9 Aralık 2007
LizbonBAŞBAKAN’ın uçağındaki çalışma masasında 6 kitap duruyor. Hepsi kırmızı ciltli, Arapça, İngilizce ve Türkçe dillerinde.
Kapaktan Harem-i Şerif’teki İsrail kazısı hakkında Türk heyetinin yerinde inceleme raporunu tanıyoruz.
Tayyip Erdoğan, uçağına davet ettiği 6 gazeteciye bu kitapları dağıtırken gerekçesini açık dille aktarıyor:
- İsrail hafriyat ihtilafında yine "Türkiye bizden yana" tarzı açıklamalar yapıyor. Oysa tam tersi. Ehud Olmert ile Londra’daki görüşmemizde anlattım. Şimon Peres’in Türkiye ziyaretinde bu raporu kendisine elden verdim. İsrail’in çarpıtmaması lazım.
Söz Ortadoğu’dan açılınca Sabah Yazarı Erdal Şafak soruyor:
- Yabancı medyaya göre Golan tepeleri için gelinen uzlaşma noktasında Türkiye’nin payı büyük. Neden iç kamuoyundan gizleniyor?
Erdal Şafak, yabancı haberlere işaretle İsrail ve Suriye arasında arabuluculuktan söz ediyor. Başbakan bu hassas rolü üstlenecek mi diye merakla bekliyoruz. Erdoğan sanki soruyu teyit eden bir tonda yakınıyor:
- Ahmed Davudoğlu Hoca da aynısını söyledi. Ama ne yapalım ki? Biz yaptığımızı anlatıyoruz. Balık bilmezse Halik bilir.
* * *
Başbakan’ın Ortadoğu ile ilişkileri ilk elden takip ettiği her halinden belli.
Örneğin, Hariri Ailesi’nin Telekom hissesi satış niyet ve sürecinde ayrıntıya girebiliyor. "Saad Hariri satacakmış" dediğimizde "Sadun Hariri" diye düzeltiyor. Satılacak hisse oranının yüzde 30-40 düzeyinde olduğunu tahmin ediyor. Muhtemel alıcının ismini Saudi Oger diye veriyor.
Peki bu pazarlık Suudi Kralı’nın son Ankara gezisinde de gündeme geldi mi?
İşte o sorunun yanıtını alamıyoruz!
* * *
Dışişleri Bakanlığı yaklaşık bir aydır yeni kararname bekliyor.
Atina dahil bazı önemli merkezler boş, kimi yerlerde görev süresi çok uzadı.
Başbakan, Lizbon yolunda müjdeyi veriyor:
- İsimlerde mutabakat sağlandı. İlgili ülkelerden agreman bekleniyor.
* * *
Fırsatını bulunca 11 ay önce yine bir Afrika Zirvesi’nden dönüş yolunu hatırlatıyorum. Etiyopya semalarında Afrikalı liderleri haziran ayında Türkiye’ye davet ettiğini açıklayınca, "O tarihte Başbakan veya Cumhurbaşkanı olabilirsiniz, hangi sıfatla çağırdınız?" diye ağzını yoklamıştım. Tabii ki tuzağa düşmemişti.
11 ay sonra bu diyaloğu tekrarlayarak, "O tarihte kararınızı vermiş miydiniz?" diyorum. Kahkahayı basıyor, "Benim kararım baştan belliydi" yanıtını veriyor.
Ardından sanırım tanık göstermek ihtiyacını duyuyor, eliyle karşısında oturanı işaret ediyor: "Bu biliyordu kararımı. Ama hanım bilmiyordu."
Başbakan’ın karşısında sessizce oturan kişi Akif Beki’ydi.
Keşke Akif Beki’nin ne bildiğini o zaman bilebilseydik.
Af değil ama fırsat
ÖNCE Başbakan "Silah bırakmaktan" söz etti, ardından Dışişleri Bakanı Ali Babacan, "Bütçeden sonra şaşıracağınız şeyler olacak" dedi. Hürriyet’in ucunu yakaladığı ve izini ısrarla sürdüğü haberin adı sonunda dün konuldu.
Tayyip Erdoğan, PKK’yı dağdan indirme yasası hazırlığını açıkladı.
Umarım bu yasa da Eve Dönüş gibi dağdaki sözde lider kadronun kaderini tartışarak heba edilmez.
Çünkü yaklaşan bir af değil fırsat yasasıdır.
Hem de son fırsat!
Yazının Devamını Oku 8 Aralık 2007
ÖNCE ulusal korkularımızı alt alta yazalım.1) Bugün Türkiye Cumhuriyeti’nin en büyük sorunu PKK’dır. 2) Köktendinciler ile Kürtçülerin ortak hareketi mümkündür.
