9 Şubat 2007
ANKARA’da Büyükşehir Belediye Başkanı olarak görev yapmakta olan Melih Gökçek isimli şahıs, 27 Mart 2004 tarihli yazım için bana iki ayrı dava açmıştı. 28 Mart 2004 yerel seçimlerinden bir gün önce yazdığım yazının başlığı şöyleydi: <br><br>"Oyumuz Hırsıza, Yüzsüze." Özetle şunları yazmıştım:
"Bizim ünlü hırsız başkanlığa aday. Her yeri soydu soğana çevirdi. Halkın parasını yandaşlarına akıttı. Adam en büyük hırsızdı. İhaleleri yandaşlarına verir, bir trilyonluk maliyeti düzmece belgelerle üç trilyona çıkarır, avantanın bir bölümünü cebe atıp güvendiği adamlar üzerine bankaya yatırır, ötesini yandaşlarına dağıtırdı. Beldenin en değerli yerlerine ortaktı ama hisseler başkalarının üzerineydi.
Adam en büyük yüzsüz, en büyük yalancı idi. Sağda solda konuşur, kendisine nasıl hakaretler edildiğini, kazandığı davaları ağzının sularını akıtarak anlatırdı.
Hiç utanması yoktu. Dün sövdüklerini bugün ’lider’ kabul eder, dün alay ettiklerinin önünde el pençe divan durmaktan sıkılmazdı.
Ama hakkını verelim, adam ayarlamakta ustaydı. Karakol polislerinden yargı mensuplarına, bürokratlardan büyük işadamlarına kadar pek çok kimseyi kafakola almıştı. Üst düzeydekilerin yakınlarına ihale verip köşeyi döndürür, kenar semtlerdeki fakir fukarayı bir çuval patates, üç kilo bulgurla tavlamayı becerirdi.
Hırsızlığın hesabını hiç kimse soramamıştı. Çünkü elinde pek çok kimseyle ilgili pek çok kaset vardı.
Bir yanda Müslümanlık numarası yapar, öte yanda çaktırmadan votka çekerdi.
Devletin, milletin ve halkın parasını kendi kişisel çıkarları için harcamış, malı götürmüş, yiye yiye doymamıştı. Kendisine hakaret edilmesinden zevk duyar, kazandığı paraları sayardı. Gelmiş geçmiş en büyük hokkabaz buydu.
Böylesi ideal başkan olur! Yarın (yerel seçim günü) oylarımız bu gibilere verilmeli!"
* * *
Bir gün sonra yerel seçim yapılacak ve ben genel anlamda bir yazı yazmışım!
Yazıda hiç kimsenin ismi geçmiyor.
Kimi tanımladığım belli değil. Genel bir tanımlama yapıyorum ve "yarın oylarınızı böylelerine vermeyin" demeye getiriyorum.
Yazarken düşünmüştüm: Bu yazdıklarımı üzerine alınan olur mu? Hiç sanmam ama yine de belli olmaz ki!..
Ve "sürpriz" bir süre sonra patladı.
Ankara Büyükşehir belediye Başkanı Melih Gökçek boş durmadı ve beni savcılığa şikáyet etti. "Bu yazıda beni tarif ediyor" diyerek hakkımda ceza davası açılmasını istedi.
Ayrıca hakkımda aynı gerekçeyle, bir de 100 milyarlık tazminat davası açtı. Gerekçesi aynıydı:
"Bu yazdıklarıyla beni kastediyor, beni tarif ediyor."
70 milyonluk ülkede bir başka Allah’ın kulu çıkıp bu yazdıklarımı üzerine alınmamıştı. Yerel seçimlerde adaylığını koyan belki on bin belediye başkan adayı vardı. Her biri çeşitli partilere mensuptu. Bir tanesinin bile aklına "sen beni yazdın, beni tarif ettin, senden davacıyım" demek gelmemişti.
O bir kişi hariç!
* * *
Mahkemelerde avukatımız Şükrü Evrim İnal’la birlikte savunma yaptık. Ceza davasında Ankara 2. Asliye Ceza Mahkemesi beraat kararı verdi. Bu karar Yargıtay tarafından onanıp kesinleşti.
Önceki gün Ankara 7. Asliye Hukuk Mahkemesi’nde tazminat davası da sonuçlandı. Dava dilekçesinde, benim o yazımla kendisinin "şeref ve haysiyetine saldırıda bulunduğumu" iddia ediyordu.
Mahkeme, bu şahıs tarafından açılan davayı reddetti.
Yazımda hiçbir isim geçmiyordu.
Nasıl olmuştu da, o yazdıklarımı üzerine alınmış, kendisini tarif ettiğimi iddia edebilmişti!
Hayret vallahi!
Ne ben anladım, ne de başkaları!
Yazının Devamını Oku 8 Şubat 2007
SEVGİLİ okuyucularım, dünkü "Gazetecilikte 30 Yıl" başlıklı yazımı okudunuz. 30 yılımın hesabını bir yazıya sığdırmaya çalıştım. Sabah gazeteye geldiğimde ve sonraki saatlerde karşılaştığım manzara karşısında gözyaşlarımı tutamadım. Bazılarında ise güldüm. İşte Uğur Dündar ve Arena ekibinin gönderdiği çiçekteki kart:
"Nice 30 yıllara. Sen çalışmaya devam et ki, biz işletmek için başkasını aramayalım! Sevgilerimizle."
Binlerce e-posta mesajı, faks ve telefonlar...
Ve çiçekler...
Bunların en azından yüzde 99.9’u hiç tanımadığım Hürriyet okurlarından, yani sizlerden.
