22 Mayıs 2007
3 Kasım 2002 seçimi oldu, tek parti iktidara geldi. Bazı köşe yazarları ve ekran yorumcuları iktidar yoluna girdi. Onların amacı, iktidar büyüklerinin korumasına sığınmaktı. Büyüklerimizi (!) telefonla aradıkları zaman konuşabilmek, onlardan bir demeç alabilmek!..
Bunun yolu da, yazılarda ve programlarda iktidara övgü düzmekten geçiyordu!
Bu medya mensuplarının bir bölümü geçmişte en hızlı "Marksist-solcu" tiplerdi. Zamanında darbeciliğe bile soyunmuşlardı. Bazıları geçmişte Filistin gerillası olmuş, bazıları iş bitirmiş, avanta almıştı.
Şimdi tek parti iktidarı vardı ve onlar açısından artık rahat etme devri gelmişti. Bunun yolu dönmekten geçiyordu.
Tam kadro döndüler ve AKP-ABD-AB üçlüsünü yağlayıp yıkamaya, yurtseverleri aşağılamaya başladılar.
Bunun yararını da gördüler! Başbakan ve ekibi onları çok seviyordu. Onlar tarafından arandıklarında telefona çıkıyorlar, birkaç cümle söyleyip gönüllerini hoşnut ediyorlardı.
Arkadaşlar da ertesi gün yazılarında ve ekran yorumlarında bunları teyp gibi yazıp söylüyorlardı!
"Başbakan’ın söylediğine göre... Meclis Başkanı bana dedi ki... Dışişleri Bakanımız şöyle buyurdu ki..."
Güzel gazetecilikti bu!
Ama daha da verimlisi, "büyüklerimizi" ekranda canlı yayına çıkarıp çanak tutmaktı!
* * *
Onların bazıları da ülkücülükten dönüp iktidara yanaşanlardır. Yazılarından, ekran yorumlarından yağ-bal damlardı. Bugün de öyle.
Ama sadece iktidar yağcılığı yetmez.
İktidarın emir aldığı ABD’yi, AB’yi vesaireyi de övecek, onlara asla toz kondurmayacaksın. Kadrolarını, tartışma programlarını, haberleri öyle belirleyeceksin ki, bunları yere göğe sığdıramayacaksın.
Atatürk’ün yolundan giden, ülkesinin onurundan ve bağımsızlığından yana tavır sergileyen kitleleri hafife alacak, onlarla alay edecek ve aşağılayıp gırgır geçeceksin.
Bunları yaparken kendi geçmişini ve nasıl döndüğünü hiç düşünmeyecek, geçmişini bir kalemde çöpe atacaksın.
Aynen tek parti iktidarını yönetenlerin yaptığı gibi "ben artık değiştim abiler" masalıyla milleti kandırdığını zannedeceksin...
Ve kendi küçük çapında "medya zaptiyesi" olmaya soyunacaksın!..
Çünkü gün senin gibilerin günü! İktidarda seninkiler var!
Eğer başkaları olsaydı, bu kez onları yağlayıp yıkayacak ve övgüler düzecektin!
* * *
Bu gibilerin beyninde ülkenin onuru, saygınlığı, soyulması, yolunması, satılması, yolsuzluk, hırsızlık, din ticareti, din sömürüsü, ülkenin dış güçlerin emir ve hizmetine girmiş olması gibi kavramlar asla yoktur.
Bütün bunlar gözlerinin önünde olur ama bildikleri halde hiçbirini görmezler. Ya da övücülük-yağlama yapmak varken, eleştirmek işlerine gelmez. Bir kez iktidara angaje olmuşlardır. Onun maddi ve manevi çıkarı hem büyük, hem de tatlıdır.
Hiç kuşkunuz olmasın, sözünü ettiğim maddi ve manevi çıkarları bundan sonraki iktidar döneminde aynen sürdüreceklerini bilseler, bu kez o iktidara övgü düzeceklerdir.
Bunların kim olduğunu sizler de az çok bilirsiniz. Ama biz bu mesleğin içindeyiz... Ve biz onların ciğerinin içini biliriz. Onları en iyi biz tanırız.
Bu "softa kafalılar" haklarında birkaç satır yazıldığında panikleyip kıyameti koparırlar! Niçin?.. Çünkü cilaları kazınmıştır.
Şimdi şu şifreleri lütfen siz deşifre ederek bunlara uygun düşen kavramları yerli yerine "cuk" diye oturtunuz:
"Liboş, dönek, mütareke basını, mandacı, satılmış, aymaz, işbirlikçi, sapkın, mürteci..."
Böylelerinin tanımı işte budur. Hem de kendi yazdıklarıyla!
Yazının Devamını Oku 20 Mayıs 2007
BAŞBAKAN, partisinin Van mitinginde yine son derece veciz konuştu. Muhalefet partilerinin birleşmesini kastederek şöyle dedi:<br><br>"Kırk çürük yumurta, bir sağlam yumurta etmez." Muhteşem! Bir siyasetçinin böyle "espriler!" üretmesine ben her zaman hayranlık duyarım.
O çok şey bilir, eline verilen ve mitinglerde bile önündeki cam levhalardan başını bir sağa, bir sola çevirerek okuduğu yazılı metinlerde çok şey söyler!
Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde de muhalefet partileri için böyle muhteşem sözler söylüyordu. Herhalde unutmadık.
