Emin Çölaşan

Hükümet nerede?

9 Haziran 2007
SİİRT’te dört şehit daha. Her gün yurdun dört bir yanında şehit cenazeleri kalkıyor. Pislik, ABD’nin koruma ve kollaması altındaki Kuzey Irak’tan kaynaklanıyor. Orada yanı başımızda kurulan Kürt devleti PKK’yı, ABD ise Kürt devletini koruyor. Güneydeki yeni komşumuz ABD! Dostumuz, müttefikimiz!

Genelkurmay Başkanı Büyükanıt Paşa defalarca aynı şeyi söyledi:

"Hükümet bize yazılı emir versin, operasyon yapalım."

Hükümet böyle bir yetki ve emri Türk Ordusu’na biraz zor verir. Nitekim veremiyor... Çünkü emir ve komutası altına girmiş olduğu ABD ve AB’yi karşısına almaya yüreği yetmiyor.

Ancak burada bir parantez açayım. Önümüzde seçim var. Hükümet bu seçim öncesinde bir
’kahramanlık gösterisi’ yapmaya kalkışabilir. Meclis’i toplantıya çağırıp TSK’ya Kuzey Irak görevi verebilir...

Ve bu yolla oy avcılığı yapmaya niyetlenebilir. Türk milleti bu oyuna gelmemeli, hadisenin şimdiden bilincine varmalıdır.

Eğer seçimden kısa süre önce böyle bir karar alınırsa, arkasındaki kirli siyaset oyununu lütfen hep birlikte görelim.

* * *

Evet, yurdun dört bir yanından her gün şehit cenazeleri kalkıyor. Baskınlarda, mayın patlamalarında, pusularda ve çatışmalarda her gün ana baba kuzuları can veriyor.

Düne kadar hükümetten bu konuda bir açıklama, demeç vesaire yok. Sadece şehitler için Genelkurmay’a göstermelik başsağlığı mesajları gönderiliyor.

Mesaj işi otomatiğe bağlanmış durumda!

Bunca şehit cenazesi kaldırılıyor, törenlerde Başbakan ve çevresi yok!

Nerede onlar?

Bugünden başlayarak yine parti ve TOKİ mitinglerinde, toplu açılış (!) törenlerinde.

Kuzey Irak’tan kuşatılmışız, kan gövdeyi götürüyor. Ortalıkta ne Başbakan var, ne Dışişleri Bakanı, ne de hükümet. Bu nasıl iştir yahu?


AYIP, GÜNAH

FETHULLAH Gülen’in televizyon kanalında perşembe akşamı uzun uzun yayınlanan bir haber! Altında dakikalarca kalan bir altyazı:

"Kayseri’deki şehit cenazesinde Cumhurbaşkanı protesto edildi."

Uzun ayrıntılardan sonra habere geçiliyor. Cenazede bir adam, sadece bir kişi, bağırıp çağırıyor. Büyük olasılıkla para verilen ve kameranın karşısına geçirilen bir tip!

"Cumhurbaşkanı teröristleri affediyor, sonra onlar da bizim askerimizi şehit ediyor. Ayıptır bu yaptığı."

Adam sürekli bağırıyor, kamera kendisini çekiyor ve uzun uzun gösteriyor. Fethullah Gülen’in televizyon kanalı bu atraksiyona alet olmaktan, bu yalanın günahından çekinmiyor.

Geçenlerde burada yazdım. CHP milletvekili Kemal Kılıçdaroğlu, o günkü Adalet Bakanı Cemil Çiçek’e bir soru önergesiyle sordu: "Teröristlerin affı nasıl olmaktadır?"

Bakan Çiçek bu önergeye kendi imzasıyla yazılı yanıt verdi:

"Hüküm giymiş veya tutuklu mahkum veya yakınları, ölümcül sağlık durumu nedeniyle Cumhuriyet Savcılıklarına veya Bakanlığımıza başvurur. Bu durumda kendisi tam teşekküllü bir hastaneye sevk edilir. Cezaevinde kalması hayatı açısından mümkün değilse rapor verilir. Sonra aynı muayene ve tetkikler Adli Tıp Kurumu tarafından bir kez daha yapılır. Sonuç değişmiyorsa, hayatını etkileyecek sürekli hastalığı olan mahkumun dosyası, salıverilmesi istemiyle, gereğinin yapılması (onay verilmesi) için Cumhurbaşkanı’na gönderilir."

Bu sakızı artık çiğnemesinler. Cumhurbaşkanı hiçbir teröristi kendiliğinden affetmiyor. Önüne Adalet Bakanlığı tarafından gönderilen tahliye istemlerini, ilgili yasa uyarınca onaylıyor.

Cumhurbaşkanı, herhangi bir hükümlü veya tutukluyu -sürekli hastalığı veya kocamışlığı nedeniyle- kendiliğinden affetme yetkisine sahip değil.

Bir yanda Müslümanlık’tan dem vuranlar, bu yalanı nasıl oluyor da hep televizyonlarında, hem de gazetelerinde sürekli olarak kullanıyorlar! Milleti nasıl kandırmaya yelteniyorlar!

Bu yalana nasıl alet oluyorlar? Bunlarda hiç mi Allah korkusu yok?
Yazının Devamını Oku

Bu yama dikiş tutar mı?

