Emin Çölaşan

İçişleri Bakanı’na açık mektup (2)

18 Ekim 2006
"SAYIN Aksu, Ankara rezalet durumda. Ankara’nın tüm ana geçişleri gereksiz bir biçimde kapatıldı ve her şey altüst oldu. Her gün -yaya ve sürücü- en az 500 bin insan işkence ve azap çekiyor. Başkentte "Ben yaparım, herkes katlanmak zorundadır" anlayışı egemen. Bu konuda Ankara Büyükşehir Belediyesi’ne hitaben 17 ve 20 Eylül günlerinde ’Ankara Rezaleti’ başlıklı iki yazı yazdım ve sorular sordum. Yanıt veremediler. Son olarak size hitap eden bir yazı yazdım. Tarihi 30 Eylül 2006. Başlığı: İçişleri Bakanı’na Açık Mektup.

Sayın Aksu, son yazımın çıktığı gün bakanlıktan basın danışmanınız İbrahim Saraçoğlu aradı ve sorularımın -sizin emrinizle- Valilik eliyle Büyükşehir Belediyesi’ne gönderildiğini bildirdi.

Bugün 18 Ekim. Aradan 18 gün geçti ve henüz bir yanıt yok.

Oysa sorduğum sorular çok basit: Büyükşehir Belediyesi, Ankara’yı felç eden -ve aylarca sürecek- olan bu işi hangi firmaya verdi? Kaça verdi? İhale açıldı mı? Açıldıysa, ihale ilanı nerede yayınlandı? Açılmadıysa niçin? O takdirde bu iş hangi gerekçeyle o firmaya -veya firmalara- verildi?

Mektubumda sorularıma devam etmiştim: Belediyecilik insanlara eziyet çektirme yeri midir? Milletin vergilerinden toplanan paraları böyle savurmak, plansız programsız ve zamansız iş yaparak insanları çileden çıkarmak ve milyonlarca insana hizmet tacizi yapmak mıdır?

Sayın Aksu, siz devletin bakanısınız. Belediyeler size bağlı. Ankara’da yüzlerce trilyon dönüyor. Halkın ve milletin parasıdır. Bunun hesabı sorulmazsa neyin hesabı sorulur? Belediye yanıt veremiyor. Size mektup yazıyorum, sizin bunları Ankara Valiliği eliyle Belediye’ye gönderdiğiniz bana resmen bildiriliyor, aradan net 18 gün geçiyor ve yine yanıt yok. Bu nasıl iştir?

Devletin ve milletin parası harcanırken, bunun hesabı kimden gizleniyor? Belediye Başkanı sizin partinizden olabilir. Ama bu durum, yanıtları halktan gizleme hakkını kimseye vermez.

Teşekkür ederim, ilgilenip sorularımı onlara göndermişsiniz. Fakat size rağmen yanıt gelmiyor. O zaman akıllara şu soru geliyor: ’Bunlar acaba aynı partiden olmaya güvenip İçişleri Bakanı’nı da umursamıyor mu?’

Bu soruları bir yanıt gelene kadar size sormayı sürdüreceğim Sayın Aksu. Saygılarımla."

***

Sevgili okuyucularım, İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu’ya yazdığım bu ikinci mektupta da yanıt gelmediğini ve beklemeyi sürdüreceğimi vurguladım.

Ancak bu konuda bir yanılgı yaratmak istemem! Aslında Melih Gökçek’ten iki yanıt geldi. Bana iki adet e-posta mesajı gönderdi. Bunları okurken kendisinin "düzeyini" de iyi görmenizi özellikle rica ediyorum:

"Yazında Abdülkadir Aksu’dan gelecek yanıtı merakla bekliyorum demişsin. Sorduğun suallere gelince gülünç oluyorsun. Gel televizyona tartışalım diyorum. Hadi bi cesaret geliver. Servetinizi çok merak ediyorum. Bakalım başkalarını atlattığın gibi beni de atlatabilecek misin. Gelemezsin. Cesaret ister. Ama çare yok seni eninde sonunda ekranda yakalayacağım. Tıklamanı bekliyorum. Gene tıklamazsan bak önümüzdeki günlerde seni nasıl tıklatıyorum."

Bu mesajı 2 Ekim Pazartesi saat 02.30’da, uykusu kaçınca yazmış. Şimdi ikinci mesaja bakalım:

"Bak şunu unutma, bu kez seni sonuna kadar kovalayacağım. Hadi köşende tıklasana. Zor değil mi?.."

Bu mesajı da 12 Ekim Perşembe gecesi saat 03.24’te, yine uykusu kaçınca yazmış! Size bunları adamın "düzeyini" göstermek için aktarıyorum.

Konuyu saptırıyor, kabadayı üslubuyla aklınca tehdit ediyor!

Ankara’yı felç etmiş, her gün yüz binlerce insana çile çektiriyor. Kendisine ihale ve para soruları sorulduğunda ise bir türlü yanıt veremeyip olayı başka yerlere çekmeye yelteniyor.

***

Servetimi merak ediyormuş! İnsanoğlu meraklıdır! Onun servetini merak edenler de çok! Şimdi ben kendisine burada açıkça soruyorum ve yanıtı faks veya mektupla, altına mutlaka imzasını atarak göndermesini bekliyorum:

"1- Servetimi hangi nedenle merak ediyorsun? Belediye başkanı sıfatınla mı, meraklı taze sıfatınla mı? Aynı merakı partili amirlerin ve yandaşlarının serveti için duyuyor musun?

2- Ömrüm boyunca bir üçkağıt, vurgun, avanta, rüşvet, yolsuzluk, komisyon, kara para, gizli iş, ortaklık, vergi kaçırma vesaireye bulaştığımı, iş takibi, iş bitiricilik yapıp çıkar sağladığımı, ahlak, yasa ve kural dışı bir lira bile olsa gelir elde ettiğimi mi iddia ediyorsun? Evet mi, hayır mı?