Bir gazetenin okurları, o gazetenin bir yazarına böylesine sahip çıkar mı? Aralarında böylesine bir gönül bağı oluşmuş olabilir mi?
Ben bu duyguları sizlerle her gün yaşıyorum. Ama dün, bu olay doruk noktasına ulaştı.
Belki de bu açıdan dünya rekorları kırıldı.
Aranızda bu yazdıklarıma belki inanmayanlar olabilir. Belki bazıları bana "abartıyorsun" diyebilir. Gelen bütün mesajların çıktısını alıyorum ve biriktiriyorum.
Kim isterse, kim inanmazsa, dün önüme yağan binlerce faks ve e-posta mesajlarını okutmaya hazırım. Hem gelip bir çayımı içerler, hem de hepsini tek tek okurlar.
* * *
Sevgili okuyucularım, dün 30. yılımda bana gerçekten de, dört dörtlük bir gün yaşattınız.
Hayatımın en mutlu, en görkemli günlerinden biriydi.
Önümde tomarlarla biriken mesajların hepsini saatler boyu okudum, duygulandım. Çoğunda gözlerim yaşardı. Düşünün, okurunuz size hitaben "aslanların aslanı" diye yazıyor. Siz olsanız ne yaparsınız?
Türkiye’den gelenler dışında, ABD, Almanya, tüm Avrupa ülkeleri, Hindistan, Kazakistan, Rusya, Avustralya, Kanada, Çin, Nijerya ve daha pek çok ülke var.
Beş kıtadan arayanlar, yazanlar, kutlayanlar...
Size tek tek yanıt vermem hiçbir zaman mümkün olmuyor. Dünküler için de öyle. Onları okumak saatler aldı. Bugün de devamını okuyacağım.
Bunlar Hürriyet gibi Türk basınının amiral gemisi olan gazetede yazmanın da sonuçları.
* * *
Sırası gelmişken değineyim. Bizim gazetede aramızda bazen fikir ayrılıkları çıkar. Dışarıdan kaynaklanan dedikodular yoğunlaşır. Sonra bu konuları aramızda konuşarak çözeriz, gideririz... Ve hep birlikte şuna inanırız:
"Keser döner sap döner, gün gelir hesap döner."
Biz geçmişin nice "siyasetçi güçlülerini" biliriz ki, her biri zamanında ülkemizi yönettiler! Ama şimdi unutuldular ve sokakta başları eğik dolaşıyorlar! Kimi hesabını yargı önünde veriyor, kimi kaybolup gitti! O anlı şanlı, afralı tafralı ve son derece havalı siyasetçilerin günümüzde esamisi bile okunmuyor.
Hayatta bir söze çok inanmışımdır ve doğrudur:
"Ne oldum deme, ne olacağım de."
Hayat, ülkeyi yönetirken hep orada kalacağını, o makamların hep kendisinde olacağını düşünüp sonradan hayal kırıklığına uğrayanlarla doludur!
* * *
Dün bana mesaj gönderen, arayan, çiçek yollayıp kutlayan ve hayatımın en duygulu günlerinden birini yaşatan siz sevgili okurlarıma, gazeteci arkadaşlarıma, dostlarıma ve arkadaşlarıma tek tek teşekkür etmem mümkün olmadı.
O görevimi bu yazıyla yerine getirmeye çalışıyorum ve hepinize sonsuz teşekkürlerimi iletiyorum.
Bizler, -ben Hürriyet yazarı, sizler de amiral gemisinin okurları olarak- inşallah daha nice yıllar birlikte olacağız ve birbirimize güç vereceğiz.
Yeter ki Allah sağlık versin, yeter ki Allah bizi kimselere muhtaç etmesin, mahcup etmesin, doğru bildiğimiz yoldan saptırmasın.
Yazının Devamını Oku 7 Şubat 2007
Sevgili okuyucularım, bugün benim için manevi açıdan çok önemli bir gün. Bunu sizlerle paylaşmak istiyorum. Gazeteciliğe 7 Şubat 1977 günü Milliyet’te başlamıştım. Bugün 7 Şubat 2007 ve bu meslekte tam 30 yılım doldu. Şimdi 30 yılımın kısacık özetini bir yazıya sığdırmaya çalışacağım. Lütfen her sözcüğünü "dikkatle" okuyun.
Mesleğe Milliyet’te ekonomi muhabiri olarak en alttan başladım. Hiçbir yere paraşütle indirilmedim, torpille gelmedim. Tırnaklarımla kaza kaza, gece gündüz çalışarak, emeğim, alın terim, göz nurum, beynimle geldim. Bir gün olsun kaytarmadım. Hiç kimsenin, belli ekiplerin adamı olmadım.
İlk gazetemdeki güzellikler yanında, beni boğmak ve ezmek için çok çaba harcadılar, başaramadılar. Milliyet serüvenimi Önce İnsanım Sonra Gazeteci isimli kitabımda anlatmıştım. Milliyet’te ekonomi muhabirliği yaparken, bir süre sonra pazar günleri uzun söyleşiler yapmaya başladım. Yaptığım her iş ilgi gördü ve ismim giderek tanındı.
1985 yılında Erol Simavi’nin transfer teklifiyle Hürriyet’e geçtim. 1989’da köşe yazısı yazmaya başladım. Köşe yazarlığında 17, Hürriyet’te 22 yılım doldu. Burası benim 30 yılda ikinci gazetem ve Hürriyet’te olmaktan hep onur duydum. Nice çok yüksek transfer tekliflerini reddettim. Taş yerinde ağırdır.