Genç Cumhuriyet’in daha ilk yıllarında patlak veren İngiliz destekli, yeşil bayraklı Şeyh Said isyanına karşı geliştirdiği genetik direnci, refleksi anlamak mümkündür.
Ama Anayasa korkuyla kaleme alınmaz.
Yoksa 1982 yılı darbe ürününü değiştirmeye gerek kalmaz.
* * *
Gelin güncel iki tartışmayı yukarıdaki perspektifle analiz edelim.
1) Türban çatlağı: Tarhan Erdem’in türban rakamlarına destek verenler ile itiraz edenleri topluca dinlediğinizde meselenin adını koymak gerektiği anlaşılıyor.
Türban bir laiklik sorunu mudur? Yoksa temel hak ve özgürlüklerin parçası mı?
Türbanı laikliğe tehdit sayıyorsanız, Anayasa’nın mevcut dördüncü maddesine sıkı sıkı sarılır... Sıkma başlı kızların üniversite yasağında ısrar ve inat edersiniz.
Olabilir, tabii ki her düşünceye saygı gerekir.
Amma ve lakin, türbanın özgürlük meselesi olduğu inancındaysanız...
O zaman ikinci bir soruya daha yanıt bulmanız gerekir.
"Türbanlı kızlar, sisteme katılmayı mı, yoksa ayrışmayı mı savunuyor?"
Üniversite kapısına yığıldıklarına göre sanırım birincisi.
Yani evde oturmak yerine okuyup, meslek kazanmayı seçiyorlar.
Peki siz onları türban yüzünden eve mi yollamak istiyorsunuz?
"Çoğalacaklar, köşe başlarını tutup sistemi değiştirecekler" dediğinizi duyar gibiyim.
Bakın, 51 yaşındayım, gençliğinde okula parkayla gidenlerdenim.
Sayın bakalım, eski parkalılardan kaçı hálá Kızıl Bayrak sallıyor.
2) Etnik mozaik: Kültürel hakların tanınması da ne yazık ki sadece terör sorunu odaklı tartışılıyor. Kürtçe’nin serbest bırakılması, öğrenimi ve yayın hakkı örneğindeki gibi.
Devletin olaya bakışı belli. Kürtçe yayın eski kafalarda hálá "taviz" sayılıyor.
"Madem geri adım atıyoruz, bari en az hasarla kurtaralım" diye düşünülüyor.
TRT’den Türkçe propaganda yetmiyormuş gibi aynı hamaset edebiyatını Kürtçe paketlemeye uğraşıyor, o yüzden bölücü TV’lerin türkü programı kadar bile reyting alamıyor.
(Ayrıca Kürtçe yayını savunmama rağmen neden devlet TV’sinin bu dilde yayın yaptığını da anlamıyorum. Eğer mesele etnik zenginlikse neden sadece Kürtçe? Diğer dillerin suçu ne?)
Yok, Kürtçe’nin taviz değil hak olduğunu kabul ederseniz, paradigma tamamen değişir.
Çünkü o zaman bu hakkın kullanımına sınır getirmenin, tekel yaratmanın álemi yok.
Memlekette RTÜK var, muhbir vatandaş çok.
İsteyen Kürtçe yayın yapsın, yasayı çiğneyen cezasını görsün.
İki çekincenizi peşinen yanıtlayayım:
Daha fazla özgürlük, illa kullanılacağı anlamına gelmiyor. Kürtçe dil kurslarının öğrenci bulamadıkları için kendiliğinden kapandığını unutmayın.
Cehalet de özgürlüğe engel sayılmamalı. İtalya’da ulusal birlik sağlandığında (1861) nüfusun sadece yüzde 2.5’i (evet ikibuçuk) akıcı İtalyanca konuşabiliyordu. Bu rakam 1950’lerde yani 100 yıl sonra bile yüzde 20’nin altındaydı. Bugünse yüzde 87 dolayında.
* * *
Türkiye’de Anayasa geleneği başka ülkelere pek benzemiyor.
İlk anayasamız hariç diğerleri darbelerin izini taşıyor. O nedenle her yeni Anayasa ne yazık ki hayatımıza özgürlük yerine yasaklar ekliyor.
Dileriz bu kez farklı olur, yeni Anayasa özgürlük anlamına gelir.
