3 Mayıs 2007
CUMHURBAŞKANI adayımız (!) ABDullah Bey, önceki gece TRT’de bazı gazetecilerin sorularını kendince yanıtladı. Bu arada Fikret Bila kendisine benim salı günkü yazımdan da söz ederek bir soru sordu. Atatürk’ün "Ne Mutlu Türk’üm Diyene" sözü için geçmişte ipe sapa gelmez şeyler söylemişti. Bunu 1 Mayıs günkü yazımda burada "Varan 2. Hayır, Bu Zat Cumhurbaşkanı Olamaz" başlığı ile yazmıştım. (Nitekim olamayacak.) Fikret Bila o sözlerini açıklamasını istedi.
Beyefendi sıkışmıştı. Önce şunu söyledi: "Ben Emin Çölaşan’ın yazılarını hiç okumam." Okur veya okumaz, beni ilgilendirmez. Benim yazılarımı her gün ortalama 2.5 milyon kişi okuyor. Bana yeter.
Peki ne demişti bir seminerde Bay Gül? "Ne mutlu Türk’üm diyene lafını tutup her yere yaza yaza, Türkiye aslında İLKEL bir hale dönmüştür."
Bila orada Ergün Poyraz’ın satış rekorları kıran son kitabından da bir örnek verdi. Bay Gül şöyle diyordu:
"Çukurca’da dağa ’Ne Mutlu Türk’üm Diyene diye yazmışsınız. Maalesef resmi ideoloji, Türk milliyetçiliği şeklinde kendisini ırki taassup (ırkçı yobazlık) olarak tezahür ettirmiştir."
Bay Gül televizyon ekranında zor durumda kalmıştı. Bu sözlerini hemen inkár etti, beni "yalancılıkla" suçlamaya kalkıştı ve böyle bir toplantıya katılmadığını söyledi!
* * *
Bakınız, benim verdiğim örnek "Türkiye’nin Milli Bütünlüğü ve Güvenliği" isimli kitaptadır. (İş Dünyası Vakfı Yayını.) Seminere katılanlar Tunç Bilget, Kamran İnan, Muzaffer Özdağ, Abdullah Gül ve Abdülhaluk Çay.
Ergün Poyraz da kitabında Gül’ün sözlerini hangi kitaptan aldığını bildiriyor:
Tayyip Erdoğan’ın danışmanı Mehmet Metiner’in "Yemyeşil Şeriat, Bembeyaz Demokrasi" isimli kitabı. Gül, şimdi inkára yeltendiği o sözlerini Osman Tunç’un yönettiği, DYP’den Baki Tuğ, DEP’ten Remzi Kartal ve kendisinin katıldığı toplantıda söylüyor. Her iki panel-seminer-toplantıda söylenenler banda alınıyor ve kitap yapılıyor.
Ancak TRT ekranında sıkışan Gül, "Ben o kişilerle öyle bir toplantıya katılmadım" demek zorunda kalıyor. Ne acı değil mi!
Bay Gül’ün yalanladığı olayı dün Baki Tuğ’a sordum. Yanıtı şöyleydi:
"O toplantı Ankara’da Necatibey Caddesi’nde bir yerde, sözü edilen kişilerin katılımıyla aynen yapılmıştır. Yazılanlar doğrudur."
Bir devlet adamı (!) ve cumhurbaşkanlığı adayı (!) düşünün ki, Atatürk’ün "Ne Mutlu Türk’üm Diyene" özdeyişiyle alay ediyor, aşağılıyor, karşı çıkıyor...
Ve gün geliyor, bunlar belgeleniyor. Zorda kalınca sözlerini ve o toplantılara katıldığını kabul etmiyor, inkára yelteniyor, yalanlamaya kalkışıyor! Ne yazık ki mert, dürüst ve yürekli olamıyor. Sözlerinin bile arkasında duramıyor.
Oysa hepsi kitaplara geçti, arşivlere girdi. Kim kimi yalanlıyor? Yakışır mı, ayıp değil mi ABDullah Bey!
* * *
İnkár ettikleri bununla da kalmıyor. Geçmişte İngiliz The Guardian Gazetesi’ne verdiği söyleşide aynen şöyle demişti:
"Bu, Cumhuriyet döneminin sonudur. Laik sistem çökmüştür ve onu kesinlikle değiştirmek istiyoruz. (This is the end of the Republican period. Secular system has failed and we definitely want to change it.)"
TRT’de bu sözlerini de inkár etmesin mi!
Efendim gazeteci kendisine gelmiş, konuşmuşlar ama bu sözleri söylememiş, sonra da tekzip göndermiş! Hani nerede tekzip? Niçin bunu o zaman açıklamadın? Nitekim o haberi yazan İngiliz muhabir Jonathan Rugman yazdıklarının doğru, bant kaydının kendisinde olduğunu dün açıkladı.
Bir devlet adamı (!) düşünün ki, sıkıştığında geçmişteki bütün sözlerini inkár ediyor. Ayıptır yahu!
Şimdi cumhurbaşkanlığı hülyaları da yattı, bir başka bahara kaldı. ABDullah Gül adına fevkalade üzüldüm!
Geç olsun da güç olmasın. İnşallah bir dahaki sefere! Allah selamet versin, Allah hiç kimseyi bu duruma düşürmesin. Amin.
* * *
Emin Çölaşan’ın notu: Her kafadan bir ses çıkıyor, karmaşa yaşanıyor. AKP tıkandı, daraldı, sıkıştı, panikledi, fiyakası bozuldu. Seçim, zamanında yapılacaktı ama erken seçim önergesini onlar vermek zorunda kaldı! Şimdi muhalefet partileri çok dikkatli olsun, "hodri meydan, erkeklik bizde kalsın" gibi anlayışlarla oyuna gelip belli konularda iktidarın tuzağına düşmesin.