Üç patronla çalıştım: Milliyet’te kısa süre Ercüment Karacan, Milliyet’te Aydın Doğan, Hürriyet’te Erol Simavi ve yeniden Aydın Doğan.
* * *
Mesleğimde hiç kimseye hava atmadım, gösteriş yapmadım, şımarmadım, hiç kimseyi sömürmedim. Sadece iyi bir ürün sergileyen meslekdaşlarımı kıskandım. Kim olursa olsun ezene ve haksıza karşı çıktım, ezilenin ve haklının yanında yer aldım. Hep egemenler, güçlüler, para babaları ve iktidarlarla boğuştum. Garibanın üzerine asla gitmedim. Ülkemin ve milletimin çıkarları ve onuru doğrultusunda, Atatürk’ün aydın izinde, kelle koltukta, asla korkmadan yazdım.
Hırsızların, yolsuzluk yapanların, üçkağıtçı siyasetçilerin, milleti soyanların, din tüccarlarının, bölücülerin üzerine gittim. Hakkımda nice davalar açıldı.
Lüks yaşamım asla olmadı. Davetlerde, resepsiyonlarda, gece hayatında hemen hiç bulunmadım! Egemenlerin sofrasında yer almadım. Hiç kimseyle yüz göz olmadım, övgüler düzmedim, yalakalık yapmadım.
Meslek büyüklerime ve küçüklerime saygısızlık yapmadım, kıskanmadım, kulislerde entrika çevirmedim, kimsenin altını sinsice oymaya kalkışmadım. Hata ve eksiklerimden ders almayı bildim.
Kursağıma bir kuruş haram, yasa dışı, ahlak dışı, kural dışı para girmedi. Yurtdışında malım, param hiç olmadı. Her iktidar döneminde çok açığımı aradılar, bulamadılar. Bu dönemde ise banka hesaplarıma bile girip didik didik ettiler.
16 kitabım bugüne kadar bir milyona yakın sattı. Muhteşem bir rakamdır. Ömrüm boyunca kitaplarım, gazeteden yapılan maaş, ikramiye ve öteki ödemeler, iki kira geliri, kazandığım tazminatlar, televizyonlardan aldığım para dışında başka bir yerden gelirim olmadı. Bir kuruş olsaydı yanmıştım!..(Ve hepsinin her kuruş vergisi ödenmiştir.) Bazen iftira atmaya yeltendiler, geri tepti!
Gücümü hem siz sevgili okuyucularımdan, hem de kendimden aldım. Kendimden aldım çünkü her şeyimle temizdim. Geçmişimde, yaşantımda, ailemde en ufak bir açık-leke bulsalardı beni mahvederlerdi. Çok aradılar ama ne yazık ki bulamadılar! Bizim meslekte bir kural vardır. Açığı olan köşe yazarı korkar, hiç kimsenin üzerine gidemez, eleştiremez. Hele iktidarların, egemenlerin, güçlülerin, namussuzların üzerine asla gidemez! Aksi takdirde başına gelecekleri, onu nasıl geçmişi ve açıkları ile tehdit edip susturacaklarını iyi bilir! Biz de o arkadaşların kim olduğunu iyi biliriz!
* * *
30 yıl boyunca bir gün olsun gazetecilik gücümü kullanarak kendim, herhangi bir kişi veya kurum adına iş takibi yapmadım, iş bitirmedim. Bunu önerecek bir babayiğit zaten karşıma çıkmadı ve çıkamazdı.
Bütün meslek yaşamım güzel mi geçti? Muhteşem, acı tatlı anılarım elbette çok oldu. Ama bir bölümü de boğuşmakla, doğrudan ve dolaylı baskılarla beni ezmek, sindirmek, susturmak, tasfiye etmek için çaba harcayanlarla mücadele vererek geçti. Allah’a bin şükür, her mücadeleden açık alınla çıktım.
Bu acımasız kurtlar sofrasında hiç kimseye yem olmadım, baş eğmedim, eğilip bükülmedim, ilkelerimden, inançlarımdan ödün vermedim. Dönek olmadım, korkmadım, kıvırtmadım, alttan almadım, namussuzluk yapmadım, doğru bildiğim yoldan dönmedim, ruhumu ve kalemimi satmadım. Aksini iddia eden varsa ortaya çıkar!
Bu iddialı yazıyı kamuoyunun ve milyonlarca Hürriyet okurunun önünde yazıyorum, 30 yıllık hesabımı açık alınla ve bir tek yazıya sığdırmaya çalışarak veriyorum. Ülkeme, milletime, mesleğime ve sizlere karşı görevimi biraz olsun yerine getirmeyi başardıysam, ne mutlu bana.
Sevgili okuyucularım bugün, 7 Şubat 2007 günü benim için çok önemliydi. İçimden taşan şu duyguları sizler de iyi bilin istedim.
Siz benim her şeyim, güç kaynağım, manevi desteğimsiniz. Gücümün çoğunu sizlerden aldım. Bana siz sahip çıktınız. Bundan sonra da çıkacağınızı biliyorum.
Bu mutlu ve çok önemli günümü sizlerle paylaştığım için beni lütfen kınamayın, bağışlayın, hoşgörün sevgili okuyucularım.
Yazının Devamını Oku 6 Şubat 2007
SEVGİLİ okuyucularım, bu "tek parti" iktidarı döneminde olanları hayret ve ibretle izliyoruz. Neyi, hangi konuyu yazacağımı şaşırıyorum. (Önüme her gün sizden yüzlerce mesaj yağıyor. Çoğu başlıbaşına yazı konusu. Hepsini tek tek okuyorum ama sizlere yanıt veremediğim için üzülüyorum. Bazılarınız bana bu yüzden kızıyor, bazılarınız gönül koyuyor. Bunu biliyorum ama lütfen kendinizi benim yerime koyun. Bunca mesaja ben tek tek nasıl yanıt vereyim? Yine de beni affedin. Ama lütfen kızmayın, gönül koymayın.)