"Verdik ellerine çelik çomağı, oynuyorlar."
Sonunda Beyefendi hüsrana uğradı, adamını seçtiremedi.
Hem çelik, hem de çomak ellerinde kaldı!
Sağlam yumurtalarla çürük yumurtalar seçimden sonra belli olacak.
* * *
Cumhurbaşkanı seçemeyip hezimete uğrayan parti, son gösterisini Anayasa değişikliği paketiyle getirmeye kalkıştı:
Madem Meclis cumhurbaşkanı seçemeyecek, o halde Anayasa değişikliği yapalım da halka seçtirelim!
Beş dakkada Beşiktaş yöntemiyle, kelle çoğunluğunun oylarıyla paketi kelle sayısıyla geçirdiler. Ancak sistemin altyapısı buna hazır değil. Cumhurbaşkanı bu değişikliği çok büyük olasılıkla veto edecek, tam o sırada Meclis tatile girecek falan filan.
Şimdi şu inanılmaz çelişkiye bir bakalım. Bunların her şeyi çelişki, her şeyi tutarsızlık.
Bu ülkede milletvekillerini, yani Meclis’e girecek kişileri kim seçiyor? Sakın ’millet seçiyor’ demeyin. Parti başkanları seçiyor. Partiye binlerce aday adayı başvuruyor. Bunlar için il ve ilçe örgütlerinde -yani kendi partilileri arasında bile olsun- önseçim yapılıyor mu?
Bizler de sandığa gidip, ilimizde onların belirlediği listeye oy vermiyor muyuz?
Yani aday listesindeki sıralamada partililerin bile en ufak katkısı yok! Örneğin, bunları AKP’de Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve birkaç adamı, kapalı kapılar ardında gizlice belirleyecek ve listeler öyle oluşacak. Halk seçmeyecek.
Eeee!.. Sen adaylarını bile halka, millete, onlardan da vazgeçtik, kendi partililerine seçtirmeyeceksin, sıkıştığın zaman da ’Cumhurbaşkanını millet seçsin’ deyivereceksin!
Var mı böyle çelişkili hikáye! Millet bunu yutar mı?
O zaman vatandaş sana sormaz mı:
"Ey Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Meclis cumhurbaşkanı seçemeyene kadar aklın neredeydi? Niçin o Anayasa değişikliğini örneğin iktidarının ilk yıllarında gündeme taşımadın da, şimdi tıkanınca son çare olarak sarılıyorsun? Bu tıkanma olana kadar aklınız neredeydi? Bu iş bu kadar basit midir? Yangından mal mı kaçırıyoruz?"
Yani bu olaylar ancak Türkiye’de yaşanır! Denize düşen yılana sarılır atasözünde olduğu gibi, denize düştüler, AB’ye sarıldılar. Hangi AB ülkesinde böyle bir komedi sergilenir! Hangi AB ülkesinde böyle bir ciddiyetsizlik sahnelenir!
Milletvekillerini bile millete seçtirmeyenler, cumhurbaşkanını millete seçtirme sevdasına düştüler. Gülelim mi, ağlayalım mı!
BiR DE iYi HABER!
Dünkü gazetelerde çok sevindirici bir haber vardı. Bayan Tansu Çiller, İstanbul’daki yalısında sosyeteye, büyük işadamlarına ve bazı anlı şanlı medya mensuplarına bir davet vermiş. Kendisine sorulduğunda ise şöyle demiş:
"Siyasete girmeyeceğim. Milletvekili olmayı düşünmüyorum."
Vallahi çok sevindim. Kendisine adaylık teklif eden olduğunu hiç sanmam, ama bu açıklaması beni rahatlattı!
Düşünsenize, Hanımefendi aday olmuş, seçilmiş ve partisinin genel başkanlığına soyunup kazanmış... Ve ülkemizi Refahyol döneminde, ya da başbakanlık yaptığı günlerde olduğu gibi yine kocası Özer Uçuran Çiller’le birlikte yönetmeye başlamış!
Tüh tüh tüh, Allah bizi bu afetten korusun, onu bir daha yaşatmasın!
Aman Hanımefendi, siz bu işlere bir daha sakın soyunmayın. Bir kez soyundunuz, başbakan bile oldunuz ve elinize yüzünüze bulaştırdınız.
Siz oturun yalınızda, İstanbul’un keyfini yaşayın.
Siyaseti miyaseti boşverin, rahatınıza bakın.
Siz bizi unutsanız bile, biz sizin gibileri unutmayız!
Yazının Devamını Oku 19 Mayıs 2007
ŞU güzelim ülkemizde neler olduğunu her gün yüzümüz kızararak izliyoruz. DYP ile ANAVATAN birleşiyor ve seçime Demokrat Parti adıyla girmeye karar veriyor. Uyanığın biri çıkıp hemen ardından İçişleri Bakanlığı’na başvuruyor ve Demokrat Parti ismiyle düzmece-şike bir parti kuruyor. Amaç yeni partiyi isim açısından zora sokmak, uğraştırmak, hatta yeni bir isim bulmasını sağlamak. Kim bu adam?
Melih Gökçek’in bir işçisi! Bu işi başkanından habersiz yapmış olabilir mi, olamaz mı?