Yazının Devamını Oku 2 Mayıs 2007
CUMHURBAŞKANI adayımız ABDullah Gül’ü tanımaya devam ediyoruz! Varan-1’de yargı kararıyla kesinleşen yolsuzluk dosyası... Varan-2’de Cumhuriyet rejimiyle ilgili inanılmaz sözleri... Ve bugün sıra Varan-3’te. Belgeyi açıklıyorum. "Fezleke. TBMM Başkanlığına sunulmak üzere Adalet Bakanlığına.
Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı. Dosya No. Basın Hz. 1998/1160.
Davacı: Kamu Hukuku.
Müşteki: (Şikayet eden) Maliye Bakanlığı-Ankara.
Sanık: Abdullah Gül. Ahmet Hamdi oğlu, Adviye’den olma 1950 doğumlu. Halen Fazilet Partisi Kayseri milletvekili.
Suç: Özel evrakta sahtecilik ve 2820 sayılı Siyasi Partiler Kanununa aykırılık.
Suç tarihi: 1997-1998 yılları arasında muhtelif tarihlerde."
Ankara Cumhuriyet Başsavcısı Melih Tarı imzasıyla Adalet Bakanlığı’na gönderilen suç fezlekesinin başlangıç bölümü aynen böyle.
* * *
Fezlekenin içinde yer alan yargılama sürecine ilişkin sözleri özetliyorum. Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılan Refah Partisi’ne önceki yıllarda çok büyük rakamlara ulaşan Hazine yardımı verilmişti. Parti kapatılınca, yasalar uyarınca, eldeki paranın Hazine’ye devredilmesi gerekiyordu.
Fakat Refah Partisi yöneticileri bu parayı geri vermediler. Trilyonlarca lira iç edildi. Naylon faturalar, hayali faturalar, düzmece belgeler ortaya çıktı! Kayıp paraların nereye gittiği, kimlerin cebine indiği bugün bile belli değil.
Ama işi örgütleyenler belli!
Bu düzmece faturalarda partiye tonlarca sucuk, peynir, çakmak, rozet alındığı iddia ediliyordu!
Ayrıca bir sürü para oyunu yapılmıştı. Milyonlarca dolarlık para, parti defterine bile işlenmemişti.
Yargı bunları belgeledi. Kayıp trilyonlar davasında Necmettin Erbakan 2 yıl 4 ay, 19 sanık 1 yıl 2 ay, 50 sanık bir yıl hapis cezası aldılar. Bu kararlar Yargıtay tarafından onandı ve kesinleşti.
* * *
Bay Gül’le ilgili olarak Ankara Cumhuriyet Savcılığı tarafından hazırlanıp TBMM Başkanlığı’na gönderilen fezlekede özetle şöyle deniliyor:
"(Bütün bu olanların) Olay tarihinde partinin Genel Başkan Yardımcısı olarak görev yapan sanığın da parti üst düzey yöneticisi olarak bilgisi dahilinde olduğu, bu şekilde sanığın özel evrakta sahtecilik suçuna iştirak ettiği, ayrıca Siyasi Partiler Kanununa da aykırı davrandığı görüşüne varılmıştır.
Bu nedenle, halen Fazilet Partisi Kayseri milletvekili olan sanık Abdullah Gül’ün eylemine uyan (yasa maddeleri sıralanıyor) maddeler uyarınca soruşturma yapılabilmesi, Anayasanın 83/2 maddesi uyarınca TBMM’nin bu yolda bir karar almasına bağlı olduğundan, TBMM’nin takdirlerine sunulmak üzere gerekli işlemin yapılabilmesi için işbu Fezleke tarafımdan düzenlendi. 14 Eylül 1999.
Melih Tarı. Ankara Cumhuriyet Başsavcısı."
* * *
ABDullah Gül hakkında fezleke düzenlendi, TBMM Başkanlığı’na sunulmak üzere Adalet Bakanlığı’na iletildi. Bakanlık bu belgeyi TBMM’ye gönderdi.
Peki sonra ne oldu?
Bay ABDdullah Gül’ün suç dosyası tam sekiz yıldan bu yana TBMM’nin tozlu raflarında, arşivinde bekliyor! Niçin bekliyor?..
Çünkü sözü edilen kişi hiç ara vermeden, her seçimde milletvekili olmayı başardı. Böylece o tarihten beri dokunulmazlık zırhı altında yaşıyor ve suç dosyası işleme konulamıyor.
Yargı önüne çıkıp hesabını vermiyor.
* * *
(Emin Çölaşan’ın son dakika notu: Bu yazı dün Anayasa Mahkemesi kararı açıklanmadan önce yazıldı. Karar sonrasında her kafadan bir ses çıkıyor. Tablo önümüzdeki günlerde belli olacak. O nedenle bugün bu konuyu yazmıyorum.)
Yazının Devamını Oku 1 Mayıs 2007
SEVGİLİ okuyucularım, Varan 1 başlıklı yazımda cumhurbaşkanı adayımızın geçmişte yargı kararıyla belgelenen bir yolsuzluk dosyasını açıklamıştım. Bugün size adayımız ABDullah Gül’ü tanıtmayı -hem de kendi ağzından, kendi sözleriyle- sürdürüyorum. Bu yazıyı okuduktan sonra lütfen kendi kendinize sorunuz:
Bunları söyleyen biri, Türk devletinin başına geçebilir mi? Cumhurbaşkanı olabilir mi? Devleti, Cumhuriyet rejimini temsil edebilir mi?
Hayır, edemez. Aksi takdirde hem kendisinin, hem de onu o makama getirenlerin başı çok ağrır. "Efendim ben artık değiştim... Cumhuriyet rejimine özde olmasa bile sözde bağlıyım" masalını bile bu saatten sonra hiç kimse yutmaz.