8 Haziran 2007
BİRAZ endişeliyim!.. Çünkü kumaş delik deşik oldu, yıprandı. Aradan iğne iplik geçer ama dikiş tutmama olasılığı yüksektir. Şimdi birkaç hafta öncesine dönelim. Günlerden 14 Mayıs 2007 Pazartesi. Partilerüstü Kemal Baytaş abimiz, evinin güzel bahçesinde bir akşam yemeği veriyor. O sırada "sağdaki birleşme" sözel olarak gerçekleşmiş, Ağar ve Mumcu bir araya gelip öpüşmüş. İki parti seçime birlikte girecekler. Dostlar yemeği bir anlamda bunun kutlaması olacak.

Onur konukları Ağar ve Mumcu. Ayrıca görsel ve yazılı basından yöneticiler, köşe yazarları, televizyon sunucuları ve az sayıda siyasetçiler var. Ben de katıldım. Güzel bir gece olacaktı. İki genel başkan da geldi. Fakat dikkatimi hemen bir şey çekti.

İkisi de ayrı duruyor, bir araya gelmiyor, konuşmuyordu. Ortada çok ilginç bir tablo vardı.

Birleşme kararları alınmış, balayı (!) başlamıştı. Ancak ikisi de küs gibi duruyordu.

Gazetecilerden bir grup Ağar, bir grup Mumcu ile sohbet ediyordu.

Gazeteci arkadaşlara ve ev sahibi Kemal Baytaş’a sordum:

"Ne oluyor yahu? Bunlar niye konuşmuyor?"

Yanıtını bilen yoktu.

* * *

Davet başlayalı yaklaşık yarım saat olmuştu. Henüz yemek verilmemişti. Ayakta sohbet ediliyordu. Tam o sırada Ağar’ın yanında idim. Korumalar kendisine bir not getirdi. Ağar notu okudu ve ev sahibi başta olmak üzere bizlerden izin istedi:

"Beyler kusura bakmayın, benim birazdan Yıldırım Avcı ile randevum varmış. Ben unutmuştum. Oraya gitmek zorundayım."

Başta Kemal Baytaş, herkes ısrar etti:

"Olur mu şimdi gitmek! Araba gönderip Yıldırım Bey’i buraya getirtelim."

"Olmaz, ayıp kaçar. O bizim eski genel başkanımızdır. Kendisine saygısızlık etmek istemem. Ben gideyim, biraz sonra tekrar buraya dönerim."

Oysa böyle bir unutkanlığın olması mümkün değildi. Baytaş, yemeğe çağrılı olanlara günler öncesinden yazılı davetiye göndermişti. Bence Ağar bu konuda, oradan erken ayrılmak için bir mizansen hazırlamıştı.

Ağar’ın dönmeyeceğini anlamıştık. Nitekim bir daha gelmedi. Aradan kısa bir süre geçti, Erkan Mumcu da ayrıldı.

Oysa o gece orada bulunanların çoğu, Türkiye’de etkili olan gazetecilerdi.

Her iki genel başkan bu fırsatı kaçırmıştı. Birleşmeden, ittifaktan söz edilmedi. Ama en ilginç olanı, ikisi bir araya gelmedi, dostluk gösterisi yapılmadı, gazetecilere böyle bir mesaj verilmedi. Oysa tam "cicim günleri" yaşanıyordu.

İkisi de ayrı ayrı yerlerde, adeta (düşman demeyeyim de) birbirinin açığını kollayan iki rakip gibi duruyordu.

* * *

Benim jetonlar daha o gece düştü! Arkadaşlara aynen şunu söyledim:

"Bunlar birbirinden hoşlanmıyor. İkisi küs gibi duruyor. Bu birleşme işi falan bence yatar. Bu işin geleceği pek parlak görünmüyor."

Gazeteci arkadaşlardan bazıları bu söylediklerimi kabul etti, bazısı itiraz etti.

İki genel başkan da gidince, ev sahibi ile biz konuklar yemek yedik, tartıştık, bol bol muhabbet ettik ve gece böylece bitti.

İki genel başkan da, o akşam çok önemli bir fırsatı kaçırmıştı. Dahası, aralarındaki soğukluk o gece hepimizin gözleri önünde ortaya çıkmıştı.

Sonra olanları hep birlikte izledik. DYP birleşme umuduyla kongre toplayıp adını değiştirdi, hemen ardından Anavatan adına Erkan Mumcu su koyuverdi! Nişan bozuldu!..

Bence burada kazık yiyen ve aldatılan DYP oldu.

Ve sonrasında, birleşme işi yattı. Ortaya çıktı ki, bu iki parti ve genel başkan arasında hiçbir sağlam ve ciddi anlaşma, uzlaşma yoktur. Birleşme kararı alınmıştır, ancak altyapı sıfırdır.

Birileri küsleri barıştırıp yüzükleri yeniden takmak için çaba harcıyor. Bundan sonra ne olur?

En iyi olasılıkla zoraki bir nikáh kıyılır ve seçim ittifakı gerçekleşir. Ancak taraflar arasına bir kez soğukluk girdi. İkisi de birbirine güvenmiyor. Bundan sonra bunlar barışır mı, mutlu olur mu? İşler iyi gider mi? Anlaşırlarsa seçimde ne yaparlar?

Özetin özeti: Bu yama dikiş tutar mı?

Ben bilemem. Tutmasını dilerim de, biraz zor olur!
Yazının Devamını Oku

Subaylar nerede imiş!

7 Haziran 2007
FETHULLAH Gülen’e yakınlığı ile bilinen Bugün Gazetesi’nde dün bir köşe yazısı. Başlığı şöyle: "Erlerimiz savaşıyor, subaylarımız nerede?"