Bu işçi son dakikada "ikna edildi" ve kurduğu partiyi (!) feshetti. Peki devreye kimler girdi, hangi ikna yöntemleri (!) kullanıldı?
Düşünün, ona da siz karar verin!
Haaa, bir şey daha! Bu Melih Gökçek kendini AKP’ye atmadan önce Demokrat Parti’ye girmişti. "İktidara geliyoruz" diye nutuklar atıyor, Ankara’da Tandoğan alanında iki bin kişinin katıldığı miting düzenliyor ve AKP’ye atıp tutuyordu. Belediyeye iş yapan müteahhit ve taşeronlar kalabalık olsun diye işçilerini mitinge gönderiyor ve her birine 5 milyon para veriyordu.
Melih Gökçek, sonraları Demokrat Parti olayından nasihat alınca, iktidar olamayacağını (!) anlayınca AKP’ye girdi ve oradan seçilmeyi başardı.
Siyaset çizgisi dümdüz gidiyor! Milli Görüş, Refah, Anavatan, Demokrat Parti ve son olarak AKP!
Türk siyasetinde herkes için bir ibret belgesidir.
* * *
Önümüzde 19 Mayıs Ulusal Bayramı var. Ankara Büyükşehir Belediyesi başkentin dört bir yanını afişlerle, pankartlarla donattı. Bayram için mi? Hayır!
"Seul (Güney Kore’nin başkenti) günleri. 18-20 Mayıs 2007. Kutlama gösterisi 19 mayıs 2007. Kore filmleri gösterimi. Seul Belediyesi tanıtım sergisi."
19 Mayıs’a, ulusal bir bayrama ilişkin bir tek şey yok.
Dahası, Ankara’nın çeşitli yerlerine Çankaya Belediyesi tarafından asılan 19 Mayıs bayramı afiş ve pankartlarını da AKP’li Büyükşehir Belediyesi cadde ve sokaklardan tek tek toplatıyor.
* * *
Hürriyet ve Sabah’ın Ankara eklerinde çıkan haber: Çankaya’nın 27 yıllık muhtarı Handan Şemin, bir düğünde Recep Tayyip Erdoğan ve Melih Gökçek’i birlikte yakalıyor ve şöyle diyor:
"Sayın Başbakan, bu Büyükşehir Belediyesi bizim otobüs hatlarımızı iptal etti. Altı aydır otobüsümüz yok. Semt olarak büyük sıkıntı içindeyiz. Lütfen soruna siz çözüm bulun."
Bunun üzerine Melih Gökçek, Başbakan’a aynen şöyle diyor:
"Otobüs veririm ama muhtar da, oylarını bize vereceklerine söz versin."
Bayan muhtar dayanamıyor, Başbakan’ın yanında Melih Gökçek’e şunu söylüyor:
"Sen benden rüşvet mi istiyorsun?"
Şu anlayışa bakın. Başkenti altüst eden, oy alamadığı semtlere otobüs seferlerini durduran ve hizmet götürmek için Başbakan’ın yanında bile ucuz oy pazarlığı yapmaya kalkışan bir kafa!
Türkiye Cumhuriyeti’nin başkenti işte bu kafanın elinde.
Bilmiyor ki, otobüs seferlerini bile iptal ettiği o insanlar gerekirse her gün 10 kilometre yürür ama oylarını yine de ona vermezler.
* * *
Söz hazır kendisinden açılmışken, Ankara’daki "belediye ihalelerinden" iki küçük (!) örnek vereyim. Başkentte bir belediye hastanesi var. Küçük bir bina. Büyükşehir Belediyesi bu binanın temizlik işi için ihale açtı. Peki kim kazandı?
1 trilyon 660 milyar Törkiş liraya AKP Kars Milletvekili Yusuf Beyribey’in eşinin firması! Rastlantı, rastlantı! Allah bereket versin.
Dahası da var. Ankara parklarının bakımı için Büyükşehir ihale açtı. Giren bir adet firma. Başkası yok. Kim aldı? Anfa. O neyin nesi? Belediye şirketi. İhaleyi otomatik kazandı. Kaça aldı?
144 trilyon 823 milyar liraya!
Rekabet yok, kırım yok. Al gülüm ver gülüm. Yeter ki paraları istedikleri gibi harcasınlar, harcatsınlar.
Hesap soran var mı? Böyle ballı işlerde (yani şimdilik) kim kime hesap soracak ki!
YARIN SAMSUN iNLEYECEK
Sıra Samsun’da, Karadeniz’de. Cumhuriyet şöleni yarın Samsun’da yapılacak. Meydanlar yine Türk bayrakları ve Atatürk resimleriyle dolacak, ortalık inim inim inleyecek.
Mustafa Kemal Atatürk’ün evlatları yarın Samsun’da buluşacak, haykıracak.
Cumhuriyet rejimine, ilkelerine ve devrimlere sahip çıkılacak, karanlığa, satılmışlığa, ülkemizin peşkeş çekilmesine lanet okunacak.
Yarın yüz binler, bu kez Samsun’da ses verecek.
Yazının Devamını Oku 18 Mayıs 2007
CHP ile DSP’nin seçim işbirliği hayırlı olsun. Doğrusu isterseniz ben bu işten ümidimi yitirmiştim. Gidiş öyleydi. Fakat iki tarafın genel başkanları ve kurmaylarının anlaşması, şimdi Türk siyasetinde hiç kuşkunuz olmasın, yeni ufuklar açacak.