Yol yakınken bu sevdadan ya kendisi vazgeçsin, ya da partisi ve Tayyip abisi vazgeçirsin.
Aşağıda okuyacağınız sözler, adayımız ABDullah Bey’e aittir. Refah Partisi milletvekili kimliğiyle bir seminerde yaptığı konuşmadan özetlenmiştir. Bu konuşması kitap haline getirilip basıldı. (Türkiye’nin Milli Bütünlüğü ve Güvenliği. İş Dünyası Vakfı Yayını.)
Kitaptan özetleyerek alıyorum. Şimdi bu şahsın sözlerini dikkatle, ibretle okuyun:
* * *
"Türkiye’de bir sistem bunalımı var. Halka zorla diretilen, halkına zıt, ona düşman bir sistem. İşte onun içindir ki, bugün senelerdir beraber olduğumuz bazı insanlar ayrılıkçı mücadele içine girmişler. (PKK için söylüyor!) Ülke bütünlüğünü bile tehlikeli duruma getirir hale gelmiş böyle bir sistem..."
"Türkiye’nin resmi ideolojisinin tabii karakterleri bu sistemi kuran tek partinin altı sloganı ile ortaya çıktı. Cumhuriyetçilik, milliyetçilik, halkçılık, devrimcilik, devletçilik ve laiklik. Ama bu milletin halkı bir araya gelip biz devletçi olalım, laik olalım, milliyetçi olalım diye bir karar vermedi. Bu ilkeler hep bu halka bir zorlatma şeklinde dayatıldı..."
"Uygulamada tam bir diktatörlük. Tam halka zıt bir yönetim. Hálá tabuların olduğu, söylenemez şeyler olduğu, halkın yıldırıldığı Türkiye’de yaşıyoruz."
"(Atatürk için konuşuyor) Türkiye’nin Irak, Libya, Suriye’ye benzeyen çok yanları var. Neden? Aynı TEK ADAM pozisyonu. Bugün Libya, Irak ve Suriye’ye gidin, tek insanın resimleri vardır her yerde. Tek insanın heykelleri vardır." (Atatürk’ü Saddam, Kaddafi, Hafız Esad gibilerle kıyaslamaya yelteniyor. Ayıptır be!)
"Devrimcilik adı altında yine bir dizi hukuki düzenleme tepeden inme, zorla getirilmiş ve zorla kabul ettirilmiştir." (Harf devrimi, hukuk devrimi, kıyafet devrimi, kadın hakları ve ötekileri kastediyor.)
"Milliyetçilik maalesef bir nevi ırkçılık şeklinde devam etmiştir. Halbuki içinde bulunduğumuz coğrafyada bütün insanlar İslam’ın potasında barışık yaşamış ve İslam’ın etrafında bütünleşmişti.
Milliyetçilik öyle olmuş ki, Türkçülük şeklinde alınmış ve bu ister istemez aksini de bazı insanların aklına getirmiştir. Mesela bunları açık söylemek zorundayım, ’Ne mutlu Türk’üm diyene’ lafını tutup her yere yaza yaza, Türkiye aslında İLKEL bir hale dönmüştür. Bu laflar Türkiye’nin geçmişte bütün insanları İslam kardeşliği etrafında toplayan bütünlüğünü tehdit eder anlama gelmiştir. Bunlar halkın inanç değerleriyle bütünleşmeyen bir dünya sistemini halka zorla kabul ettirmektir."
"Türkiye’nin bütünlüğünü tehdit eden, en büyük tahribatı vermiş olan sistemin ilkelerinden biri de LAİKLİK ilkesidir. Türk milletinin moral değerlerinin ana kaynağı din olacak, İslam olacak, sonra siz bunu potansiyel tehlike olarak göreceksiniz ve bunu uygulamalarla ortaya koyacaksınız."
"Aynı şekilde, dindar olan bir subaya da siz kendi ordunuzda hayat hakkı vermiyorsanız, bunu açıkça söylemeden onu saf dışı ediyorsanız, sanki safra atar gibi, ajan yakalamış gibi onları ayıklıyorsanız, siz o zaman bu ülkenin devamını, bütünlüğünü nasıl temin edersiniz?.."
Ve konuşmasının sonunda baklayı ağzından çıkarıyor:
"Bu açıdan ikinci Cumhuriyet, yeni OSMANLICILIK kavramlarının ve bu tartışmaların ortaya gelmesini ben çok sağlıklı görüyorum ve geleceğe çok ümitle bakıyorum. Hepinizi saygıyla selamlıyorum."
Bu zihniyet ve bu kafada biri Türk devletinin başına geçecek! Anayasa ve Cumhuriyet’in ilkelerine inanmıyor, aşağılıyor, alay ediyor.
Üstelik ikinci Cumhuriyet, Osmanlıcılık gibi ipe sapa gelmez kavramları ağzında geveliyor. Bu Meclis şimdi Cumhurbaşkanı mı seçecek, Osmanlı’ya padişah mı? Bu kafa mı Türk devletinin başına geçirilecek?
Yol yakınken ve Anayasa Mahkemesi kararı henüz belli değilken, bu sevdadan ya kendisi vazgeçsin, ya da birileri vazgeçirsin. Yoksa bu pilav daha çoook su kaldıracak, bu işin sonu biraz zor gelecek!
Yazının Devamını Oku 30 Nisan 2007
SEVGİLİ okuyucularım, bugün pazartesi. Bugün benim yazı günüm değil. Ancak dünkü İstanbul mitingini gördükten sonra yazmadan duramadım. Yazmak zorundaydım. Dün herkes bu görkemli, muhteşem olayı ekranlardan izledi. İnanılmaz bir mitingdi. Yüz binler mi, milyonlar mı, buna ad koymak mümkün değil.
