29 Eylül 2006
SEVGİLİ okuyucularım, insanlarımız inim inim inliyor. Geçim sıkıntısı, haksızlık, hukuksuzluk, yolsuzluk, vurgun, hırsızlık, torpil, kadrolaşma, zulüm inanılmaz boyutlarda. Önüme her gün tomarla getirilen yazılı mesajları okurken ben utanıyorum, yüzüm kızarıyor. Keşke mümkün olsa da, gazetem bana 10 sayfalık yer ayırsa! İnanın tamamını sadece bana gelen yakınmalar doldurur. Doğrusunu isterseniz ben de hangisini yazacağımı şaşırıyorum. Bazılarını muhabir arkadaşlara veriyorum, onlar yazıyor.
Önceki gün önüme bir faks mesajı geldi. Oğlunun olayını anlatan Abdülkadir Uçar. Anlattıkları inanılır gibi değil. Kendisini aradım, bütün belgeleri göndermesini istedim. Yarım saat sonra belgeleri faksladı. Şimdi size olayı anlatıyorum.
Abdülkadir Uçar’ın oğlu tabip üsteğmen Eser Uçar, Sivrihisar yakınlarında kendi kullandığı aracın devrilmesi sonucu ağır yaralanıyor. Araçta 26 yaşındaki tabip üsteğmenle birlikte annesi, sözlüsü, teyzesi ve yeğeni var.
Kaza geçen yıl, 18 Ekim 2005 günü oluyor.
Ağır yaralı Eser Uçar için Sivrihisar’dan ambulans geliyor. Ne yazık ki genç üsteğmen Eskişehir hastanesinde vefat ediyor.
Ambulans 112 Acil’den geliyor. Yani devletin aracı.
* * *
Genç ve okumuş evladını yitiren ailenin acısı elbette çok büyük.
Aradan tam 10.5 ay geçiyor... Ve günün birinde Uçar ailesine Sağlık Bakanlığı tarafından bir yazı ve ekinde fatura gönderiliyor.
Yazı, kazada vefat eden üsteğmen Eser Uçar adına -herhalde öbür alemde okuması için!- gönderiliyor!
4 Eylül 2006 tarih ve 14057 sayılı yazıda özetle şöyle deniliyor:
"Sayın Eser Uçar... Kusurlu olduğunuz yaralanmalı trafik kazasında 112 Acil Sağlık Ekiplerimizce tarafınıza ilkyardım ve ambulans hizmeti sunulmuştur.
Bu hizmet karşılığı 454 YTL tutarındaki fatura ilişikte gönderilmiştir...
Fatura bedelinin sekiz iş günü içerisinde yatırılması, aksi halde alacağımızın tahsili için yasal takibe geçileceği...
Sekiz iş günü içerisinde ödememek cezası 3.139 YTL’nin de tarafınızdan tahsil edileceği hususunda bilgilerinizi..."
* * *
Ben bu ülkede yaşayan biriyim. Bazen Türkiye’yi öğrendiğimi zannederim ama her gün yeni bir şey öğrenirim!
Örneğin, devletin kaza geçiren ve sonrasında vefat eden bir kimseye gönderdiği ambulansın "ücrete tabi olduğunu" şimdi öğrenmiş oldum.
Ölen kişinin adına fatura gönderilmesini de öyle! Faturanın 10.5 ay sonra gönderilmesini de!
Bu ülkeyi yönetenleri insafa, insanlığa davet ediyorum.
NİÇİN ATATÜRK DEĞİL?
AKP’nin elindeki İstanbul Ticaret Odası tarafından çeşitli kişi ve kuruluşlara gönderilen yazılardan bazıları elimde. Bu yazılarda İstanbul Atatürk Havalimanı sözcüğü asla kullanılmıyor.
Bu resmi isim değiştiriliyor ve Yeşilköy Havaalanı olarak söz ediliyor.
Bu uygulama rastlantı, gözden kaçmış bir seferlik hata değil.
İstanbul Ticaret Odası bunu bilinçli olarak yapıyor... Çünkü elimde böyle üç adet yazı var.
Ülkemizin en büyük uluslararası havalimanının Atatürk olan adını yazışmalarında Yeşilköy diye kullanan İstanbul Ticaret Odası, bu yanlışını kabul edip özür dilemeli ve bunu bir daha yapmayacağını kamuoyuna açıklamalıdır.
İhale!
Belediyelerde para bol. Devlet bütçesi meteliğe kurşun atarken AKP’li belediyeler har vurup harman savuruyor. Bunların hesabını hiçbir makam sormuyor. Bugün size İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nden son örneği veriyorum:
"Kamu İhale Bülteninde yayınlanma tarihi 26 Eylül 2006. İstanbul Büyükşehir Belediyesi ihale sonuç ilanı: İhale kayıt numarası: 2006/49532. Konusu: Fotoğraf albümü ve anahtarlık seti alımı.
110 bin adet fotoğraf albümü ve 110 bin adet anahtarlık.
Sözleşme bedeli: 2.498.700 YTL. (2 trilyon 498 milyar Törkiş lira.)
Alım için toplam bir adet teklif verilmiş ve bu tekliflerin bir adedi geçerli sayılmıştır. Söz konusu alım açık ihale usulü ile ROA Reklam şirketine ihale edilmiştir. Kamuoyuna saygıyla duyurulur."
Demek ki İstanbul’a 110 bin adet fotoğraf albümü ve anahtarlık gerekiyormuş ve bu işe harcayacak 2.5 trilyon para varmış! Yorum yapmaya elim varmıyor.
Sadece "Helal olsun onlara bu yollar!" diyorum.
