim:

İran İslam Devrimi ile Rusların Afganistan işgali aynı yıla (1979) rastladı.

Türkiye’de 1980 ihtilalinden bir hafta kadar önce Irak, İran’a savaş açtı.

Hepsi tesadüf derseniz, mümkündür.

O zaman alın size bir rastlantı daha:

ABD Afganistan işgalinden (2001) hemen sonra Irak’a girdi (2003). Hedefinde İran’ın olduğunu açıkladı, Türkiye’ye nihayet Kuzey Irak’a operasyon imkánı tanıdı.

* * *

Pakistan ile Afganistan radikal İslam’ın tehdidi altında.

Dahası Pakistan’ın 30 yıldır nükleer güç olduğu biliniyor. İki yıldır İran da nükleer kulübe katılmaya çalışıyor. Yine tesadüf diyebilirsiniz ama Türkiye de nükleer kuyruğa girdi.

Yani konvansiyonel savaşları tetikleyen fay hattımızda artık nükleer enerji de birikiyor.

Kabus senaryosu üretmek istemiyorum... Ama Benazir Butto suikastının sonuçlarının yerel ölçekte kalmayacağı belli. ABD ve belki de Rusya, Asya coğrafyasında yeniden Büyük Oyun’u sahnelemek isteği ve ihtiyacını duyabilir. Bakalım bu defa Türkiye’ye nasıl bir rol düşecek?

Ankara Barışı zirvesi

PAKİSTAN ve Afganistan arasında sınır olmadığını biliyor musunuz?

Afganistan asırlık Durand hattını Peştunları böldüğü için tanımıyor.

Ama küresel dengeler Afganistan-Pakistan barışını zorunlu kılıyor.

Aksi halde ikisinin de Taliban karanlığına karışmaları riski var.

Türkiye bu alanda aktif politika izlemeye geçen nisan ayında başladı.

Afganistan ve Pakistan Devlet Başkanları Ankara’da buluştu, el sıkıştı.

Ardından üç ülkenin Dışişleri Bakanlığı Müsteşarları bir araya geldi.

İsrail-Filistin ortak projesi için oluşturulan Ankara Forumu örnek alındı.

Afganistan ve Pakistan arasında işbirliği imkanı aramak için İstanbul Forumu kuruldu.

Türkiye Odalar Birliği Taliban bölgesinde ortaklık projesi için çalışıyor.

Şubat veya mart ayları için ikinci zirve toplantısı planlanıyor.

Lider düzeyindeki bu zirveye Müşerref ile Karzai de davet edilecek.
Yazının Devamını Oku

28 Aralık kararları

25 Aralık 2007
<b>ANKARA</b><br>MEDYA arşivleri, tarihle anılan karar zenginidir.12 Mart, 24 Ocak, 12 Eylül, 5 Nisan, 28 Şubat gibi. Çoğu darbe, kalanı da istikrar paketi miladı.

* * *

Bu yılın son Milli Güvenlik Kurulu toplantısı 28 Aralık’ta. MGK’nın askeri gündemini kestirmek kolay: Hava operasyonları. ABD istihbaratı sağlam mı, PKK’ya ne kadar hasar verildi, Barzani mesajı aldı mı, tabii ki ve mutlaka tartışılacak.

Ama bana sorarsanız toplantıya Genelkurmay’ın iki cümlesi damgasını vuracak.

1) PKK terör örgütü, Irak’ın kuzeyinin artık güvenli bir bölge olmadığını yaşayarak öğrenecek.

2) Türkiye Cumhuriyeti Devleti karşısında başarı şansının kalmadığını bir kez daha anlayacak.

İlk cümle, askeri paradigmanın nasıl değiştiğini gösteriyor.

Hemen takip eden cümledeki vurgu, siyasi hedefi ortaya koyuyor.

* * *

1999 felaketi deprem hocalarını meşhur etti, 2001 krizi TV iktisatçılarını.

Böylece çuvaldızı kendime ayırdıktan sonra rahatlıkla söyleyebilirim ki...

2007’deki sınır ötesi operasyon tartışmasında sivil paşalar sınıfta kaldı.

Çünkü kamuoyu yersiz yorum ve analizlerle boş beklentiye sokuldu.

Sanki TSK on binlerce askerle Irak’ı işgale hazırlanıyor izlenimi yaratıldı.

İklim koşulları, lojistik zincir, harekát haritası gibi boş kelamla havanda su dövüldü.