Bundan sonra işin çok kritik bir bölümü daha başlayacak.
DSP kimliği altında seçime CHP listesinden girecek adaylara kaç milletvekilliği verilecek?
Bunların CHP listesindeki yerleri ne olacak? Yani hangi illerde hangi sıraya konulacaklar?
İki genel başkan bu konuyu henüz konuşmadıklarını dün açıkladılar. Ancak iki parti açısından da en kritik konulardan biri budur.
Belki anlaştılar ve gizliyorlar.
Eğer gerçekten konuşmadılarsa, yüzüp yüzüp kuyruğa getirdikten sonra bu konuda ihtilaf yaratıp kamuoyunu hüsrana uğratma hakları olmadığını bilsinler.
* * *
İki parti arasında geçmişten gelen kırgınlıklar, küslükler, hatta kızgınlıklar olduğunu hepimiz biliyoruz.
Gün, bunları unutma ve geride bırakma günüdür. CHP’li ya da DSP’li olsun veya olmasın herkese düşen görev, bu geçmişe ve dolayısıyla kırgınlıklara sünger çekmektir.
Bu işin şakası yok. Türkiye AKP iktidarından kurtulmak zorunda.
Cumhuriyet rejiminin ilkeleri paspas gibi çiğneniyor. Milli eğitim yok ediliyor. Laik düzen, devrimler ayaklar altına alınıyor.
Türkiye soyuluyor. Hırsızlık, yolsuzluk inanılmaz boyutlarda. Devlette ve belediyelerde milyarlarca dolarlık alım ve ihaleler eşe dosta, partili yandaşlara ve aile bireylerine peşkeş çekiliyor.
AKP’li belediyelerde ve bunlara bağlı belediye şirketlerinde yaşanan soygun, vurgun, talan düzeni hepimizin gözleri önünde oluyor. İktidarın hiçbir makamı bunların üzerine gitmediği gibi, üstelik paralar kendi adamlarına hortumlandığı için teşvik ediyor.
Ulusal varlıklarımızın satışı sürüyor. İktidara yandaş para babaları ve sermaye çevreleri ile yerli ve yabancı işbirlikçileri tam 4.5 yıl boyunca, bu soyulan Türkiye pastasından beslendiler.
İşçi, memur, emekli, esnaf, çiftçi ve bütün kesimler ezildikçe ezildi.
Türk milleti bu soygun düzenine 22 Temmuz günü son vermek zorunda.
* * *
Bu iki partiyi seçim işbirliğine toplumun baskısı sürükledi... Çünkü toplum son 2002 seçiminden gerekli dersi çıkarmıştı. Meclis’e sadece iki parti girmiş, yüzde 34 oy alan AKP, dünyada örneği olmayacak bir biçimde milletvekili kelle sayısının yüzde 66’sını elde etmişti.
Düşünün ki, yüzde 9’dan fazla oy alan DYP ile yüzde 8’den fazla oy alan MHP, bu baraj ve bölünme nedeniyle Meclis’e girememişti.
Oy bölünmesinin ne anlama geldiğini Türk milleti o seçimde gördü.
Bundan sonra CHP-DSP işbirliğini izleyeceğiz. Ben bunu "solda işbirliği" olarak görenlerden değilim. Bunu "Atatürkçü, Atatürk milliyetçisi, laik, çağdaş, vatanın bölünmezliğinden yana" iki partinin işbirliği ve milletin sesi olarak görüyorum.
Dünkü başlangıç sonrasında Türkiye’nin yeni bir aşamaya geleceğine inanmak istiyoruz. Bu büyük yolculukta her iki partinin de Türk milletini hüsrana uğratma hakkı yoktur. Bunu yapan olursa ensesine biner ve boza pişiririz. Bundan hiç kuşkuları olmasın.
HABERCiLiK!
Dün, Türkiye’de milyonlarca insanın beklediği olay gerçekleşiyordu. Baykal ve Sezer buluşmuş, açıklama yapıyorlar. Ekranlar tam kadro canlı yayında. CNN Türk kanalının başında olan Taha Akyol o sırada Bülent Arınç’la ekranda söyleşi yapıyor.
Birkaç dakika için lütfen açıklamaya bağlandılar. Sunucu, o siyasi açıklamada herhalde haber değeri bulmadığı (!) için yayını kestirdi ve yeniden Bülent Arınç’la söyleşisini sürdürdü.
Habercilik açısından hayret verici, izleyicilere küçük dillerini yutturan bir olaydı!
CNN Türk’ün başındaki kişi, AKP iktidarını destekliyor olabilir. Ama yağcılığın bu kadarını yapmaya, böylesine önemli bir haberi yok saymaya hakkı yoktur.
Önceki akşam bu kanalın 19.00 haber bülteninde de benzer olayı izledim. Onlarca gelişme arasında ilk haber olarak "AB’li parlamenterler Genelkurmay bildirisini kınadı" haberini birinci sırada verdiler! Mal bulmuş gibi o entel AB takımının, yabancı güçlerin Genelkurmay’ı eleştiren bildirisine sarılmışlardı.
Taraf tutmanın, AB’ye, AKP’ye ve dün Arınç’a yağcılık yapmanın bu kadarı da ayıp oluyor yahu.