Hrant Dink cinayeti işlendi. Bakınız, her kafadan ayrı ses çıkıyor. Hükümeti yönetenler ve kurumlar birbirinden habersiz ve kopuk. İşi kovalayıp sonuca vardıracak bir siyasi otorite yok. Hükümet bitik durumda. Emniyet Genel Müdürlüğü makamı iki aydır boş, atama yapılamıyor. İçişleri Bakanlığı’nda en üst düzey makamlar vekáletle yönetiliyor.
Devlete atama yapamayan iktidar, bir cinayeti de çözemiyor. O yüzden her kafadan bir ses çıkıyor, bilgi kirlenmesi yaratılıyor, devlet düşmanlığına yol veriliyor.
Öte yanda Recep Tayyip Erdoğan kürsülere çıkıp "derin devletten" yakınıyor! Derin devlet eğer varsa ve taş koyuyorsa, bunun sorumlusu kim? Kendisi değil mi? Niçin çözmüyor, niçin yok etmiyor?
Devletin bütün organları kendisine bağlı değil mi? Asker, sivil, polis, jandarma, MİT, öteki birimler, benden mi emir alıyor?
İktidar ağlaşma, yakınma yeri değildir. Oraya ağlaşmak, şikáyet etmek için değil, sorunları çözmek için gelinir.
Hangi sorunu çözdüler? Bir Hrant Dink cinayetinde düştükleri duruma bakın. Nerede siyasi otorite, nereye kayboldu?
* * *
Üç gün önce burada Telekom zamlarını yazdım. Telekom’u bu özelleştirme rezaletinde ölmüş eşek fiyatına satın alan yabancı Saudi Oger firması, yaptığı son zamlarla bu işi tümüyle bedavaya getiriyor. Dünyanın neresinde bir ülkenin altın yumurtlayan tavukları sırf günü kurtarmak için böyle bir biçimde yabancılara (veya yerli yandaşlara) bu fiyata verilir ve onlara böyle olanaklar sağlanır?
Bu olanlara inanamıyorum!
İktidar 17 Ocak 2007 tarihli yeni bir petrol yasası çıkardı. Yasa tümüyle yabancılara kıyak için çıkarıldı. Ulusal kuruluş TPAO yok ediliyor, siliniyor. Anlaşıldığı kadarıyla TPAO’yu da özelleştirip yabancılara sunacaklar.
Petrol arama ve satışı için eski yasada bulunan "milli menfaatlere uygun olarak" sözcükleri çıkarıldı. Kamu yararı ve toplumsal çıkar silindi. "Talebin milli menfaatlere uygun olması" ölçütü de çıkarıldı.
En stratejik petrol ve doğalgaz alanında yabancı devlet ve şirketlere her türlü ayrıcalık sağlandı. Ulusal çıkarların korunması ilkesi, eski yasadaki "memleket ihtiyacına ayrılma" kavramı da yok edildi. Yabancılara verilecek arama sahası izinlerindeki sınır kaldırıldı, tekelleşmenin önü açılmış oldu.
Devlet, bundan sonra petrol arama ve çıkarma çalışmalarından pay alamayacak. TPAO bu konularda hiçbir biçimde söz sahibi olmayacak. Devlet gelirinin yüzde 84’ü durup dururken yabancı tekellere aktarılacak.
Bu bilgileri Petrol İş Sendikası Araştırma Grubu tarafından hazırlanan 29 Ocak 2007 tarihli rapordan aldım. Rapor şöyle bitiyor:
"Yabancı petrol şirketlerine ülkemizin her yerinde sınırsız bir biçimde faaliyette bulunma hakkı tanınmıştır. Ruhsatlarda tekelleşme, ham petrolde ülke ihtiyacı için ihracat sınırlamasının kaldırılması, üretilecek ham petrolden elde edilecek devlet hissesinin yüzde 2’lere kadar düşürülmesiyle milyonlarca dolara ulaşan gelir kayıplarına yol açacak olan bu yeni yasa, hangi ülkenin çıkarlarını korumaktadır?"
Yabancı petrol tekelleri, aynı oyunu işgal altındaki Irak’ta oynadılar ve petrolün çoğunluk hisselerine el koydular. Orada bu işi silahla-tehdit ve şantajla başardılar.
Bizde silahsız!.. AKP iktidarını ikna yoluyla.
* * *
Cumhurbaşkanı Sezer bu yasayı inceleyecek, uzmanlara inceletecek ve büyük olasılıkla veto edecek. Peki sonra ne olacak? AKP aynı yasayı yeniden ve aynen çıkarıp Sezer’in önüne gönderecek... Çünkü dışarıyla bağlantılar çoktan yapıldı!
Sezer’in ikinci kez veto yetkisi yok. Yasa belki Cumhurbaşkanı, belki CHP tarafından Anayasa Mahkemesi’nde açılacak dava konusu olacak... Ve mahkemenin tozlu raflarında yıllarca beklerken ruhsatlar verilecek, kıyaklar yapılacak ve atı alanlar Üsküdar’ı çoktaaan geçmiş olacak.
İşte size yaklaşık iki hafta önce sessiz sedasız çıkarılan ve "kime hizmet ettiği belli olmayan" demeyeceğim, belli olan bir petrol yasasının kısacık özeti.
Yazımın başlığında "İnanmıyorum" demiştim. Ülkemizin buralara sürüklenmiş olmasına gerçekten de inanmıyorum, inanamıyorum.