Coşkulu bir kalabalık. Ellerinde Türk bayrakları, Atatürk resimleri, bazıları alaycı ve mizah dolu sloganlar, afişler, pankartlar...
Meydan sabahın erken saatlerinde dolmaya başlamıştı... Ve unutmayın, en az bir o kadar insanımız, yolların tıkalı olması nedeniyle miting alanına ulaşamadı.
* * *
Önce Ankara’daki 14 Nisan mitingi. Orada bir milyon kişi. Hem de Recep Tayyip’in iddia ettiği gibi bindirilmiş kıtalar değil. O görkemli miting sonrasında bekledik ki, özellikle cumhurbaşkanı seçimi konusunda biraz daha uzlaşmacı tavır takınsınlar, milletin görüşlerini dikkate alsınlar. Olmadı. Bunu değil, tam tersini yaptılar ve ortamı gerdiler.
Ama sessiz dev silkinmiş, uyanmaya başlamıştı. Bunu görmediler.
Kendi aralarında konuşurken "Bunların bir atımlık barutu vardı, onu da Tandoğan’da attılar" dediler. Birbirlerini böyle rahatlattılar!
Aradan iki hafta geçti ve dün İstanbul Çağlayan mitingi yapıldı. Bindirilmiş kıtalar, parayla kiralanmış şakşakçılar yine yoktu. Mitingi en az bizler kadar dikkatle izlediler.
Barutun bir atımlık olmadığını, tam tersine topun ağzına yeni yeni sürülmeye başlandığını gördüler.
Sabır taşı çatlamıştı. Sessiz dev uyanıyor, silkeleniyor ve kendine geliyordu.
’Biz varız, ölmedik’ mesajı dün bir kez daha, AKP iktidarının hak ettiğinden bile fazlasıyla verildi... Ve bir kez daha paniklediler. Ama bunu elbette ki dışarıya yansıtamazlar.
* * *
İki hafta arayla yapılan iki görkemli miting sonrasında ne yapacaklar? Cumartesi günü benzer iki miting Burhaniye ve Ankara’da (üniversite öğrencileri tarafından) yapıldı.
Türk milleti bunlara açık, net mesajlar veriyor:
Cumhuriyet rejiminin ilkelerini paspas gibi çiğnemeyin, millete saygısızlık etmeyin, bu ülkeyi adam gibi yönetin. Biz buradayız, gerekirse meydanlara çıkarız.
AKP tam 4.5 yıldan bu yana Türkiye’yi dikensiz gül bahçesi olarak yönetti. ABD ve AB’nin desteğini arkasına aldı, onlardan gelen direktifleri bire bir yerine getirdi, muhteşem bir psikolojik harekát planı uyguladı ve sessiz devi uyuttu. Neydi o planın aşamaları?
1- Ülke sorunlarını önemsizleştirmek. 2- Milleti duyarsızlaştırmak. 3- Tepkisizleştirmek. 4- Teslim olup AKP’nin yaptıkları kabullenmek.
Sessiz dev uyurken ilk üçünü başarıyla uyguladılar! Ya da öyle zannettiler. Tepkiler sadece bireyseldi. Ama iş dördüncü aşamaya geldiğinde, dev meydanlara çıktı ve ses verdi.
Şimdi birinci aşamayı bile ayaklarımızla, sesimizle, tepkimizle ezdik. AKP bundan sonra sıfırdan başlayamaz. Oyun planı çökmüştür.
Din sömürüsünü ve din ticareti yoluyla oy avcılığını öne çıkararak ulusal kavramlarımızı, Türklüğümüzü, Atatürk ve yurt sevgimizi, Cumhuriyet’in temel ilkelerine olan bağlılığımızı yok edemediler, belleklerimizden kazıyamadılar.
* * *
Yüzde sadece 34 oyla yıllardır bu ülkeyi babalarının tapulu malı gibi yönetip ele geçirdiler. Geri kalan yüzde 66 oy sahiplerini bir gün olsun akıllarına getirmediler. Kendilerini her dakika dev aynasında gördüler.
Ayna artık kırıldı, aynadaki hayalleri yok olup gitti!
Şimdi de cumhurbaşkanlığı peşinde koşuyorlar. "Ne mutlu Türk’üm diyene" sözünü eleştiren, hakkındaki trilyonluk yolsuzluk fezlekesi Meclis’in tozlu raflarında dokunulmazlık nedeniyle bekletilen, "Cumhuriyet’in sonu gelmiştir" diyebilen, eşinin türbanı nedeniyle Türk devleti aleyhine Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde dava açıp tazminat isteyen bir şahsı devletin başına, Atatürk’ün saygın makamına aday göstermekten çekinmediler.
14 Nisan Tandoğan ve 29 Nisan Çağlayan... Milyonlar, sabır taşının çatladığını haykırdı. Acaba ders aldılar mı? Bilmiyoruz! Eğer yine de almadılarsa, onlara bir dörtlükle anlatmaya çalışayım:
Hasandağı arpalıktır, eğer saban yürürse
Her derede bir değirmen, eğer suyu gelirse
Her kümesten bir tavuk, eğer millet verirse
Güzel gidiş bu gidiş, eğer sonu gelirse!
Yazının Devamını Oku 29 Nisan 2007
27 Nisan gecesi saat 23.00’te muhtıra açıklandı. Algılama zorluğu olmayanlar hadiseyi iyi anladı. Muhtıra özellikle laiklik kavramından söz ediyor; çünkü Türkiye Cumhuriyeti bu iktidarın ve hükümetin elinde bir yerlere sürükleniyor. Milli eğitim ve ulusal kavramlar yok ediliyor. Onların yerini din sömürüsü alıyor. Küçücük öğrenciler bile devlet tarafından düzenlenen ve göz yumulan dini törenlere türban ve sıkmabaşlarla çıkarılıyor.
