Emin Çölaşan

Deve üzerine!

31 Ocak 2007
LİBYA devlet başkanı Kaddafi, Etiyopya’daki Afrika ülkeleri toplantısında çadırını kurdurup içinde kalmış. Beyefendi ayrıca sabah kahvaltısında taze deve sütü içermiş. O yüzden devesini de yanında getirmiş. İlkelliğin bir örneğidir. Bizim heyette bulunan Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım bu deve olayını öğrenince gazetecilere söyle demiş:

"Adam yanında devesiyle dolaşıyor. Biz olsak tefe koyardınız."

Bunu söylerken, Türk Hava Yolları tarafından bir süre önce İstanbul’da Atatürk Havalimanı’nda deve kestirilmesini kastediyor. Anımsayın, bu kafalar uluslararası bir havalimanında uçakların hemen yanında, binlerce turistin gözleri önünde koskoca deveyi kurban niyetine kestirip kanını akıttılar, deveyi orada parçalayıp etlerini personele dağıttılar...

Ve Türkiye’yi bütün dünyaya rezil ettiler.

Ulaştırma Bakanı, sözleriyle bunu kastediyor. Ülkemizi dünyaya rezil ettiklerini unutmuş, "Biz yapsaydık tefe koyardınız" diyebiliyor.

Ülkemizi işte bu kafalar yönetiyor. Operet yıldızı Kaddafi’yi örnek gösterebiliyor!

MAHKEME KARARI UYGULANACAK MI?

Ankara 10. İdare Mahkemesi, hükümet tarafından bundan bir süre önce otoyol ve köprülerin geçiş ücretlerine yapılan zam konusunda yürütmenin durdurulması kararını verdi. Anayasamızın 138. maddesi çok açık ve net bir hüküm içeriyor:

"...Yasama ve yürütme organları ile idare (yani hükümet ve kurumları) mahkeme kararlarına uymak zorundadır. Bu organlar ve idare, mahkeme kararlarını hiçbir surette değiştiremez ve bunların yerine getirilmesini geciktiremez."

Mahkeme köprü ve otoyol zamlarını hukuka ve yasalara aykırı bulmuş, yürütmenin durduruması kararı vermiştir.

Şimdi yapılacak bir tek işlem vardır ve çok basittir:

Son zamları geri çekmek, otoyol ve köprülerde eski ücretleri yeniden geçerli kılmak.

Bunu yapacaklar mı, yoksa Anayasa’yı açıkça çiğneyecekler mi? Bence ikincisi. Göreceğiz!.. Çünkü Türkiye’yi, her şeyimizi, ulusal varlıklarımızı rastgele satarak ve doğalgaza, akaryakıta, köprü ve otoyol geçiş ücretlerine sürekli zam yaparak yönetiyorlar.

İKİ TAKIMIN DOSTLUĞU

Dünkü yazımda Ankaragücü-Bursaspor dostluğundan söz etmiştim... Ve bunu yeni öğrenmiştim. Cumartesi günü iki takım arasında Ankara’da oynanan lig maçı öncesinde Ankaragücü ve Bursaspor’un binlerce taraftarı hep birlikte, ellerinde "Atatürk’ün izindeyiz" pankartlarıyla ve bu doğrultuda sloganlar atarak Anıtkabir ziyareti yapmışlardı. Statlarda kan gövdeyi götürürken, bu dostluk ilginç bir olaydı.

Dün yemekte bizim Ankara spor servisi şefi Meriç Enercan’la bu konuyu konuşuyorduk. Bu dostluğun kökenini bir kez daha araştırıp bana ileteceğini söyledi ve iletti. Olay şöyle:

Dostluk köprüsü 1981 yılında kuruluyor. Ankara’da oynanan TSYD Kupası maçlarına katılan Bursaspor’u Ankaragücü’nün binlerce fanatik seyircisi destekliyor. Aynı sezon Ankaragücü ile Galatasaray arasında Türkiye Kupası finali oynanacak. Ankara sahası seyircinin taşkınlığı nedeniyle kapalı. Federasyon maçı Bursa’da oynatıyor. Bursa seyircisi tam kadro Ankaragücü’ne destek veriyor.

Sonraki yıllarda Bursa’nın fanatik Teksas tribününden Abdülkerim Bayraktar, Hacettepe Üniversitesi’ne giriyor, Ankaragücü maçlarını yeşil beyaz Bursa renkleriyle Ankaragücü taraftarları arasında izlemeye başlıyor ve onlarla dost oluyor. Okulu bitiren Abdülkerim, askerde asteğmen rütbesiyle Mardin Savur’a gidiyor ve 11 Ağustos 1993 günü PKK saldırısında şehit oluyor.

Abdülkerim asteğmenin Bursa’da düzenlenen cenaze törenine Ankara’dan 15-20 otobüs dolusu Ankaragücü taraftarı katılıyor. Bu olay iki takım arasındaki dostluğu daha da perçinliyor.

1990’lı yıllardan beri iki takım arasında oynanan her maçta, maç Bursa’da ise 06. dakikada Bursa seyircisi Ankaragücü lehine, maç Ankara’da ise 16. dakikada Ankaragücü seyircisi Bursaspor lehine tezahürat başlatıyor, slogan atıyor. Cumartesi günü hep birlikte yaptıkları Anıtkabir yürüyüşü, bu dostluğun en son örneği.

İki takım arasında oynanan maçlarda bugüne kadar hiçbir olay çıkmamış, seyirci ve oyuncular kavga etmemiş.