3- Evet ise nedenlerini belirteceksin. Eğer bildiğin bir şey varsa açıkça, kanıtlarıyla, ama altına imzanı atıp yazacaksın ve bana imzanla göndereceksin. Sonra sana çağrıda bulunacağım, -servet konusunda senin bazı adamlarını ve yakınlarını da aramıza katarak- ne gerekiyorsa birlikte, gerekirse yargı önünde yapacağız. Bu sorulara tek tek ve imzalı yanıt vereceksin. Sana yarın (19 Ekim Perşembe) saat 13.00’e kadar süre tanıyorum. Sakın ihmal etme, bekliyorum!"
Yazının Devamını Oku

Nobel’li ’Türk’... Maskenin arkası

17 Ekim 2006
NÜFUS káğıdında "Türk" yazan birinin Nobel Ödülü alması çok sevindirici oldu. Hele bazıları sevinçten adeta göbek attı. İşin perde arkasını irdeleyenlerin sesleri medyaya fazla yansımadı. Bu ortamda yansıması da zaten beklenmezdi.

"Türk"e Nobel Ödülü verilmesi süreci uzun süredir başlamıştı. "Türkler bir milyon Ermeni, 30 bin Kürt kesti" sözlerini o arkadaş boşuna söylememişti. Ödülü kapmak için bu ve benzer sözleri söylemek, romanlarında durup dururken Atatürk’ü aşağılamak gerekiyordu. Bu kulisler öylesine "ustaca" yapılacaktı ki, Bay Corc Bush İstanbul gezisinde kendisinden övgüyle söz edecek, Türkiye’yi abluka altına alan AB komiserleri onu evinde ziyaret edip övgüler düzecekti.

Corc Bush İstanbul’da yaptığı konuşmada o zattan boşuna "büyük yazar" diye söz etmedi. Elbet bir bildiği vardı.

Prof. Dr. Erol Manisalı, olacakları hepimizden önce görmüştü. 19 Aralık 2005 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’ndeki yazısının başlığı şöyleydi: "Orhan Pamuk Nobel’i garantiledi." Özetle şunları yazmıştı:

"Pamuk popüler bir yazar. Pamuk meselesi bundan mı kaynaklanıyor? Hayır. Onun sözde Ermeni soykırım meselesinde, ABD ve AB siyasi çevrelerinin görüşlerine destek vermesinden kaynaklanıyor. Bu desteği verirken Türkiye’yi aşağılayıcı bir üslup kullanıyor. Başkan Bush, Ortaköy’de yaptığı konuşmasında Pamuk’tan övgüyle söz ediyor. Brüksel (AB) siyasi çevreleri de her an arkasındalar. Washington ve Brüksel siyasilerinin ve bürokratlarının dayatmak istedikleri emperyalist tutuma destek veren açıklamalar yapıyor. Bush ve Brüksel çevrelerinin Orhan Pamuk’a verdiği desteğin nedenleri ortaya çıkıyor. Ben söylemiyorum, kendileri söylüyor. Emperyalizmin çirkin yüzünün içimize yansıyan çarpıklığını yaşıyoruz.

Sömürgecilerin ekmeğine yağ sürüyorsunuz ve bunu özgürlük adına, demokrasi adına diye pazarlıyorsunuz. Ne acı..."

Erol Manisalı,
bu arkadaşın Nobel’i hangi yöntemlerle, hangi pazarlıklarla garantilediğini taaa 10 ay önce yazmış.

* * *

Şimdi de TC uyruklu ve Nobel’li arkadaşın bir romanından Atatürk’le ilgili birkaç alıntı yapalım!

"Çocukluğunda kız kardeşiyle tarlada karga kovalayan sapık bir padişah... Sonra kasaba meydanına dolanır, Atatürk heykeline sıçan güvercinleri ayıplar... Atatürk kendini içkiye vermiş meyhane kalabalığına Cumhuriyet’i emanet etmiş olmanın güveniyle gülümsüyordu... Atatürk’ün leblebi zevkinin ülkemiz için ne büyük bir felaket olduğu..."

Rahmetli Ahmet Taner Kışlalı öldürülmeden kısa süre önce, 27 Ocak 1999 tarihli yazısında Orhan Pamuk için şöyle yazıyordu:

"İnandıklarını açıkça savunanlara hep saygı duydum. O düşüncelere karşı olsam bile. Ama o yürekliliği gösteremeyip de bunu sinsice yapmaya kalkışanlara, oraya buraya ’bityeniği’ sokuşturanlara hep tiksinerek bakmışımdır. Bunu hep zayıf bir kişiliğin, zavallı bir ruh halinin yansıması olarak görmüşümdür. Oyun maskesiz oynanmalıdır. Çirkinlikleri gizleyen maskelerin indirilmesini de tüm ’gerçek aydınlar’ görev saymalıdır... Ve Pamuk adlı yazarı isteyen okumalı, isteyen sevmelidir.

Ama ne olduğunu, kim olduğunu bilerek! Maskenin ardındaki gerçek yüzü görerek!"

* * *

Hayat öğrenmekle geçiyor! Şimdi bir şeyi daha öğrenmiş olduk. İsveç’ten Nobel kazanmak için Orhan Pamuk gibi olacaksın. O ülkelerde ağırlanacak, gelir elde edecek, lobi faaliyetini hem ABD, hem de AB nezdinde çok iyi sürdüreceksin.

Türklerin Ermenileri ve Kürtleri kestiğini engin bilginle açıklayacak, hatta bilançoyu bile vereceksin!

"Bir milyon Ermeni, 30 bin Kürt!"