Oysa savaş teknolojisi değişeli çok oldu: ABD 1991’de Irak’ı üç hafta havadan vurdu, kara savaşı yarısı kadar sürmedi. 2003’te hava harekátı yetti. 1999’da Yugoslavya sadece hava bombardımanıyla pes etti, kara birliklerine gerek kalmadan masaya oturdu.

TSK işte bu güvenle, "PKK, Kuzey Irak’ın güvenli bölge olmadığını anlayacak" diyor.

* * *

Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral İlker Başbuğ defalarca tekrarladı.

"Terör örgütünü, başarı umudu yaşatır. Umut kırılmazsa terör devam eder."

Genelkurmay bildirisindeki, "PKK başarı şansı kalmadığını anlayacak" ifadesinin anlamı budur.

Yani askeri açıdan bakıldığında, kamp kuramayan, eğitim veremeyen, hatta yerinden kıpırdayamayan PKK, siyasi umutlarını da yitirince dağılmanın eşiğine gelir diye umuluyor.

28 Aralık MGK toplantısı, bu dönüşümün tarihi virajı olacak.

Askeri stratejiye onayın yanı sıra sivil açılım masaya gelecek.

Zaten zamanıdır!

Etkin pişmanlık veya faal nedamet

BİLMİYORDUM, Çiğdem Toker ile Cemil Çiçek’in sohbetinden öğrendim.

Etkin pişmanlık kavramı eski ceza yasalarında "faal nedamet" diye geçermiş.

Cemil Çiçek, zimmet ve irtikap suçlarından yola çıkarak örneğini de verdi.

Diyelim ki bir veznedar, şirketin parasıyla kayıplara karıştı. Adli takibat açılmadan pişman olup parayla geri dönerse ceza indirimi yapılırmış... Dava açıldıktan sonra veya hüküm kesinleşene kadar parayı iade ederse yine farklı işlem görürmüş. Herhalde insan hayatı para gibi kolayca iade edilemediği içindir ki, PKK’ya ceza indirimi her defasında zor hazmediliyor.
Yazının Devamını Oku

Halk değil siyasetin ateş ettiği piyanist

23 Aralık 2007
<b>ANKARA</b><br>TARİH 1996 yılı. Mekán Antakya Mustafa Kemal Üniversitesi Spor Salonu. Sanatçı, Estonia marka asırlık bir piyanonun başında salonla sohbet ediyor.

Sonrasında gençlerle bu diyaloğu bakın günlüğüne hangi notla düşüyor:

"Parça aralarında kısa söyleşiler yapıyorduk. Düzeyli, ilginç sorular geliyordu. Dikkat ettim, salonda çok sayıda başörtülü kız vardı. Ben de onlara sordum: ’Siz başörtülü arkadaşlar. Ne diyorsunuz benim yaptığım bu işe? Bu müziğe ne diyorsunuz?’

Biri kalktı, cevap verdi: ’Siz bakmayın başörtüsüne, biz Anadolu insanıyız. Gönlümüz her insana, her müziğe açıktır. Bizim yüreğimiz senin gibi bir Anadolu insanının yüreğiyle birlikte çarpar. Bu müziği çok sevdik. Senin başarın bizim mutluluğumuzdur." (Fazıl Say, Uçak Notları isimli kitabı (1999), sayfa 136)

* * *

Fazıl Say ile başı örtülü üniversiteli arasında sorun yoksa... Sanatçının derdi ne?

Belli ki o genç kızı temsil ettiğini düşünen siyasetçilere kırgın ve kızgın.

Öyle ki, "İslamcılar kazandı, ben gidiyorum" demeye getiriyor.

Peki, Müslümanlar üzerlerine alınmazken (malum her Müslüman AKP seçmeni değil) "İslamcılar" ne yapıyor?

Dünyaca ünlü bir Türk sanatçısını ülkesine, halkına yabancı hatta düşman ilan ediyor.

AKP yönetimi ve medyası yine fırsattan istifade beyin yıkamaya çalışıyor.

"AKP halktır, bizi eleştiren halka karşıdır" siyasi denklemini kurmaya uğraşıyor.

* * *

İktidar partisi ve kendisini destekleyen medya zihniyetinin demokrasi defosu nüksetti.

Bakın diyelim ki seçimde yüzde 46.7 oy bariz halk temsili ve onayı anlamına geliyor...

Peki ya Fazıl Say ağaç kovuğunda yalnız mı yaşıyor? Müziği kimseye değmiyor mu, ettiği kelam o kadar sahipsiz mi?