Yazının Devamını Oku 4 Aralık 2007
<b>ANKARA</b><br>YENİ YÖK Başkanı atamasına bir hafta kala, Ankara asılsız bir ihbar ve yersiz ithamı tartışıyor. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Pakistan yolunda dört gazeteciyle sohbet etti. Konu YÖK’e ve rektör atamalarına gelince, Cumhurbaşkanı, Selçuk Üniversitesi’nde adaylardan birisine dönük karalama girişimini aktardı:
"Göreve geldiğimin üçüncü ya da dördüncü günüydü. YÖK’ten sadece üç ismin bulunduğu bir dosya geldi bana onay makamı olarak. Yanında da bir ihbar notu vardı. İsimlerden biri ile ilgili olarak ’Eşi kara çarşaflıdır. Fakülteye her gün gelir hocaları tehdit eder’ deniyordu. Dehşete düştüm. Rektörlüğe soyunduğuna göre olsa olsa eşi başörtülüdür dedim. Sonra hemen talimat verdim. Araştırdılar ’Adam bekár’ dediler. Belki gizlediği bir şey vardır diye bir daha bakın dedim. ’Hiç evlenmemiş’ dediler. Düşünebiliyor musunuz, Cumhurbaşkanlık makamına böyle bir dosya geldi." (Vatan Gazetesi, 3 Aralık 2007)
Gazeteler tabii ki bu sözleri ciddiye aldı, mesele Gül’ün YÖK’ü ithamı gibi sunuldu.
Oysa dün önce YÖK Başkanı Erdoğan Teziç Hoca, "Bizden böyle bir ihbar gitmedi" dedi.
Ardından Çankaya Köşkü’nün yazılı açıklamasında, "İhbarın kaynağı YÖK değil" vurgusu yapıldı.
Peki işin aslı neydi, Çankaya’daki kaynaklarıma başvurdum, şunları öğrendim:
Rektör adaylarından birisine dönük ihbar mektubu imzasızmış.
Çankaya buna rağmen ihbarı ciddiye alıp "bakılsın" diye MİT’e yollamış.
MİT’in işi çok kolaymış, çünkü söz konusu aday bekármış.
Üç cümlede özetlenecek bu hikáye nasıl olup da YÖK’e yargısız infaza dönüştü...
İşin o kısmına "niyet okuma" teşebbüsü sayılacağı için girmiyorum.
Ama Cumhuriyet kadar eski Köşk’ün bürokratik acemiliğini anlamakta zorlanıyorum.
İhbar mektubunu Cumhurbaşkanı’nın önüne koymadan evvel eşi çarşaflı diye takdim edilen adayın dosyasına bakmak kimsenin aklına gelmedi mi? Dosyada adayın evli mi, bekár mı olduğu yazmıyor mu? Dosyaya bakılsaydı, o saçma ihbar MİT yerine çöpe gitmez miydi? Ve bizler YÖK’e başkan atamasını daha sağlıklı bir ortamda tartışıyor olmaz mıydık?
Köşk’te tek değişmesi gereken, hurdaya dönmüş binalar gibi gözükmüyor!
3 günlük Başkomutan rötarı
TÜRK Silahlı Kuvvetleri’ne sınır ötesi yetkisi ve ilk operasyon çok tartışılıyor.
En fazla da, Bakanlar Kurulu’ndan 19 Kasım’da geçen yetkinin neden 9 gün beklediği merak ediliyor. Aslında hem Başbakan’ın sözlerinin satır arasında vardı, hem de bazı haberlerde birkaç cümleyle sınırlı geçti. Yine de spekülasyonlar sürdü.
O yüzden bir daha tekrarlayalım.
Bakanlar Kurulu kararının imzalarının tamamlanması hafta sonunu buldu.
Ancak Köşk onayına sunulduğunda Cumhurbaşkanı Abdullah Gül yurtdışındaydı.
Dolayısıyla Gül’ün Fransa’dan dönmesi beklendi. Gül 27’sinde geldi.
Onay hemen ertesi gün, yani 28 Kasım tarihinde çıktı.
Yani askere sınır ötesi yetkisi Başkomutan yüzünden üç günlük rötara uğradı.
Yazının Devamını Oku 2 Aralık 2007
ANKARAYAKLAŞIK bir aydır neredeyse sadece Kürt meselesi hakkında yazıyoruz. Hükümetin görüşü, askerin planı, Avrupa ve ABD’nin katkısı bu köşede yer aldı.
Sanırım artık sıra karşı görüşe geldi: Kürtler ne diyor?
Özellikle PKK konusunda hassasiyet gösterenler son süreci nasıl değerlendiriyor?
* * *
Geçen hafta Kürt siyasetçilerle uzun bir sohbet imkánı buldum.
Hemen her konuda sözümüzü sakınmadan konuştuk, sanırım birbirimizi anladık.
Sohbetin en kritik diyaloğunu, önceden izin almadığım için isim vermeden aktarayım:
- Son süreci nasıl değerlendiriyorsunuz?