Bursaspor’la Ankaragücü arasındaki bu bilinmeyen, benim de yeni öğrendiğim dostluk ve kardeşlik ilişkisi, Türkiye’de bir ilk. Belki dünyada bile örneği yoktur.
Yazının Devamını Oku

Tepkiler

30 Ocak 2007
HRANT Dink’in cenaze töreninde, öncesinde ve sonrasında açılan "Hepimiz Ermeni’yiz" pankartları ve bu doğrultuda atılan sloganlar, toplumda büyük tepki yarattı. Ermeni olmak elbette kötü-ayıp değil. Ama hepimizin Ermeni olduğuna (!) ilişkin pankart ve haykırışlar toplumu gerdi. Bunun sonuçlarını her alanda, yavaş yavaş görmeye başladık.

Çanakkale’de emekli bir uzman çavuş, feribota el koydu.

Ekranlarda izlediniz ve dünkü gazetelerde okudunuz. Trabzon’da oynanan Trabzonspor-Kayserispor maçında binlerce insan pankart açtı ve slogan attı:

"Can dediniz canımızı verdik/ Kan dediniz kanımızı verdik/ Biz bu vatanı karşılıksız sevdik/ Serseri lafını hak etmedik."

Ay yıldızlı başka pankartlar şöyleydi:

"Biz Trabzonluyuz. Biz Türk’üz. Hepimiz Mustafa Kemal’iz."

"Hepimiz Ermeni’yiz! Bunu mu söyletmek istiyorsunuz bize? Kafamıza sıksanız da söylemeyiz."

Tribünler maç boyunca şehitler ölmez, vatan bölünmez sloganlarıyla inledi. Ayrıca hükümet tarafından görevden alınan Emniyet Müdürü Reşat Akar lehine sloganlar atılıyordu.

Stattaki amigolar daha önce topluca tezahürat yaptırmak için megafonla "Ayağa kalkmayan Fener’li olsun" anonsları yaparken, bu maçta "Ayağa kalkmayan Ermeni olsun" anonsu yaptılar. (Hiç hoş kaçmadı.)

Benzer görüntüler hafta sonunda öteki futbol maçlarında ve basketbol sahalarında vardı.

Adana’da Adanaspor-Alanyaspor maçında tribünlerde Türk bayrakları açıldı, "Ne mutlu Türk’üm diyene... Hepimiz Mustafa Kemal’iz... Hepimiz Türk’üz" pankartları boy gösterdi, sloganlar atıldı.

Malatya’da ise biraz tatsızlık vardı. Malatyaspor-Elazığspor maçında Elazığ taraftarlarının açtığı pankartların ilk cümlesi hoş kaçmadı:

"Ne Ermen’iyiz, ne Malatyalıyız... Biz Elazığlıyız, Türkiye sevdalısıyız..." (Dink Malatyalı idi.)

Bunun üzerine Malatya taraftarları "PKK dışarı" sloganı atmaya başlayınca kavga çıktı ve iki kişi hastaneye kaldırıldı.

Balıkesir’de oynanan Balıkesirspor-Aydınspor maçında tribünler, "Ne mutlu Türk’üm diyene" sloganı attılar, aynı pankartları açtılar.

Cumartesi günü Ankara’da oynanan Ankaragücü-Bursaspor maçı öncesinde iki takımın binlerce taraftarı hep birlikte Anıtkabir’e gidip saygı duruşunda bulundu. Tandoğan Meydanı, "Hepimiz Türk’üz, Atatürkçüyüz" sloganlarıyla inliyordu. Ellerinde "Atam senin izindeyiz" pankartları vardı. Böyle iki takımın seyircisini bir araya getiren görkemli bir görüntü, Türkiye’de belki ilk kez yaşanıyordu.

DYP Genel Başkan Yardımcısı Serdar Tosun’un dün Ankara’daki cenaze töreninde aynı sloganlar atıldı.

Peki bunlar niçin oluyordu? Ülkemizin dört bir yanında toplumun içinden bu duygular birdenbire nasıl fışkırmıştı?

Gayet basit. "Hepimiz Ermeni’yiz" sloganları ve pankartları sonrasında kendiliğinden oluşmuştu. Hepimizi Ermeni ilan edenlerin (!) şimdi bu yanlışlarını iyi düşünmesi gerek!

Geçmişi anımsayalım. Maçlarda İstiklal Marşımız ne zaman söylenmeye başlandı? PKK terörü nedeniyle, 1980’li yılların sonlarında. Milyonlarca araç sahibi, plakalarına küçük boyutta ay yıldızları niçin yapıştırmıştı? PKK terörü nedeniyle.

Dink’
in cenazesi nedeniyle sergilenen yanlışlar, Müslüman mahallesinde salyangoz satmaya benzedi! Tutmaz... Tam tersine, rüzgár eken fırtına biçebilir. O zaman karşı dalgalar bir kez daha, hızla ve haklı olarak yükselir, toplum "Atatürkçülük, Türklük" kavramlarına sığınır ve tepkisini bu yolla sergiler.

Son günlerde yaşanan olay budur. Etki-tepki olayıdır... Ve bu gösterilerin içine bazen yanlışlar da karışabilir. İşte o zaman herkes zor durumda kalır.

KAR YAĞDI BÖYLE OLDU!

Türkiye bir kara mizah ülkesi. Bitmemiş Bolu tünelini birkaç gün önce görkemli törenlerle, hem de tek yönlü olarak açtılar. Açanlar bizim Başbakan ile İtalyan Başbakan. Yapımcı İtalyan firma, tünelin hazır olmadığını bizimkilere bildirmiş ve "sorumluluk almam" demişti.