Yazının Devamını Oku 28 Eylül 2006
SEVGİLİ okuyucularım, dün ve önceki günkü yazılarımda size, halen AKP Diyarbakır milletvekili olan İhsan Arslan’ın döktürdüğü incilerden bazılarını belgelerle aktardım. PKK’yı övüyor, vatanının Kürdistan olduğunu söylüyor, Cumhuriyet rejimini yerin dibine batırıyordu. Kendisi dün TBMM’de bir basın toplantısı düzenledi. Geçmişte söylediği sözlerden artık "döndüğünü" ve şimdi öyle düşünmediğini söylemek zorunda kaldı!
Ben zorda kalınca böyle 180 derece dönenlere bayılırım!
Dünkü yazımın sonunda ayrıca, bu şahsın l970 yılında dönemin en önde gelen siyasetçilerinden Dr. Sadettin Bilgiç’in evini bombalayıp bombalamadığını da sormuştum.
Önce Bilgiç’in "Dr. Sadettin Bilgiç. Hatıralar" isimli kitabının 222 ve 223. sayfalarını okuyalım. Bölümün başlığı "Bizim evi dinamitle uçuracaklardı."
"Rahmetli babam 1970 yılının kurban bayramında kalça kırığından ameliyat olmuş, hastanede yatıyordu. Hastanede babamı ziyaret ederek eve geldiğimizde hemşerilerimle ve yazıhanemde çalışma imkanı verdiğim gençlerle karşılaştım. Hepsine ayrı ayrı hoşgeldin dedikten sonra kahvaltı için içeride bir odaya çekildik. O sırada ’salonda yangın var, vestiyer yanıyor’ bağrışmaları oldu. Salona geldim. Yanan paltolar merdivenden aşağı atılıyordu... Yangın söndürülmüştü.
Pencerede bir oyuncak otobüs kutusu vardı. Onu oradan aldım ve banyoya götürdüm. Çocuklara getirilmiş bir oyuncak olduğunu sandım. Yangını da, dışarıdan kasıtlı getirilmiş bir şeye bağlamadım. Kendi çocuklarımın maytap gibi yanıcı bir cismi sakladıklarını düşünüp onları sıkıştırdım.
Halil Çobanoğlu isminde eski polis komiseri bir hemşerim de ziyaretçiler arasındaydı. ’Buraları bir arayalım’ dedi. Ayakkabı dolabında patlamamış bir molotof kokteyli daha bulunca, oyuncak diye içeriye götürdüğüm paket aklıma geldi. Onu salona getirdiğimde, içine dört adet dinamit lokumu yerleştirilmiş olduğunu görmeyelim mi!
Derhal polise haber verdik... Ankara Emniyet Müdürü ve Ankara Valisi de geldiler.
Yazıhanemi paylaştığım gençlerden şüphelendiğimi bütün ısrarlara rağmen söylemedim. Fakat polis yaptığı incelemede, yazıhanemde çalışmalarına izin verdiğim gençler arasında bulunan, Sason’lu olduğunu ve Yükseliş Koleji’nde çalıştığını öğrendiğim bir gencin koyduğu çok geçmeden anlaşıldı. Yine de davaya müdahil olmadım.
Kamu davası yürüdü ve altı aya mahkum olan genç daha sonra tahliye edildi.
En ağırını ve ilkini hafif atlattığımız bu anarşik hareketin basına yansımasını istemedim."
***
Sadettin Bilgiç’in kitabında anlattığı ve ismini vermediği bu "Sason’lu genç", şu anda AKP Diyarbakır milletvekili olan Sason doğumlu İhsan Arslan. Bu ismi dün Sadettin Bey’e de doğrulattım.
Şimdi bir düşünün, aynı görüşleri paylaştığınız bir siyasetçi size evini ve bürosunu açıyor, oralarda çalışma yapmanıza izin veriyor... Ve siz -hem de bir bayram ziyaretinde- o evi bombalıyorsunuz. Allah’tan ki dinamitler patlamıyor, iş küçük bir yangınla atlatılıyor.
AKP milletvekili İhsan Arslan dün Meclis’teki basın toplantısında kendisine bu konuda sorulan sorulara şu yanıtı verdi:
"36 yıl önce yaptıklarımdan yargılanmamı hiçbir vicdan kabul etmez. Konu o dönem yargıya intikal etti ve sonuçlanmadı. Mahkum olmadım. Tam hatırlamıyorum ama galiba af süreciydi."
Havada kalan bu laflar üzerine gazeteci arkadaşlarımız soruyu yineledi:
"Bombaladınız mı, bombalamadınız mı? Biraz açıklık getirseniz!"
Yanıt:
"Ben hayatım boyunca hiçbir insanın canına kasdetmedim. Ben Müslümanım."
Doğru söylüyor olabilir!
Bombayı belki de mutfaktaki hamamböcekleri ölsün diye koymuştu.
Sen geçmişte bir eve bomba koyacaksın, aradan yıllar geçince sonucunu "tam olarak hatırlamıyorum" diyeceksin!
Geçmişte söylediğin çirkin, Cumhuriyet rejimini ve Türk milletini aşağılayan sözleri "çevir kazı yanmasın" yöntemiyle ve "Ben artık değiştim" diyerek bugün kabul etmeyeceksin, bombalama olayı sonrasını hatırlamayacaksın!
Böyle şeyler unutulur mu? Hayatında kaç yeri bombalamış da unutmuş yani!
Ayıp valla!
Şimdi "değiştiğini" açıklamak zorunda kalan milletimizin vekiline bundan sonraki siyasi yaşamında çok daha büyük başarılar dilerim!
Helal olsun ona ve partisine bu yollar!
Yazının Devamını Oku 27 Eylül 2006
DÜNKÜ yazımda AKP Diyarbakır milletvekili İhsan Arslan’ın incilerini (!)size aktarmıştım. PKK’ya övgüler düzüyor, Türkiye’de eyalet sistemi kurulması gerektiğinden söz ediyor, vatanının Kürdistan olduğunu söylüyordu.