Başlığı okuyunca ne demek istediğini anlıyorsunuz. PKK mücadelesinde subaylarımız yok! Onlar sütre gerisine çekilip keyif yaparken erlerimizi araziye sürüyorlar. Erlerimiz şehit düşüyor, yaralanıyor, sakat kalıyor.

Yazıda özetle aynen şöyle deniliyor:

"Muharebe subay işidir. Ama (Güneydoğu’da) erler savaştırılıyor, yedeksubaylar savaştırılıyor.

PKK ile mücadelede subaylarımız nerede?

Ortada mücadele planı yok.

PKK ile mücadele er muharebesi değil, subay muhaberesidir. Bölgede kaç subay vardır? Subaylarımız nerede?"

Türkiye’de belli kesimlerde korkunç bir ordu düşmanlığı var. Özellikle şeriatçılarda ve kendilerini "aydın" olarak tanımlayan entel kesimde bu düşmanlık had safhada.

* * *

Dünyanın her yerindeki savaşlarda rütbeli kaybı daha az, er kaybı daha fazladır. Nerede, hangi savaşta olursa olsun bu gerçek değişmez.

PKK olayında da böyledir. Kaldı ki, o kesimlerin tamamı vatan evladıdır.

Olayı kirli siyasete, ordu düşmanlığına alet etmenin anlamı yoktur.

Subaylar nerede imiş!

Bu yazıyı yazan şahıs Güneydoğu’da binlerce subay ve astsubayımızın evlerinden ve ailelerinden uzakta, mütevazı lojmanlarda, kışlalarda, arazide çadırlarda, karakol binalarında yattığını herhalde bilmiyor. Ya da bildiği halde, sadece onları suçlamak için bu incileri döktürüyor.

PKK terörü 1984 yılında başladı. Şu anda 23. yılını yaşıyoruz.

Bu süreçte subay, astsubay, uzman çavuş ve er olarak toplam yedi bin dolaylarında şehit verdik.

Şehitler arasında bir general de var. Peki subay-astsubay olarak bugüne kadar kaç şehidimiz oldu?

Dün o korkunç yazıyı okuyunca merak ettim. Gazetedeki arkadaşlara da rica ettim, aradılar.

Ancak ne yazık ki Genelkurmay sitesi dahil hiçbir yerde bu rakamı bulamadık.

Tahminimi yazıyorum:

En az 500 subay ve astsubay şehit.

Şehitler listesi generalden başlıyor, albay, yarbay, binbaşı, yüzbaşı, üsteğmen, teğmen, asteğmen ve astsubaylarla devam ediyor.

* * *

Sadece şehitler değil, aynı kesimden bir de sakat kalanları düşünün. Birkaç gün önce gazetede ziyaretime Güneydoğu gazisi bir subay gelmişti. Babayiğit, dağ gibi bir yüzbaşı. Özel Kuvvetler’de görevli iken Kuzey Irak’ta mayına basmış.

Tek bacağı kasıktan kopmuştu.

Subay, astsubay, er... Böyle sakat kalmış binlerce insanımız da var.

"PKK ile mücadelede subaylarımız nerede" diye soran şahıs, keşke o yüzbaşıyı görseydi.

Ya da bir gün onu GATA’ya çağırsınlar, Rehabilitasyon Merkezi’nde erlerimizle birlikte geçmişte tedavi gören, şimdi de görmekte olan eli kolu, bacağı kopuk, gözleri görmeyen subay ve astsubaylarımızı bir gösterseler.

Bölgede kaç subay varmış, subaylarımız nerede imiş!

İnsan böyle bir konuda rütbeli-rütbesiz ayrımı yaparken utanır, biraz Allah’tan korkar!

Birkaç yıl önce, GATA’da tedavi gören (rütbesini unuttum, subay veya astsubaydı) bir askerimizi ekranda izlemiştim. İki kolu ve iki bacağı kopmuş, yüzü dağılmış, gözleri kör olmuştu. Kendisini orada ziyaret eden Genelkurmay Başkanı’na, "Bana gözlerimi verin komutanım" diye yalvarıyordu. İzlerken ben de ağlamıştım. (Sonra onun da şehitlik mertebesine ulaştığını öğrendim.)

Kim ve hangi rütbede olursa olsun onlar şehitlerimizdir, sakat kalmış, hayatı kaymış gazilerimizdir. Sen Fethullah Gülen ekibinden o gazeteye geçmiş olabilirsin. Siyasal nedenlerle Türk Ordusu’na karşı da olabilirsin.

Ama kendi askerin, subayın için bunları yazmaya hakkın yoktur. Bu gibi yazılar ve söylemler sadece PKK’ya moral verir.

Bugün
Gazetesi’nin sahibi olan İpek Ailesi’ni tanıyorum. Bu tür yazıları hoşgörüyle karşılayacak insanlar olmadıklarını da biliyorum. Söz konusu yazıyı okurken, yazan şahıs adına gerçekten utandım.

O yazıyı kaleme alan şahıs -eğer yüreği yetiyorsa- yarınki yazısında Başbakan ve ekibine sormalıdır:

"Dün, sizin ’kelle’ diye tanımladığınız yedi şehit cenazesi kaldırdık. Parti ve seçim işlerini bir günlüğüne bırakıp hangisine katıldınız?"
Yazının Devamını Oku

Yedi ’kelle’ daha

6 Haziran 2007
BİR ülke kendi güvenliğini dış güçlere teslim ederse, olacağı budur. Terör yuvası Kuzey Irak orada, yanı başımızda duruyor. Hiçbir şey yapamıyoruz... Çünkü hem Irak’taki kukla ve onursuz hükümet, hem de kuzeydeki Kürt yönetimi, resmen ABD’nin kucağında. Tablo şöyle:

Irak ABD’nin korumasında. PKK ise hem Irak hükümetinin, hem kuzeydeki Kürt yönetiminin, dolayısıyla ABD’nin korumasında.