Açılıştan üç gün sonra çevreye kar yağdı ve viyadüklerde buzlanma oldu. Birkaç kaza da olunca tünel kapatıldı ve trafik yeniden Bolu Dağı’na yönlendirildi!

Bir milyar dolar dolaylarında para ödediğimiz bu projeyi bitmeden açmayı başardılar! Tünelin ve viyadüklerin Antalya’da değil, yaz dışında hep kar yağışlı olan ve buzlanan Bolu’da olduğunu belki de unuttular!

Yakıştı, helal olsun!
Yazının Devamını Oku

Güç kaynağım sizlersiniz

28 Ocak 2007
SEVGİLİ okuyucularım, gücümü sizlerden gelen inanılmaz sözcük ve cümlelerden alıyorum. Benim güç kaynağım sadece sizlersiniz. Tek başıma nelerle boğuşurken, üzülürken, hatta tiksinirken, sizden gelen birkaç cümlenin bazen gözlerimi yaşarttığını ve bütün sıkıntıları unutturduğunu söylesem bana inanır mısınız? İşte son günlerde aldığım yazılı mesajlardan, bir gazeteci ile okurları arasında kurulmuş olan inanılmaz gönül bağından sadece birkaç örnek:

Gemlik’ten Celal Küplü yazıyor: "Her gün Hürriyet’i açtığımda merhaba Emin Abi diyerek güler yüzüne bakıyorum. Sinirli de olsam sizin tebessüm eden fotoğrafınızı görünce sakinleşiyorum ve yazılarınızı da büyük bir zevkle okuyorum. Eğer size bir şey olursa bu ülke ve bizler kahroluruz. Korumanız var mı bilmiyorum. Şayet izin verirseniz ister yakın koruma, ister uzak koruma olmaya gönüllü talibim. Bunun için hiçbir ücret ve menfaat beklentim yok. Başkomiser emeklisiyim. Çocukları evlendirdim. Gelirim yeterlidir. Arabam var.

55 yaşında dinamik, 1.80 boyunda ve 90 kiloyum. İyi bir istihbaratçıyım. İstanbul, İzmir ve Ankara’yı sokak sokak bilirim. Tabanca ile 25 metreden birçok madalyalarım var.

Benim hiç erkek kardeşim yok. Sizi kendim için manevi abi olarak görüyorum ve ileri derecede hayranlık ve saygı duyuyorum. Bu son cinayetten sonra iyice tedirgin oldum. Kabul ederseniz emrinize amadeyim. Size göğsümle siper olmaya hazırım. Tekrar ediyorum, hiçbir maddi beklentim yok. Çünkü siz ülkemize lazımsınız. Yeter ki en ağır kaleminizle yazın. Yüce Allahım sizi korusun. Baki selamlarımla."

Küplü’
yü aradım, korumalarım olduğunu, zorunlu olarak iyi korunduğumu söyledim ve teşekkür ettim.

Avukat Canan Erol yazıyor: "Bir akşamüstü büromda oturmuş düşünüyordum. Yaşadığımız toplumu, insanların riyakárlığını, sahte gülümsemelerini ve birçok şeyi. Mutsuz olduğumu hissettim. Birden aklıma siz geldiniz. Gülümsedim, yüreğim aydınlandı ve o an içimden geldiği gibi bu düşüncemi sizinle paylaşmak istedim."

Yavuz Türk
yazıyor: "Yazılarınızda daima yanlış olanları eleştirdiniz. Değerlerinizden hiçbir ödün vermeden daima ülkemizin doğrularını yazdınız. Ülkemiz karanlık bir dönemden geçiyor. Sizi taciz edenlere sakın aldırmayın. Amaçları sizi yıldırarak yazı yazmanızı sona erdirmek. Böylece hizmet ettikleri kişilerin ülkemiz üzerindeki emellerine daha çabuk ulaşmalarını sağlamak. Lütfen bu oyunlara gelmeyiniz, bu şahısları muhatap bile almayınız. Türk halkının sizlere bugünlerde daha da çok ihtiyacı var."

Antalya’dan Yılmaz Kamanmaz yazıyor: "Yazılarınız hangi sayfada çıkarsa çıksın, hiç önemli değil. Bir başka gazetede bile çıksa üzülmeyin. Siz bizim için Emin Çölaşan’sınız ve iyi ki de varsınız."

Tansu Cebeci Gülsoy
yazıyor: "Kendinize iyi bakın efendim. Sizden sonra ikinci bir Emin Çölaşan bu ülkeye gelmez."

Adana’dan inşaat mühendisi İlter Durmaz yazıyor: "Dünyaya bakış açımı size borçluyum. Yıllardır yazılarınızı okuyorum. Kendimi sizinle o kadar fikren bütünleştirmişim ki, bir konu hakkındaki yorumda Emin Bey benimle mi konuştu da yazdı diyorum. Siz bu toplumda çok Emin Çölaşan’lar klonladınız. Yalnız değilsiniz. İyi ki varsınız. Kaleminizin mürekkebi hiç bitmesin."

Belçika’dan Ender Gör yazıyor: "Brüksel’de yaşıyoruz. Abim Muhterem Gör ağır bir hastalık geçiriyor ve ağır ilaçlar kullanıyor. Gazete okuyamıyor, televizyona bakamıyor. Ama sizin yazılarınızı en rahatsız olduğu zaman bile okuyor. Yazılarınızın devamını dileriz."

Derya Sarıbal
yazıyor: "Ne diyeyim Emin Çölaşan. Aslanlar gibi yazıyorsun her gün. Seninle gurur duyuyorum."