Yazının Devamını Oku 17 Mayıs 2007
TÜRKİYE, Türkiye olalı böyle bir iğrençliğe tanık olmamıştı. 17 Mayıs 2006 günü, bundan tam bir yıl önce Danıştay baskınını dehşetle öğreniyorduk. Sabah saatlerinde elinde tabancasıyla bir adam, Danıştay’ın kapısından içeri giriyor, toplantı halinde bulunan 2. Daire’yi basıyor ve elindeki tabanca ile heyet üyelerine tek tek ve hedef gözeterek ateş ediyordu.
Toplantı odasında kan gövdeyi götürüyordu. Tabanca adamın sağ elindeydi. Sol eliyle sağ bileğini tutmuş, ateş ederken eline destek veriyordu. Çığlıklar, feryatlar... Ortalık inliyordu.
2. Daire Başkanı Mustafa Birden ve üyeler yere devrilmişti. Aynı dairenin üyeleri Mustafa Yücel Özbilgin, Ayfer Özdemir, Ayla Günenç, Kamuran Erbuğa ve tetkik hákimi Ahmet Çobanoğlu kanlar içindeydi.
Bazıları o andaki panikle kendilerini masanın altına atmış, bazıları ayağa fırlamış, bir üye dışında hepsi kurşun yiyip düşmüşlerdi.
Adam defalarca ateş etti. İşi bitince tabancayı beline soktu ve soğukkanlı bir biçimde çıkış kapısına doğru yürümeye başladı.
* * *
Televizyonlar haberi hemen vermeye başladı:
"Danıştay’a kanlı baskın... Katil kaçmaya çalışırken yakalandı."
Türkiye birbirine girmişti. İlk kez bir yüksek yargı organı basılmış, yüksek yargıçlar öldürülmüş, yaralanmıştı.
Acı bilanço birkaç saat sonra ortaya çıktı. Danıştay üyesi Mustafa Yücel Özbilgin aldığı yaralar sonrasında, hastaneye yetişemeden can vermişti. Ötekiler yaralıydı. Heyet odasında bulunanlardan sadece Kamuran Erbuğa kurşun yemeden kurtulmuştu.
Yaralılar ameliyata alındı. Bazıları birkaç kez ameliyat edildiler ve kurtuldular.
Katil kaçmaya çalışırken Danıştay’da görevli polisler tarafından yakalandı.
Adı: Alpaslan Aslan. Mesleği: Avukat!
Danıştay baskınından bir süre önce İstanbul’da Cumhuriyet Gazetesi’nin bombalanması olayını da başarmıştı!
Mahkemede önce deli numarası yapan, ilk duruşmalara bu rolüyle çıkan katilin yargılanması halen sürüyor. Olay çözüldü. Tanık ifadeleri, belgeler, bilgiler her şey tamam. Fakat kararın verilmesi gecikiyor.
* * *
Peki bu adamı kim tahrik etmişti? Cumhuriyet tarihinde ilk kez, bir yüksek yargı organı niçin basılmıştı?
2. Daire, bir süre önce bir türban kararı vermiş, türbanlı bir anaokulu öğretmeninin okulda ders vermesini yasalara aykırı bulmuştu.
Peki sonra neler olmuştu?
Vakit isimli bir İslamcı gazete, Danıştay 2. Dairesi tarafından verilen bu kararı ve kararı veren üyeleri dokuz sütun manşetine taşımıştı:
"İşte O Üyeler."
Bu manşette, türban kararını veren 2. Daire başkan ve üyelerinin tümünün fotoğrafları da yer alıyordu. Vakit Gazetesi onları açıkça hedef gösteriyordu. (13 Şubat 2006.)
Bu gazete daha önce başkalarını da böyle fotoğraflarını yayınlayarak hedef göstermiş, örneğin Gümüşhane Barosu Başkanı Ali Günday bu yüzden öldürülmüştü.
Vakit’in bu iğrenç manşetinin ertesi günü, (14 Şubat 2006) bu kepazeliği burada yazdım ve şöyle dedim:
"Vakit Gazetesi, türban kararı veren Danıştay üyelerini açıkça hedef gösterdi. Bu nasıl rezalettir? Bu hákimlerin can güvenliğini bundan sonra kim koruyacaktır?.."
(Hükümet hiçbir önlem almadı ve yazdıklarım aynen çıktı. Danıştay baskını o yazımdan tam iki ay sonra gerçekleşti.)
İşin dahası da var! Bu türban kararı açıklandıktan sonra Recep Erdoğan, Abdullah Gül, Cemil Çiçek, Mehmet Ali Şahin gibiler demeç verip yargının kararını kınamışlardı.
Bir yargı kararı düşünün, ülkeyi yönetenler onu kınıyor!.. Ve onların destekçisi olan Vakit Gazetesi o kararı veren yargıçları açıkça hedef gösteriyor...
Ve bir katil ortaya çıkıp işi silahıyla bitiriyor!
Türkiye böyle bir olayı ilk kez 17 Mayıs 2006 günü, bundan tam bir yıl önce bugün yaşadı.
Bu yüz karası olayı yaratanlar, hedef gösterenler, çanak tutanlar, Türkiye Cumhuriyeti’ni din sömürüsü ve din bezirgánlığı ile yönetmeye kalkışanlar kına yaksınlar.
Utansınlar... Eğer ar damarları şimdi bile çatlamadı ise!