Hem, bir birey çıkıp ülkeyi veya partiyi eleştiremez mi? Hemen "Sayın bakalım kaç kişiler?" demek mi lazım.

Siyaset ve özellikle iktidar bölmeli mi, yoksa ortak payda mı aramalı?

Son bir soru: Her farklıyı öteki ilan edip düşman sayma geleneği sürdükçe...

Rahip sürek avı sona erer mi?

Bayram bombası

GELİN adım adım düşünelim. Neden Beyaz Saray’da PKK’ya af sözü verilmiş olsun?

Türk Ceza Kanunu’nun 221. maddesi zaten ortada... Suça karışmamış PKK’lı eve dönebiliyor. Demek ki af, 5 bin kadar olduğu hesaplanan dağ kadrosunun yüzde 90’ına lazım değil. Kalıyor geriye yüzde 10’luk yönetici tayfası... Eğer Türkiye Cumhuriyeti PKK’yı onlara rağmen dağdan indiremiyorsa, zaten bu mesele kaybedilmiş sayılır. O yüzden şahsen PKK yönetimine af beklemiyorum. Dahası The Economist Dergisi bu bayram bombasını neden attı, açıkçası meraktayım.
Yazının Devamını Oku

Sayısını tutan kaç kişi

22 Aralık 2007
ANKARATÜRKİYE haftalardır hatta aylardır yeni eve dönüş yollarını tartışıyor. Ama hangi zeminde ve hangi verilerle... İşin bu kısmı gözden kaçıyor. Mesela, geçmişte 8 benzer yasanın çıktığı biliniyor. Başvuru sayısı da belli: 9 bin 276.

Peki ama pişman olanlardan kaç kişi bu yasalardan yararlandı, en çok hangi bölge ve kentten başvuru oldu.

Devletin elinde son birkaç yıl hariç inanın kesin veri bulunmuyor.

Örneğin, Terörle Mücadele Yüksek Kurulu Başkanı Cemil Çiçek yakınlarda merak etti. Bu yıl eve dönüş yasasından yararlananların sayısını sordu. 300 kadar olduğunu öğrendi, ama bu rakam sadece Güneydoğu başvurularını kapsıyordu. Yani Başbakan Yardımcısı’nın bile yurt genelindeki sayıya ulaşması zahmet gerektiriyor.

* * *

Cemil Bey’in bayram sohbetimizde Kamu Düzeni Müsteşarlığı’ndan söz etmesini bu yüzden çok önemsedim.

Belli ki bu müsteşarlık, terörle mücadele alanında sivil Genelkurmay gibi işlev görecek. Şöyle ki:

Kimi önlemler tartışılıyor ve takipçisi olmadığı için unutuluyor. Ev yapımı bombalarda gübre kullanıldığı biliniyor. Genelkurmay, gübredeki azot miktarının azaltılmasını istiyor. İşin sahibi Tarım Bakanlığı, ama ilerleme yok.

Kamu Düzeni Müsteşarlığı tabii ki sadece sekreterya ve koordinasyonla sınırlı kalmayacak. Türkiye çeyrek asırdır ayrılıkçı terörle mücadele ediyor, ama konuyla ilgili bilimsel araştırma sayısı çok sınırlı. Dürüst olalım, daha "Neden dağa çıkıyorlar?" sorusunun bile ikna edici yanıtını bulamadık.

* * *

Başbakan Yardımcısı Çiçek, devletle mazisi uzun olan bir politikacı.

Eve dönüş/pişmanlık yasasından yararlanan sayısını bulmayı imkánsız hale getiren...

Devleti kilitleyen bürokratik taassup ve dağınıklığı iyi biliyor, çarpıcı örnekler veriyor.

Mesela, vasıfsız işsizliği azaltmak için evlere halı tezgáhları dağıtıldığını çoğunuz gibi ben de bilirim. Ama halıcılığı teşvik etmeyi iş edinen devlet kuruluşu sayısı yakın zamana kadar kaç taneymiş daha yeni öğrendim.

Meğer yıllarca devletin 8 (evet, yazıyla sekiz) ayrı kuruluşu bu işle uğraşmış.

Sanayi Bakanlığı, Sümerbank, Teşkilatlandırma Genel Müdürlüğü, Sosyal Yardımlaşma ve diğerleri.

Cemil Bey’i dinlerken, "Acaba itirafçıların sayısını tutan kaç kişidir?" diye merak ettim.