AB
ülkeleri ve Nobel Ödülü’nü veren İsveç seni ayakta alkışlayacak, Nobel kulisleri kızışacak. "Bizim Orhan tam isteğimiz adam" sözleri Avrupa ve İsveç’te yankılanacak.

Ama o veciz sözlerinde Ermenilerin kestiği on binlerce Müslüman Türk, PKK’nın şehit ettiği altı bin askerimiz ve polisimiz yer bulmayacak.

Yazdıkların ve verdiğin demeçler için onlardan hep "aferin" alacaksın.

Ermenileri
ve Kürtleri kestiğimizi, soykırım yaptığımızı savunacak, Atatürk’le alay edeceksin.

Yine de, ben bu arkadaşa Nobel Ödülü verilmiş olmasından dolayı çok mutluyum valla! Niçin?..

Çünkü onun kimliğinde "TC" yazıyor. O bir "Türk!"

İnanmayan nüfus káğıdına, pasaportuna baksın!


Arkadaş ABD ve AB’yi hoşnut kılmayı başarmış, kulisini yapmış ve yaptırmış, Fransız Parlamentosu Ermeni tasarısını onaylarken, aynı anda ödülü kapmış. Rastlantı!

Türkiye’de daha nice Orhan Pamuk’lar var, darısı onların başına!
Yazının Devamını Oku

Hiç değilse çalıya takalım!

15 Ekim 2006
VATANDAŞ Mustafa Enginar, Ankara Bahçelievler’de oturuyor. Bir diplomat, Enginar’ın Dışişleri Bakanlığı’na verdiği dilekçeyi birkaç gün önce "tam zamanıdır" diyerek bana iletti. Dilekçenin bakanlık arşivindeki tarihi 17 Ekim 2005, kayıt numarası AB 5421/10/05.

Enginar bunları bir yıl önce yazmış ama hiçbir şey değişmemiş. Güncelliğini aynen koruyor. Lütfen sonuna kadar okuyunuz, sıradan bir vatandaşın gözüyle AB olayını ve dilekçedeki muhteşem ince mizahı izleyiniz:
/images/100/0x0/55ea57d2f018fbb8f879bfd6
"Dışişleri Bakanlığı Halkla İlişkiler Dairesi Başkanlığı’na. Malum, 3 Ekim 2005 tarihinde birçok tavizler karşılığında zar-zor Avrupa Birliği’nden müzakerelere başlanması kararı aldık. İnşallah hayırlı olur. Bu müzakere için aziz devletimizi, yanında Kuzey Kıbrısımızı masaya yatırdık.

Avrupa Birliği doymak bilmeyen bir iştahla istiyor ve aklına yeni bir şey geldikçe gene istiyor. Hiç bıkmadan usanmadan ’VER’ diyor. Mesela Türkiye bugünkü tekil yapısından vazgeçmelidir. Türkiye bir milli devlet değildir. Türkiye, Ermeni soykırımını tanımalıdır. Türkiye, Yugoslavya gibi dağılmalıdır. Türkiye, Rumları meşru devlet olarak tanımalıdır. Alevileri ve Kürtleri azınlık saymalıdır. Türkiye, dairelerden Atatürk’ün resimlerini indirmelidir.

Avrupa Birliği’nin bundan evvelki isteklerine tam bir teslimiyetle uyulmuştur. Bu gidişle Avrupa Birliği, içine almasa bile BİZ’i kapısına sımsıkı bağlayacaktır. Avrupa Birliği’ne sırılsıklam áşık olan ülkemin gözü, ne yazık ki başka bir şey görmemektedir."

Şimdi hiç ara vermeden dilekçenin bundan sonraki bölümünü aynen okuyalım:

"1967-1970 yılları arasında (Ankara) Ulus’ta Sümerbank Genel Müdürlüğü’nde bankacılık bölümünün Ankara Şube Müdürlüğü’nde istihbarat uzmanı olarak çalışıyorum.

İşyerimiz girişte, zemindedir.

Dairenin en üst katındaki yemekhaneye gidebilmek için birinci kattan asansöre binmek lazımdır. Bir gün öğle yemeği için asansörün önüne geldim. Onun yukarıdan aşağıya inmesini bekliyorum.

Benim dışımda orada birisi güzel iki bayan var. Aralarında konuşuyorlar. İstemeden de olsa söylediklerini işitiyorum.

Güzel olanı anlatıyor:

’İki üç gündür aşçı bana yemekleri az koyuyor. Niçin böyle davranıyorsun diye sordum. Dul olduğumu öğrenmiş. Sen Ali’ye veriyormuşsun, bana da ver, diyor.

Ben de mal benim değil mi, istersem Ali’ye veririm, istersem çalıya takarım dedim.’

Avrupa Birliği ve Avrupa Parlamentosu galiba bizi, o aşçı gibi, DUL sanıyor. Durmadan istiyor.

Bize çalıya takma şansı bile tanımıyor.

Müzakerelerin kutlu devletimizi rahatsız etmeyecek şekilde yürümesini temenni ederim.

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 10. maddesi paralelinde düşüncelerimi açıkladım.

Saygılarımı sunuyorum. Mustafa Enginar. İmza. Adres."

* * *

Vatandaş Enginar olacakları ve başımıza gelecekleri bir yıl öncesinden görmüş, endişelerini dile getirmiş, Dışişleri Bakanlığı’na verdiği dilekçede muhteşem bir mizahla anlatmış.

Milyonlarca insanımız görüyor, Türkiye’yi yönetenler ya göremiyor, ya da görmek istemiyor.