Sevim Nurcan Asilkefeli
yazıyor: "Ailemiz içinde o kadar okunuyorsunuz ve sizden o kadar söz ediliyor ki, ablamın iki yaşına yeni basan torunu Atakan Culban’a babası köşenizdeki resminizi gösterip sorduğunda, tereddütsüz ’Emin Çölaşan’ diyor. Bunu söylediği vakit bizim çok hoşumuza gidiyor. Sizi çok sevdiğimiz için bilmenizi istedim."

Muzaffer Sunca
yazıyor: "Senin hiçbir fikrine katılmıyorum. Ama seni okumadan da edemiyorum."

İstanbul’dan Emre Çalık yazıyor: "Geçmişte yazılarınıza çok kızardım. En büyük düşmanımdınız. İslam düşmanı olarak bilirdim. Size çok sövdüm, çok hakaret ettim. Bunları siz duymadınız. Şimdi sizden özür diliyorum. Doğruları yazıyormuşsunuz. Beni affedin, hakkınızı helal edin." (Bu tür mesajlar da çok geliyor.)

Almanya’dan Atilla Engür yazıyor: "Bu milletin sizin gibi cesur ve kendini satmamış kalemlere ihtiyacı var. Duygularımı ifade edebilmem mümkün değil. Siz helal süt emmişsiniz. Allah sizden razı olsun."

İskender Dalay
yazıyor: "Senin yazılarınla yaşam kuvveti buluyorum."

Avustralya Sydney’den Ali Akbaba yazıyor: "Sevgili Emin Bey, kadın olsaydım herhalde size áşık olurdum. Her şeyini beğeniyorum. Tebrikler kardeşim. Sizi her yönden destekliyorum. Kolay gelsin. Sydney’den selam gönderiyorum."

Bunları okudukça bazen duygulanırım, bazen gülerim. Tek başıma, Allah’la baş başayım ve gücümü sadece sizlerden alırım sevgili okuyucularım.
Yazının Devamını Oku

Ben bütün Türklerin ve Türklüğün...

27 Ocak 2007
YAZINIZA veya konuşmanıza böyle başlayın... Cümlenizin sonuna istediğiniz sözcükleri oturtun. Şu anda suç! Fakat birileri ısrarla bu suçun kaldırılmasını istiyor. Türkiye’de akıl almaz olaylara tanık oluyoruz. Milletin büyük ama sessiz çoğunluğu, şamatacı azınlık karşısında teslim bayrağını çeksin isteniyor. Utanıyoruz, yüzümüz kızarıyor.

İşte bir örnek: Bu hükümet döneminde çıkarılan yeni Türk Ceza Yasası’nın üçüncü bölümü üç ayrı suçtan oluşuyor.

Madde 299. Cumhurbaşkanına hakaret. Cezası bir yıldan dört yıla kadar hapis. Suç alenen işlenirse altıda bir, yayın yoluyla işlenirse üçte bir oranında artırılıyor.

Madde 300. Devletin egemenlik alametlerini aşağılama. Türk bayrağını yırtan, yakan veya alenen aşağılayan kişiye bir yıldan üç yıla kadar hapis.

İstiklal Marşı’nı alenen aşağılayan kişiye altı aydan iki yıla kadar hapis.

Esas kavga 301. maddede çıkıyor. Maddenin başlığı: Türklüğü, Cumhuriyeti, devletin kurum ve organlarını aşağılama. Bu maddenin kaldırılması için yoğun baskı var. Hükümet bu maddeyi kaldıracak veya değiştirecek. Özetle veriyorum:

Madde 301: 1- Türklüğü, Cumhuriyeti ve Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni alenen aşağılayan kişi, alta aydan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.

Yasanın bu maddesi görüşülürken hem dışarıdan, hem de içeriden yoğun baskı yapıldı. Bu bölüm özellikle istenmiyordu. Niçin?

Türklüğü aşağılamak serbest olmalıydı!.. Çünkü fikir ve ifade özgürlüğü, demokrasi vardı. Herkes istediğini söyleyebilmeliydi!

İşin daha da da ilginç olan yanı, bu maddenin bir de dördüncü fıkrası var. Aynen şöyle:

"Eleştiri amacıyla yapılan düşünce açıklamaları suç oluşturmaz."

Yani siz Türklüğü ve Cumhuriyet’i aşağılayacaksınız, hakaret edeceksiniz. Belki yargılanacaksınız. Mahkemede şunu söyleyip kurtaracaksınız:

"Ben o sözleri eleştiri amacıyla yazdım... (Ya da söyledim.) Yani maddede belirtildiği gibi eleştiri amacıyla yapılmış bir düşünce açıklamasıdır."

Ve beraat edeceksiniz! Bunun örneklerini sık sık yaşamıyor muyuz?

Türklüğe hakaret etmek, ün ve şöhret sahibi olmanın günümüzde en kolay yolu. Sıradan bir romancısınız, yazarsınız. Kitabınızda sövüp sayın, ancak mutlaka mahkemeye çıkmayı garanti altına alın!

İşte tanındınız, ün sahibi oldunuz! Arkanıza medyanın büyük bir bölümü takılacak, size destek verecek, alkış tutacak. Televizyon kanallarında ve gazetelerin birinci sayfasında günlerce haber olacaksınız. Yetmez mi!

* * *

Sevgili okuyucularım, Türkiye nerelere geldi?.. Ve nerelere sürükleniyor? Biz kimlerin esiri olduk? Birileri niçin sürekli olarak "301. madde kaldırılsın, Türklüğü ve Cumhuriyet’i aşağılamak suç olmaktan çıkarılsın" diye yırtınıyor?