Şimdi aynı kitaptan kendisinin başka sözlerini de sizlere aktarıyorum. Kararı siz verin. Türkiye’yi kimlerin, hangi kafaların yönettiğini iyi görün. Sözü İhsan Arslan’a bırakıyorum:
"Ne mutlu Türk’üm diyene! Çok meşhur olan bu sloganda Türklüğün üstün bir ırk olduğunu açıkça belirtilmektedir. Benzer ifadelerine Mussolini ve Hitler’de rastladığımız bu FAŞİST anlayış gayri İslami olduğu gibi, başka ırktan insanları da tahkir ve tezyif etmektedir. (Aşağılamaktadır.)
’Türkiye Türklerindir... Türkiye ülkesiyle... bölünmez bütünlüğü...’
Başlangıçta çok masum gibi görünen bu ilkeler gerçekte çok açık gasp ve tahakkümü (baskıyı) içermektedir... Hayır, bunlar yalan ve yıllardan beri devam edegelen gayri samimi uyutma politikalarının gereğidir. Eğer ’Türkiye Türkiye’de yaşayan herkesindir’ denemiyorsa, bu ikiyüzlülüktür.
’Türkiye’de yaşayan herkes Türk’tür... Milletin bölünmez bütünlüğü... Kürt diye bir şey yok...’
Bu SAPIK ANLAYIŞLA Allah’ın (C.C) ayetlerinden olan bir kavmin (Kürtlerin) varlığı ve dini inkar edilmekte ve millet kavramı kasıtlı olarak çarpıtılmaktadır.
Millet kelimesini kavim karşılığında kullanmak yanlıştır.
DOLAYISIYLA TÜRK MİLLETİ DEĞİL, TÜRK KAVMİ DEMEK GEREKİR."
Dünkü yazımda ayrıca Tayyip Erdoğan’ın sözlerini de size aktarmıştım. AKP Diyarbakır milletvekili İhsan Arslan’la fikir ve görüşlerinin nasıl örtüştüğünü, nasıl uyum içerisinde ve aynı doğrultuda olduğunu belgelerle kanıtlamıştım. (Lütfen dünkü yazımı bir kez daha okuyunuz.)
***
Bay İhsan Arslan sözlerini sürdürüyor. Okuyalım:
"Kemalist, laik ve demokratik ilkeler Türkiye’de yaşayan herkese zorla dayatılmaktadır. Türklük adına yönetimi ellerinde bulunduranlar, halkları için Kemalizm adında bir din tercih etmişlerdir.
Herhalde Türklerin ATASI olmaya layık olununca, onlara din tayin etmek de kaçınılmaz oluyor!"
Arkadaşın espri yeteneği de epeyce yüksek! Söz yine kendisinde:
"Biz müslümanların tezi, kesinlikle ’Ulus Devlet’ olmamalıdır. Bizler için devlet, ana unsurlarını ideolojimizden (İslamdan) alan devlet olmalı."
"Rejimin (Cumhuriyet rejiminin) yüz yıllık zulmü, halifeliği kaldırması ve İslam düşmanlığı halen bütün şiddetiyle devam ediyorken, kimi müslümanın Apo’nun (Abdullah Öcalan’ın) sosyalistliğinden bahsetmesi, ’70 yıldır bizi Türk Kemalistleri idare etti, bırakın biraz da Kürt sosyalistleri idare etsin’ cevabı, halkın tepki ve duygularına tercümanlık yapmaktadır...
Bu cephenin değişik unsurları içinde yer aldım. Türkiye’nin geçirdiği tüm evrim-devrim ve maskaralıkları yakından gözleme talihsizliğini yaşadım."
***
Burada bir husus daha var. Bu sözleri söyleyen, bu görüşleri savunan İhsan Arslan, milletvekili seçildiğinde Meclis kürsüsünde aşağıdaki metni okuyarak şöyle ant içti:
"Devletin varlığı ve bağımsızlığını, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü, milletin kayıtsız ve şartsız egemenliğini koruyacağıma... Laik Cumhuriyet’e ve Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı kalacağıma... Büyük Türk milleti önünde namusum ve şerefim üzerine ant içerim."
Onurlu bir insan ya dün ve bugün alıntı yaptığım sözleri söyler ve ilkelerine bütünüyle ters olan bu yemini etmez, ya da bu yemini -hem de namusu ve şerefi üzerine ediyorsa- yakın geçmişteki o sözlerinden vazgeçmiş olduğunu kamuoyuna açıklar.
Beyefendinin bu konudaki namus ve şeref çelişkisini hangi akıl ve mantıkla nasıl açıklamak gerektiğini bilebilmek kolay değil!
***
Son olarak kendisine birkaç soru sorayım da, içimde kalmasın!
l970 yılı kurban bayramında zamanın ünlü siyaset adamı, milletvekili Dr. Sadettin Bilgiç’in her zaman rahatça girip çıktığınız ve ağırlandığınız evini bayram ziyaretinde arkadaşlarınızla birlikte bombaladınız mı? Evde yangın çıktı mı? Dinamit ve molotof kokteyllerini hediye oyuncak ve lokum paketlerinin içine sakladınız mı? Molotofla birlikte dinamitler de patlasaydı ne olacak, kaç kişi ölecekti? Bu olaydan sonra yakalanıp yargılandınız mı? Altı ay hapis cezası aldınız mı?
Teşekkür ediyorum, milletin vekilinden yanıt bekliyor, başarılarının devamını diliyor, saygılar sunuyorum!
Yazının Devamını Oku 26 Eylül 2006
DÜN Mardin’de bir şehit daha verdik. Teğmen Cengiz Evranos, PKK pususunda şehit düştü. Hiç kuşkunuz olmasın, biz daha nice şehitler vereceğiz, nice şehit cenazeleri kaldıracağız. Askerlik yan gelip yatma yeri değil ki!