Bu tavırlar neredeyse her yerde sergilenirken, o illerin valileri, ilçelerin kaymakamları acaba ayakta mı uyuyordu? Bunları görmediler mi, görmek işlerine mi gelmedi?
Muhtırada olmayan bir örneğin belgesi elimde. Samsun Valiliği Çarşamba İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü tarafından bütün okul müdürlüklerine gönderilen 23 Şubat 2007 tarih ve 1891 sayılı yazı:
"20-27 Nisan 2007 tarihleri arasında kutlanacak 2007 yılı Kutlu Doğum Haftası münasebeti ile ilçemiz ilköğretim okulları arasında Hazreti Peygamberde Çocuk Sevgisi, lise ve dengi okullarda ise İslamda İnsan Sevgisinin Toplumsal Boyutları konulu kompozisyon yarışmasının düzenlemesiyle ilgili Kaymakamlık onayı ekte gönderilmiştir.
Bilgilerinizi, kompozisyon yarışmasının okulunuz öğrencilerine duyurulmasını, okulunuzda dereceye giren eserlerin 6 Nisan 2007 tarihine kadar Müdürlüğümüze gönderilmesini rica ederim. Mehmet Atar. Müdür adına Şube Müdürü. Dağıtım: Tüm okul müdürlüklerine."
* * *
AKP döneminde çoğumuzun dikkatinden kaçan bir uygulama başlatıldı. Peygamberimizin doğumunu kutlama törenleri (eskiden böyle bir şey yoktu) tam da 23 Nisan bayramına denk getirildi!
Çocuklara ve öğrencilere ulusal egemenlik kavramı, yurt sevgisi ve Türklük, bilinçli olarak unutturulurken, onun yerine dinsel bir kavram çıkarıldı. Başka bir hafta mı kalmadı da, Kutlu Doğum Haftası her yıl 23 Nisan’a denk getiriliyor!
Bunu elbette bilerek ve bilinçli olarak yapıyorlar.
Küçük çocukları 23 Nisan haftasında okullarda, spor salonlarında örtüyorlar, ilahiler okutuyorlar. Ankara’da bile 23 Nisan günü Atatürk Spor Salonu’nda küçük çocuklar için Kuran okuma yarışması düzenlemişlerdi. Sonra iptal ettiler.
Din sömürüsüyle oy avcılığı yapıyorlar. Fakir fukara Müslümanların oylarıyla iktidar oluyor, malı götürüyor ve parasal kazancı partili yandaşları ile yabancılara pompalıyorlar.
Bu uygulamalara karşı çıkan milyonlarca insanımız, onlara dersini l4 Nisan günü Tandoğan Meydanı’nda verdi. Bugün İstanbul’da verecek. (Mitingi art (Avrasya) ve Kanaltürk canlı yayınlayacak.)
Asker muhtırasını verdi, görevin ilk aşamasını tamamladı. Hem de komediye dönüşen ve mizah konusu olan cumhurbaşkanlığı seçiminden birkaç saat sonra.
Ülkemizi bu duruma düşüren sorumlular en başta Recep Tayyip Erdoğan, Bülent Arınç, ABDullah Gül, Hüseyin Çelik ve bu iktidarın öteki mensuplarıdır. Devleti ele geçirdiler, kadrolaştılar. Meydanın boş olmadığını şimdi görüyorlar ama iş işten geçtikten sonra.
Askerlerin laiklik muhtırasında çok önemli bir cümle var:
"Atatürk’ün ’Ne Mutlu Türküm Diyene’ anlayışına karşı çıkan herkes, Türkiye Cumhuriyeti’nin düşmanıdır ve öyle kalacaktır."
Bu cümlenin muhataplarından biri de ABDullah Gül. Bu sözümü şimdi kanıtlıyorum. Refah Partisi milletvekili kimliğiyle bir seminerde yaptığı ve sonra kitap haline getirilen konuşmasında aynen şöyle diyor:
"Ne mutlu Türküm diyene lafını tutup her yere yaza yaza, Türkiye aslında ilkel bir hale dönmüştür."
Genelkurmay bu gibiler için, "Türkiye Cumhuriyeti’nin düşmanıdır ve öyle kalacaktır" diyor. Yanlış mı?
Türk devletinin başına geçmeye aday gösterilen -ve adaylıktan derhal vazgeçmesi gereken- şahıs, işte budur.
Genelkurmay muhtırası yerini ve hedefini buldu, amacına ulaştı. "Bu Meclis bu koşullarda cumhurbaşkanı seçmemeli" mesajı dolaylı biçimde verildi.
Şimdi malum AKP-ABD-AB-entel-işbirlikçi-şeriatçı-Kürtçü korosu yaygaraya başladı!
"Demokrasi... Özgürlük... Hukuk... Yüce Meclis ne isterse onu yapar... Genelkurmay’ı kınıyoruz..."
Bunlar işin hikáyesidir. Yüzde 34 oyla Meclis çoğunluğunun yüzde 66’sını ele geçiren, Meclis’teki kelle çoğunluğuna sığınıp ülkeyi altüst eden, ülkeyi yandaşlarına, eşe dosta ve yabancılara peşkeş çeken, Cumhuriyet rejiminin ilkelerini ve ulusal kavramları bile yok etmeye yeltenenleri uyarmak işlerine gelmiyordu.
Asker devreye girdi, 27 Nisan sürecini başlatıp milyonlarca insanımızı rahatlattı. Medyanın büyük çoğunluğunu da elinde bulunduran entel-şeriatçı kesim ise, askerleri hemen tu kaka ilan etti! Niçin?.. Çünkü uyarı yapan, Cumhuriyet ilkelerini savunan ordu bizim değil! Peki kimin ordusu?