Yazının Devamını Oku 16 Mayıs 2007
SEVGİLİ okuyucularım, bugün size önemli bir uyarıda bulunmak istiyorum. Türkiye’de hiç olmayacak bir tarihte seçim kararı alındı. 22 Temmuz Pazar! Yaz aylarının tam göbeği. Yüz binlerce insan tatilde olacak. Yüz binlerce üniversite öğrencisi seçmen kütüğüne kayıt olduğu ilde bulunmayacak.
Bu seçimde hepimiz için geçerli olan çok önemli bir yurttaşlık görevi var.
Lütfen, tatilinizi bu seçim gününe göre ayarlayın. Karşınızda üç seçenek oluşuyor:
1- Oyunuzu kullanıp tatile 22 Temmuz’dan sonra çıkmak.
2- Tatilden 21 Temmuz’da dönüp oy kullanmak.
3- Biraz zahmeti göze alıp tatil beldesinden birkaç günlüğüne dönmek, oy kullanıp yeniden yazlığa gitmek.
Üçüncü seçenek özellikle oy deposu olan İstanbul ve Ankara seçmenleri için biraz daha zor. En iyisi ilk iki seçenekten biri.
Ülkemizin kaderini belirleyecek bir seçime gidiyoruz.
Ya karanlık, ya aydınlık.
Aydınlık için hepimiz o gün oy vermekle yükümlüyüz.
Oy vermeyen, tatil uğruna oyunu kullanmayan hiç kimsenin, daha sonra yakınma hakkı olmayacak.
Lütfen şimdiden yakınlarınıza, aile bireylerinize, sözünüzün geçtiği herkese bu gerçeği anlatın.
Herkes durumunu 22 Temmuz gününe göre ayarlasın.
* * *
AKP takımı şimdi bu seçim tarihinin "coşkusunu" yaşıyor! Elbette açıktan söylemeleri mümkün olmuyor ama hepsinin özel sohbetlerinde aynı konu konuşuluyor:
"Allah razı olsun bu tarihi belirleyen YSK’dan."
Niçin?.. Çünkü onlardan olmayanlar daha büyük oranda tatilde olacak. AKP’nin elinde inanılmaz büyük paralar var. Özellikle belediyeler eliyle korkunç avanta dağıtıyorlar, insanları satın almaya çalışıyorlar.
Devlet olanakları da onlarda.
TRT ve medyanın büyük bölümü onların emir ve kumandası altında.
O halde hangi partiye oy verecek olursak olalım, bizlere sadece ve sadece bir tek görev düşüyor:
22 Temmuz’da tatilden biraz fedakárlık yapıp mutlaka, ama mutlaka oy vermek. Başka çaremiz yok.
Programınızı şimdiden buna göre ayarlayın.
Son seçimde büyük kitleler küskündü ve sandığa gitmedi. Başımıza bu nedenle AKP geldi.
"Aman canım, benim bir oyumdan ne olacak! Ben keyfime bakarım" deme lüksüne hiçbirimiz sahip değiliz.
Bunları özellikle İstanbul ve Ankara seçmenleri için yazıyorum. Ancak herkes için geçerlidir.
MUSA’NIN GÜL’Ü
BUNDAN birkaç hafta önce sizlere Ergün Poyraz’ın kitabını tanıtmıştım. "Musa’nın Çocukları. Tayyip ve Emine"... Yazımda o kitabı mutlaka okumanızı önermiş ve "Okuyunca bana teşekkür edeceksiniz" demiştim. Kitap bir ayda 65 bin adet sattı ve okuyanlardan yüzlerce teşekkür mesajı aldım. Böylece Emine-Tayyip çiftinin hiç bilinmeyenleri belgelerle ortaya dökülmüş oldu.
Araştırmacı Ergün Poyraz, "Hazreti Musa" serisini sürdürüyor! Bu işin Hazreti Musa ile ne ilgisi var diye soranlar, kitabı okuyunca öğrendiler.
Dün, Ergün Poyraz’ın son çıkan kitabını okuyup bitirdim.
"Musa’nın Gül’ü" (Togan Yayınları)
Doğru tahmin ettiniz! Bu kitapta cumhurbaşkanı adaylığı hüsranla sonuçlanan Abdullah Gül ve bilinmeyen ilişkileri anlatılıyor. Yine Hazreti Musa ve inanılmaz belgelerle, hiç bilinmeyen somut olaylarla!
Beyefendi’nin dış güçlerle, Yahudi lobileriyle, ABD ve AB ile ilişkileri, gizli görüşmeleri ve tüm geçmişi!.. Atatürk ve Türklük hakkındaki sözleri...
Cumhurbaşkanı adayımızı (!) çok iyi tanımak gerekiyor. Abdullah Gül’ün seyir defteri işte bu kitapta.
Mutlaka okuyun, sonra zamanınız olursa bana bir teşekkür mesajı gönderirsiniz!
Sağol Ergün Poyraz, ellerine sağlık. Bize bunları tanıttığın, ülkemizi kimlerin yönettiğini gösterdiğin için sana teşekkür borçluyuz.