Dünkü Tercüman Gazetesi’nde Faruk Mangırcı’nın manşetten verilen haberi vardı. Okuyunca irkildim, şaşırdım, Türkiye’nin kimlere emanet edildiğini, kimlerin eline bırakıldığını ve bizi "milletin vekili" olarak kimlerin temsil ettiğini bir kez daha utanarak gördüm.
Adı İhsan Arslan. AKP Diyarbakır milletvekili. Recep Tayyip Erdoğan’ın en yakınlarından biri. Oğlu Mücahit Arslan, yine Başbakan’ın en yakın danışmanı. Hatta sağ kolu. Bunlar müteahhit. Kamu kuruluşlarına ve AKP’li belediyelere iş yapıyorlar.
Şimdi Kürt Soruşturması isimli kitaba bakalım. AKP Diyarbakır Milletvekili İhsan Arslan görüşlerini açıklıyor! Milletin vekili olan bu şahıs bakınız ne gibi inciler saçıyor:
"Doğduğum yer olarak Kürdistan vatanımdır. Halen yaşamakta olduğum yer itibarıyla da Türkiye vatanım durumundadır."
"Müslümanların vatanı neresi ise orayı korumak, orayı kurtarmak ve vatan diye orasını isimlendirmek gerekir. Bu manada Türkiye coğrafyasının Misak-ı Milli ile çizilen sınırları hiçbir anlam ifade etmemektedir."
"Son İslam devletini (Osmanlı’yı) ve onun müesseselerini (padişahlık ve halifeliği) ortadan kaldıran ve yegáne politikası İslam’a düşmanlık ve onu yok etme esası üzerine kurulan bir zihniyet ve otoriteye (Cumhuriyet rejimine) karşı tüm isyan ve başkaldırıları (Cumhuriyet dönemindeki Kürt isyanları ve PKK olayı) alkışlamak gerekir."
Evet, aynen bunları söylüyor!
* * *
AKP Diyarbakır Milletvekili İhsan Arslan, vecize yumurtlamayı sürdürüyor:
"Zulme karşı verdiği mücadele sonunda halkın mazlumiyeti yanında onun yegáne koruyucusu ve destekçisi konumuna giren gerilla hareketi (yani PKK!) bölge halkının gözünde muteber (seçkin-saygın) bir kişiliğe sahip olmuştur. Mücadelenin ilk günlerinde bir köye gece gizlice gidebilen gerilla timleri (PKK’lılar) artık gündüzleri gitme imkánını bulmuştur. Halk, ulusal kurtuluş mücadelesi verdiği kabul edilen PKK hareketi yanında yer almaya başladı."
"Bölgedeki (Güneydoğu’daki) tüm ilave askeri birlikler geri çekilmeli, özel tim ve koruculuk sistemi kaldırılmalıdır."
"Kemalist, laik ve demokratik ilkeler Türkiye’de herkese zorla dayatılmaktadır... (PKK’yı kastederek) Bu inkárcı ve kanlı politikalar karşısında siz olsaydınız ne yapardınız?"
"Kısa vadede yegáne çözümün ve önlemin, Türkiye’nin tamamına uygulanacak yeni bir ’EYALET SİSTEMİ’ olduğunu hatırlatmak isterim."
Adam PKK’yı gerilla, PKK terörünü ulusal kurtuluş savaşı, Güneydoğu’yu Kürdistan olarak tanımlıyor, bununla da yetinmeyip Cumhuriyet rejimine dil uzatmaya yelteniyor.
Bu adam AKP Diyarbakır Milletvekili. Oğluyla birlikte Recep Tayyip Erdoğan’ın danışmanı ve akıl hocası.
* * *
Sevgili okuyucularım, Türkiye’nin bunların elinde nerelere sürüklenmek istendiğini artık hepiniz çok iyi biliyorsunuz. O yüzden, bunları yadırgamayın. İhsan Arslan bu görüşlerinde yalnız değil. Şimdi kendisinin başbakanı olan Recep Tayyip Erdoğan bile geçmişte benzer sözleri söylerdi:
"Bize göre demokrasi ancak bir ARAÇTIR. Hangi sisteme (Kürtçülük, İslamcılık) gitmek istiyorsanız, bu düzenin seçiminde bir araçtır."
"Türkiye’nin 70 yıllık tarihi boşa harcanmış bir zamandır."
"Şu anda Türkiye’de 27 etnik grup yaşamakta. Bunların varlığının tanınması gerekir. TÜRKİYE TÜRKLERİNDİR gibi tezler yanlıştır."
"Örneğin KÜRTLER biz ayrı yaşamak istiyoruz diyebilir. Bu durumda belki OSMANLI EYALETLER SİSTEMİ benzeri bir şey yapılabilir."
Başbakan ile milletvekilinin EYALET önerisi nasıl da örtüşüyor!
Başbakan sözlerini daha sonra şöyle sürdürüyor:
"(Devlet yapısını) Ben İslam’ın devlet planı içinde düşünüyorum. Bizim için en üst belirleyici İSLAM’IN İLKELERİDİR. Her şey ona göre belirlenir. Türkiye’nin yarınında artık KEMALİZME yer yoktur."
"Biz Türkiye’yi önemsiyoruz ve TÜRKİYELİLER olarak buna mecburuz... Günümüz Türkiyelileri... Biz Türkiyelilere diyoruz ki..."
Dikkat ediniz, söylemlerinde "Türk" yok, "Türkiyeli" var!
AKP Diyarbakır Milletvekili İhsan Arslan’la başbakanının söylemleri birbiriyle ne güzel uyuşup örtüşüyor! Ülkemizi şimdi onlar yönetiyor.
Tencere yuvarlanmış, kapağını bulmuş.
Dün yine bir teğmenimiz şehit edildi, kimin umurunda! Biz onların sözlerine bakalım, teselli bulalım! Elbet vardır bir bildikleri!