Bize "çalıya takma şansı" bile tanımayanların karşısında koskoca Türkiye Cumhuriyeti’ni oyuncak ettirenler işte onlar.
Yazının Devamını Oku

Eski hamam eski tas tellaklar değişti

14 Ekim 2006
DÜN Ankara’nın başkent oluşunun 83. yıldönümü idi. Bu olay ve sonrası, yakın tarihimizin ilginç kesitlerinden birini oluşturuyor. Bunları daha önce de yazdım, bu süreci iyi bilmek gerekiyor... Çünkü dün yaşadıklarımız, bugün başımıza gelenlerin adeta bir kopyası. Yıl 1923. İstiklal Harbi kazanılmış, vatan kurtarılmış, yeni bir devlet kurulmuş. Yoksul, çaresiz, savaş yorgunu ama onurlu Türkiye, ayaklarının üzerinde durmaya çalışıyor. Elde avuçta sefalet, fakirlik ve her şeyi ile çökmüş bir vatandan başka bir şey yok. Yol, fabrika, sanayi, ticaret, tarım, insan gücü, hiçbir şey yok.

Temmuz 1923. Lozan Antlaşması imzalanıyor, vatanın bağımsızlığı diğer uluslar tarafından kabul ediliyor, başımızdaki kapitülasyon belası kaldırılıyor.

13 Ekim 1923. Tek maddelik bir kanunla, Ankara’nın başkent olması Meclis tarafından kabul ediliyor. Bozkırdaki tozlu, bakımsız, yolu, suyu, konutu olmayan Anadolu kasabası, artık yeni devletin simgesidir.

Aradan 16 gün geçiyor ve 29 Ekim 1923 günü Cumhuriyet ilan ediliyor. Süreç artık başlamıştır. Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde genç devlet, dünyaya karşı kişiliğini adım adım kazanacaktır.

Şimdi gelelim öykümüzün en can alıcı bölümüne. Ankara başkent olmuştur ama savaşta yendiğimiz emperyalist ülkeler bu kararı tanımazlar. Evet, yanlış okumadınız. Tanımazlar! Osmanlı döneminde, hepsinin büyükelçiliği eski başkent İstanbul’dadır. Temsilciliklerini Ankara’ya getirmeyi reddederler. Türk hükümeti bunlara sürekli çağrıda bulunur ama sonuç değişmez.

Dünya diplomasi tarihinde böyle bir olay olmamıştır.

Direnenlerin başını İngiltere çekmektedir. Fransa, İtalya ve diğerlerinin tavrı da aynıdır. Arşivler artık açıldı. Bu büyükelçiliklerin kendi ülkeleriyle bu konuda yaptıkları resmi yazışmalar bugün elimizde. Bunlarda hep şu görüşe yer verilir:

"Cumhuriyet rejimi tutmayacak ve çökecektir. Dolayısıyla, İstanbul yeniden başkent olacaktır. Büyükelçiliği Ankara’ya taşımaya gerek yoktur."

Aradan iki yıl geçer. 1925 yılında Ankara’da sadece iki büyükelçilik vardır. Sovyetler Birliği ve Afganistan. Genç Cumhuriyet rejimi, bunu bir onur sorunu yapar. Sürekli girişimde bulunur ama sonuç alamaz.

Avrupalılar da bir yerde haklıdır! İstanbul’daki büyükelçilikleri genelde Boğaz kıyısında, ya da kentin en seçkin yerlerindedir. Sosyete, kaymak tabaka oradadır. Şimdi ne yapacaklardır bir oteli bile olmayan bozkır kasabası Ankara’da! Gerçi yeni devlet, onlara kasabanın en çok gelişecek yerlerinde büyükelçilik binalarını yapsınlar diye bedava arsalar vermiştir ama kime ne! İstanbul’daki İngiltere Büyükelçisi Henderson, Londra’ya yazıyor:

"Ankara’nın başkent olarak kalması, Mustafa Kemal’in plan ve ihtirasları için gereklidir. Ben bugünkü Büyük Millet Meclisi’nin iki yıllık ömrü olacağını ve Ankara’nın da iki yıl başkent kalacağını sanıyorum. İstanbul’un çekim gücü fazladır ama Türk hükümetini tekrar Boğaz kıyısına çekebilmek için iki yıldan fazla zaman geçebilir."

***

Aradan tam altı uzun yıl geçer ve direniş cephesi 1929 yılında önce İtalya ile çökmeye başlar. Bu ülke, büyükelçiliğini Ankara’ya taşımaya karar verir. Ardından Fransa çözülür... Ve İngiltere, büyükelçiliğini İstanbul’dan Ankara’ya 1930 yılında, Ankara’nın başkent oluşundan tam yedi yıl sonra getirir. İşte, Ankara’nın başkent olmasından sonra yaşanan serüvenin bir bölümü böyledir!

Genç Cumhuriyet rejiminin bu emperyalist ülkelerle her konuda nasıl boğuştuğunu, adamların bizi nelerle uğraştırdığını, ayağımıza çelme takmak, bizi zayıf düşürmek, peşlerinden koşturmak, incitmek, küçümsemek ve adam yerine koymamak için ne gibi oyunlara başvurduğunu görüyor musunuz!

Ankara’nın başkent olmasından sonraki olayları, Büyükelçi Bilal Şimşir’in "Ankara Ankara... Bir Başkentin Doğuşu" isimli kitabından okuyunuz. (Bilgi Yayınevi). Bir ibret belgesidir. Şimşir bu "macera romanını" belgelerle aktardıktan sonra şöyle diyor:

"Böyle bir ’ikilik’ tarihte görülmüş değildir. Bir devletin başkenti bir şehirde, o devlette görevli yabancı diplomatik temsilciler ise başka şehirde! Yeryüzünde hiçbir devlete böyle bir muamele reva görülmemiştir. Başka devletler de tarih içinde başkent değiştirmişlerdir. Başkent değiştirmek veya yeni bir başkent kurmak, bir devletin egemenlik hakkıdır. Başkentini değiştirdi diye cezalandırılan yalnız Türkiye olmuştur. Ankara’yı başkent yaptı diye yeni Türk rejimi yıpratılmak, devrilmek istenmiştir. Türk’ün en doğal hakkı, adeta bir suç gibi görülmüştür. Türk ulusu bu en doğal hakkını kabul ettirebilmek için akla karayı seçmiştir."