Yazının Devamını Oku 4 Şubat 2007
EROL Hürbaş, İmar Bankası yönetim kurulu üyesi idi. Geçmişte Hazine Genel Müdürü olarak görev yapmıştı. Sonra bu bankaya geçti. Bir süre sonra Uzan ailesinin yolsuzlukları gündeme geldi. Bankayı yöneten Uzanlar yurtdışına kaçarken, Türkiye’de olanlar yakalandı ve yargıya sevk edildi. Karşılarında dev gibi TMSF vardı. Çıkarılan yasalar "hortumcu" aleyhine inanılmaz hükümler taşıyordu.
Erol Hürbaş hortumcu olduğu gerekçesiyle tutuklandı. Kartal Cezaevi’nde tam 22 ay yattı. Onlarca kez mahkemeye çıktı ve beraat etti. Yargıtay, 10 gün kadar önce beraat kararını onadı.
Ana davadan beraati kesinleşen Hürbaş’ın geriye altı davası kaldı!
Bu süreçte ailece çektikleri çileyi, onlara yapılan manevi işkenceyi biliyorum. Nereden bildiğimi sorarsanız, Erol benim çok eski arkadaşım. Hortum mortum yapacak adam olmadığını herkes biliyordu ama elden gelen bir şey yoktu.
Bu olay patlak vermeden çok önce, eşi Gülten Hürbaş, biri kendisine veraset yoluyla intikal eden iki daire satmıştı. İmar Bankası olayı patlayınca TMSF tarafından kendisi ve daireleri alanlar hakkında "hileli alım satım" açılmasın mı!
TMSF, Erol’dan 7 katrilyon 600 trilyon para istiyordu. Faizi hariç! Şu anda emekli maaşının üçte biri kesiliyor. Eşinin bir arabası var, satması yasak. Aile bireyleri için yurtdışı yasağı var.
Aradılar taradılar, "hortumcu Erol’un" bankalarda parası çıkmadı. Yurtdışında ve Türkiye’de malı mülkü yoktu.
Ama 22 ay yatırdılar. Şimdi beraat etti. Erol Hürbaş ve benzerlerine uygulanan bu işkencenin, çektirilen çilenin hesabını kimler, nasıl verecek?
* * *
Şimdi bir de Erol’un oğlu Mehmet Hürbaş’a bakalım. Onun durumunu burada 21 Kasım 2004 tarihli yazımda -soyadını vermeden- "Mehmet’in Çilesi" başlığı ile size duyurmuştum.
Mehmet şimdi 39 yaşında, Boğaziçi Üniversitesi’nden mezun bir inşaat mühendisi. Fransızca, İngilizce ve Almanca biliyor. Devletin organı TMSF, babasına yaptıklarını aynen Mehmet’e de yaptı. Üzerine kayıtlı biri yürümeyen iki araba var, onları satamıyor. Evi, ya da başka malı mülkü yok. Kirada oturuyor. Yurtdışı yasağı var. Kendisinden de 7 katrilyon 600 trilyon lira faiziyle birlikte isteniyor! Yurtdışına çıkışı yasak!
Mehmet’e çektirilen çilenin, ıstırabın, yapılan manevi işkencenin bire bir tanığıyım. Mehmet, yaşaması için çalışması ve bir gelir elde etmesi gerekiyordu. İşe girerse, sigortalı ve bordrolu olursa, kendisine maaşın ancak bir milyarı ödenecekti. Üstü TMSF hesabına yatırılmak zorundaydı!
Mehmet iş bulursa parasını açıktan, elden alıyordu.
Uzan ailesini tanımazdı. İmar Bankası veya bu aile ile doğrudan veya dolaylı hiçbir işi ve işlemi olmamıştı. Uzan grubunda çalışmamıştı.
Bankada ömür boyu biriktirdiği 40 bin doları vardı, o paraya da el konulmuştu.
Mehmet’e inanılmaz sıkıntılar yaşattılar. Sıkıntılar eve yansıdı. Eşinden ayrıldı. Dişinden tırnağından ayırıp küçük kızına nafaka veriyor.
Aleyhine kullanılacak bir tek bilgi ve belge bulamadılar ama şeytan azapta gerekti!.. Çünkü bir kez "hortumcunun oğlu" damgasını TMSF’den yemişti.
TMSF’nin elinde avukatlar ordusu vardı ama Mehmet’te bunlar yoktu. Hiçbir suçu ve günahı olmayan, hiçbir kirli işe bulaşmamış Mehmet’i süründürdüler. Halen de sürünüyor. Nereye gitse karşısına aynı yanıt çıkıyor:
"Üzgünüz ama yasa böyle diyor."
Bu nasıl yasadır ki, suçsuz-masum insanları da perişan etmek için çıkarılmıştır! Günah işleyen ile günahsızı aynı kefeye koydular. Vur deyince öldürdüler. Masum insanlar sürünüyor. Bu yasaların günü gelince kendilerine döneceğini akıllarına bile getirmediler.
Erol Hürbaş’ın "hortumcu" olmadığı mahkeme kararıyla belgelendi ve Yargıtay tarafından onandı. Ancak çile sürüyor. Ailece her şeyleri üzerinde, emekli maaşı dahil "tedbir" var. Sonsuz yetkilerle donatılmış olan TMSF bu durumda ne yapacak? Baba oğul Erol’la Mehmet’in ve nice benzerlerinin halen yaşamakta olduğu bu insanlık dışı olayı nasıl sonlandıracak? Dün Mehmet şöyle diyordu: "Benim günahım ne? Malım yok, param yok. Hortumcu değilim. Banka işlerinden anlamam. Birileri birilerinin üzerine gidiyorsa, intikam alıyorsa, bu katrilyonluk para ilişkilerinde benim suçum nedir? Hayatım karardı. Suçum varsa niçin yargılamadılar? Suçum yoksa niçin beni bırakmıyorlar?"