Yazının Devamını Oku 15 Mayıs 2007
DYP ile ANAVATAN, birleşme olayını gerçekleştirdi gibi. Çok da iyi oldu. Aynı çizgideki iki partinin bölünmüş güçlerle seçime girmesinin anlamı olmayacağı gibi, baraj sorunu ile boğuşmak zorunda kalacaklardı. Peki öbür kesimde ne oluyor? Bu yazıyı dün yazdığıma göre, bugünü bilemeyiz de, dün itibarıyla ne oluyordu?
Hiçbir şey!
Şimdi bu konuyu tamamen tarafsız bir biçimde irdelemek istiyorum. Önce 2002 seçiminde CHP ve DSP’nin aldığı oy oranlarına bir bakalım.
CHP yüzde 19.39.
DSP yüzde 1.22.
Arada çok büyük bir fark var... Ve unutmayalım, DSP bu düşük oy oranını aldığında rahmetli Bülent Ecevit hayatta ve partisinin başında idi.
Toplum ve büyük kitleler, bu iki partinin birleşmesini istedi. Cumhuriyet mitinglerinde bu konuda büyük baskı yapıldı, "birleşin" sloganları atıldı... Ve her iki parti de, böyle bir işbirliğine gitmek zorunda olduklarını anladı.
Bu görüntüler son olarak "gávur İzmir!" mitinginde yaşandı. Ancak Baykal ve Sezer miting alanında oldukları halde, birlikte görünmekten ve kürsüye birlikte çıkmaktan kaçındılar.
Araya kara kedi girdiğini biz zaten biliyorduk!
* * *
DSP’nin koşulları vardı: "Biz partiyi kapatmayız. Önereceğimiz adaylarımızı CHP listesinden sokmaya ise varız."
Baykal bu öneriyi de kabul etti. Ama sonrasında ne olduğunu, milletvekili aday listesinde DSP’ye verilecek sayı ve yerlerin görüşülüp görüşülmediğini, DSP’nin kaç adet garantili yer istediğini, CHP’nin buna ne yanıt verdiğini, pazarlık olduysa nasıl sonuçlandığını ve anlaşmazlığın nereden çıktığını somut olarak bilmiyoruz. (Pazarlık yapıldıysa açıklasınlar.)
Şimdi tabloya yeniden bakalım: Son seçimde CHP, başında Ecevit’in bulunduğu DSP’den tam 16 kat fazla oy aldı.
O halde karşımızda bir gerçek var:
Olayımızda CHP büyük, DSP küçük parti. DSP’nin son seçimden sonra büyüdüğünü, yüzde 10 barajını geçecek bir duruma yükseldiğini iddia etmek de mümkün değil.
Burada iki tarafa da düşen görev, DSP’yi ezdirmeyecek bir işbirliği gerçekleşmesini sağlamak ve CHP listesiyle girilecek seçimden daha güçlü bir biçimde çıkmaktı.
Ancak bir konuyu daha burada itiraf etmek zorundayız. Bir teraziye vurup tartsak, DSP yönetimi ile çoğu seçmeninin Baykal ve CHP’ye olan sevgisizliğinin, AKP’ye olan sevgisizlikten daha fazla olduğunu görürüz. Bazı CHP’liler için de aynı şeyi söylemek mümkün. Onlar da DSP’den pek hoşlanmaz! Geçmişten kaynaklanan bir olaydır.
Nedendir, niçindir, bunu ben bugüne kadar anlayabilmiş değilim.
* * *
Şimdi son tabloya bakalım. Burada CHP haklı çıkıyor. Oyunbozanlık eden, bu işbirliğini parti yetkili kurullarından veya kişilerinden geçiremeyen tarafın DSP olduğu anlaşılıyor.
Zaman henüz bitmedi ama giderek azalıyor.
Bu işbirliği gerçekleşmezse, öncelikle kaybeden DSP olacaktır. Yüzde 1.22 oy oranı olan bir partinin pazarlık gücü fazla değildir. Yine de açık olan CHP kapısından girmesi, mümkün olan sayıda milletvekilliğinin kendilerine verilmesi gerekir.
Bu konuda gerçek hakemliği de kamu vicdanı yapar.
DSP son olayda yara aldı. Bazı CHP’lilerin deyişiyle "DSP içindeki CHP düşmanlığı yeniden hortladı".
DSP Genel Başkanı Zeki Sezer, meydanlarda haklı olarak bağırıyor: "Türkiye’nin en büyük sorunu AKP iktidarından kurtulmaktır." Çok doğru söylüyor ama partisi, iktidardan kurtulmak için CHP ile işbirliğine yanaşmıyor.
Bazıları ise bu olayın nedenini, "DSP’nin elinde var olan yüzlerce trilyon lirayı başkalarına kaptırmamak" olarak görüyor. Eğer doğruysa, partiyi kapatmadan işbirliği yaparlar ve para yine onlarda kalır.
DYP-ANAVATAN birleşmesi olumlu bir adım oldu. İkinci olumlu adımı bekleyenler ise ne yazık ki hayal kırıklığına uğradı.
İlkeler, inançlar, olması gereken ortak hedefler ıskalandı, hadise "garantili yerden kaç milletvekilliği kaparım" endişesinde düğümlendi ve tıkandı.
Gerçekte AKP’ye çalışanlar, seçim işbirliği isteyen milyonlarca insanımıza bile 10-15-20 milletvekilliği için saygısızlık yapanlardır.
Bu yazdıklarımda yanılmayı dilerim. İnşallah önümüzdeki günlerde akıl, mantık ve yurt sevgisi kazanır da, şu çirkin ve küçük hesaplara dayalı tablo değişir.