O gün tepemize binenler aynı işi şimdi farklı yöntemlerle, AB şemsiyesi altında yapıp bizi aşağılıyorlar. Eski hamam eski tas, sadece zamanla tellaklar değişti.

Bizi yönetirken alet olanlar, göz yumanlar utansın. Eğer utanma duyguları kaldıysa.
Yazının Devamını Oku

Kabul etmeselerdi ne fark edecekti!

13 Ekim 2006
SEVGİLİ okuyucularım, burada inatla ve ısrarla aynı şeyleri sık sık yazıyorum... Çünkü işin temeli orada yatıyor. Eğer bir ülke dışarıda onurunu, saygınlığını yitirmişse, el kapılarında salya sümük ağlaşıp yalvarıyorsa, başına sürekli iş açılır. Dün Fransa’da olan, sadece budur. Bundan önce 16 ülke daha Ermeni soykırım masalına onay verdi. Ne yapabildik?.. Ve bunların içinde şimdi askerimizi gönderdiğimiz Lübnan bile var!

Fransız Meclisi dün bu yasayı kabul etmeseydi ne olacaktı? Bizim açımızdan bir şey değişecek miydi? Saygınlığımızı, onurumuzu mu kurtarmış olacaktık?

Yarın başka ülkeler de benzer uygulamaları karşımıza çıkaracak ve bizim hükümetimiz ağlaşacak, bağıracak, boykot çağrıları yapacak, o ülkelerin Türkiye’de iş yapan firmalarına rica minnet edecek.

Her ülke kendi ekonomik ve siyasal çıkarları doğrultusunda iş yapar. Beğenelim veya beğenmeyelim, gerçek budur. Siz onların karşısında kendinizi ezdirirseniz, ulusal onurunuzu ayaklar altına aldırırsanız, onlar istedi diye yasalarınızı bile değiştirirseniz, olacağı budur.

***

Filmin henüz başındayız. Bu AB sevdası başımıza daha ne işler açacak.

Sürekli olarak aşağılanacağız.

Bu işler öyle ABD ve İngiltere gezilerine çıkıp "Hello Corc, good morning Tony" demekle ve bunları Türk milletine yutturmaya kalkışmakla olmuyor.

Kürtçülük ve terör daha beter pompalanacak, filmin sonunda Türkiye’nin bölünmesi gündeme getirilecek.

Yanı başımızda Kerkük’te yaşayan Türkmen kardeşlerimizin anası ağlıyor, katliam yapılıyor. Kuzey Irak’ta Kürt devleti kuruldu. Nerede bu hükümet?

Fransız Meclisi dün Ermeni yasasına onay verdi. Düne kadar Fransa’ya posta koyanlar, tehdit edenler, biz size gösteririz diyenler, Fransız firmalarına rica minnet edip "hükümetinize baskı yapın" diyenler şimdi ne yapacak?

"Boykot" derseniz, yapamazsınız çünkü AB kurallarına aykırı. Büyükelçinizi geri çekseniz, birkaç hafta sonra yeniden gönderip tükürdüğünüzü yalamış olursunuz.

Evet ne yapacaklar, ne yapacaklar?

Hiç kuşkunuz olmasın, hiçbir şey! İşin tantanası birkaç gün sürecek, kınama mesajları yayınlanacak, sonra her şey unutulup gidecek.

Bir ülke saygınlığını yitirmişse, ulusal onurunu paspas gibi çiğnetiyorsa, el kapılarında ’ne olur bizi de aranıza alın’ diye yalvarıp yakarıyor ve sonuçta hep nasihat alıyorsa, olacaklar işte budur.

Bir kez daha söylüyorum. Dün Fransız Meclisi bu yasayı reddetse bir şey mi değişecekti! Hayır, değişen bir şey olmayacaktı.

Gelinen nokta AKP iktidarının dış politikadaki büyük hezimetidir. Ama beni ilgilendiren onların hezimeti falan değil, ülkemin içine düşürüldüğü bu zavallı durum.

Burada yıllardır yazıyorum. AB’ye gireceksek adam gibi, onurumuzla girelim. Kendimizi onlara ezdirmeyelim, daha fazla aşağılanmaya izin vermeyelim.

Lütfen düşünün. Haksız mı çıktım?

TRT ADAYI

Vallahi inanmıyorum, Türkiye’de olanlara inanmıyorum. Acaba rüyada mı yaşıyorum? RTÜK’ün AKP’li üyeleri, yasa uyarınca hükümete bildirilmek üzere TRT Genel Müdürü adayı olarak üç isim belirleyip hükümete sundu.

Adaylardan biri kim? Başbakanlık Müsteşar Yardımcısı Ruhi Özbilgiç.

Şimdi lütfen internete girip bizim gazetede Kamuran Zeren’in 13 Kasım 2005 tarihli haberini, benim 15 Kasım 2005 tarihli yazımı okuyun:

"Önce bu haberi ortaya çıkaran Kamuran Zeren’i kutluyorum. Emekli olmuş bir profesör Başbakan’a mektup yazıyor. Rüyasında şeyh hazretlerini görmüş. Rüyayı anlatıyor ve gereğinin yapılmasını istiyor. Başbakan, kendisine İstanbul’da evinde verilen bu mektubu Başbakanlığa iletiyor. Başbakanlık ise şeyhin rüyası mektubunu ilgisi (!) nedeniyle ve RESMİ YAZI ile Milli Eğitim Bakanlığı’na gönderiyor. Resmi yazının altındaki imza Başbakanlık Müsteşar Yardımcısı Ruhi Özbilgiç!