Hortumcuya hesap sorun. Ama bu işlerle uzaktan yakından ilgisi olmayan insanları daha fazla süründürmeyin. Bu yaptıklarınız adalete, hukuka, insan haklarına sığar mı?
Her şeyi bırakın bir yana, 22 ay boş yere hapis yatmanın bedelini kim kime nasıl ödeyecek?
İşte size bir aileye, baba ile oğluna ve daha nicelerine yıllardır yaşatılmakta olan insanlık dışı utanç tablosu örneği. Hükümet ve TMSF mutlu olsun, şimdilik onlara helal olsun!
Yazının Devamını Oku 3 Şubat 2007
DEVLET Bakanı Kürşad Tüzmen taaa Libya’ya gitti, anlaşma yapamadan ve istediklerini alamadan geri döndü... Çünkü Libyalılar su koyuverdi. Tüzmen Bey yenilgi sonrasında beni Libya’dan arayıp kabahati o gün çıkan yazıma yüklemeye kalkıştı. Kaddafi’ye "operet yıldızı" demişim, devesiyle gırgır geçmişim. Söylediğine göre müzakereler o dakikaya kadar iyi gidiyormuş. Fakat Ankara’daki Libya büyükelçiliği benim yazımın Arapça çevirisini toplantıya fakslayınca Libyalılar bozulup su koyuvermiş, iş bozulmuş, Tüzmen Bey de bana bozulmuş! Devletin bakanı telefonda bana bunları söylüyor.
Bu bana ders oldu! Gücümün "uluslararası" olduğunu, Türkiye sınırları dışına taştığını, yazdığım yazılarla ülkemizin çıkarlarını bir anda bozabildiğimi öğrenmiş oldum!
Ülke çıkarlarını bozma gücüne sahipsem (!) demek ki ülkeye çıkar sağlama gücüne de sahibim valla! Bu durumda, bundan sonra başta Tüzmen Bey büyüğümüz olmak üzere yurtdışına gidecek bütün bakanlarımızdan ve heyetlerimizden istirhamım şudur:
"Gideceğiniz ülkeyi ve konuyu bana 15 gün önceden bildirin. Ben yazılarımda o ülkeyi ve yöneticilerini yağlayıp ballamaya, övmeye, onlara yaltaklanmaya başlayayım. Hoşlarına gitsin ve siz ne isterseniz versinler!"
Örneğin, şimdi ABD Kongresi’nde Ermeni tasarısı var. Bizden milletvekilleri, siyasetçiler ve işadamları gidip lobi yapacaklar. Geziler beleş olacak.
Ben yazılarımda derhal Bay Bush’u, ABD Kongresi’ni, hatta Ermeni lobisini falan övmeye başlarım, tasarı geçmez!
Diyelim ki Dışişleri Bakanı, AB ülkelerine gidecek ve şunları söyleyecek: "Ayıptır yav, yeter artık bize yaptıklarınız, ne istediyseniz verdik. Daha ne istiyorsunuz." Ben yazılarımda 15 gün öncesinden AB’yi övmeye başlarım ve işi bitiririz.
Talabani ve Barzani ile görüşülecek. Onları da yağlayıp işi bitiririm.
Beni Libya’dan arayıp "iş sizin yazı yüzünden bozuldu, Libyalılar isteklerimizi kabul etmedi" diyen, ancak Allah’tan ki "ulan sen vatan hainisin, bizim paralar senin yazı yüzünden güme gitti" demeyen muhterem Kürşad Tüzmen büyüğüme çok teşekkür ediyorum! Bana "gücümü" anımsattı.
Bu gücümü bundan sonra ihanetten (!) değil, hükümetimin istediği biçimde kullanacağım. Yeter ki bütün dış gezilerden daha önceden haberim olsun!
TELEKOM’DA BALLI BÖREK
ADINDA "Türk" sözcüğü olan Telekom isimli kuruluş, birkaç gün önce açıklama yaptı. Türkiye’deki 60 milyon sabit telefona uygulanacak yeni tarife ilginç. Zam ve indirim! Bu olayın üzerine hiç kimse gitmedi. Bu kuruluşa bağlı sabit telefonlarda "ses trafiği-görüşme oranları" şöyle:
Yaklaşık yüzde 80 şehiriçi, geri kalan yüzde 20 şehirlerarası, uluslararası ve GSM (cep).
Uyanık Telekom, şehiriçi görüşmelere ve aylık sabit ücretlere yüzde 22 zam, ötekilere indirim yaptı. Uzmanların hesaplarına göre, zam sonrasında elde edeceği ek gelir korkunç.
Yılda 880 milyon dolar.
Biliyorsunuz, bizim hükümet Telekom’un yüzde 55’ini özelleştirme adı altında 6.5 milyar dolara Saudi Oger isimli yabancı firmaya sattı. Paranın yüzde 20’si peşin ödendi. Ötesi beş yıl süreyle yılda bir milyar dolar taksitle ödenecek.
Telekom yılda ortalama 1 milyar dolar kár ediyor.
Şimdi kamuoyuna indirim diye sunulan yeni tarifesiyle bu şirket yılda ek olarak 880 milyon dolar daha kazanacak. Kár 2 milyar dolara yükselecek. Bu kazancın yüzde 55’i Saudi Oger’e gidecek. Yani yaklaşık 1 milyar dolar!