- Başbakan sihirli sözcüğü kullandı.
- Ne demek?
- Silah bırakmaktan söz ediyor, eskiden sadece tasfiye denilirdi.
- Fark nerede?
- Yani hedef her PKK’lıyı öldürmek değil, silah bıraktırmak.
Kritik "sihirli sözcük" ifadesi nedense İngilizce’den çeviri izlenimi uyandırdı.
Belki Amerikan filmlerindeki şu tanıdık anne ve küçük çocuk sahnesi yüzündendir.
Anne, bağıra çağıra istekte bulunan çocuğu uyarır:
- Sihirli sözcüğü söylesene...
Çocuk durur, düşünür ve "Lütfen" demeyi akıl eder.
Kürt siyasetçilerin sınır ötesi operasyon gürültüsü arasında "sihirli sözcüğü" duymaları...
Sadece seçici algılamaya mı bağlı, yoksa "silah bırakma" amacına uygun beklentileri mi var?
Sanırım ikincisi... Ve her ne kadar hükümet "af yok" diye tekrarlasa da, dağa dönük çağrı bekliyorlar.
Tarih tekerrürden ibaret denilir, aynı sahneler "Eve Dönüş Yasası" hazırlığında da yaşandı.
Hatta Diyarbakır’dan kalkıp gelenler, Meclis’te vekillere telkinde bulunanlar oldu.
Yasanın ilk haliyle Meclis’ten çıkan biçimi çok farklı olunca pek işe yaramadı.
Aksi halde belki de sivil toplum, dağdakileri indirme konusunda daha fazla katkı sağlardı.
* * *
O uzun geceden aktarabileceğim son bir not, PKK ile Kürt siyaseti üzerine...
Biz, Kürt siyasetçiye "PKK ile arana mesafe koy" diye bastırıyoruz ya...
PKK da, aynı baskıyı hatta belki de misliyle "Bizden kopmayın" diye uyguluyor.
Bir anlamda etki-tepki meselesi anlayacağınız.
Kürt siyasetçiye biraz manevra alanı tanınsa farklı olur mu?
Bilemeyiz ki, hiç denemedik.
Barışı lider yapar
DOSTUM Hakan Özyıldız, Miami Herald’dan bir yazı yolladı.
Bir Alman diplomat ile savaş kahramanı Musevi gazetecinin barış üzerine sohbetine ilişkin.
Sohbet sırasında konu Atatürk’ün 1920’lerde komşularla barış çabalarına geliyor.
Hikáyeye göre, İran ile müzakereler iki tarafın da vazgeçmek istemediği bir tepe nedeniyle tıkanıyor. Mesele Atatürk’e aktarılınca hemen kararını bildiriyor: "Söyleyin Şah’ın babasını arabulucu olarak kabul ediyoruz."
Malum zat görüşmelerin yapıldığı odaya geliyor, İranlı bir subay tepenin stratejik önemini anlatmaya başlıyor.
Ama subay fark ediyor ki, arabulucu haritaya hiç bakmıyor, dik dik kendisini süzüyor.
Sonunda arabulucu konuşuyor: "İran, Türkiye ile barış yaparken Allah’ın unuttuğu şu tepe umurumda mı sanıyorsun!"
Tepe Türkiye’de kalıyor, antlaşma imzalanıyor.
Bu tarihi anekdot, barış hakkındaki düşüncemi pekiştirdi....
Herkes savaşabilir ama barışı sadece lider yapar.
Yazının Devamını Oku 1 Aralık 2007
ANKARABEYAZ Saray Zirvesi’nin ardından taşlar yerine oturmaya başladı. Gözüken o ki, ABD sadece bir değil iki tercih birden sergiliyor.
İlkini zaten bizzat Başkan George Bush’un ağzından dinledik.
ABD, PKK’yı "ortak düşman" olarak ilan edip ilk tercihini yaptı.
İkinci tercihi ise ABD Büyükelçisi’nin salı günkü kahvaltısıyla belli oldu.
Büyükelçi, kahvaltıya davet ettiği isimlerin arasına DTP’yi katmadı.
Buna karşılık Irak’ın kuzeyiyle ilişkileri son derece iyi isimleri çağırdı.
Kıdemli Kürt siyasetçileri Şerafettin Elçi, Serhat Bucak ve Haşim Haşimi gibi. Wilson, DTP’nin (ve belki de PKK’nın) Kürtlerin tek temsilcisi olduğu iddiasına itirazını ortaya koydu.
Dahası, PKK ile arasına mesafe koymayan DTP ile bizzat muhatap olmayacağını da açıkladı.