Bir de Kamu Düzeni Müsteşarlığı kurulurken halıcılık geleneği hortlamasın diye dua ettim.

Mutfak, TCK 221 olacak

EVE dönüş yasasının eşkáli netleşmeye başladı. Yeni bir yasa yerine Türk Ceza Yasası’nın 221. maddesine başvurulacak. Bu maddede gerekli değişiklikler yapılarak esnetilecek. Madde bir anlamda mutfak gibi kullanılacak.

Bu sayede muhalefetten yükselen itirazların da azalabileceği hesaplanıyor. Çünkü CHP, eve dönüş yasasına karşı çıktı, ama aynı hakkın TCK’ya sürekli olarak yerleştirilmesine ses çıkartmadı malumunuz.
Yazının Devamını Oku

Nükleer pazarlık kapıda

18 Aralık 2007
<b>ANKARA </b><br>RUSYA’dan İran’ın Buşehr santralına nükleer yakıt yollanmaya başlanması Türkiye’yi sandığınızdan çok daha fazla ilgilendiriyor. Çünkü nükleer santral işletmenin iki yolu var: 1) Uranyum zenginleştirme: Bu işlemi sadece BM Güvenlik Konseyi’nin 5 daimi üyesi, ABD, Rusya, Almanya, Fransa ve Çin uyguluyor. (Dönüştürme teknolojisini Çin’in Pakistan’a, ABD’nin de Hindistan ve İsrail’e gizlice aktardığı herkesin bildiği sır sayılıyor.)

2) Nükleer yakıt satın alma: Nükleer enerji elde etmek isteyen ülkeler, bu güce sahip ülkelerden yakıt temin edebiliyor. Tıpkı İran’ın Rusya’dan sağladığı gibi.

Anlayacağınız, birinci yolu kullananlar hem enerji hem de nükleer silah sahibi.

Diğerleri sadece nükleer enerji ile yetinmek zorunda kalıyor.

Türkiye’nin nükleer ihalesi bu yüzden dünyanın ilgi odağı haline geldi.

Ankara tıpkı komşumuz İran gibi "santral kuruyoruz" diyerek nükleer güç sahibi olmayı mı deneyecek? Yoksa nükleer enerji eşiğini aşmayacak mı?

Aslında bu sorunun tartışılması hiç ayıp değil.

Zaten Başbakan’ın İran’ın nükleer krizi sırasında ortaya koyduğu ölçü de belli: Kitle imha silahı üretenler, başkalarını üretmeye çalışmakla suçlayamaz!

Diyelim ki Türkiye nükleer güç olma hevesini şimdilik erteledi.

Asıl nükleer pazarlık işte o zaman başlayacak.

Türkiye nükleer yakıtını nereden sağlayacak?

Rusya’dan mı, ABD’den mi, İngiltere veya Hollanda’dan mı, yoksa Fransa’dan mı?

Fransa şansını kaybetti gibi, Hollanda’ya da güvenmek zor, kalıyor geriye üç kapı.

Bakalım Türkiye milyar dolarlık pastayı kime ikram edecek?

Yoksa kendi uranyum zenginleştirme merkezini kurmayı mı deneyecek?

Zaman gösterecek!

Uykusuz gecenin izleri

UYKUSUZ harekát gecesinin ardından öğle saatlerinde Orgeneral Yaşar Büyükanıt’a ulaştım. Sadece birkaç soru yöneltmeme izin verdi, askeri operasyon konusunda ayrıntıya girmedi. "Çok güzel bir harekát yapıldı. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin son zamanlardaki en kapsamlı operasyonu oldu" demekle yetindi. Israr edince, "Uzun vadeli planlama" ifadesini kullandı, operasyonların süreceği imasında bulundu, o kadar. (Anlaşılan Mehmet Ali Birand çok daha şanslıydı!)

Büyükanıt’la telefon görüşmemizin hemen ardından Başbakan’ı canlı yayında izledim.

Gözaltı torbaları daha bir belirgindi, yüzünden yorgunluk akıyordu.

Yakın kurmaylarından birisini aradım, "O da mı sabahladı?" sorusunu yönelttim.

Önce yanıt vermek istemedi, ardından şu kadarını söyledi:

- Başbakan bu operasyonu planlama aşamasından itibaren anı anına izledi.

Anlaşılan o gece sadece Genelkurmay’ın ışıkları yanık kalmadı.