Bunu "fikir ve ifade özgürlüğü!" açısından AB istiyor, onların içimizdeki amansız destekçileri istiyor. Niçin? Hangi amaçla?..

Ve hükümet niçin bu maddeyi değiştirmeye niyetli. Niçin ve hangi amaçla?

Bunları savunanlar yarın başımıza neler geleceğini bilmiyorlar mı? Bu maddeyi kaldıracaksınız, bir süre sonra ortaya çıkacaklar:

"Cumhurbaşkanına hakaret, Türk bayrağını yırtarak, yakarak aşağılamak, İstiklal Marşı’nı aşağılamak da suç olmaktan çıkarılsın! 301 gibi 299. ve 300. maddeleri de kaldıralım."

Ey ahali, hükümet bu konuda ne diyor? Niçin şu anda 301. maddeyi kaldırma veya değiştirme girişimleri başlatılıyor? Bazı bakanlar karşı çıkarken, niçin bazıları bunun düşünülmesi gerektiğini söylüyor?

AB’ye biraz daha yaranabilmek için mi?

Üzerimizde oynanan, oynanmak istenen oyunları biz görüyoruz da, bizi yönetenler görmüyor mu?

Bu maddede geçen "Türk ve Türklük" kavramları kafatasçılık, ırkçılık değildir. Büyük Atatürk’ün "Ne mutlu Türk’üm diyene" sözlerinin açılımıdır.

"Ne mutlu Türk olana" değil, "Ne mutlu Türk’üm diyene".

Bu maddeyi kaldıracaksınız. Zaten aportta bekleyen birileri rahatlayacak (!) ve Türklüğü, Cumhuriyet’i aşağılama yarışı başlayacak. Ne adına? "AB’nin fikir ve ifade özgürlüğü" adına!

Marjinal-entel kesimleri, PKK ve AB yandaşlarını sevindirmek ve AB’ye hoş görünmek uğruna milyonlarca Türk insanını rencide ettireceksiniz. Büyük tepkiler oluşacak ve hiç istenmeyen tatsız olaylar yaşanacak.

Allah rızası için, bizi yönetenler bunu düşünemiyor mu? Yoksa ortalık kızışsın diye her şeyi bilerek ve özellikle mi planlıyorlar?
Yazının Devamını Oku

Rezaleti haber veriyorum, uyarıyorum

26 Ocak 2007
SON skandalın başlangıcını l Haziran 2006 tarihli yazımda burada anlatmıştım. "Lüzumuna binaen" aynı yazımı size bir kez daha, özetleyerek iletiyorum. Aradan yedi ay geçti ve hiçbir şey yapılmadı! Gelinen nokta ortada. Sorumlular kim ve nerede? "Sevgili okuyucularım, bugünkü yazımda size korkunç bir rezaleti açıklayacağım.

Bireylerin ve kurumların banka hesapları gizlidir. Bu gizlilik devlet güvencesi ve yasaların teminatı altındadır.

Banka hesaplarına sadece üç kurum ve onların elemanları girebilir. O da, belli bir soruşturma yapılıyorsa. Rastgele bir Maliye, BDDK veya TMSF mensubu bankalara gidip "verin bakalım falancanın hesaplarını" diyemez. Ancak resmi yoldan araştırma yapabilir. Elde edilen bu bilgileri de hiç kimse özel veya siyasi amaçlarla kullanamaz, yayamaz, basamaz ve dağıtamaz.

* * *

Şimdi gelelim olayımızın özüne. Bir süredir belli kişiler, belli kişilerin banka hesaplarına dadanmış durumda. Ellerindeki yetkiyi yasaları hiçe sayarak kullanıyorlar, sonra bunları yayınlanması için elaltından birilerine veriyorlar.

Banka hesaplarına girdikleri kişiler kim?

Bazı siyasetçiler, parti başkanları ve gazeteciler.

Bugüne kadar ll gazetecinin ve l4 siyasetçinin banka hesaplarına girildi. Bunlar benim bildiğim rakamlar. Eksiği yok ama fazlası mutlaka vardır.

Banka fareleri tarafından dökümler çıkarıldı. Nereden bildiğimi sorarsanız, bana ilişkin veriler bir aydan beri elimde.

Uçuk, abartılı, yanlış rakamlarla dolu banka dekontları, maaşlar, öteki gelirler... Bu yanlışları belki bilerek yaptılar. Belki rakamları özellikle şişirdiler. İşin bu yönünü bilemiyorum.

Çeşitli kişiler hakkında yasadışı yollarla elde ettikleri devlet güvencesi altındaki verileri birilerine -yazılması için- dağıttılar.

Bunları açıklamak başta TCK olmak üzere bütün ilgili yasalar uyarınca ağır suç. Altı yıla kadar hapis ve ağır para cezaları öngörülüyor.

Bunları yayınlaması beklenen, ancak korkan bazı kişilere büyük paralar verildi. Ayrıca "para cezanızı biz ödeyeceğiz" denildi.

İşin içerisinde bazı ismini cismini hiç duymadığınız yayın organları var.

Tezgah kuruldu, şebeke çalıştı.

Evet!.. gazetecilerin ve siyasetçilerin banka dekontları ellerinde. Şimdi bunları sırayla yayınlamaya başlayacaklarmış.

Bu uçuk ve abartılı belgeler önce Zaman Gazetesi’ne gitti. Onlar işin büyük suç olduğu bilinciyle yer vermedi.

Sonra belgeler başkalarına götürüldü.

* * *

Önemli bölümü düzmece-abartılı-yanlış olan bu belgeleri şebekeye kim sızdırdı? Türkiye’de bunu yapabilecek üç kuruluş var:

Maliye Bakanlığı, BDDK, TMSF...