Bütün bu tercihler tabii ki Büyükelçi Wilson’un şahsi meselesi değil.
ABD sadece Türkiye ile PKK arasında seçim yapmakla kalmadı.
Kürtler arasında da safını belirledi, Barzani tercihini teyit etti.
Önümüzdeki döneme ilişkin kritik soru çok açık:
Barzani bölgede bugün var yarın yok olacak ABD’ye güvenerek...
PKK ile gerekirse silahlı mücadeleyi göze alabilir mi?
Açıkçası pek sanmıyorum. Ama eğer aynı Barzani, Türkiye ile geleceğini sağlam görürse iş değişir.
Kendimizi kandırmayalım, sadece ABD’nin tercihiyle katedilecek yolun sonuna hızla yaklaşıyoruz. Devamında aynı yol Türkiye’yi Kürtler arasında seçim kavşağına götüreceğe benziyor.
Bana sorarsanız Ankara, Barzani ile on-on beş yıl önceki ilişki tarzına çoktan razı. Ama Barzani kanadı artık kendi kamuoyunda prime yönelik jestler bekliyor olabilir. (Tabii ki tebaa illiyetini simgeleyen ve sürekli olarak kafalarına çarpılan Türk pasaportlarından söz etmiyoruz.) Irak’ın toprak bütünlüğüne aykırı düşmeyecek ama doğrudan işbirliği sağlayan yaratıcı çözümler bulunabilir.
Kamplar nasıl boşalacak?
PKK’nın lider kadrosu, ABD ve peşmergeden iyi saklanıyor diyelim...
Ama ya Irak’ın kuzeyindeki PKK kampları; Hakurk, Zap ve diğerleri.
Eğer PKK ortak düşmansa, ABD işgalindeki bu kamplar illa ki boşalacak.
Mesele ne zaman ve nasıla geldi dayandı. Gözüken o ki, ABD iki seçenek üzerinde duruyor.
1) İstihbarat alışverişi başlatarak askeri operasyona yeşil ışık yakıyor.
2) Diğer yandan bu kampların çatışmasız boşaltılması yolunu da arıyor.
İşte bu arayış Ankara’da "af planı" paranoyasına yol açıyor.
Kimse hatırlamıyor ki, AKP şimdi değil beş yıl önce bile affı beceremedi.
Eve Dönüş Yasası’nın ilk tasarlandığı biçimiyle Meclis’ten çıkan hali tamamen farklıydı.
Zaten eğer kuşa çevrilmeseydi, belki işe yarar ve dağların boşalmasını sağlardı.
Bugüne gelirsek... Eldeki tek imkán Ceza Kanunu’nun 221’inci maddesidir.
Eve Dönüş yolunu yeni yasaya gerek bırakmadan açık tutan bu madde zaten işliyor.
Dağdan inecek olan zaten yolunu buluyor.
Biraz da dağa katılımı azaltmaya kafa yorsak nasıl olur?
Yetkinin sınırı ne?
BAŞBAKAN, yaklaşık bir aylık çalışmanın ardından TSK’ya sınır ötesi yetkisini verdi.
Şimdi herkes askerin bu yetki çerçevesinde neler yapacağı konusunda tahmin yürütecek.
Oysa yetkide sayılan imkánlar kadar çizilen sınırlar da önemlidir.
Mesela, bir önceki yetki çerçevesinde 1) Sıcak takip, 2) Sınıra koruma ateşi mümkündü.
Ama tümen düzeyinde birliklerin sınır ötesine kaydırılması siyasi otoriteye sorulmak zorundaydı.
Askeri tabirle "angajman kurallarının" kamuoyu ile paylaşılmasını bekleyecek kadar saf değilim.
Sadece yetkinin sınırının, operasyonun boyutunu belirleyeceğini hatırlatmak istiyorum.
Yazının Devamını Oku 27 Kasım 2007
ANKARACUMHURBAŞKANI Abdullah Gül’ün gelecek haftaki Pakistan ziyareti sadece ilk adım. Pakistan’daki rejim krizi ortada. O yüzden Gül’ün gezisi kritik dengelere göre planlandı.
Devlet Başkanı Pervez Müşerref’in Suudi Arabistan gezisinden sonra Türkiye’ye gelmesi olasıydı.
Ama o zaman Türkiye’nin desteği "Pakistan’a değil Müşerref’e" diye algılanacaktı.
Abdullah Gül’ün İslamabad gezi programı bu ince hesaplara uygun yapıldı.
Türk Cumhurbaşkanı, sadece Müşerref ile görüşmekle kalmayacak.
Muhalefetin iki önemli lideri Benazir Butto ve Navaz Şerif’le de buluşacak.