Milli Eğitim Bakanlığı ise kendisine gönderilen şeyhin rüya mektubunu bu kez ilgisi (!) nedeniyle YÖK’e gönderiyor.

Tam bir komedi, tam bir utanç olayı. Şeyh rüyalarıyla devlet yönetiliyor, resmi yazışmalar yapılıyor."

O yazışmaların altında imza olan şahıs şimdi TRT için üç genel müdür adayından biri. Hükümet üçün birini seçecek ve ismini Cumhurbaşkanı’na onay için gönderecek.

Üçü de yakışır da, bence Ruhi Özbilgiç en çok yakışır!
Yazının Devamını Oku

Soykırım, işin bahanesi

12 Ekim 2006
BİRİNCİ Dünya Savaşı’nda Doğu Anadolu’da, Osmanlı uyruğundaki Ermeniler devlete karşı ayaklandı. Rus ordusuyla boğuşuyorduk, Rus ordusu topraklarımıza girmiş ve Trabzon dahil Erzurum’a kadar ele geçirmişti. İşte bu ortamda, işgal yetmezmiş gibi, Ermeniler Türk ordusunu arkadan vuruyordu. Van, Bitlis gibi illerimizi ele geçirmeyi de başardılar! Dünyanın hiçbir devleti ve ordusu bu ihanete göz yumamazdı. Hükümet 1915 yılında tehcir (zorunlu göç) kararı aldı ve savaş bölgesindeki Ermeniler topluca Irak, Suriye ve Ürdün yörelerine sevk edildi.

Bütün bunlar olurken elbette ölümler oldu. Çok sayıda Türk ve Ermeni can verdi.

Karşılıklı çatışma ve Ermeni ihaneti vardı ama ortada asla soykırım yoktu.


Eğer devletin soykırım niyeti olsaydı, İstanbul, İzmir, Adana gibi illerimizde yaşayan on binlerce Ermeni yaşatılmaz, en azından oralardan sürgün edilirdi.

Ermeni soykırımı masalı, Batı dünyasının günümüzde Türkiye’ye karşı kullandığı kozlardan biridir. Nitekim günümüzde Pontus, Süryani ve saire soykırımı da gündeme taşınmak istenmektedir.

* * *

Şu anda sırada Fransa var! İyi de, bundan önce tam 16 ülke bu konuda karar aldı ve "Türkiye Ermeni soykırımı yapmıştır" dedi. Bunları tek tek sayalım:

Avrupa: Yunanistan, Kıbrıs Rum Kesimi, Belçika, Fransa, İsviçre, Slovakya, Hollanda, Polonya, Almanya, Litvanya.

(Bunların pek çoğunun AB ülkesi olduğunu unutmayalım!)

Amerika Kıtası: Kanada, Arjantin, Uruguay, Venezüella.

Ötekiler: Rusya ve bugün yardımına koştuğumuz Lübnan!

Dahası var. Avrupa Parlamentosu ve Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi de aynı doğrultuda kararlar aldı.

Şimdi sormak gerekiyor. Bütün bu kararlar göstere göstere geldi. Gökten zembille inmedi. Biz Türkiye olarak bunlar olurken ne yaptık? Ne yapabildik? Hiçbir şey!

Belki birkaç protesto notası verdik, göstermelik birkaç girişimde bulunduk. Hepsi o kadar. Niçin?..

Çünkü Türkiye Cumhuriyeti olarak dünyada -büyük bir pazar olmanın dışında- hiçbir ağırlığımız, hiçbir saygınlığımız kalmamıştı.

Bütün bunlar olurken biz AB kapılarında elaleme yalvarıp yakarıyorduk. "Aman bizi dışlamayın" diye dil döküyor, ne isterlerse fazlasıyla veriyor, yasalarımızı bile onların emirleri doğrultusunda değiştiriyorduk. İzleyin, bundan sonra da aynı şeyleri yapacağız.

* * *

Gerçek tablo karşımıza şimdi çıkıyor. Fransa, Türkiye’ye karşı bu saygısızlığı boşuna sergilemiyor. Varsayalım ki Fransız Parlamentosu bugün Ermeni tasarısını reddetti! Kendimizi "zafer kazanmış" olarak görüp bayram mı edeceğiz!

Elbette iktidar böyle yutturmaya kalkışacak. Ama acı gerçekler bununla bitmeyecek. AB yolunda biz onlara yalvardıkça karşımıza daha nice pislikler, nice soykırım masalları, başka konular ve yüz kızartıcı, utandırıcı engeller çıkarılacak.

Bunları görmeyenler ve görmek istemeyenler ya milleti kandırmaya yeltenen yalancılardır, ya ülkelerini AB’ye satmaya hazır bekleyen aymazlardır, ya da AB fonlarından ceplerine büyük paralar giren çıkarcılardır.

Bu işler oturduğun yerde Fransa’ya posta koymakla, tehditler savurmakla, Türkiye’de iş yapan Fransız firmalarını devreye sokup "Ben devlet olarak beceremedim, sen git hükümetine baskı yap" demekle, şantaj yapmakla olmaz.

Bütün bunlara AB üyeliği (!) uğruna katlanmıyor muyuz?

Peki adamlar bize açık açık "Sizin üyeliğiniz çok zor, hatta mümkün değil" demiyor mu?.. Ve bunu bizi yönetenlerin suratlarına karşı da her ortamda -Ankara’daki resmi ziyaretlerde bile- açık açık söylemiyorlar mı?

Batı’nın Türkiye’ye karşı bu tutumu yeni değil. Aynı düşmanca tutum taaa Osmanlı’dan beri devam ediyor.