Dolayısıyla, Saudi Oger isimli yabancı firma, beş yıl boyunca devlete ödeyeceği yıllık bir milyar dolar taksiti, sadece bu zammı yaparak kurtarmış oldu. Bundan sonra yapacağı zamlar hariç.
(Bu hesapları bana sektörün tam göbeğindeki uzmanlar gönderdi.)
Türk Telekom yabancı firmaya bedavaya geliyor, kimse işin üzerine gitmiyor.
Hele bundan sonra yapacağı zamlarla, Telekom’u almakla üste para almış olacak.
Soruyorum, böyle özelleştirme olur mu? Devletin ve milletin altın yumurtlayan tavukları yerli ve yabancı yandaş firmalara böylesine acayip koşullarla satılır mı? Adamlar Telekom’un parasını birkaç yılda çıkaracak ve sonra her yıl milyarlarca dolarımızı alıp götürecek.
Günü kurtarmak için bu satışı yapanlara soruyorum: Ayıp değil mi, yazık değil mi, günah değil mi? Bunların hesabını nasıl vereceksiniz?
Yazının Devamını Oku 2 Şubat 2007
Önceki akşam saat 17 dolaylarında Devlet Bakanı Kürşad Tüzmen’in aradığını söylüyorlar. Hayırdır inşallah, kendisiyle herhangi bir muhabbetim yok. Acaba niçin arıyor ki! Karşımda özel kalem müdürü: "Emin Bey, sayın bakanımızı bağlıyorum. Kendisi Libya’da. Oradan arıyorlar."
Beyefendi telefona bağlanıyor:
- Emin Bey bugünkü yazınızı okudum. Biz Libya’da Libya yetkilileriyle toplantı halindeyiz. Toplantımız şu dakikaya kadar çok iyi gidiyordu. Fakat az önce Libyalılar, sizin bugünkü yazınızı önüme getirdiler ve işler bozuldu. Bize ne kadar büyük zarar verdiğinizi bilmenizi istedim.
- Kürşad Bey herhalde Kaddafi’nin Etiyopya’ya getirdiği devesinden söz ediyorsunuz.
- Evet.
- İyi ama Sabah Gazetesi dün onu manşet yapmıştı. Öteki gazetelerde de vardı. Ben sizin Libya’da olduğunuzu, toplantıda karşınıza devenin çıkarılacağını ne bileyim!
- Bize zarar verdiniz. Libyalılar çok kızdı. Bir çuval inciri berbat ettiniz.
- Bundan sonra Libyalıları kızdırmayacak yazılar yazayım!
(Kürşad Bey, Libya’dan Fatih Altaylı’yı da arayıp aynı sözleri söylemiş.)
Aramızdaki konuşma böyle geçti ve kısa sürede bitti. Peki ama Kürşad Tüzmen’i böyle kızdıran ve beni taaa Libya’dan aramasına neden olan yazımda ne demiştim? 31 Ocak Salı günkü "Deve Üzerine" başlıklı yazımı bir kez daha okumanızı öneririm. Kaddafi Etiyopya’ya devesiyle birlikte gelmiş çünkü sabahları deve sütü içermiş. Orada bulunan bizim Ulaştırma Bakanı da Türk gazetecilere "Bunu biz yapsak tefe koyardınız" demiş.
Böylece "gücümüzü" anlamış olduk! Biz iyi yazarsak Libya gibi ülkelerle ilişkilerimiz iyiye gidecek, eleştirirsek Libyalılar bizim bakanlara posta koyacak!
Devletin bir bakanı bu sözleri gazetecilere söyleyebiliyor.
Libya ile anlaşmaya varılmadıysa, sorumlusu bizim haber ve yazılar olacak! Hayret, hayret!
DAVA YAĞMURU BAŞLARKEN
DÜN elime yargıdan üç adet tebligat ulaştı. Dava konusu olan, 9 Ocak 2007 Salı günkü "Ay yıldızdan şimdi medet umanlar" başlıklı yazım. Tebligatları sıralıyorum:
1- Davacı AKP. Bu yazım nedeniyle benden 100 bin YTL (100 milyar lira) tazminat istiyorlar. Davayı İstanbul Üsküdar Adliyesi’nde açmışlar.
2- Şikáyetçi Başbakan Recep Tayyip Erdoğan. Bu yazım nedeniyle hapis cezası almam için İstanbul Bağcılar Cumhuriyet Başsavcılığı’na suç duyurusunda bulunmuş.
3- Şikáyetçi AKP. Aynı yazım nedeniyle hapis cezası almam için İstanbul Bağcılar Cumhuriyet Savcılığı’na suç duyusunda bulunmuş.
Ayrıca internet sitelerinde yer alan haberlere göre, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan da hakkımda 100 milyarlık dava açmış. Ancak onun tebligatı henüz gelmedi.
* * *
Sevgili okuyucularım, burada çok önemli bir konuya dikkatinizi çekmek istiyorum.
Benden davacı ve şikayetçi olan AKP genel merkezi Ankara’da.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan genellikle Ankara’da.
Bu davaları açan ve hapis cezası almam için savcılığa suç duyurusunda bulunan avukatlarının bürosu da Ankara’da.
Bendeniz, aciz kulunuz da Ankara’dayım.
Yani hep birlikte Ankara’da yaşıyoruz.
O halde soralım:
Hepimiz Ankara’da iken, bu davaları niçin Ankara’da değil de İstanbul’da açıyorlar?