Pakistan’ın stratejik konumu eskiden sadece Çin’le birlikte düşünülürdü. Afganistan savaşları paradigmayı değiştirdi, yeniledi. Artık Pakistan ve Afganistan bölgede birlikte çalışan Batı’nın iki müttefiki olsun isteniyor. Teşbihte hata olmazsa... Türkiye ve Yunanistan gibi.
Ankara, Washington’da yakından izlenen işbirliği için ilk adımı bahar aylarında attı.
Pervez Müşerref ile Afgan Devlet Başkanı Hamid Karzai, Ankara’da buluştu. ABD’nin sadece el sıkışmalarını sağlayabildiği iki lider Türkiye’de ortak deklarasyona imza attı.
Abdullah Gül’ün Pakistan gezisinden sonra işbirliği için somut proje masaya konulacak.
Tıpkı İsrail-Filistin örneğinde olduğu gibi ortak ekonomik çıkar zemininde ilerlenecek.
Projenin mimarı Odalar Birliği olacak, adresi ise Tora-Bora.
Yani Usame bin Ladin’in saklandığı dağlar bu kez barışa hizmet edecek.
Anayasa kime sorulur
BAŞLIKTAKİ soruyu yadırgamayın... Çünkü sonuçta Anayasa da mevsimsel bir metin.
Gönlünüzden nasıl bir Türkiye geçiyorsa, onu bilmek yeterli.
O Türkiye’ye uygun Anayasa’yı yazmak işin en kolay kısmı.
AKP’nin Anayasa taslağındaki temel eksik belli.
Yarının Türkiye’si için kimden vizyon alındığı ortada yok. Eğer tek bir partinin vizyonu esas alındıysa eksik...
Yok AKP bile yeni Anayasa’daki Türkiye siluetine sahip çıkmıyorsa daha da kötü.
AKP işin içinden çıkamayınca sıra sivil topluma geldi.
Süheyl Batum Hoca’nın Barolar Birliği için hazırladığı taslak tamam.
TÜSİAD ve sendikalar önümüzdeki günlerde metinlerini kamuoyu ile paylaşacak.
Odalar Birliği ise farklı bir yöntem izleyecek.
Yeni Türkiye ve yeni Anayasa’yı eşanlı olarak tartışmaya açacak.
Önce nasıl bir Türkiye istediğimize karar vereceğiz.
Ardından o Türkiye’ye uygun Anayasa için çalışacağız.
Sıddık Bilgin kitabı
İZMİR’de trafik kontrolünde ölen gencin haberini gördüğümde... Gözüm tesadüfen masamdaki Sıddık Bilgin kitabına takıldı.
Neden bilmem, aralarında 22 yıl olan bu iki ölümü irtibatladım.
İzmir’deki hikáyeyi bilmeyen kalmadı, Sıddık Bilgin’inkini anlamak çok daha zordu.
Timur Gürkan gibi gazeteci arkadaşların aylar süren takibi... Parlamenter ve aralarında benim de bulunduğum bir grup gazetecinin karlı dağlara tırmanıp iz araması sonucunda Sıddık Bilgin isimli öğretmenin önce işkencede öldürüldüğü, ardından kaçarmış süsü verilerek kurşuna dizildiği ortaya çıktı. O tarihte infazın sorumlusu ilan edilen devlet yetkilisi A.Ş. kendisini bildik söylemle savundu: Sanık PKK’lıydı... Dış mihraklar hedef gösteriyordu...Siyasiler prim uğruna karalıyordu.
Anlayacağınız, 22 yılda zihniyet hiç değişmedi.
İzmir’deki genç için de onlarca bahane bulunacak. Örneğin, "Araçtaki El Kaide bombacısı olsaydı, polis kahraman ilan edilecekti" denilecek. El hak doğru, ama yine de trafik suçlusunu öldürmek hiçbir vicdana sığmayacak.
Anayasa’yı tartıştığımız şu günlerde aklıma takılıyor...
Eğer kullanamayacaksak daha fazla demokrasinin anlamı ne ki?
Yazının Devamını Oku 25 Kasım 2007
<b>ANKARA</b><br>ÖNCE şu gerçeği içimize sindirmemiz gerekli:Güneydoğu’daki ekonomik ve sosyal yapı, terörü tetiklemiş olabilir. Ama şartlarda düzelme terörü bıçak gibi kesmez.
O yüzden Güneydoğu paketlerinin ancak uzun vadede işe yarayacağını bilmek lazım.
* * *
Hazine Bakanı Mehmet Şimşek bölge çocuğu, iyi bir iktisatçı.
Ankara’yı ziyaret eden yabancı heyetlerin uğramadan geçmediği isim.