Zaten normali de bu.
Yazının Devamını Oku

Parkalılar okumasaydı sistemle barışır mıydı

16 Aralık 2007
<b>ANKARA</b><br>BU köşede yer alan "Parkalılar-Türbanlılar" kıyaslaması tartışılırken her iki taraftan da alınganlık gösteren çıktı. Mesele, "Nasıl olur da bir tutuluruz?" itirazında düğümlendi.

Muhafazakár kesimin "Allahsız solcularla" aynı kefeye konulmayı sindirememesi normal...

Ama ya sol mirası henüz tüketmemiş yaşıtlardan gelen, "Tehlikeyi görmüyor musun" isyanı?

Sanırım tartışmaya değer, tabii ki eğer sabrınız kaldıysa.

* * *

Okula parkayla gitmek veya türbanla kapıda beklemek o kadar farklı mı?

"Türban siyasi simgedir" diyorsanız, parka neydi, masum moda tercihi mi?

Ülkücüler, devrimcileri üniversiteye sokmadığında "faşist" oluyordu da...

Bugün türban yasağını savunanlar nasıl özgürlükçü kesiliyor, anlatsanıza.

Yok hayır sorun, "Türbanlı sayısı artıyor, rejim elden gidiyor" korkusu ise...

40 yıl önce üniversiteleri, 1 Mayıs meydanlarını görenler aynı endişeyi taşımıyor muydu sanıyorsunuz?

* * *

1980 ilkbaharında İran İslam Devrimi’nin Türkiye’ye etkisini araştıran bir grup ABD’li gazeteci, benim o yıl talebe temsilcisi seçildiğim üniversiteye de uğradı.

Sanırım son umutları bizim kavgasız, gürültüsüz, siyasi hoşgörülü okulumuzdu.

Ama siyasi çizgimi (merak edenler için sosyal demokrat ve hálá öyle) öğrendiklerinde yıkıldılar.

Çünkü koca Türkiye’de siyasi İslam tarafından yönetilen tek bir üniversite bile bulamamışlardı.

Ben de öyle bir okul bilmediğim için kendilerine yardımcı olamadım.

Bunları muharip gazi hatırası olsun diye anlatmıyorum.

30 yıl önce üniversitelerde siyasi İslam’ın esamisinin okunmadığına vurgu yapıyorum. Ve dahası 30 yılda ne değişti de, türban tek "yakın ve açık rejim tehdidi" haline geldi, bunu soruyorum, tartışıyorum.

Benim yanıtım basit: Meydan boş kaldı, demokrasi kavgası türbanlılara bırakıldı.

* * *

Bizim kuşak 12 Mart’a karşı saf tuttu, örgütlendi. (Hatırlamayan veya bilmeyen olabilir, merhum Bülent Ecevit darbeye karşı çıkarak CHP Genel Sekreterliği’nden istifa etti. 12 Mart’tan hesap sorma sloganıyla 1974 seçimini kazandı, 1977’de yüzde 42 oy aldı.) Yani rejim muhalifi sayılırken, aslında demokrasiyi savunuyorduk.

12 Eylül’ün işkenceleri ve hayat karartan eziyeti boşuna çekilmedi.

Ama nasıl olduysa, 28 Şubat’ı takip eden günlerde sol rayından çıktı.

Tıpkı 12 Eylül öncesi Milliyetçi Hareket Partisi gibi yerleşik düzenin savunmasını üstlendi.(Ki MHP bu hatadan döndü.)

Neredeyse her türlü demokratik açılıma muhalefet etti, yasakları içselleştirdi, küreselleşmeyi anlayamadı, askercilik oynamayı marifet saydı. Sonunda da hak ettiği oya mahkûm oldu.

Farkındayım örnek istiyorsunuz, yerimiz dar o yüzden sanırım iki tane yeter:

1) Bakın bakalım ifade özgürlüğünü kısıtlayan ve doğrudan mesleğimizle ilgili TCK 301’in değişmesi kavgasını kim veriyor? Solcu kalemler mi, yoksa hükümete yakın gazeteler mi?

2) 22 Temmuz seçiminde utangaç ulusalcı/milliyetçi ittifakı vardı. Peki sizce hangisi diğerine yakınlaştı, MHP mi CHP’ye, yoksa CHP mi MHP’ye?

* * *

Biliyorsunuz işim Ankara Temsilciliği.

Yani haber yazmayı, fikir vermeye yeğlerim.

Ama yine de sorulursa, kesin kanaatim şudur:

1) Eskiden parkalı, bugün türbanlı, okumak isteyen okumalı, engellenmemeli. Okuyup sisteme karışmasalardı eski parkalılar gördükleri onca eziyete rağmen yerleşik düzenle barışırlar mıydı?