Lütfen bir konuyu unutmayalım. Türkiye’ye karşı pek çok ülkede yapılanların nedeni bellidir. Tarihten gelen düşmanlık, kendi iç siyaset dengeleri, siyasi ve ekonomi çıkarları ve saire...

Her ülke kendi çıkarını düşünür ve biz hoşlansak da, hoşlanmasak da, bu doğrultuda bazı şeyler yapar.

Peki karşılığında biz ne yapabiliyoruz? Hiçbir şey! Sadece onların kapılarında yalvarıyoruz, dil döküyoruz, onlar ne isterse fazlasıyla vermeyi sürdürüyoruz.

Böyle bir ülkenin karşısında siz olsanız farklı mı davranırdınız?

Onlar bizi yalnızca 70 küsur milyonluk bir sömürü pazarı olarak görüyor. Hepsi budur. Onların indinde saygınlığımız yoktur, kalmamıştır. O yüzden nutuk atarak, şantaj yaparak, posta koyarak onları bir şeylerden vazgeçirmeye kalkışıyoruz...

Ve beceremiyoruz.
Yazının Devamını Oku

Pankart

11 Ekim 2006
BU resim geçtiğimiz cumartesi günü İzmir’de oynanan Pınar Karşıyaka- Fenerbahçe Ülker basketbol maçında çekildi. Beş bin kişilik salonu dolduran Karşıyaka seyircisi bu pankartı -İstiklal Marşı okunurken- "korsan" açabildi.
/images/100/0x0/55eb1be4f018fbb8f8aba6ad
"Atam rahat uyu. Cumhuriyetimizin ve laik İzmir’in bekçisiyiz."

Fakat işin öncesi ve sonrası var. Salon kapısındaki emniyet amirleri bu pankartı içeriye sokmaya çalışan taraftarları uyardı:

"Bunu sokamazsınız. Sporla ilgili değil."

Tartışma çıktı. Pankart katlandı ve götürüldü. Polis yeniden uyardı: "Başka yoldan sokarsanız hakkınızda işlem başlatırız."

Pankart içeriye başka bir yolla gizlice sokuldu ve İstiklal Marşı okunurken aniden açıldı. Sadece marş süresince açık kaldı. İstiklal Marşı bitince aynı polisler yeniden gelip pankartı almaya çalıştılar.

Tribünler protesto etti, alamadılar... Ve pankart yeniden katlandı, bundan sonraki maça kadar kaldırıldı.

Cumartesi gününden bu yana İzmir’den arayan, e-posta ve faks gönderen yüzlerce okuyucum bu olayı bana protestolarla iletti.

Polis, bu pankartı salona NİÇİN sokmuyor?

İzmir polisi acaba neyi amaçlıyor? İş bu noktaya mı geldi?


Din baronları

Müslümanlık, birilerinin kazanç kapısı oldu. Bunlar "din baronu" olarak görev yapar, Müslümanların, inançlı insanların sırtından malı götürür. Müminlerin karşısında farklı, başka yerlerde farklı yaşarlar.

Bazılarının sevgilisi vardır. Bazıları birkaç kadınla evlidir!

Para işleri de çok önemlidir.

Siyaset vurgunları ayrıca önemlidir. Şirket kurar, iktidara yamanıp ihale alırlar, devletin ve milletin parasıyla köşeyi dönerler. Ahlaksız belediye başkanları onlara en büyük desteği verir. İçlerinde çaktırmadan oruç yiyenler, şakır şakır -fakat gizlice- içki içenler çoktur.

Devletin ve belediyelerin her ihalesinde, her alımında hem parasal, hem siyasal rant vardır. Verenle alan arasında paylaşım yapılır.

Bizim gazetede dün ve bugün manşetten verilen fotoğraf ve haberleri gördünüz.

Ey bizim gibi inançlı, ancak din ticaretine ve din sömürüsüne karşı çıkan insanları "Allahsız kitapsız, dinsiz imansız" diye suçlayanlar!

Bunları belleğinize iyi kazıyın da, fakir fukara Müslümanları iftar çadırlarında, devletin ve belediyelerin her türlü alım ve ihalesinde gaddarca sömüren, onları beleş kömür ve gıda yardımı paketleriyle uyutup oy avlayan bu zengin "din baronlarının" gerçek yüzünü biraz olsun görmeye çalışın.

Partinin başbakanı, bakanı, milletvekili, il ve ilçe başkanı, belediye başkanı, tarikat şeyhi vesaire olsalar bile!..

Din baronlarını, Müslümanlık tüccarlarını unutmayın!


THY

Bir okuyucum yazıyor, ismini vermiyorum.

"İşim gereği 5 Ekim perşembe günü saat 16.00 uçağı ile İstanbul’dan İzmir’e gittim. Kalkış öncesi anonsları önce Türkçe, sonra İngilizce yapıldı. Hemen ardından da aynı anonslar ARAPÇA tekrar edildi. Bütün yolcular çok şaşırdık. İlk defa böyle bir şeye tanık oluyorduk. Uçakta bir tek bile Arap yolcu yoktu. Hostesi çağırıp bu anonsun neden yapıldığını sorduk. Bilmediğini, hemen öğrenip geleceğini söyledi. Hemen sonra gelip ’Pardon, yanlışlık olmuş’ dedi. Hangi kafaların elinde nereye sürüklendiğimizi düşünmekten başka çare yok."
Yazının Devamını Oku

Bastırın Fransız firmaları, iş size kaldı!