Peki Mehmet Şimşek, yabancılara Güneydoğu için ne anlatıyor derseniz, işte yanıtı:
1. Fiziki altyapı çok önemli. Köydes ve Beldes projeleri çok başarılı yürütülüyor.
2. Beşeri sermayeye yatırım yapıyoruz. Eğitim ve özellikle kız çocuklarında okullaşma oranı yükseliyor.
Peki daha fazla ne yapmak lazım? Söz yine Şimşek’in:
- Sulama, zirai eğitim ve tarıma dayalı sanayi.
Yani sulanan alan artacak, bilinçli tarım yapılacak.
Tarım ürünlerinin katma değeri fabrikalarda katlanacak.
Ancak Mehmet Şimşek, yabancıları peşinen uyarıyor:
- Yatırımların artması için terörün mutlaka bitmesi şart. Yoksa bırakın yabancıyı, yerli zengin bile bölgeye yatırım yapmıyor.
* * *
AKP’nin yurt genelinde iyi-kötü çalışan teşvik sistemi Güneydoğu’da sonuç veriyor mu?
"Çok az başvuru alıyoruz" diyor Bakan Mehmet Şimşek ve ekliyor:
- Teşvik sisteminin geneli üzerinde çalışıyoruz. Belki de Güneydoğu’ya özel teşvik verebiliriz.
Tayyip Erdoğan, Mehmet Şimşek’i New York, Londra gibi finans merkezlerinde tanındığı için seçmiş olabilir.
Ama Batmanlı bir Hazine Bakanı, Güneydoğu teftişine gelenlerinin de ilgisini, güvenini uyandırıyor, bizden söylemesi!
Çekirge 2 kez zıpladı
BBP Lideri Muhsin Yazıcıoğlu’na göre Murat Karayılan, kanser hastası ve Bağdat’ta tedavi görüyor.
ABD’nin elinde olduğu ve paketlenip Türkiye’ye yollanacağı haberleri bu yüzden yayılıyor.
Bu sözleri duyunca bir yıl öncesini hatırladım.
İran’ın Kandil’i bombardımanı sırasında yaralanan Karayılan, Erbil’de hastaneye yatıyor.
ABD istihbaratı bu bilgiyi Türkiye’ye iletiyor. Ankara, teröristi resmen istiyor ama Barzani yanaşmıyor.
Eğer Yazıcıoğlu haklıysa çekirge ikinci kez zıpladı, ama üçüncü hakkı olacak mı bilinmez.
Sam Amca, binbaşı arıyor
EMEKLİ Tümgeneral Nejat Eslen, ABD ordusuyla ilgili son rakamları yollamış. CNAS isimli think-tank kuruluşuna göre Irak’ın kuzeyinde PKK’ya karşı yeni müttefikimizin konumu pek iç açıcı değil. İşte rakamlar:
West Point mezunu parlak subaylar orduyu terk ediyor. 2001 sınıfının yüzde 46’sı, 2000 sınıfının yüzde 54’ü beş yıllık mecburi hizmeti arkalarında bıraktıkları an istifa etti, sivil hayata geçti.
2013 yılında ABD Ordusu’ndaki subay sayısı, ihtiyacın 3 bin altında kalacak. Özellikle binbaşı rütbesindeki subaylarda açık yüzde 17’ye yaklaşacak. Bu yüzden yüzbaşı ve binbaşı rütbesine terfiler şimdiden hızlandı.
ABD Ordusu’ndaki er ve erbaşların yüzde 90’ının lise mezunu olması hedefleniyor. Ancak mezunlardan sadece yüzde 30’u ordunun aradığı sağlık, eğitim ve ahlaki normlara uyuyor. Üniversiteye gidenler düşülünce her 100 mezundan sadece 25’i orduya katılıyor.
Neticede ABD’nin tüm muharip tugayları ya yurtdışında konumlanmış durumda veya hareket emri bekliyor. Dolayısıyla ABD’nin muharip birlik kaynaklarının sonuna geliniyor. (Zorunlu askere alma hariç.)
Demek ki iki cephede birden, yani Afganistan ve Irak’ta aynı anda savaşmak ABD’nin bile gücünü aştı.
Bu rakamlara bakınca, ABD’nin bizim bölgede kendi adına dövüşecek cengaver aramasına şaşmamak lazım.
Yazının Devamını Oku 24 Kasım 2007
ANKARAÖNCE Referans Gazetesi’nden yorumsuz aktaralım..."(Cumhurbaşkanı Abdullah Gül) Dünyanın başka yerlerinde ’bize benzeyen örneklerden’ söz ediyor. Bu örnekleri, ’Sadece İspanya demiyorum, Latin Amerika’da filan’ diye muğlak bıraksa da akıllara ’İspanya tipi bir düzenlemeyi’ getirmiş oluyor."