Dahası, niçin suç duyurularını İstanbul’da Bağcılar Cumhuriyet Savcılığı’na yapıyorlar da, tazminat davasını İstanbul’un bir başka adliyesinde, Üsküdar’da açıyorlar?
Kim bilir!
Hepimiz Ankara’dayız, Ankara adliyesini niçin görmezden geliyorlar? Ankara adliyesi başka bir ülkeye bağlı değil ki! Acaba Ankara’ya güvenmiyorlar mı?
Vallahi bilemedim, anlayamadım!
Yazının Devamını Oku 1 Şubat 2007
BOLU Dağı tüneli birkaç gün önce görkemli bir törenle açıldı! Tüneli, viyadük ve bağlantı yollarını bir İtalyan firması yaptı. İş tam 17 yıl sürdü. Türkiye bu iş için bir milyar dolar para ödedi. Açılış (!) törenine bizim Başbakan’la birlikte İtalya Başbakanı Prodi katıldı. Nutuklar falan atıldı.
Öncesinde firma, bizim ilgili makamlara mektuplar gönderdi:
"Açmayın, iş bitmedi. Tünelin ve yolların çok eksiği var. Aksi takdirde olacak kazalardan biz sorumlu değiliz."
Kolay değil, tünelin ve bağlantı yollarının uzunluğu 30 kilometreyi buluyor. Bazı viyadüklerin yüksekliği yerden 100 metre. Bağlantı yolları yokuş!
Kar yağınca yollarla birlikte tünel de kapanıyor. Bolu’ya kar yağmazsa nereye yağar!
Ayrıca tünelin içinde de pek çok eksik var.
Şimdi ne oldu? Tünel zaten tek yönlü olarak açılmıştı. Şimdi o tek yön de kar yağdıkça ve buzlanma oldukça kapanıyor.
O halde bu açılışı niçin yaptınız kardeşim? Bizimkiler bu fiyaskoyu biliyor da, acaba İtalyan Başbakanı da farkında mı?
Bitmemiş eksik bir şey -hem de böyle törenlerle ve nutuklar atarak- nasıl açılır?
Bu bizim hastalığımızdır. Başbakan, bakanlar ve siyasetçiler bir kente gider ve orada "açılış törenleri" düzenlenir. Dört yıldır çalışan fabrikalar, sekiz ay önce yapımı bitmiş kavşaklar, henüz bitmemiş yerler açılır! Havai fişekler atılır, davul zurnalar çalar ve milletin gözü boyanır.
Açılacak bir tesis bulunmazsa kebapçı dükkanı, çeyiz mağazası ayaküstü açılır.
TMMOB İnşaat Mühendisleri Odası dün yaptığı açıklamada Bolu Tüneli açılışını "fiyasko" olarak tanımladı ve sordu: "İnsan hayatı mı, yoksa politik hesaplar mı önemlidir?"
Her şey o yoldan her gün geçen binlerce araç sürücüsünün ve yolcunun gözlerinin önünde. İyi baksınlar, Bolu’da kar yağınca kapanan "yaz tünelini" iyi görsünler, açılış yapanları bir kez daha kutlamayı unutmasınlar!
Komedi bizim aramızdadır. Sakın İtalya Başbakanı Prodi’ye duyurmasınlar!
OTOYOL-KÖPRÜ YARGI KARARI
CHP milletvekili Mehmet Sevigen adına avukatı Levent Gök tarafından açılan davanın kararı, bizi yönetenler açısından bir ibret belgesi. Ders alırlar mı? Almazlar! Zammı yargı kararından sonra geri çekerler mi? Çekmezler!
Levent Gök, dava dilekçesinde hükümet tarafından otoyol ve köprü ücretlerine yapılan son zamların yasaya ve hukuka aykırı olduğunu savunarak iptal edilmesini istedi. Ankara 10. İdare Mahkemesi yürütmenin durdurulması (yani zamların geçersiz kılınması gerektiği) kararı verdi. (Anayasa, mahkeme kararlarının geciktirilmeden uygulanmasını emrediyor.)
Bu durumda zamların derhal geri alınması gerekiyor.
* * *
Mahkeme bu zamların gerekçesini Bayındırlık Bakanlığı ve Karayolları Genel Müdürlüğü’ne sormuş. Şimdi mahkemenin gerekçeli kararını özetliyorum:
"İdarelere verilen yetkinin (olayımızda zam yetkisinin) kamu yararı, hizmet gerekleri, devletin sosyal niteliği, hakkaniyet, objektif ölçüler gibi temel hukuk ilkeleri gözetilerek kullanılması gerekir."
Mahkeme kararında bu zamların gerekçesinin ilgili makamlara sorulduğu belirtiliyor ve şöyle deniliyor:
"Cevaben gönderilen belge ve bilgilerin birlikte değerlendirilmesi sonucunda, davalı idarelerce zam oranının belirlenmesinin gerekçesi olabilecek somut bir belgenin gönderilmediği, zammın herhangi bir ölçüye dayanmadığı, ortada kapsamlı bir araştırma ve incelemenin bulunmadığı, ücret ayarlamasının iç kaynak teminine yönelik olduğu anlaşılmaktadır.
Boğaz köprülerine yüzde 33, otoyol geçişlerine yüzde 20 oranında zam yapılmasında hukuka uygunluk yoktur.
Yürütmenin durdurulmasına oybirliği ile karar verildi."
Türkiye bir hukuk devleti mi, değil mi? Anayasa’nın 138. maddesi açık: "İdare, mahkeme kararlarının yerine getirilmesini geciktiremez."
Şimdi bu zamların derhal geri alınması gerekiyor. Avukat Levent Gök bu konuda da gerekeni herhalde yapacaktır.
Yazının Devamını Oku