Yazının Devamını Oku 24 Eylül 2006
KUTSAL ramazan ayı başladı. Hayırlı olsun. Gerçek müminlerin, çıkar beklemeyenlerin ibadetini Allah kabul etsin. İbadet, yardım gibi hususların Allah ile kul arasında kalması gerekir.
Bunları siyasete alet etmek, oy toplama aracına dönüştürmek, fakir fukarayı bu amaçla kullanmak hem ayıptır, hem de günah.
Fatih Sultan Mehmed İstanbul’u aldıktan sonra bir emir yayınladı. Aslında hem emir, hem de vasiyet. İlgili bölümlerini aktarıyorum:
"Ben ki İstanbul Fatihi abd-i aciz (aciz kul) Fatih Sultan Mehmed, bizatihi alın terimle kazanmış olduğum akçelerimle (paralarımla) satun alduğum 136 bab (kapı-adet) dükkánımı aşağıdaki şartlar muvacehesinde (doğrultusunda) vakfı sahih eylerim... (Vakıf kurduğunu bildiriyor.)
Ayrıca külliyemde bina ve inşa eylediğim (yaptırdığım) imarethanede (yoksullara ücretsiz yemek dağıtılan yerde) şehitlerin harimleri (karıları) ve İstanbul fukarası yemek yiyeler."
Şimdi şu son cümleye bakınız:
"Ancak yemek yemeye veya almaya bizatihi kenduleri gelmeyup, güneşin loş bir karanlığında ve kimse görmeden kapalı kaplar içerisinde evlerine götürüle."
Devrin en büyük adamı, şehit yakınları ve yoksullar için aşevi kuruyor. Ancak onların onuru incinmesin diye "yemekleri hava karardıktan sonra onların evine götürün, kimse görmesin" diye emir veriyor.
* * *
Aradan yaklaşık 550 yıl geçmiş. Bir de günümüzde özellikle ramazan ayında yapılan şu uygulamalara bakın. Demek ki günümüzde fakir fukaranın, yoksulların onuru incinmiyor!..
Çünkü onlara cümbür cemaat, davul zurnalar ve propaganda pankartlarıyla, düzmece dualarla, biz şimdi buradan kaç oy apartırız hesaplarıyla iftar çadırları kuruluyor. Kalabalık meydanlarda beleş gıda paketleri dağıtılıyor, aç insanlar bunları kapışırken birbirini eziyor. Din ticareti ve reklam olsun diye buralara medya çağrılıyor.
Utanç verici, insan onurunu zedeleyen görüntüleri hepiniz izliyorsunuz.
Demek ki o çadırlara gidenler 11 ay boyunca aç değil! Sadece ramazan ayında doyurulması gerekiyor!
* * *
Türkiye’de her ramazan geldiğinde aynı görüntüleri yaşarız. Şimdi size birkaçını sıralayacağım, bir ay boyunca hep birlikte izleyeceksiniz:
1- Başbakan, eşini ve ekibini alacak ve bir gecekonduda göstermelik iftar yapacak. Bu iftara medya davet edilecek, çekimler yapılacak. Bazı bakanlar ve yerel siyasetçiler de aynı yöntemi izleyecek. Ama bütün işlemler medyaya haber verilerek yapılacak ki siyasi propaganda olsun!
2- Yurdun dört bir yanında pek çok kamu kuruluşunun yemekhanesi onarım falan gibi gerekçelerle kapatılacak. Kapatılmayan olursa, üzerinde baskı hisseden çalışanlar zaten yemek yiyemeyecek.
3- Çeşitli yerlerde, oruç tutmayanlara saldırılar düzenlenecek.
4- 11 ay boyunca günah işleyen pek çok kişi, bir ay oruç tutarak günahlarının affedileceğini düşünecek! Bazıları da zayıflamak amacıyla oruç tutacak.
5- Fakir fukara için kurulan iftar çadırlarına çevredeki oruç tutmayan bütün beleşçiler hücum edip karınlarını güzelce doyuracak.
6- İftara yetişmek için gaz pedalını kökleyen trafik canavarları pek çok insanın ölümüne neden olacak.
7- Ahaliye çadırlarda kuru fasulye pilav yediren siyaset erbabı ile belediye başkanları, beş yıldızlı otellerde, zengin sofralarında karın doyuracak. Bu sofralarda tıka basa yiyecekler ve yoksullardan gelecek oyların hesabını yapacaklar. Devletin ve milletin parasıyla yaptıkları harcamaları kendi kişisel ve siyasal çıkarlarına kullanacaklar. Bunları yaparken yüzleri asla kızarmayacak ve utanmayacaklar.
Fatih Sultan Mehmed bundan 550 yıl önce emir yayınlamış, yardımların evlere hava karardıktan sonra gizlice gönderilmesini istemiş. Haklı!
Memlekette o zaman, bugün olduğu gibi din ticareti, din sömürüsü, din baronları, yüreğinde Allah korkusu ve sevgisi olmadan "Allah peygamber" deyip fakir fukaranın sırtından malı götüren para babası yöneticiler, belediye başkanları yoktu ki!
Hoşgeldin mübarek ramazan!
* * *
Emin Çölaşan’ın notu: Sevgili okuyucularım, bugün değerli sanatçı Zeki Müren’in 10. ölüm yıldönümü. Kişiliği, sesi, besteleri ve şarkılarıyla, değil Türkiye’ye, dünyaya bile ikinci bir Zeki Müren gelmez. Bugün bu büyük-eşsiz sanatçının ruhuna sizler de bir Fatiha okuyun.
Onu burada saygıyla anıyorum, Allah’tan rahmet diliyorum. Nur içinde yatsın.