TMSF’yi şimdilik bu olayın dışında tutuyorum. Geriye kalıyor Maliye Bakanlığı ve BDDK.

Bu soruların yanıtını ben kendi açımdan biliyorum.

Bu iş için kimlere nasıl büyük paralar dağıtıldığını da!

Ortada korkunç bir rezalet, skandal var. Banka hesaplarına giriliyor. gazetecilerin ve siyasetçilerin hesap dökümleri -hem de bazı yanlış, abartılı, uçuk rakamlarla- yayınlanması için sızdırılıyor. Üstelik dökümlerin kapak sayfasında "aileyi anlatan" bir not bile yer alıyor.

Bu yazdıklarımı kanıtlayacak belgeler elimde.

Şimdiden uyarıyorum, ihbar ediyorum ve soruyorum:

Bu rezaletin hesabını kim verecek?

Evet, l Haziran 2006 tarihli yazımda bunları yazmıştım. Hiçbir kamu görevlisi sonrasında beni aramadı, konuyla ilgilenmedi. Yedi ay önce yazdıklarım aynen -hem de fazlasıyla- gerçekleşti.

İşin nereye, hangi boyutlara ulaştığını şimdi hep birlikte izliyoruz.

Sorumlular nerede, niçin konuşmuyorlar?
Yazının Devamını Oku

Skandal şimdi patladı

25 Ocak 2007
SEVGİLİ okuyucularım, yazıma değerli dostum, arkadaşım, gazeteci, yazar ve devlet adamı İsmail Cem’e Allah’tan rahmet dilemekle başlıyorum. Çektiği hastalıktan ne yazık ki kurtulamadı. Düzgün, dürüst, onurlu adamdı. Aile bireylerine ve bütün ulusumuza başsağlığı diliyorum. Nurlar içinde yatsın. * * *

Şimdi bugünkü konumuza gelelim. Arşivden bakabilirsiniz, 1 Haziran 2006 tarihli yazıma şöyle başlamıştım: "Bugünkü yazımda size korkunç bir rezaleti açıklayacağım. Sorumlusu tümüyle hükümettir. Olanların ve olacakların hesabını Başbakan ve Maliye Bakanı vermekle yükümlüdür."

Bunları niçin yazmıştım?.. Çünkü bazı kişiler, devlet olanaklarını kullanarak ben dahil bazı gazetecilerin ve siyasetçilerin banka hesaplarına ve mal mülk dökümlerine girmişlerdi. Hesaplarına yasadışı yollarla girilenler tümüyle iktidar karşıtı kimselerdi. Aynı yazımda şöyle yazmıştım:

"Bugüne kadar 11 gazetecinin ve 14 siyasetçinin banka hesaplarına girildi. Bunlar benim bildiğim rakamlar. Eksiği var fazlası yok... Belgeler elimde. Şimdiden uyarıyorum, ihbar ediyorum ve soruyorum:

Bu rezaletin hesabını kim verecek? Başbakan mı, Maliye Bakanı mı, başkaları mı?"

Her şeyi biliyordum. Devletteki banka fareleri bu belgeleri bazı muhabirlere, yayınlanması için vermişti. Bu doğrultudaki yazılarımı birkaç gün sürdürdüm. Benim banka hesaplarımı, maaş dökümlerimi, taşınmazlarımı hem de abartılı, uçuk rakamlarla, ismi cismi duyulmamış bir dergide yayınlattılar! O yayını yapanlar şimdi Ankara’da Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargılanıyor.

Peki ama bu tezgáh niçin kurulmuştu?
Kendilerine karşıt olanları güya zor durumda bırakmak için!

Ben geçmişimle, geleceğimle ortada bir adamım. Hayatımda en küçük bir lekem ve açığım olmadı. Yayın sonrasında kendimi Maliye Bakanlığı’na ihbar ettim ve her açıdan incelenmemi istedim. Yasa dışı, ahlak dışı, kural dışı, vergiden kaçırılmış bir tek kuruşum olup olmadığını imzamla sordum ve gereken işlemin yapılmasını istedim. (Bakınız 6 Haziran 2006 tarihli yazım.) Hesap Uzmanları Kurulu Başkanı Mahmut Vural imzasıyla gelen yazılı yanıtta, "Hakkınızda inceleme yapılmasına gerek görülmemiştir" deniliyordu. (Bakınız 24 Haziran 2006 tarihli yazım.)

* * *

Belli kişilerin devletin namusuna emanet edilen banka hesaplarına korsan yollarla girilmişti. Burada yırtındım, nice yazılar yazdım, ihbar ettim, belgeledim. Benden sonra korktular, ötekileri yayınlamaları mümkün olmadı.

Ben bunları yazarken ve milyonlarca insan okurken, bir tek devlet yetkilisi bana sözlü veya yazılı başvuruda bulunup "Nedir bu olay" diye sormadı!

Evet, sormadı. Herhangi bir soruşturma açılmadı...

Çünkü hesaplara girenleri biliyorlardı. Bu işi yapanlar çok büyük olasılıkla üst makamlardan icazet-onay almıştı... Ve yine inanıyorum, bizlerin banka dökümleri -belki bana yaptıkları gibi herkes için geçerlidir- o üst makamlara abartılı, uçuk rakamlarla verilmişti.