10 Ekim 2006
SEVGİLİ okuyucularım, onurunu yitirmeyen, başkalarının önünde boyun eğmeyen bir ülke, kendi işini kendi görür. Kurda sormuşlar, "Ensen niye kalın" diye, "Kendi işimi kendim yaparım da ondan" demiş. Kaç gündür Fransa’daki Ermeni rezaletini izliyoruz ve bunun kaçıncı olduğunu bilemiyoruz. Fransa bunu kendi iç siyaseti için yapıyor. Birincisi, o ülkede çok sayıda ve etkin konumda Ermeni seçmen var. İkincisi, Fransa bizim AB üyeliğimize -bizim hükümetin bütün yalvarmalarına rağmen- baştan beri karşı çıkıyor ve işi yokuşa sürüyor.

Şimdi soralım. Onurunu, haysiyetini yitirmeyen, dışarıda şu kadarcık saygınlığı (!) olan bir ülke bu durumda ne yapar?

Devreye devleti, hükümeti sokar. Diplomatlar o ülke nezdinde gerekli girişimlerde bulunur ve (eğer kaldıysa) ağırlık koyar.

Peki biz ne yapıyoruz? Başbakan cumartesi günü Türkiye’de iş yapan Fransız firmalarının temsilcilerini topladı ve onlara aba altından sopa gösterdi:

"Hükümetiniz bu Ermeni tasarısını geri çekmezse, sizinle ticari ilişkilerimiz bozulur. Siz Türkiye’de 450 Fransız şirketisiniz. Hükümetinize mektup yazmak yerine hepiniz birden Fransa’ya gidin, lobi yapın, bastırın."

Devlet olarak, hükümet olarak üstesinden gelemedikleri konuyu Türkiye’deki Fransız firmalarına ihale ediyordu!

* * *

Peki bu firmalar hangileri? Birkaç örnek vereyim. Renault, Alcatel, Carrefour, Danone, Peugeot, Citroen, Total, Elf, Nestle, Lafarge, Sodexho... Her biri dünya devi.

Türkiye’de otomotiv sektörünün yüzde 24’ü Fransız firmalarının elinde. Fransa, dış ticarette Türkiye’nin beşinci büyük ortağı. Bu firmalar şu anda ülkemizde 70 bin kişiye sağlıyor. Şimdi varsayalım ki, Recep Tayyip Bey’in bütün baskısına rağmen Fransız Meclisi, Ermeni soykırım tasarısını kabul etti. Başbakan ondan sonra ne yapacak? Bu firmaları Türkiye’den kovacak mı?

Elbette mümkün değil. Ne kovabilir, ne de herhangi bir kısıtlama getirebilir. Bunun zararını onlar değil, oralarda çalışan Türkler görür.

Biz aynı olayı Osmanlı’nın çöküş döneminde de yaşamıştık. Avusturya, bizim Bosna Hersek’i tek taraflı bir kararla kendi topraklarına kattığında İstanbul ve Anadolu’da büyük mitingler düzenlenmiş, Avusturya mallarına boykot (!) ilan edilmişti. Özellikle erkeklerin kafasındaki feslerin tamamı Avusturya’dan geliyordu. Hiçbir şey değişmedi, Bosna Hersek gittiği ile kaldı!

Evet, bunları kovamayacağına göre, ne yapacak? Efendim Türkiye’nin helikopter ihalesi varmış da!.. Çıkmaz ayın son çarşambasında nükleer santral ihalesi olacakmış da!.. Biz de Fransız firmalarını o ihalelere almazmışız!

Yahu arkadaşlar, lütfen gülünç olmayalım.

Bu işler öyle boykotla moykotla olmaz. Sen ülke olarak dışarıda ne zaman saygınlık kazanırsan, Ermeni dahil bütün tezgáhlar o zaman otomatik olarak devreden çıkar.

Bizi yönetenler kafayı duvara vurunca bu gerçekleri bile unutmuşlar. Dışarıda devletin ve hükümetin hiçbir ağırlığı ve saygınlığı kalmamış, kurtuluşu Fransız firmalarında arıyorlar.

Şuna benzetiyorum: Adam suç işlemiş, polis tarafından kuşatılmış, kurtulmak umuduyla küçük çocuğu rehin alıp boğazına bıçak dayamış. Başbakan işte bunu yapıyor. "Benim sözüm geçmiyor, ağırlığım kalmadı, yetişin imdada ey Fransız firmaları" diyor. Ama aynı firmaların Fransa’da, Ermenistan’da da iş yaptıklarını unutuyor.

* * *

Varsayalım ki Fransa, bu tasarıdan vazgeçti. Anlamı ne olacak? AB ve soykırım konusunda bize karşı olan tavrı değişecek mi? Hayır. Ya vazgeçmezse? O takdirde hükümet Fransız firmalarını günah keçisi ilan edip Türkiye’den kovacak mı? Lütfen dünyayı kendimize güldürmesinler.

Türk insanı olarak koskoca Türkiye Cumhuriyeti’nin içine düşürüldüğü şu durumları her gün ibretle, hayretle, utanarak ve yüzümüz kızararak izliyoruz. Bu, bizlere yapılan en büyük manevi işkencedir.

Her şeyimiz yabancılara, hatta günümüzde yabancı firmalara ihale edilmiş durumda.

PKK terörü ABD, Kuzey Irak’taki Kürt devleti, Barzani ve Talabani’ye... Türklüğü aşağılama dahil hukuk, iç siyaset ve yasalarımız AB’ye... Ekonomi IMF’ye ve yabancı sermayeye...

Ve şimdi de Ermeni soykırım tasarısı Fransız firmalarına!..

El kapılarında bunca yalvarıp yakarmanın, dil dökmenin, ülkemizin saygınlığını iki paralık etmenin acı sonu işte bu.

Ulusal konularda bile yabancı firmalardan medet ummak, onları aracı koymak!

Ne yapmalı? Gülmeli mi, yoksa ağlamalı mı?
Yazının Devamını Oku