Yazının Devamını Oku 23 Eylül 2006
SEVGİLİ okuyucularım, aranızda mutlaka günün birinde "ünlü" olmak isteyenler vardır. O takdirde bu yazımı dikkatle okusunlar... Çünkü her insan isminin bilinmesini, bir gün ünlü olmayı ister. Bunun için ille de kendi alanınızda başarılı olmak zorunda değilsiniz. Hele Türkiye’de hiç değilsiniz.
Örneğin göz alıcı bir bayansanız, magazin dünyasında yer alıp isminizi duyurmak, ya da duyulmuş isminizi sürekli gündemde tutmak istiyorsanız, baldır bacak vaziyetlerine girmeniz yeterlidir. Soyunursunuz, paralı zampara erkeğinizle kameralara yanaşıp çekimler yaptırırsınız, boşanırsınız, basılırsınız, aynı anda birkaç kişiyle "düzeyli birliktelik" yaşarsınız!
Gazeteci iseniz başka gazetecilerle saçma sapan polemiklere girersiniz. Gerçek konuları yazmaya korkarsınız da, isminizin duyulması ve ün kazanmak için böyle daha kolay uğraşlar bulursunuz.
Öteki mesleklerde de durum üç aşağı beş yukarı aynıdır. Türkiye’de ciddi işlerle uğraşan saygın kimselerin ünlü olması çok zordur.
***
"Ünlü" olmanın başka yolları da var. Hem de soyunup dökünmeden! Örneğin kendi çapında amatör bir yazarsınız. Ses getirmek, ün kazanmak, isminizi duyurmak istiyorsunuz. O halde ne yapmalısınız? Size hemen bir öneride bulunayım!
Bir kitap, roman, yazı vesaire yazıp örneğin Türklüğe hakaret edersiniz. TCK uyarınca hakkınızda dava açılır. Bu aşamada isminiz hemen gündeme gelir. Entel ve şeriatçı takımı sizden söz etmeye, sizi savunmaya başlar.
Sonra devreye AB girer. Türklüğe hakaret etmenizin "fikir ve ifade özgürlüğü" olduğunu bizim hükümete bildirir.
Duruşma günü öncesinde yargıya el altından haber gönderilir:
"Kendisini mahkûm ederseniz AB bize çok kızar. Burada ulusal çıkarımız olduğundan AB’yi karşımıza alamayız. Kararınızı ona göre verin."
Duruşma öncesinde isminiz artık gündemdedir! Kitabınızda yer alan, Türklüğe hakaret içeren, aşağılayan birkaç sayfa sizi ünlü yapmaya yetmiştir. Bu kadar basit!
Artık bütün medya sizden söz etmektedir. Duruşmada olay çıkacaktır, karşıt gruplar gelecektir falan filan!.. Bu arada gazeteciler size gelecek, söyleşiler yapacak, kazandığınız üne ün katılacaktır!
Duruşma günü geldiğinde savcı beraatinizi isteyebilir, mahkeme sizi karşısında bile görmeden beraat kararı verebilir. Zaten ceza verilirse Türkiye’deki entel ve şeriatçı basın, hep birlikte kıyameti koparacaktır:
"Vay efendim bu ne rezalet, Türklüğe hakaret niye suç olsun ki! Nerede kaldı fikir ve ifade özgürlüğü... Bu kafayla biz AB’ye nasıl gireriz!.."
***
Bütün bunlar olurken sadece Türkiye’de ün kazanmazsınız. Bu kadarı sizi zaten kesmez! Devreye "yurtdışı" da girer. Yabancı basın da sizden söz eder, bu yargılamanın utanç verici olduğunu vurgular. Duruşmanıza yabancı temsilciler, AB komiserleri, yabancı diplomatlar da getirilir ki, yargıya bir kez daha gözdağı verilsin.
Yargılandınız ve mahkemeye bile çıkmadan beraat ettiniz!
Başbakan sizi mutlaka telefonla arayacak ve bu karardan duyduğu memnuniyeti dile getirip kutlayacaktır.
Başbakan şehit analarının telefonuna çıkmadı, "Ben onlarla ne konuşacağım" diye kestirip attı. Olsun varsın, önemli olan Türklüğe hakaretten beraat edeni arayıp kutlamaktır! Ne de olsa Başbakan dahil hepimiz "Türk değil, Türkiyeli" değil miyiz!
Evet, bu telefonla birlikte isminiz yine manşetlerde, birinci sayfalarda geçecek ve ününüze ün katılmış olacaktır!
***
Sevgili okuyucularım, Türkiye’de "ünlü" olmak kolaydır. Yeter ki kafayı çalıştırın, işin ucundan tutmasını bilin! Öyle skandal yaratmaya, soyunmaya, aptalca polemiklere girmeye, her gün sevgili değiştirmeye, baldır bacak sergilemeye, Danıştay’ı basmaya hiç gerek yoktur.
Ben size bu yazımla, bu işin sadece bir adet püf noktasını bugün açıkladım.
Bir kitap yazın. İçeriği hiç önemli değil. Birkaç sayfasında Türklüğe sövün, hakaret edin yeter. Ya da herhangi bir gazetede, dergide yazın, televizyona çıkmayı başarırsanız aynı doğrultuda birkaç cümle söyleyin...
Yani Türklüğe bu yöntemle hakkınızda dava açılmasını sağlayın!
Sadece birkaç hafta sabredeceksiniz. Sonrası otomatik olarak kendiliğinden gelecek, hem ülkemizde, hem de yurtdışında ün kazanacaksınız! Hem hayallerinize kavuşacak, hem de Başbakan tarafından aranıp kutlanacaksınız! Onun aramasıyla kazandığınız büyük onur (!) size zaten ömür boyu yetecektir!
Valla benden bu kadar. Size ünlü olmanın en kolay ve en beleş yolunu gösterdim. Ötesini siz ayarlayacaksınız. Kafayı çalıştıran kazanır!
Şansınız bol, ünlülük günleriniz hayırlı olsun.