Güvenliğini, ekonomisini ve her alanda geleceğini yabancılara, dış güçlere bağlamış olan iktidar, her gün yaşadığımız terör olaylarını eli kolu bağlı izlemekle yetiniyor.

Teslim olduğumuz dış güçler, başta ABD ve AB, Türk ordusunun Kuzey Irak’a girmesine karşı. Bunu her ortamda açıkça söylüyorlar.

Girsek ne olur, ne elde ederiz, o da ayrı bir konu!

İş o duruma geldi ki, her gün Türkiye’nin dört bir yanında şehit cenazeleri kalkıyor.

Başbakan’ın "kelle" diye tanımladığı ana kuzularının cenazeleri.

O törenlere büyük kalabalıklar katılıyor. Hükümet ve Başbakan protesto ediliyor. Kitleler "Bu asker yan gelip yatmadı, vatanını satmadı" diye slogan atıyor. Anlayana!

* * *

Bir ülke düşünün, başındaki iktidar sayesinde tümüyle dışarıya teslim olmuş. Biz bunları belki yüzlerce kez yazdık, ekranlarda söyledik. Hiç umurlarında olmadı.

Genelkurmay Başkanı açıkça söylüyor:

"Hükümet bize siyasi hedef verir, biz gerekeni yaparız."

Askerin tek başına karar alıp yurtdışında operasyon yapması, yasalar uyarınca mümkün değil. Böyle bir olay için önce Meclis toplanacak, ordumuzun yurtdışı operasyonu için hükümete yetki verecek.

İkinci aşamada hükümet, yani şimdilik günümüzün AKP hükümeti, Türk ordusuna hedefi gösterecek. Hedef neresi? Ordu nereye kadar gidecek, nereleri ele geçirecek ve imha edecek? Karşısına Amerikan askeri çıkınca ne yapacak? Girdiği yerde ne kadar kalacak? Temelli mi, bir süre mi?

Başbakan bunlardan habersiz gibi görünüyor ve sorumluluğu üzerinden atmaya çalışıyor:

"Asker bizden talepte bulunsun."

Geldiğimiz yere bakın!

* * *

Bir Türk insanı olarak en çok tepemi attıran ve kanımı donduran olay, yabancıların sultası altına böylesine girmiş olmak. Biz, milyonlarca insan, inciniyoruz. Rencide oluyoruz.

Adamlar bomba patlatıyor, mayın patlatıyor, karakol basıyor ve neredeyse her gün şehitlerimizi toprağa verirken, bizi yönetenlerden ses çıkmıyor!

Kınama ve başsağlığı mesajı yayınlamak kolay!

Türk ordusu Kuzey Irak’a girdiği anda, bizi yöneten yabancı ülkelerin dünya çapında kıyamet koparacaklarından en ufak bir kuşkunuz bile olmasın.

Önce ABD ve AB’den emir gelecek:

"Derhal geri çekilin, kendi sınırınıza dönün."

Kınama mesajları yağacak. "Siviller öldürülüyor" yaygarası koparılacak.

Bir ülkenin, kendi güvenliğini bile yabancılara emanet etmesinin acı sonuçlarıdır bunlar.

* * *

Tunceli’de karakol baskınında yedi şehit daha verdik. İktidar nerede? Hükümet nerede?

Nerede oldukları belli. Seçim hesaplarında!

Cenazeler bugün itibarıyla kaldırılmaya başlanacak.

Başbakan ve hükümet üyeleri, parti hesaplarının ve liste miste işlerinin dışında fırsat bulup acaba hangisine katılacak?

Katılmayı göze alacaklar mı? Katılanlardan nasıl bir tepki alacaklar?

Neyse, bunlar önemsiz konular!

Önemli olan ABD ve AB ile ilişkilerin onları kızdırmadan sürdürülmesi, AB reformlarının (!) devam ettirilmesi...

Ve bugüne kadar toprağa verdiklerimiz gibi, bundan sonra vereceklerimiz için de başsağlığı mesajları-yutturmacaları yayınlanması!

Yazıklar olsun bunlara, yazıklar olsun. Milletten utanmıyorlar, hiç değilse
"kelle" dedikleri o ana baba kuzusu şehitlerimizden özür dilesinler.
Yazının Devamını Oku

Aleviler-Bektaşiler üzerine

5 Haziran 2007
TÜRKİYE’de cumhuriyet rejiminin, laikliğin sigortası olan bir kesim vardır. <br><br>Aleviler-Bektaşiler. Sayıları hakkında çeşitli görüşler var. Bazıları altı milyon, bazıları 15 milyon Alevi-Bektaşi olduğunu söyler. Ülkemizde bu konuda sayım yapılmadığı için gerçek rakam bilinmez.

Onlar, hakkı verilmemiş kesimlerdir. Diyanet onların inançlarıyla ilgilenmez. Sadece Sünniler dikkate alınır.

Bir yerde cemevi açmak isteseler, karşılarına özellikle AKP’li belediyeler tarafından inanılmaz engeller çıkarılır. İmar mevzuatı, arsa planı, inşaat yasağı falan filan!..