2) Sistem içinde kalan muhalefet öldürmez, aksine güçlendirir. Almanya’da bir zamanlar yadırganan Yeşiller, bugünkü sistem partilerine ilham kaynağı olmadı mı?

3) Türban aslında dindarların değil, din ve inanç özgürlüğüne inanan laiklerin meselesidir. Türban sorununu çözmek, haksız rekabeti önleyecek, bu meseleden oy istismarına son verecektir.
Yazının Devamını Oku

Hastanede, adliyede serbestse neden yasak

15 Aralık 2007
<b>ANKARA</b><br>DÜŞÜNÜN, 20 daireli bir apartmanda oturuyorsunuz. Komşunuz tesettürlü, türbanlı. Akşam saatinde kapınız çalındı, tesettürlü komşunuz hastaneye yetişmek için yardım istedi.

Güç bela Acil Servis’e vardığınızda karşınıza çıkan doktor, "Türbanı var" diye hastadan tedaviyi esirger mi?

Ya da farklı bir sahne... İki komşunuz kavga ediyor, birisinin başı açık, diğeri türbanlı.

Mesele adliyeye yansıdı, sizi de şahit yazdılar, hakim taraflardan birisi türbanlı diye davaya bakmayacak mı?

Peki, aynı komşunuzun kızı türbanı yüzünden üniversiteye alınmadığında neden şaşırmıyorsunuz?

Teşbihte hata olmaz ve yukarıdaki akıl yürütmenin sahibi Devlet Bahçeli’dir...

MHP lideri, devletin en temel üç hizmetini sayıyor: Sağlık, Adalet ve Eğitim.

Eğer türban hastanede, mahkemede serbestse, üniversitede neden yasak? Devlet verdiği hizmette tabii ki siyaset, ırk, renk ve din ayrımı güdemez.

O yüzden öğretmen, doktor, yargıç, savcı, polis, memur parti rozeti takamaz.

Aynı şekilde başı örtülü olamaz, haç veya davud yıldızı, kipa taşıyamaz.

Böylece devleti temsil edenler herkese, her dine, siyasete eşit mesafede durduğunu gösterir.

Hizmet alanlar, örneğin sizin türbanlı komşunuz bu sayede gönül rahatlığıyla devlet kapısına gider.

Bilmem meramımı doğru anlatabildim mi? Tekrarlıyorum.

Kamusal alanda hizmet verene uygulanan yasaklar hizmet alanları korumak içindir.

Tam tersine onları üzmek, eziyet ve haklarını (eğitim gibi) gasp etmek amaçlı kullanılamaz.

Aksi halde yasal olsa bile vicdana sığmaz!

* * *

MHP lideri Devlet Bahçeli hizmet alan-veren farkını düzenleyen Anayasa’nın 10’uncu maddesine işaret ediyor.

"MADDE 10. Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür. Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar."

Devlet Bahçeli bu maddede uygun değişiklikle türbanlı eğitim hakkının sağlanabileceğini düşünüyor.

Doğrusunu hukukçular bilir; ama türban kördüğümünü çözmek için siyaseten makul bir adım gibi gözüküyor.

Yeter ki artık çözüm iradesi sergilensin.

Hem 221, hem anayasa

DTP’li Sırrı Sakık önceki gece AKP kulisinde PKK’yı dağdan indirme planını tartıştı.

Dün Sakık’a, "İzleniminiz ne, TCK 221’de değişiklik yeterli olacak mı?" diye sordum.

"AKP’li bölge milletvekilleri de farkında" dedi ve ekledi: "Pişmanlık, 221 bunlar yetmez. Dağdakinin bir kısmını indirip, diğerlerini orada bırakmak da çözüm değil, geçmişte de olmadı."

Peki Sırrı Sakık’a göre ne yapılmalı?

Sakık diyor ki: "Öncelikle kültürel hakları güvence altına alan bir anayasa olmalı."

"Yani hem 221, hem de anayasa mı?"
diye üsteliyoruz.

"Evet" yanıtını veriyor, "Anayasa sorunların büyük kısmını çözer."

Anlaşılan o ki, Ankara Kürt meselesinde yine kritik bir kavşağa geldi.

Yeni Eve Dönüş planı, özgürlükçü bir anayasa ile desteklenirse işe yarar.

Yoksa yine operasyon falı açmaya devam ederiz.
Yazının Devamını Oku