Yazının Devamını Oku 22 Eylül 2006
TBMM 1922 yılında saltanatı kaldırdı. Böylece padişahlık olayına son nokta konuldu. Osmanlı hanedanı da Cumhuriyet’in ilanından hemen sonra, 1924 yılında sınırdışı edildi. Son padişah Vahdettin zaten vatana ihanet etmiş ve 1922’de bir İngiliz zırhlısına binerek yurtdışına kaçmak zorunda kalmıştı.
Atılan bu önemli adımlarla Türk milleti padişahların kulu olmaktan çıkarıldı, Cumhuriyet rejiminin vatandaşı oldu.
Hanedan mensuplarına yıllar sonra af getirildi. İsteyenler sade vatandaş kimliğiyle Türkiye’ye yerleşti. Çoğu dışarıda kaldı.
Burada bir gerçeği de yazalım. İptal edilen, son verilen Osmanlı hanedanı, Cumhuriyet rejimi aleyhine çalışma yapmadı. Sessiz sedasız oturdular. Ne yapmaları mümkündü ki!.. Karşılarında Mustafa Kemal Atatürk isimli bir dev ve bütün dünyaya örnek olan Türkiye Cumhuriyeti vardı.
Aradan uzun yıllar geçti. Şimdi geldik 2006 yılına. Bu konularda artık geriye dönüş yok. Bunu bile bile, bazı çevreler ve devlet kurumları şimdi bile "Osmanlı ve hanedan özlemiyle" yanıp tutuşuyor. Bunların başında bugünkü TRT yönetimi geliyor.
Türkiye’de yüzlerce televizyon kanalı var. İçlerinde en az izlenen, programları en az rağbet gören TRT. Bu kurum ayrıca batık ve maaşları bile zor ödeyebilen durumda.
Bu kurumu günümüzde Ali Güney isimli bir köy imamı, genel müdür vekili olarak yönetiyor! Ekibiyle birlikte tamamen AKP’nin adamı. TRT’yi hükümet borazanı yapmayı başaran (!) ve yayıncılıkla ilgisi olmayan biri.
* * *
Ülkemizin başka hiçbir konusu kalmamış gibi, TRT şimdi dizi hazırladı.
"Osmanlı’nın sürgünü. Bir hanedanın vatansız kalışı."
(Dizinin adını önce Son Osmanlılar koymuşlardı. İsim ve içerik Murat Bardakçı’nın kitabından apartma idi. Bardakçı protesto çekti, değiştirmek zorunda kaldılar.)
Amaç hanedanı gündemde tutmak, padişahlığı anımsatmak. İki gece önce bu dizi nedeniyle Dolmabahçe Sarayı’nda görkemli bir resepsiyon düzenlendi. Hanedan mensupları bir araya getirildi.
Kadın erkek, çoluk çocuk... Bazıları Türkçe bilmiyordu, pek çoğu Türk vatandaşı değildi!
Bizim medyanın deyimiyle "prensler, prensesler, şehzadeler" buluştu.
Yok bayım, o günler artık çok geride kaldı. Bu ülkede kökeni ne olursa olsun hanedan, prens, prenses, şehzade mehzade yok ve olmayacak.
* * *
Ben bu yazımda başka bir konuya değinmek istiyorum. Bizim TRT ile Osmanlıcılık (!) arasındaki ilişkiye. Elimde TRT’nin her ay yayınladığı "Radyo Televizyon" isimli derginin Eylül 2006 sayısı var. Bu dizi sayfalarca öyle tanıtılıyor, öyle anlatılıyor ki, bilmeyen biri Osmanlı hanedanına acır, onlara yapılan haksızlık (!) nedeniyle ağlamaklı olur. Hanedan, devletin dergisinde yazı ve fotoğraflarla, öve öve, acındıra acındıra bitirilemiyor.
Bunu yapan, devletin kurumu. Cumhuriyet rejiminin TRT’si. Ama onlara örneğin bir Atatürk belgeseli ısmarlasanız gülüp geçerler.
* * *
Şimdi burada TRT’ye soruyorum. Dolmabahçe’de düzenlenen görkemli resepsiyona yurtdışından ve Türkiye’den çağrılan 100’den fazla hanedan mensubunun yol ve otel parasını, ziyafet masraflarını kim örgütleyip ödedi?
Devlet kurumları, saray resepsiyonundan para aldı mı? Almadıysa niçin!
(Parantez açıyorum. İstanbul Valisi de ziyafete katıldı ve bir şehzadeye üzerinde Osmanlı tuğrası bulunan bir vazo armağan etti. Bravo!)
Dizinin maliyeti ne kadar? Beş kuruşa muhtaç TRT bu parayı nereden buldu?
Bu yakışıksız olaya alet olmayan birileri de vardı. Örneğin, "hanedanın" en yaşlı üyesi Osman Ertuğrul (95) ve Neslişah Osmanoğlu (85) İstanbul’da oldukları halde protesto edip gelmediler.
* * *
Ne acıdır ve ne günlere kaldık!.. Osmanlı hanedanını hortlatmaya, acındırmaya kalkışan kurum devletin TRT’si.
Osmanlı’yı yeniden hain Vahdettin’in yaşayıp kaçtığı Dolmabahçe’ye -bu kez resepsiyonla- döndürmeyi başaran yine TRT.
Köy imamı yönetiminde hızla yol alıyorlar! Ellerinden gelse daha fazlasını yapacaklar ama bizler, milyonlarca Cumhuriyet evladı buradayız.
Bu arada TRT’ye bir soru sorayım, araştırıp haber yapsınlar. Acaba bu resepsiyona katılan bazı hanedan mensupları devlete karşı "miras davası" açma hazırlığı yapıyor mu? "Atamız padişahlardan kalan malı mülkü ve ziynet eşyalarını bize verin" demek için çalışmalar başlatıldı mı?
İmam genel müdürün TRT’si için güzel bir haber olur!