Alevi-Bektaşi kardeşlerimiz seçimlerde ilerici partilere oy verirler. Onların din tüccarlarıyla, din sömürüsü yapan partilerle herhangi bir ilişkisi bugüne kadar olmamıştır.

İbadetlerini küçük farklarla, her Müslüman gibi yerine getirirler. Aynı Allah’a inanırız, ramazan ayında aynı orucu tutarız. Sadece ibadet biçiminde çok az fark vardır. Evlerine ve cemevlerine gittiğiniz zaman oralarda iki resmin mutlaka asılı olduğunu görürsünüz.

Hazreti Ali ve Mustafa Kemal Atatürk.

* * *

Önümüzde seçim var. Aleviler oylarını kime verecekler? Bu konuda AKP’nin giriştiği oyuna alet olacaklar mı? Nedir o oyun?

Alevilerin ve Bektaşilerin 4.5 yıl boyunca yüzüne bile bakmayan, hiçbir isteğini kabul etmeyen, haklarını vermeyen ve onları ’yok’ sayan AKP, şimdi o cumhuriyet rejimine içten bağlı, laikliğin sigortası olan kesime de göz kırpıyor.

İki adet milletvekili heveslisi Alevi bulup aday gösterdiler! Alevilere yem attılar.

Aleviler bu oltaya, bu kandırmacaya gelir mi? Bence gelmez.

* * *

İktidar partisi derin çelişkiler içerisinde. Bu oyunları yutturacağını zannediyor. Örneğin başbakanları şehitlerimizden "kelle" diye söz ediyor, sonra da Şehit Aileleri Derneği Başkanı’na adaylık önerisi götürülüyor! Bu yolla şehit ailelerini kafakola alacak!

Aynı oyun Aleviler-Bektaşiler üzerinden oynanmak isteniyor.

Listene o kesimden iki veya üç kişiyi alacaksın, onları aday göstereceksin, sonra laikliğin ve cumhuriyetin bekçilerine dönüp "Ey Aleviler, ey Bektaşiler, bakın sizden de adam aldık, oyunuzu bize verin" diye kandırmaya yelteneceksin!

Türkiye’de birileri cumhuriyet rejiminin altını sinsice oymaya, yavaş yavaş yok etmeye çalışıyor. İktidar gücünü ellerine geçirdiler, bazen açıktan, bazen de çaktırmadan bu işlevi yerine getiriyorlar.

Ülkemizde olanları her gün, hep birlikte izliyoruz.

Burada duyarlı olması gerekenler sadece Aleviler-Bektaşiler değil.

Din, mezhep, köken farkı gözetmeksizin, Atatürk ve Cumhuriyet ilkelerine bağlı olan bütün insanlarımızın seçimde aynı duyarlılığı sergilemesi gerekiyor.

Sen cumhuriyet rejimine, laikliğe, Atatürk ilkelerine bağlı kalmış milyonlarca insanımızı ve onların inançlarını iktidarın süresince yok sayacaksın, yıllar boyu suratlarına bile bakmayacaksın, sonra milletvekili olmaya hevesli birkaç kişiyi onların arasından cımbızla seçip aday göstereceksin!..

Ve o kesimleri bu yolla elde etmeye, tavlamaya, gözlerini boyamaya çalışacaksın! Oy avcılığının en yakışıksız yöntemidir.

Aleviler ve Bektaşiler bu oyuna gelir mi! Bu oltaya takılır mı!

Onları tanıdığım kadarıyla, hiç sanmam.

* * *

Emin Çölaşan’ın notu: Bütün partilerde milletvekili adaylarını kim seçti? Genel başkanlar. AKP’de kim seçti? Recep Tayyip Erdoğan!

Peki şu çelişkisine ne yanıt verecek? Milletvekili adaylarını halka seçtirmiyor çünkü halka güveni yok. Ama "Cumhurbaşkanını halk seçsin" diye anayasa değiştirtiyor! Kendisine sormalı: "Dün YSK’ya verdiğiniz listelerde, adayları parti üyelerinizin hangi kesimi, partinizin hangi il ve ilçe örgütleri belirledi?" Hiçbiri!

Beyefendi üç gün boyunca evine kapandı, isimleri ve sıralamayı tek başına belirledi.

Milletvekili isim ve sıralamasında millete, hatta kendi üyelerine güvenmeyenler, listeyi parti üyelerinden bile gizli tutanlar, cumhurbaşkanını halk seçsin diye atraksiyon yapıyorlar! Komik oluyorlar.
Yazının Devamını Oku

Pişman olacaklar ama...

3 Haziran 2007
SADECE yüzde 34 oyla Meclis’teki kelle sayısının yüzde 66’sını elde eden ve bu oy oranıyla tek parti iktidarı oluşturabilen ikinci bir parti dünyada yok. Evet, her şey sadece yüzde 34’le oldu. Anayasa değiştirildi, el çabukluğu marifet yöntemiyle yasalar altüst edildi. Kendilerine verilmeyen yüzde 66 oy oranını asla ve bir kez olsun dikkate almadılar.

Yani milyonlarca insanımız yok sayıldı.

Hep sığındıkları bir masal vardı:

"Efendim tek parti istikrarı! Allah korusun, Türkiye o koalisyon dönemlerine bir daha geri dönmesin."