* * *

Dün birdenbire devletin Anadolu Ajansı tarafından Türkan Al’ın haberi geçildi. Maliye Bakanlığı korkunç bir açıklama yapmıştı! Hesabına girilenler arasında Cumhurbaşkanı, Başbakan, Maliye Bakanı ve oğlu, eski ve yeni Genelkurmay Başkanları Hilmi Özkök ve Yaşar Büyükanıt, Deniz Baykal, Devlet Bahçeli, Erkan Mumcu, Mehmet Ağar, Ertuğrul Özkök, Fatih Altaylı, Emin Çölaşan gibi pek çok isim vardı. Henüz açıklamadıkları başka isimler de olduğunu biliyorum... Ve bazı görevliler açığa alınmıştı!

Peki ne olmuştu? Ben bu rezaleti, bu skandalı tam yedi ay önce yazmış, burada açıklamış, bangır bangır bağırmıştım. Yetkililer bu süre içerisinde niçin suspus olmuştu?

Sonra bu işin içine Cumhurbaşkanı, Başbakan, Maliye Bakanı, Genelkurmay Başkanları falan nasıl sokulmuştu?

Tahminimi yazıyorum: Son birkaç günde CHP’nin soruları sonrasında henüz bilemediğimiz bir gelişme oldu ve bunlar olayı açıklamak zorunda kaldılar.

Ancak, olayı büyütmek için başka isimleri de kattılar. Şöyle:

"Bu korsanlar sadece iktidar karşıtlarının değil, bizim de hesaplarımıza girmişler!" Yaaa!

Unutmayalım, karşımızda amatörler veya meraklılar topluluğu yok. Bunu yapanların ardındaki siyasi güç ve destek ortaya çıkarılmak zorunda. Kim çıkaracak, kim?

* * *

Evet, bu rezaleti, bu skandalı burada yazdığım yazılarla -hem öncesinde, hem de sonrasında- gündeme getirmiştim. Beni yedi ay boyunca arayıp sormak, bilgi almak akıllarına gelmediği gibi, tam tersine "Oh olsun, hırpaladık!" diyenler, şimdi ne olduysa, soruşturma başlatmak zorunda kalmışlar. Buna da şükür! Geç olsun da güç olmasın!

Ben kendi hesabımı millete açık alınla verdim. Bu tezgáhı kuranlar ve alet olanlar da verebilecek mi? Hiç sanmam.

Şimdi muhalefet partilerinin eline altın tepsi içinde en büyük koz geçti. Bu skandalın üzerine nasıl gidileceğini, neler olacağını, devleti elek yapanlardan nasıl hesap sorulacağını hep birlikte izlemeyi sürdüreceğiz.
Yazının Devamını Oku

Ya onlar?.. Onları unutmayın

24 Ocak 2007
BUGÜN 24 Ocak. Türkiye’ye gelmiş geçmiş en büyük gazeteci olan Uğur Mumcu, 14 yıl önce bugün öldürüldü. Ulusalcı, Atatürkçü, laik, yolsuzlukların ve din tüccarlarının üzerine amansızca giden, hırsızların ipliğini pazara çıkaran, Türk toplumunu her açıdan aydınlatan bir gazeteci idi. Uğur yakın arkadaşımdı. Lise çağlarında mahallede başlayan arkadaşlığımız öldüğü güne kadar sürdü.

Bu meslekte bugüne kadar nice Atatürkçü, laik, yurtsever insanın öldürülmesine tanık oldum. Onları hep birlikte toprağa verdik.
/images/100/0x0/55ea6b17f018fbb8f87e9d6c
Abdi İpekçi
Milliyet’te genel yayın yönetmenimdi. Beni gazeteciliğe o başlatmıştı. Çetin Emeç hem Milliyet’te, hem Hürriyet’te genel yayın yönetmenimdi. Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı yakın dostum, Necip Hablemitoğlu arkadaşımdı. Hepsi öldürüldü.

Hukuk adamı, Atatürkçü Düşünce Derneği Başkanı Prof. Dr. Muammer Aksoy, 31 Ocak 1990 günü Hürriyet’te ziyaretime gelmişti. Kendisiyle Atatürkçülük-laiklik üzerine çok uzun bir söyleşi yaptık. Ülkemizin kimlere nasıl teslim olduğunu anlattı.

Öğleden sonra yanımdan ayrıldı, öldürüldü. Bana o gün, öldürülmeden az önce kitabını imzalamıştı. Son yazısı oldu!

Onlar bu vatanın yurtsever, Atatürkçü evlatlarıydı. Hepsinin acısını bire bir yaşadım. Karanlık güçler onları silahlarla, bombalarla tek tek yok etmeyi başardı. Mumcu, Kışlalı ve Aksoy’un bana imzaladıkları kitapları anı olarak kaldı.

Geçen yıl Danıştay baskını... Öldürülen üye Mustafa Yücel Özbilgin. Yaralanan 2. Daire Başkanı ve üyeler... Neyse ki tetikçi bu kez kaçamadı. Fakat yine işin derinine inilmedi.

Cinayetlerin çoğunda tetikçiler bile yakalanmadı. (Dink cinayetinde kamera sayesinde ele geçti.) Yakalanmış bile olsalar hangi cinayetin perde arkasına inildi ve karanlık güçler ortaya çıkarıldı?

Öldürülen hiçbir Atatürkçü yurtseverin cenazesinde ve öncesinde hiç kimse "Hepimiz Türk’üz" diye slogan atmadı!

Bugün 24 Ocak, Uğur Mumcu’nun ölüm yıldönümü. Uğur, Abdi Bey, Çetin Bey, Ahmet Taner, Necip, Muammer Hoca, Özbilgin ve öldürülen bütün yurtsever insanlarımızı burada bir kez daha saygıyla anıyorum. Onları unutmayın, unutturmayın.