Yazının Devamını Oku 13 Mayıs 2007
SEVGİLİ okuyucularım, aşağıdaki yazı burada, bu başlık altında 9 Ocak 2007 günü yayınlandı. AKP ve Recep Erdoğan bu yazı sonrasında hakkımda ceza davası açılmasını istediler. Hapis cezası almamı istiyorlardı! İlk duruşma birkaç gün önce Bağcılar 2. Asliye Ceza Mahkemesi’nde yapıldı...
Ve beraat ettim.
Şimdi -her nedense!- Üsküdar adliyesinde açtıkları iki tazminat davası var. Toplam 200 milyar istiyorlar. Başbakan, AKP, avukatı ve ben Ankara’dayız. Acaba niçin Üsküdar’ı tercih ettiler? Kim bilir!!!
Her neyse, ilk celsede beraat ettiğim yazımı "gördüğüm lüzum üzerine" ve ders alınsın diye bugün bir kez daha ve aynen size iletiyorum.
* * *
"Geçtiğimiz Kurban Bayramı öncesinde Türkiye’nin bütün yörelerinde duvarlara kocaman kocaman afişler asılmıştı. Mutlaka gördünüz. İller, ilçeler, meydanlar, sokaklar ve caddeler bunlarla doldurulmuştu.
Sol tarafta
Recep Tayyip Erdoğan’ın fotoğrafı. Onun hemen arkasında büyük bir Türk bayrağı. Yanında yine kocaman bir yazı:
’KURBAN OLAM AYINA YILDIZINA. Bayramınız kutlu olsun.’
Kurban Bayramı ile
kurban olma kavramını
Türk bayrağı üzerinde birleştirmiş, hem
milliyetçi, hem de
din kutsalına ilişkin kavramları birlikte kullanıp kendi
reklamını ve dolayısıyla
partisinin propagandasını yapıyordu!.. Böylece bir taşla iki kuş vuruyordu!
Temel unsur Türk bayrağı idi!Elimde bir yasa metni var. Bayrak Kanunu. Açıyorum, maddelerini okuyorum.
’Bayrak Kanunu madde 7: Yasaklar: Türk Bayrağı ...
hiçbir SİYASİ PARTİ, teşekkül, dernek, vakıf ve kuruluşun amblem, flama, sembol ve benzerlerinin ön veya arka yüzünde kullanılamaz.’ (Aynı hüküm Bayrak Tüzüğü’nün 26. maddesinde de yer alıyor.)
Şimdi aynı yasa maddesinin devamını okuyalım:
’Bu kanuna ve tüzüğe aykırı fiiller yetkililerce derhal önlenir ve gerekli soruşturma yapılır.’
Bu afişler yasaya tamamen aykırı bir biçimde Türkiye’nin neredeyse bütün duvarlarına asıldı. Neredeydi bunu önlemekle yükümlü olan devlet yetkilileri, neredeydi? İdari birimler!.. Yani İçişleri Bakanlığı, valiler, kaymakamlar, emniyet müdürleri...
Bayrak Kanunu açıkça çiğnendi. Yasaları çiğneyen sıradan biri olursa üzerine gidiliyor da, iktidar partisi ve
Başbakan olunca görmezden mi geliniyor? Bu nasıl iştir, nasıl hukuk ve adalet anlayışıdır?
Şimdi haklı olarak bana,
’bu yasayı çiğnemenin bir yaptırımı, cezası var mı’ diye soracaksınız. Bayrak Kanunu’nda bu yasayı çiğneyenlere eski TCK’nın 526. maddesi uyarınca 3 aydan 6 aya kadar hapis cezası öngörülüyordu.
AKP iktidarı bunu da yok etmeyi başardı!.. Ve bu suçu Kabahatler Kanunu’nun 32. maddesi kapsamına soktu. Şimdi bunun yaptırımı sadece
120 YTL dolaylarında bir para cezası!
Cezasından da vazgeçtim ama karşımıza şu olayda çıkan düşündürücü tablo iki boyutlu:
1- Türk bayrağına saygısızlık adli suç olmaktan çıkarıldı.2- Fakat Bayrak Kanunu hükümleri aynen yürürlükte. Onu henüz kaldıramadılar! Başbakan ve partisi o afişlerle yasayı çiğnediler. ’Yasalar bize işlemez’ mesajını bir kez daha verdiler. Türk bayrağını kullanarak propaganda yapmaya, siyasi çıkar elde etmeye kalkıştılar... Çünkü yurt sorunlarına duyarlı, gidişin nereye olduğunu gören milyonlarca Türk insanı iktidara büyük tepki gösteriyor.
Baktılar ki zemin ayaklarının altından hızla kayıyor, iş kötüye gidiyor, yasaları çiğnemek pahasına bile olsa çareyi
Türk bayrağına, ayına yıldızına ve
’Türklük’ kavramına sarılmakta-sığınmakta buldular! Geç kaldılar."
Yazım aynen böyleydi ve tümüyle doğruydu. Ceza davasında ilk celsede beraat ettim. Üsküdar Adliyesi’nde Tayyip Erdoğan ve AKP olarak açtıkları her biri 100 milyarlık iki tazminat davasının sonucunu da yakında göreceğiz!Yazının Devamını Oku