Türkiye’nin geçmişini hiç bilmedikleri için böyle konuşuyorlardı. Bilmiyorlardı ki, yakın tarihimizde en büyük atılımlar o koalisyon dönemlerinde yapılmıştır. Elbette bazen anlaşmazlıklar ortaya çıkmıştır. Ama o dönemlerde ülkemizin en büyük projelerine imza atılmış, büyük yatırımlar işletmeye alınmış, insanlarımıza aş ve iş sağlanmış, terör yok edilmişti.

Şimdi bugünkülere sorun bakalım!

İktidar olduğunuz 4.5 yıldan bu yana hangi büyük projeyi başlattınız? Hangi önemli yatırımı işletmeye aldınız? İşsiz sayısı niçin çığ gibi arttı?

Siz bakmayın çeşitli illerde yaptıkları dandik, göz boyamaca toplu açılışlara! Yıllardır hizmet veren yolları, kavşakları, okulları, hastaneleri, insanların gözleri önünde ve hiç sıkılmadan yeniden açıyorlar! Pek çok yerde tatlıcı dükkánı, çeyiz mağazası, otomobil galerisi, market bile açtılar!

* * *

Bu dönemde Türkiye sadece AKP’nin yerli işbirlikçilerine ve yabancılara yapılan satışlarla peşkeş çekilmedi. İstanbul Borsası’nın bile yüzde 74’ü yabancıların eline geçti.

Onlar çalıyor, onlar oynuyor. Türk insanı aş ve iş beklerken, yabancılar yüksek faizin çekimiyle borsaya geliyor, kazancını cebine koyup gidiyor. O paralar bizim cebimizden buharlaşıyor.

Milyonlarca insanımıza ise hiç yüzleri kızarmadan sadaka ekonomisi uygulanıyor. Belediyeler eliyle ücretsiz, bir aylık 500 kilo kömür ve gıda yardımı paketleri milyonlarca aileye dağıtılıyor. En büyük yolsuzluk, vurgun ve hırsızlık kaynağı olan belediyeleri bu amaçla da kullanıyorlar.

Yatırım yapmadılar, insanımızı işsiz bıraktılar, oy apartmak için işin kolayını buldular: Sadaka ekonomisi.

Ellerindeki tek koz din sömürüsü, türban sömürüsü.

Milletvekilleri emir komuta zincirinde oy kullandılar. Çoğu zaman neye oy verdiklerini bile bilmeden kulisten çağrıldılar, ellerini kaldırıp kabul oyu verdiler! Yarın aday listeleri kesinleşecek. Bunların yarıya yakını liste dışında kalacak. Nasıl kullanıldıklarını ve sıkılmış limon gibi şimdi nasıl çöpe atıldıklarını en geç salı sabahı anlayacaklar ama iş işten geçmiş olacak.

AKP’nin dört kurucusundan biri olan Başbakan Yardımcısı Abdüllatif Şener, partisinin içyüzünü gördü ve aday olmayacağını açıkladı. Edirne Milletvekili Ali Ayağ partisinden dün istifa etti.

Eğer bu kararlarıyla müşteri kızıştırmıyorlarsa, ellerini vicdanlarına koysunlar, içeride neler döndüğünü, nasıl kullanıldıklarını kendi kendilerine düşünsünler. O kadarı yeter!

VE ERKAN MUMCU

Kendisinin bir Truva atı olduğundan hep kuşkulandım. AKP’den seçildi, istifa edip ANAP’a geçti ve genel başkan oldu. DYP ile işbirliğine girişti. DYP’ye adını ve amblemini değiştirtti, sonra su koyuverdi.

Uzun süredir "en sert muhalefet söylemlerini" gündeme taşıyordu!.. Ve bazıları bunlara inanıyordu!

Cumhurbaşkanını halkın seçmesini öngören, hiçbir altyapı hazırlığı olmadan eksikleri ve yanlışlarıyla, yorgun ve bitkin Meclis’in son günlerinde keyfi olarak ve inadına AKP tarafından gündeme getirilen Anayasa değişikliği paketine, onlarla birlikte ANAVATAN olarak kabul oyu verebildi!

AKP’ye stepne oldu.
AKP’yi partisi ANAVATAN’la birlikte çukurdan çekip kurtardı!

Siyaset sahnesinde kiminle dans ettiğini, hangi figürü ne zaman ve nasıl sergileyeceğini hiç kimse kestiremedi.

Kamuoyunda bir gücü var mı?

Gücü sıfıra yakın! Seçime tek başına girsin, alacağı oy oranını görsün.

Türk siyaseti döneklerden, çıkarcılardan, omurgasızlardan, ilkesizlerden, sağ gösterip sol, sol gösterip sağ vuranlardan, din tüccarlarından, hırsızlardan, namussuzlardan, milleti kandıranlardan, utanmazlardan kurtulmadıkça, biz bunların daha niceleriyle boğuşacağız.
Yazının Devamını Oku

Bak sen şu söyleyene!

2 Haziran 2007
BÜYÜK devlet adamı, cumhurbaşkanı adayımız Abdullah Gül yabancı gazetecilere demeç vermiş ve eşinin türbanı konusunda şöyle demiş: <br><br>"Atatürk’ün eşi de başörtülü idi!" Bunlar yakın tarihimizi hiç bilmez. Bilseler bile, konuyu saptırmaya kalkışırlar. Atatürk’ün eşi Latife Hanım, evlendikleri l922 yılında gerçekten de başörtülü idi. Ama o sırada çok farklı bir Türkiye vardı.

Sonraki yıllarda Latife Hanım’ın yüzlerce fotoğrafı vardır ve hiçbirinde örtü yoktur. Başı açıktır. Bay Gül bunları ya görmemiştir, ya da gördüğü halde, eşinin kapalı olmasını Atatürk üzerinden savunmaya kalkışmaktadır.