Hrant Dink için de ayrıca üzüntümü belirtiyor, toprağı bol olsun diyorum.
Yazının Devamını Oku

Kameralar olmasaydı...

23 Ocak 2007
İSTANBUL’un göbeğinde bir cinayet işlendi. Katil, Hrant Dink’i vurup kaçtı. Eğer o bölgede bir banka güvenlik kamerası olmasaydı ve suratı tabak gibi ortaya çıkmasaydı, yakalanması mümkün olacak mıydı? Çok büyük olasılıkla hayır!

Dink
öldürüldü. Katilin peşinden bir kişi koşmadı, yakalamak için çaba göstermedi. Kentin göbeğinde polis yoktu. Dahası, ölüp ölmediği belli olmadan cesedin üzerine örtü çekildi. Belki henüz ölmemişti, kurtarılma umudu vardı. Ayrıca olay yerine gelen ambulans yoktu.

Bunlar, Türkiye’nin en büyük kentinin merkezinde işlenen bir cinayetten arta kalan görüntüler...Ve böyle bir olay her an herkesin başına gelebilir.

Bazen ekranlarda birilerinin kuyumcu, market, işyeri soyduğunu görüyoruz. Bunlar acemi!.. Çünkü artık her işyerinde kamera var. Kameraya takıldıklarını bilmiyorlar ve yakalanıyorlar.

Kentlerin ana caddeleri, işyerlerinin ve bankaların yakın çevreleri de öyle. Bu gibi yerlerde suç işleyenler kameradan yakalanıyor. Ara sokaklarda, kameralardan uzakta suç işleyenlerin yakalanması genelde mümkün olmuyor.

Özellikle büyük kentlerde soyulmayan ev ve işyeri, kapkaça maruz kalmayan vatandaş neredeyse kalmadı. O suçlular niçin yakalanmıyor?.. Çünkü çevrede kamera yok!

Polis yılgın, çaresiz. Suçların fazlalığı ve yetkilerinin AB yasalarıyla budanmış olması nedeniyle iş göremiyor.

Sonuç: Kameraya yakalanan soyguncu, hırsız vesaire yakalanıyor.

Bunlar "kravatsız" soyguncular.

Kravatlı soyguncuları, hırsızları, namussuzları yakalamak ise asla mümkün olmuyor... Çünkü onlar kamu kurumlarında, belediyelerde iş bağlıyor, ihale dağıtıyor, alım satım yapıyor, binbir dümenle devleti ve milleti söğüşlüyor...

Ama onların çevresinde kamera yok!

Kameralar kravatlı soyguncular için değil, adi suçlular için var.


İYİLER VE KÖTÜLER!

Bütün kamu görevlilerini, ama özellikle vali ve emniyet müdürlerini mutlaka iyiler-kötüler diye ayırmamız gerekiyor!

İktidar açısından "kötü" olanlar derhal görevden alınıyor. İllerinde en küçük bir olay olmasın, o görevde bir dakika tutulmaları mümkün değil. İşte size iki somut örnek:

Tarih 30 Temmuz 2006. Ordu’da fındık mitingi yapıldı. Fındık üreticileri hükümeti protesto ettiler. Üreticiler sahil yolunu kesip oturma eylemi yaptılar. Bu aşamada Ordu Emniyet Müdürü Rıdvan Güler ile AKP Ordu Milletvekili Eyüp Fatsa arasında -telefon görüşmesinde- tartışma oldu. Birkaç saat sonra yol açıldı, üreticiler dağıldı. Fatsa, emniyet müdürünü bakanlığa şikáyet etti.

Herhangi bir ölüm, yaralama, silah kullanma, yağma, kavga dövüş yoktu.

Ordu Emniyet Müdürü Rıdvan Güler derhal görevden alındı.

Tarih 10 Eylül 2006. Başbakan, Bilecik’in Söğüt İlçesi’nde. Yapılan Ertuğrul Gazi törenlerinde AKP’liler ile MHP’liler arasında tartışma yaşandı. Birkaç yumruklaşma oldu. Başbakan’ın yakın koruması ve yeğeni Ali Erdoğan da tartışmaya katıldı ve bir yumruk yedi.

Silah atılmadı. Başka bir yaralı yoktu. Toplu hareket, yağma, protesto gösterisi de olmamıştı.

Sonuç: Bilecik Emniyet Müdürü Şuayip Doğanç derhal görevden alındı!

* * *

Listeyi çoğaltmak mümkün. Demek ki hükümetin belli ilkeleri var! Örneğin Ordu, Bilecik gibi illerimizde hoşlarına gitmeyen en küçük bir olay olduğunda, işin ucu kendilerine dokunduğunda, emniyet müdürlerini gözlerini bile kırpmadan görevden alıyorlar.

Peki ya İstanbul?

Cinayet, terör, bombalama, uyuşturucu, fuhuş, gasp, kapkaç, hırsızlık, soygun ve her türlü suçun cenneti olan İstanbul için bu ilkeler geçerli mi, değil mi?

Baştaki sorumu tekrar soruyorum:

Kameralar olmasaydı, Hrant Dink’i vuran katil yakalanacak mıydı? Suçluların yakalanması için yatıp kalkıp kameralara dua mı edeceğiz, devletten değil de kameralardan mı medet umacağız?

İstanbul’u kimler bu duruma getirdi? Sorumlular belli mi, değil mi? İstanbul’da her gün olanlar Ordu ve Bilecik’te bir kez olanlardan daha mı önemsiz? Dink cinayetinin siyasi ve bürokratik sorumluları kim?

Türkiye gibi bir ülke böyle "çifte standart" ve "adamına göre muamele" ile yönetilir mi?
Yazının Devamını Oku