Cengiz Çandar (Referans, 22 Kasım 2007)
Sonra bu tarihten bir hafta önceki Hürriyet’e göz atalım.
"(Başbakan Recep Tayyip Erdoğan) Terör örgütü silah bırakana kadar mücadele devam edecek. Güvenlik güçlerinin duyarlılığı silah bırakılıncaya, terörist dağdan şehre ininceye kadar sürecek. İspanya, ETA’nın kökünü kazıyamadı. Siyasi hareketle örgüt ters düştü, sonunda siyasallaşma başlayınca örgüt zayıf düştü ve başka sıkıntı yaşandı."
Enis Berberoğlu, (16 Kasım 2007)
* * *
Devletin bir ve üç numarası (iki numara Meclis Başkanı) bir hafta arayla İspanya’dan söz ettiler.
Ama ayrıntıya girmedikleri için verdikleri örnek akıllara sadece ETA ve PKK benzerliğini getirdi.
ETA Bask bölgesinde 1958’den bu yana, PKK Güneydoğu’da 1984’ten itibaren kan döküyor.
Ve sanılanın aksine, iki ülkenin terörle mücadele deneyimi arasındaki paralellik bu kadardan ibaret!
Çünkü Bask milliyetçiliği İspanya’da ETA’ya (veya siyasi kanadı Batasuna’ya) değil çok daha güçlü bir parti olan PNV’ye emanet.
Asırlık Milliyetçi Bask Partisi (PNV) açıkça bağımsız devlet kurmak istiyor ama amacına şiddetsiz ulaşmaya çalışıyor.
Hıristiyan demokrat kimlik taşıyan bu parti, terörle mücadele için (ETA’ya da karşı) devletle işbirliğinden kaçınmıyor.
Neticede Bask bölgesinde yüzde 10 ila 15 arasında değişen düzeyde kemik oya sahip bulunuyor.
Şimdi benzerlikleri bir yana bırakalım, gelelim İspanya ile Türkiye arasındaki kritik farka...
İspanyol mahkemeleri ETA’ya "terörist" diyemeyen Batasuna’yı kapattı ve yasadışı ilan etti...
Buna karşılık Milliyetçi Bask Partisi özgürce örgütleniyor, seçime giriyor, koltuk kazanıyor.
Çünkü İspanya’da "ayrılıkçı düşünce" ifade özgürlüğü çerçevesinde kabul ediliyor, suç sayılmıyor.
Madem Türkiye’yi İspanya örneği üzerinden tartışıyoruz, şu teorik soruya da yanıt arayalım:
Eğer DTP, PKK’nın terör eylemlerini kınasa, örgütle arasına mesafe koysa ve fakat bağımsız Kürt devletini savunsaydı...
Kapatma davasından kurtulabilir miydi? Hiç sanmıyorum.
* * *
AKP’nin Anayasa paketi yılbaşında yani bütçeden sonra Meclis’e sunulacak.
İster misiniz taslakta şiddeti içermeyen her türlü düşüncenin ifadesi serbest bırakılsın.
Kürt milliyetçiliği, ayrılıkçı propaganda ve benzeri tabuların yıkılması önerilsin.
Eğer bu değişiklikler geçerse Türkiye’nin bölüneceğinden korkuyorsanız...
Lütfen bir an düşünür müsünüz, Kürtler hangi iki ülke arasında seçim yapacaklar? Türkiye ile Kuzey Irak’tan hangisini seçecekler...
Dört düşman ülke arasında sıkışmış Irak’ın kuzeyini mi, yoksa AB’ye yürüyen Türkiye’yi mi?
Üstelik yakın tarih bize öğretti ki, daha fazla demokrasi terörün boy attığı bataklığı kurutuyor.
Avrupa Birliği gibi eleştirel bakanlar bile bugünün Türkiye’sinde artık PKK’yı anlamıyor, desteği kesiyor.
* * *
O yüzden diyorum ki, ben 2 vakte kadar 2 paket bekliyorum.
İlk pakette PKK’nın lider kadrosu teslim edilecek, örgüte büyük darbe inecek.
İkinci pakette ise başta 301 olmak üzere yeni özgürlükler yer alacak.
Terörle mücadele ile teröristin imhası birbirine karışmayacak.
Askerin haklı olarak istediği gibi örgüte katılım azalacak.
Belki terör bitmeyecek ama örgüt yalnız kalacak, marjinal hale gelecek.
Böyle bir Türkiye inanın hayal değil!
Yazının Devamını Oku