İkincisi ve daha da önemlisi, Atatürk o yıllarda bile eşinin (türban değil) başörtüsünü din sömürüsüne alet etmemiş, onun örtüsünü siyasette kullanmaya kalkışmamıştır.

Bu yolla insan tavlama küçüklüğünü göstermemiştir.

İnsan Atatürk ve eşi hakkında konuşurken biraz bilgili olmalıdır. Bilmiyorsa, öğrenmelidir.

Stepne

ANAVATAN,
Anayasa değişikliği konusunda iktidarın stepnesi oldu. AKP’ye destek verip soluk aldırdı, rahatlattı. Bu konuda savunmaları şöyle:

"Biz cumhurbaşkanını halkın seçmesini zaten istiyorduk. Bu fırsat önümüze gelince elbette kabul oyu verdik."

İyi ettiniz! Böyle bir konu oylanmadan önce insan düşünür:

"Türkiye’de ciddi bir sistem değişikliğine gidiliyor. Bunun altyapısı var mı? Kamuoyunda tartışıldı mı? Bunun sonrası ne olacak?"

Bunlar ciddi işlerdir. AKP istedi diye hamhum şaralop yöntemiyle, el çabukluğu marifet, beş dakkada Beşiktaş anlayışıyla yapılmaz.

Anayasa değiştiriyorsun, sistem değiştiriyorsun, muhalefet partisi kimliğinde işin altındaki büyük boşlukları görmüyorsun. Bu nasıl siyasi partidir, nasıl siyasi anlayıştır? Cumhurbaşkanı’nın veto gerekçelerini bile okuma zahmetine katlandılar mı?

Fakat esas siyasi komedi dün patladı. Meclis’te AKP’liler, Anayasa değişikliği için Anavatan’ın stepne olmasını isterken, referandum yasasını gündeme getirmeyeceklerine söz vermişler!

"Abi merak etmeyin, bize güvenin" demişler.

Ertesi gün (dün) bu yasa da gündeme getirilince, bizim Anavatan, aldatılan eş durumuna düştü! Çok kızdılar. "Bize söz vermişlerdi, ayıp ettiler" demeye başladılar.

Söylemlerinde güya muhalefet yapacaksın, böylesine önemli bir konuda iktidar partisine destek olacaksın.

Başkalarına stepne olmanın bedelidir bu.


BiR MAHKEME BASKINI DAHA

ANKARA Büyükşehir Belediyesi Başhukuk Müşaviri olan Safa Altıoğlu isimli şahıs birkaç gün önce Ankara 7. İdare Mahkemesi’ne geldi. Mahkeme Çankaya Belediyesi lehine, bunların hoşlanmadığı bir karar vermişti. Şahıs orada bağırıp çağırmaya başladı. Önce Kalem görevlilerine, sonra da Mahkeme üyelerine bağırdı, hakaret etti. Kararı beğenmemişlerdi! Mahkeme tarafsız değildi, kasıtlı davranıyordu!

Mahkeme Başkanı, üyeler ve öteki görevliler tarafından tutanak tutuldu, adamın davranış ve sözleri imza altına alındı.

İyi ki adamın silahı milahı yoktu. Yoksa daha berbat ve üzücü işler olabilirdi.

Görüyorsunuz, yargıyı şamar oğlanına çevirmeye yelteniyorlar. Başbakanları Anayasa Mahkemesi’ne hakaret ediyor, onun yol verdiği alt takım ise mahkeme kapısında bağırıp çağırıyor, hakaret ediyor.

(Tarafsız Adalet ve İçişleri Bakanları belki bu baskını araştırıp işlem yapma gereği duyarlar!)

Peki bu baskın nereden kaynaklandı. Çok kısaca, özet olarak ve basitçe anlatayım. Bakanlar Kurulu, borcu olan 2541 belediyenin borçlarının silinmesine karar verdi. Bu konuda toplantılar yapıldı, uzlaşma komisyonları kuruldu. Bu yolla 2540 belediyenin borçları silindi. Biri hariç!

Uzlaşma Komisyonu kararına rağmen Çankaya Belediyesi!

Bu durumda Çankaya Belediyesi dava açtı ve Büyükşehir tarafından konulan hacizlerin kaldırılmasını istedi. 7. İdare Mahkemesi hacizlerin kaldırılmasına karar verdi, Bölge İdare Mahkemesi bu kararı onadı.

Mahkeme kararını uygulamıyorlar. Sonucuna elbette katlanacaklar.

Ankara 7. İdare Mahkemesi işte bu nedenle sözlü saldırıya uğradı ve tutanak tutuldu.

Bazıları iyice yoldan çıktı. Karar onların lehine ise eyvallah! Değilse mahkeme kararlarına ve görevlilere hakaret, baskın, her şey mubah.

İmamları hapşırıyor, cemaat öksürüyor!
Yazının Devamını Oku

Teröristleri affeden Cumhurbaşkanı!

1 Haziran 2007
AKP yandaşları ve medyası, yoğun propaganda yapıyor: "Cumhurbaşkanı, cezaevlerindeki teröristleri hastalık bahanesiyle affedip sokağa salıyor." Bu, Türkiye’de piyasaya sürdükleri en büyük yalanlardan biri. Bunu size eski Adalet Bakanı Cemil Çiçek’in sözleri ve imzasıyla kanıtlayacağım. CHP İstanbul Milletvekili Kemal Kılıçdaroğlu bu konuyu Adalet Bakanı’na bir soru önergesiyle sordu:

"Anayasa’nın 104. maddesine göre sürekli hastalık, sakatlık ve kocama sebebiyle belli kişilerin cezalarını hafifletmek veya kaldırmak yetkisi Sayın Cumhurbaşkanı’na verilmiştir.