Yazının Devamını Oku 21 Eylül 2006
KIBRIS konusu AKP iktidarının büyük dertlerinden biri. AB ile olan ilişkilerde onları en çok zorlayan konu. Ellerinden gelse Kıbrıs’ı bugün elden çıkaracaklar. Peki bu nasıl olacak? Rum tarafı ile birleştirip Rum egemenliğine sokacaklar.
Bu, uzun vadeli plan ve AB bunu istiyor. Kısa vadelisi ise Türk limanlarını Rum gemilerine, havaalanlarını Rum uçaklarına açmak...
Ve Kıbrıs Rum yönetimini devlet olarak tanımak.
AB bizden bunları istiyor. Rum yönetimi ile her türlü sorunu gidermemiz gerektiğini de açık açık bildiriyor.
AKP hükümeti bunları yapmasına yapacak da, o zaman Türk milleti ayağa kalkacak. Kıbrıs’ı satmak kolay değil! AB bastırır, ABD bastırır, hatta KKTC’deki bizim "Türklerin" bir bölümü bastırır ama faydasız.
"O Türklerin" derdi, Rum tarafıyla birleşip ceplerine AB pasaportu koyabilmek!
KKTC Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş bu olayın farkındaydı ve direndi. Rumlara böyle ödünler vermenin, onlarla birleşmenin ulusal çıkarlarımıza aykırı olduğunu yıllarca savundu.
AKP, sonunda Denktaş’ı safdışı bırakmayı başardı.
Ancak bu kez de hükümeti oluşturan koalisyonun küçük partisi engel oluyordu. AKP hükümeti onun da çözümünü buldu. Koalisyondan bazı milletvekillerini istifa ettirip hükümeti bozdu.
***
Peki bu nasıl oldu? İddialara göre, Kıbrıs’ın bizdeki Diyanet İşleri Başkanlığı’na eşdeğer olan makam devreye sokuldu. Birkaç milletvekiline bir milyon dolardan fazla para verildi, istifa etmeleri sağlandı ve hükümet bozuldu.
Amaç tümüyle AKP güdümünde yeni bir hükümet kurulmasını sağlamak ve KKTC’de dikensiz gül bahçesi yaratmak...
Ve sonra da bizimkilerin Türkiye’de "evet" diyemeyeceği her AB ödününü yeni KKTC hükümetine verdirmek...
Ve karşı çıkanlara, "Bize ne kardeşim, KKTC bağımsız bir devlettir ve bu kararları onların hükümeti almıştır" deyip Türk milletini kandırmaya kalkışmak! Oyun bu kadar basit.
***
Geçen pazartesi günü Cumhuriyet Gazetesi’nin Ankara Temsilcisi Mustafa Balbay, köşesinde ilginç bir konuya değindi. Bir AKP milletvekili defalarca Kıbrıs’a gidip bu "hükümet ayarlamalarını" yapmış ve açığa çıkmamak için otellerde takma isimle kalmıştı.
Cumhuriyet’in dünkü manşetinde Bahadır Selim Dilek konuyu belgeledi:
"Gizli operasyon. AKP milletvekili Şaban Dişli, Kıbrıs’taki hükümet darbesini takma isimle kaldığı otelden yönetti. AKP’nin dış ilişkilerden sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Dişli, Erdoğan’ın talimatının ardından Salamis Bay Oteli’nde karargáh kurdu. Yaz boyunca çeşitli zamanlarda geldiği otelde Şaban Bobel, Şaban Bolek, Şaban İpek adlarıyla kayıt yaptırdı. Temas kurduğu milletvekillerinden bazılarıyla otelde, bazılarıyla dışarıda görüştü..."
Böylece hükümeti bozdular. Ortalıkta bugüne kadar yalanlanmayan haberler dolaşıyor.
"Bazı KKTC milletvekillerine ahlaksız teklifler yapıldığı, sorumlusunun (aracılık yapanın) müftü olduğu, istifa eden bir milletvekiline 600 bin, bir diğerine 400 bin dolar ve bakanlık teklif edildiği..."
Bu işlerde adı geçen müftü Ahmet Yönlüer, Recep Tayyip Bey’in yakın dostu!
***
KKTC küçücük, dünyada bizden başka hiç kimsenin tanımadığı bir devlet. Bizim yavru vatan! Türkiye için önemi çok büyük. Oraya her yıl oluk oluk para akıtıyoruz. Fakat gelin görün ki, Türkiye’deki siyaset yozlaşmasını, parayla milletvekili transferlerini şimdi yavru vatana, hem de AKP hükümeti eliyle taşıyoruz...
Ve Kıbrıs’ta AKP’ye dikensiz gül bahçesi yaratabilmek için hükümet darbesi yaptırıyoruz! Darbeler ille de silahla olmuyor. Böyle Ankara’dan yönetileni de var!
Oyuna bakın siz! AB uğruna, AB korkusuna, Türk milletini güya kandırıp Kıbrıs ödünlerini kendi adamlarına kurduracakları yeni KKTC hükümetine verdirecekler!
Ağustos ayında İstanbul’da yapılan Formula yarışında kupayı, reklamı olsun ve tanınsın (!) diye Mehmet Ali Talat’a verdirdiler, uluslararası federasyondan anında 5 milyon dolar ceza yediler.
Ödül töreninde bile çuvallayanlar, bakalım paralı hükümet darbesi sonrasında ne yapacaklar, AB’ye hangi Kıbrıs ödünlerini -kurduracakları yeni hükümet eliyle- verdirecekler!
Hiç kuşkum yok... Yunanistan ve Kıbrıs Rum hükümeti, AKP’nin kendilerine altın tepside sunduğu bu olanakları zevkle, ellerini ovuşturarak izliyor.
Kesintiye uğramasın ve olumlu sonuçlansın diye kiliselerde dua ediyor.
Yazının Devamını Oku