Kıbrıs Rum Kesimi, Barzani, Talabani ya da Ermenistan ordusu!
Yazının Devamını Oku 28 Nisan 2007
DÜN 367’yi bulamadılar. CHP’nin "dava dosyası" şimdi Anayasa Mahkemesi’nin önünde. Çıkacak kararı merakla bekleyeceğiz. Peki bundan sonraki turlarda ne olacak? Dün Anayasa Mahkemesi’ne yapılan başvuru sadece ilk tur içindi. Bundan sonra cumhurbaşkanlığı seçimi için üç tur oylama daha yapılacak.
O zaman neler olacak?
367’ye ulaşabilmek amacıyla milletvekili borsası-piyasası kızışacak. Şimdiden söylentiler yoğun. Bazılarına dünkü oturuma katılımları öncesinde "parasal ve siyasal ikramlarda" bulunulduğu, bu doğrultuda öneriler götürüldüğü konuşuluyor. Parasal ikram, milletin vekiline para vermektir. Siyasal ikram, önümüzdeki seçimde istediği ilden iyi bir yer garantisidir ki, çoğu zaman yerine getirilmez.
O yüzden parasal ikramlar her zaman makbul ve daha garantilidir! Ancak bu ikramın banka hesabına falan olmaması, kayda geçmemesi, elden verilmesi gerekir!
Bu piyasa ülkemizde böyle yürür ve bundan sonraki turlarda iyice kızışacaktır.
Biliyorsunuz, egemenlik kayıtsız şartsız milletindir.
Milletimizi temsil eden Meclis’te olur böyle vakalar! Şimdiye kadar neler olmuştur neler!.. Kimler kaça satın alınmıştır, fırıldak gibi o partiden bu partiye koşturmuştur, bakan olmuştur, ihale almıştır, köşeyi dönmüştür, malı götürmüştür.
Her şeyin bir bedeli vardır!
Dün oylamaya katılan ve AKP’li olmayan bazı milletvekilleri -DYP’li, ANAVATAN’lı, CHP’li veya bağımsız olabilir, bilemiyoruz- Abdullah Gül için oy kullandılar! Faili meçhul!
Türkiye’de siyaset, ilke, inanç, omurga işte budur!
Siyaset borsası ile ilgisi hangi ölçüdedir?
* * *
Şimdi söz yargıda. Eğer bundan sonraki üç turda da 367 rakamına ulaşılamazsa, Anayasa Mahkemesi, CHP’nin başvurusuyla her oylama için ayrı ayrı (toplam dört kez) karar mı verecek, ya da ilk başvuruyu reddedip işi bitirecek mi, bilemiyoruz.
Böyle bir durumla ilk kez karşılaşıyoruz ve ne olacağını, ne gibi bir karar çıkacağını kestiremiyoruz.
Bilinen tek şey var:
367 bulunmaz ve yapılan cumhurbaşkanlığı seçimi mahkeme tarafından bu nedenle iptal edilirse, sonuç büyük olasılıkla şöyle olacak: (Büyük olasılıkla diyorum; çünkü ilk kez yaşanan bu süreci, bu mekanizmayı hiçbirimiz bilemiyoruz.)
- Anayasa hükümleri uyarınca Türkiye en kısa zamanda seçime gidecek ve cumhurbaşkanını yeni Meclis seçecek.
- Yenisi seçilene kadar Cumhurbaşkanı Sezer görevini sürdürecek.
Önümüzdeki günler, haftalar ve oylamalar çok heyecanlı, karmaşık, sürprizlerle dolu geçecek.
Milletin bazı vekilleri bu işten epeyce kazançlı çıkacak.
YARIN iSTANBUL MiTiNGiNDEYiZ
SEVGİLİ okuyucularım, Ankara’da yapılan 14 Nisan mitingi, iktidarı hoplattı. Paniklediler, telaşlandılar. Belki çoğumuz farkında değiliz ama o miting çok şeyi değiştirdi. Meydanın boş olmadığını anladılar.
Yarın aynı doğrultudaki miting saat 13.00’te İstanbul Çağlayan’da yapılacak.
Ülkemizde oynanan komedinin, Türk milletine yaşatılan rezalet sürecinin, sergilenen şarlatanlığın hepimiz bire bir içindeyiz.
Bu ülkenin yurtsever insanları olarak, yarınki büyük mitingde tepkimizi ellerimizde Türk bayrakları ve Atatürk resimleriyle sergilemek zorundayız.
AKP iktidarına, "Bunların bir atımlık barutu vardı, onu da 14 Nisan günü attılar" dedirtmeyeceğiz.
İstanbul, Anadolu, Trakya... Yarın Çağlayan’a akacak. Gelemeyenler evlerine bayrağımızı asacak.
Mitingi Kanaltürk yine canlı yayınlayacak. Bakalım 14 Nisan’ı görmezden gelen öteki "haber kanalları" bu kez ne yapacak!
Bizimle oyun oynamaya kalkışanlardan, ülkeyi yabancılara ve kendi yandaşlarına peşkeş çekenlerden, din ticareti ve din sömürüsü yapıp özellikle inançlı insanlarımızın sırtından malı götürenlerden bir kez daha hesap sorulacak.
Haydi, yarın saat 13.00’te Çağlayan’a...
* * *
Emin Çölaşan’ın notu:
Yarın gündemde çok ani bir değişiklik olmazsa, size Abdullah Gül’ün bazı sözlerini kendi ağzından ileteceğim. Türk devletinin başına kimi geçirmeye kalkıştıklarını, kimi cumhurbaşkanı yapmaya niyetlendiklerini bir kez daha ibretle ve dehşetle göreceksiniz.