Bu bağlamda Cumhurbaşkanı bu yetkisini kullanırken, bunların seçimi Cumhurbaşkanı tarafından mı yapılmaktadır?

Affedilen kişilerin Anayasa’da öngörülen konumda olduklarını
(sürekli hastalık nedeniyle tahliyesini) belirleyen kurum hangisidir ve bu kurum hangi Bakanlığa veya bakanlıklara bağlıdır?"

Adalet Bakanı Cemil Çiçek tarafından bu önergeye verilen yazılı yanıtı özetliyorum:

"(Cezaevlerinde yatmakta olan) Hükümlülerin bu konudaki (tahliye) taleplerini Bakanlığımıza veya Cumhuriyet Savcılıklarına yapmaları durumunda, zaman geçirilmeden tam teşekküllü bir devlet hastanesine sevk edilerek hastalığın tıbben tesbit edilmesi, sonra raporun (bir kez daha tetkik ve onay için) Adli Tıp Genel Kuruluna gönderilmesi, hastalık saptandığı takdirde belgelerin derhal Bakanlığımıza gönderilmesi gerekmektedir.

Yukarıda belirtilen süreç sonunda ikmal edilen dosya, Bakanlığımızca gereği takdir ve İFA EDİLMEK ÜZERE Cumhurbaşkanlığı makamına sunulmaktadır. Bilgilerinize arz ederim. Cemil Çiçek. Adalet Bakanı. İmza."

* * *

O halde neymiş? Hükümlü çok yaşlı, ölümcül hasta veya sakat. Cezaevinde kalması mümkün değil. Hükümlü, Adalet Bakanlığı’na veya Cumhuriyet Savcılığı’na başvuruyor. Bu kurumlar tarafından tam teşekküllü devlet hastanesine gönderilip tetkikleri yapılıyor ve uygun görülürse rapor veriliyor. Bu rapor Adli Tıp Kurumu tarafından değerlendiriliyor. Gerekirse tetkik ve gözlemler orada yeniden yapılıyor. Bu süreç haftalar boyu sürüyor. Hükümlünün tahliye edilmesine karar verilirse, dosya Adalet Bakanlığı tarafından Cumhurbaşkanı’na gönderiliyor.

Devletin ilgili birimleri inceleyip tahliye kararı veriyor. Cumhurbaşkanı bunu onaylıyor. Önüne gelen böylesine tıbbi, teknik ve insancıl bir konuda Cumhurbaşkanı "Hayır onaylamıyorum, bırakın cezaevinde ölsün" diyebilir mi?

Yalan makinesini işte böyle çalıştırıyorlar. Olay bu. Gerçekler böyle. Bu yazımdan sonra herhalde yeniden piyasaya çıkıp "Cumhurbaşkanı teröristleri affediyor" diyemezler!

CUMHURBAŞKANI NE YAPACAK?

Sevgili okuyucularım, birkaç gün önce Meclis’ten "kaldır elini, indir elini" komutuyla yeni bir beş dakkada Beşiktaş yasası çıkardılar. Yasanın kulisini Meclis’te Melih Gökçek yaptı! Amaç Büyükşehir Belediyesi ile oraya bağlı EGO’yu devletin ve milletin kesesinden kurtarmak.

Şimdi vereceğim rakamlar, devletin resmi rakamlarıdır.

Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin Hazine’ye, yani devlete olan borcu, bağlı kuruluşları EGO ve ASKİ ile birlikte toplam 3 katrilyon 770 trilyon lira. Maşallah!

Doğalgaz dağıtımı ve satışını yapan EGO, bir devlet kuruluşu olan BOTAŞ’a yüz milyonlarca dolar borçlu. Doğalgazı BOTAŞ’tan alıyor, parasını ödemiyor ama halka peşin parayla satıyor. EGO’nun devlete toplam borcu ise 1 katrilyon 268 trilyon lira.

Ankara, bu yolla Türkiye’deki en pahalı doğalgazı kullanıyor.

AKP iktidarı bu borçları tahsil etmek yerine, şimdi yeni bir yasa çıkardı. EGO özelleşecek! O borçlu kuruluşu kim satacak? Büyükşehir Belediyesi! Böylece borçlar yok edilecek, üstelik paralar oraya aktarılacak. Tam bir vurgun ve partilisini devlet kesesinden kurtarma operasyonu.

Yani o buharlaşan borçları biz ödeyeceğiz. 70 milyonun cebinden çıkacak.

Böyle eşitsizlik, adaletsizlik, keyfilik, adamına göre muamele olur mu? Devlete, millete borcunu ödemeyene hesap sormak yok!.. Çünkü orası AKP’nin belediyesi ve harcama, oy devşirme yeri. Ama yasa çıkarılıyor, borçlu kuruluşun borcunu ödemeden özelleştirilmesi öngörülüyor.

Böylesine bir partizanlık dünyanın hiçbir ülkesinde olamaz.

Yasa şimdi Cumhurbaşkanı’nın önünde. Cumhurbaşkanı bu rezalete onay verecek mi, yoksa veto edip geri mi gönderecek? Bilmiyoruz. Bekleyip göreceğiz.
Yazının Devamını Oku