Yazının Devamını Oku 27 Nisan 2007
ADAYIMIZ Abdullah Gül siyasette epeyce eski. Onu çok iyi tanımak gerekiyor. Öyle ya, işler ters gitmezse 11. cumhurbaşkanımız olacak. Geçmişte belli zamanlarda bakanlık görevinde bulunmuş, Refahyol döneminde Devlet Bakanı olarak görev yapmıştı. Türkiye Kalkınma Bankası kendisine bağlıydı.
Abdullah Bey’in emriyle bu bankaya yaptırılan yasadışı harcamaları bankanın Teftiş Kurulu inceledi. Başbakanlık Yüksek Denetleme Kurulu raporlarında bu yasadışı harcamalara yer verildi.
Paralar kendisinden istendiği halde vermedi. Yani iade etmedi.
Sonuçta, Türkiye Kalkınma Bankası, Abdullah Gül’ü mahkemeye verdi. Hakkında tazminat davası açıldı.
Dava dilekçesinde, Bay Gül’ün kendisi için bankaya yaptırdığı yemek, çiçek, hediyelik eşya, kartvizit gibi harcamaların kendisinden tahsili isteniyordu.
Davaya Ankara 18. Asliye Hukuk Mahkemesi baktı. Mahkemenin Esas 1999/216, Karar 1999/6l8 sayılı gerekçeli kararında özetle şöyle denildi:
"Davalının (Gül’ün) bankaya yaptırdığı (o günkü değerlerle) 1 milyar 652 milyon liralık harcamanın görevle ilgisi olmayan şahsi harcama niteliğinde olduğu saptanmıştır. Kişisel ilişkileri ile ilgilidir. Görev gereği değildir.
Teftiş Kurulu tarafından tespit edilen bu para davalıdan istenmiştir.
Ancak davalı tarafından ödeme yapılmamıştır.
Bunun üzerine uyuşmazlık çıkmış ve dava açılmıştır.
Açıklanan olgular, harcamalara ilişkin belgeler, uzman bilirkişi raporları ve tüm dosya içeriği ile doğrulanmıştır.
Bu bakımdan davalı (Abdullah Gül) bizzat kendisi ödemekle yükümlüdür.
(Devlete ait olan devlet parası) 1 milyar 652 milyon liranın yüzde 50 yasal faizi ile birlikte davalıdan alınıp davacıya (devlete) verilmesine karar verilmiştir."
* * *
Abdullah Gül, hakkında mahkeme tarafından verilen bu karara Yargıtay’da itiraz etti.
Şimdi Yargıtay 4. Hukuk Dairesi tarafından oybirliği ile verilen Esas 2000/6788, Karar 2000/7375 sayılı karara bakalım:
"Dosyadaki yazılarda, kararın dayandığı kanıtlarla yasaya uygun gerektirici nedenlerde, özellikle delillerin değerlendirilmesinde bir isabetsizlik görülmediğinden, hükmün ONANMASINA ve yazılı onama harcının davalı Abdullah Gül’e yükletilmesine 11 Eylül 2000 günü oybirliği ile karar verildi."
Abdullah Gül, kişisel amaçla kullandığı devlet parasını bu kesinleşmiş yargı kararı sonrasında devlete ödemek zorunda kaldı.
Sevgili okuyucularım, yazımın burasında hemen bir not düşeyim.
Ben bu belgeli olayı bugün ilk kez yazmıyorum.
25 Ekim 2002 tarihli ’AKP ve Hukuk’ başlıklı yazımda bu olayı sizlere anlatmıştım.
Kendisi o zaman AKP milletvekili adayı olarak 3 Kasım 2002 seçimine girmek üzereydi!
Zaman onun lehine çalıştı! Önce AKP’nin Başbakanı, sonra Erdoğan’ın Dışişleri Bakanı oldu.
Refah Partisi milletvekili kimliği ile Meclis’te yaptığı konuşmalarda AB’ye dümdüz giderdi! Hükümete gelince bir numaralı ABD ve AB savunucusu kesildi. Refah Partisi kimliği ile ve Necmettin hocasının emriyle yaptığı o Meclis konuşmalarını da burada belgelemiştim.
Abdullah Gül şimdi cumhurbaşkanı adayımız.
Tayyip abisi bizlere çelik çomak oynatırken, iki dudağı arasından onun ismi çıkıverdi!
* * *
Türk milleti, geleceğin cumhurbaşkanını elbette ki iyi tanımak zorunda. Her yönü ve her boyutu ile! Bu yazıyı onun için yazdım.
Geçmişte söyledikleri, ağzından Cumhuriyet rejimi ile ilgili olarak çıkan sözler...
Şimdi kalkmış "Ben Cumhuriyet rejimine sözde değil, özde bağlıyım" gibi laflar ederek askerlere ve toplumun büyük kesimine hoş görünmeye çalışıyor.
Önemli olan "aman vakvakları ürkütmeyelim" diye bugün zevahiri kurtarmak için söyledikleri değil, beyninin kıvrımlarına ve genlerine yerleşmiş olan geçmişteki sözleridir.
Sıra onlara da gelecek! Cumhuriyet ilkelerine nasıl bağlı olduğunu (!) burada kendi ağzından yazmayı sürdüreceğim ki, bu zihniyeti herkes iyi tanısın.
Yeni cumhurbaşkanı için bugün ilk oylama yapılacak. Kendisini bugün söyledikleri ve yapmak zorunda kaldığı takıyye ile değil, geçmişiyle tanımak zorundayız ki, otomatik oy makineleri biraz düşünsün! Öyle değil mi efendim!
Yazının Devamını Oku 26 Nisan 2007
SEVGİLİ okuyucularım, şimdi hepimizin üzerine düşen bir görev var! Abdullah Cumhur Gül’ün cumhurbaşkanı olmasına elimizden geldiğince destek vermek! Bunu yaparsak borsa yükselir, piyasalar memnun olur, ülkemize ak para-kara para akışı hızlanır, para babaları servetlerine servet katar.
Dahası, yabancı sermaye ürkmez. Limanlarımızı, bankalarımızı, fabrikalarımızı, tesislerimizi, arsa ve arazilerimizi, otoyol ve köprülerimizi satın almaya koşar. Peşkeşten payını almaya devam eder.
Şimdi bizim iş çevreleri ve yabancılar memnun. "Aman nazar değmesin, bu düzen sürsün. Hiç kimse tekere çomak sokmasın, arı kovanına elini daldırmasın, vakvakları ürkütmesin" diyorlar.
Ne mutlu bizlere ki, yüzde 34 oyla milletvekili sayısının yüzde 66’sını elde ettiler. O da yetmedi, şimdi cumhurbaşkanlığı makamı da onlara geçiyor.
Yüzde 34 oyla yasama ve cumhurbaşkanlığı makamı dahil yürütmenin tamamı onlarda. Devletin üç erkinden geriye sadece yargı kaldı.
Böyle bir ortamda yargı da sağlam durmazsa, işte o zaman gerçekten yandık.
* * *
İki günden beri gazetelerde ve televizyon kanallarında, bunlara yağdırılan övgüleri izliyorsunuz. Vıcık vıcık yağcılık yine ön plana çıktı.
"Tayyip Bey büyük fedakárlık yaptı, hizmet aşkıyla Çankaya’ya kendisi çıkmadı!"
Keyfinden mi çıkmadı? Hayır.
Çankaya’ya çıkmaktan korktu. Kendisi çıkacak, Abdullah Gül başbakan olacaktı. Bütün plan ona göre yapılmıştı. Çıkmamasının üç nedeni var.
1- 14 Nisan mitingi ve toplumsal muhalefetten yükselen inanılmaz tepki kendisini korkuttu. Küçümsediği, alay ettiği miting rüyalarına girdi. Üzerine ölü toprağı serpilmiş olan dev, silkelenmişti... Ve bu işin henüz başlangıç olduğunu Tayyip Bey çok iyi gördü.
2- Pek çok partili ve milletvekili de kendisine "Aman siz Çankaya’ya çıkmayın, yoksa parti dağılır" dedi. Bunu düşündü ve doğru olduğunu gördü. Abdullah Gül partiyi götüremeyecek, içerideki hizipler ve çıkar grupları birbirine girecek, parti seçimde ağır bir yenilgi alacaktı. Başında Abdullah Gül’ün olacağı AKP’yi bıraktığı takdirde, hep birlikte hezimete uğrayacaklarını gördü.
3- Adayını açıklanmadan hemen önce, yani son anda "şeyini şey ettiğimin şeyi" Bülent Arınç postasını onun yüzüne karşı koydu: "Laikçilere ve askerlere ödün verip Çankaya’ya eşinin başı açık diye birini seçtirirsen, ben de adaylığımı ilan ederim ve işler karışır." Bu durumda hem eşi kapalı, hem de güvenilir bir aday gerekiyordu. Partiyi kurtarmak için ibreyi Abdullah Gül’e çevirmek zorunda kaldı. Çankaya’dan vazgeçerken içi mutlaka kan ağlıyordu ama renk veremezdi.
Hadise bu kadar basit. Ancak burada en önemli olan, yukarıdaki 2. madde. Niçin?.. Çünkü sonucu çok önemli.
Partiyi emanet edemediği, seçim öncesinde işi götüremeyeceğini gördüğü ve anladığı birine, devletin en yüksek makamını emanet etmekten çekinmedi.
Partisini yönetemeyeceğini bildiği kişiye, devletin en yüce makamını ikram etti.
Yani ortada Beyefendi’nin yaptığı bir fedakárlık falan yok. Ortada korku var. Bu çelişkiyi, oynanan bu oyunu herkes iyi bilsin, iyi görsün, dolduruşa gelmesin.
Pazar günü İstanbul mitingine...
Sevgili okuyucularım, Ankara’da yapılan 14 Nisan mitingi ülkemizde bir dönüm noktası oldu, siyaseti etkiledi. Bir milyonu aşkın insanımız o gün iktidarı ve hükümeti uygarca protesto etmiş, bizi yönetenleri korkutmuştu.
14 Nisan mitinginin devamı bu hafta İstanbul-Çağlayan’da yapılacak.
29 Nisan Pazar günü saat 13.00’te.
Yine ellerde Türk bayrakları, Atatürk resimleri ve pankartlarla...
Atatürkçü Düşünce Derneği, sivil toplum kuruluşları, kadın dernekleri, sendikalar ve her kesimden, her siyasal görüşten yurtsever insanlarımızın katılımıyla... Gençler, yaşlılar, öğrenciler, ev kadınları, işçiler, memurlar, esnaflar...
29 Nisan mitinginin görkemini sizler-bizler, hep birlikte oluşturacağız.
Pazar günü İstanbul-Çağlayan’da gücünüzü gösterin...
Türkiye Cumhuriyeti birilerinin oyuncağı olmamalı.
Anlamayanlara anlatılmalı. 29 Nisan günü bir kez daha anlatılacak!
* * *
Emin Çölaşan’ın notu: Sevgili okuyucularım, yeni cumhurbaşkanımız Abdullah Gül’ü iyi bilmek ve iyi tanımak hepimizin görevi. Önümüzdeki günlerde onu sizlere kendi sözleriyle tanıtacağım. Bekleyin, hoşunuza gidecek!
Yazının Devamını Oku