Bu konuda sağduyumuz biraz eksik sanki.
Sevgili Nedim Atilla’nın Ege’de Sonsöz’deki konuyla ilgili yazısını bir zeytinyağı üreticisi bana iletti ve ne düşündüğümü sordu.
En çok gelen sorulardan biri yarışmalar hakkındaki fikrim.
Üreticiler hangi yarışmalara girmeleri gerektiğini soruyor, tüketiciler hangi yarışmaya güvenebileceklerini...
Üreticiye “Özellikle girmek istediğiniz pazar varsa o ülkede yapılan bir yarışma olabilir” diyorum ve ekliyorum: Kalite konusunda önemli olan sizin çıtanız...
Tüketiciye cevabım da net: Ödüllere, diplomalara bakmayın damağınıza, burnunuza bakın...
Bu kadar basit.
Gerek zeytinyağı olsun gerek başka ürün, sosyal medyanın tüketiciyle üreticiyi doğrudan buluşturma gücü, küçük üretici için büyük avantaj.
Büyüklerin reklam bütçesine sahip olmasanız da kendinizi anlatabiliyor, birebir ilişki kurabiliyorsunuz.
Bazı üreticiler bu gücü gerçekten çok iyi kullanıyor.
Bazen de üreticinin de yanlış bildiği doğrular, bilgi kirliliğine sebep oluyor.
Bu nedenle üreticinin artık teknik konularda kendini geliştirmesi, verdiği bilginin de sorumluluğunu hissetmesi gerek.
İyi niyetle yapıldığına emin olduğum için firma ismi vermiyorum.
Paylaşımın konusu yağını filtrelememeyi tercih eden üreticinin, yağının dibinde biriken posası.
Kimden gelirse gelsin tarif dinlenmeyi, ballandıra ballandıra sorular sormayı çok seviyorum.
Yine böyle bir tarif melankolisi içindeyken canım ‘papaz yahnisi’ istedi.
Daha doğrusu canım Yanyalı Fehmi’den papaz yahnisi tarifi sormak çekti.
Kadıköy balık pazarıyla Osman Ağa Camii arasında, olabileceği en güzel yerde, kuşaklardır aynı lezzet ve mütevazılıkla yemek yapan bir esnaf lokantası Yanyalı Fehmi.
İstanbul’un en güzellerinden.
Esnaf lokantası tutkunları mutlaka bilir.
Aynı sükunet, aynı yüzler.
Bugün üçüncü kuşak Tansel, Can, Ergin Sönmezler devam ettiriyor aile geleneğini.
Evde büyüyen çocuk olmasının güzelliklerinden biri de geçti değil de eklendi duygusu.
Bizimki neredeyse 9 yaşına geldi, hâlâ Noel Baba’ya inanıyor, şaşırıyorum.
Dokuz yaşındayken ben de böyle fantastik şeylere içtenlikle inanır mıydım, hatırlamıyorum.
Daha da güzeli Noel Baba’ya inanmayı çoktan bırakan yakın arkadaşı Carlo’nun, Lorenzo Deniz üzülmesin diye bu gerçeği ondan bilinçli olarak saklamaya devam etmesi.
Roma geleneğinde Noel ağacı altına koyulan hediyeler 24 gecesi, yemekten sonra açılıyor.
Baba Milanolu olunca, Roma’da Milanolu gibi yaşanıyor ve tüm şehir o gece hediyelerini açarken bizim evde Noel sabahını bekliyoruz.
Hem de ne bekleme! Birkaç kez uyanılıp “acaba bu sene gelmeyecek mi”, “Acaba gelmiş midir” diye soruluyor.
Bu sene sadece üç kez uyandı.
Hoş zamanın geçmiş olduğunu, yılın bitmek üzere olduğunu İtalya’da Noel’in habercisi ‘panettone’, ortalığa çıkmasa yine de anlamazdım.
Her yıl “İtalya’nın en iyi panettone’lerini seçeceğiz, tadıma gel” zili çaldığında eyvah yıl bitiyor demeye başlarım.
Bu sene tadımların yapıldığı günler Roma’da olmadığım için o ritüeli de kaçırdım.
Tadımlara katılamadığım için en iyi işi kim çıkarmış bilemiyorum, “Bu Noel’de kimin panettone’sini alacağız” sorusu aklıma gelene kadar en sevdiklerim tükenmiş bile.
Bugün pastalardan, panettone’lerden konuşmak istiyorum.
İtalya’da hasatla ilgili haberleri okudukça karamsarlaşıyorum.
Ekmeğin üzerine nereden geldiğini, nasıl yapıldığını çok da düşünmeden bocaladığım zeytinyağının zor olduğunu bildiğim üretim sürecini bu sene birinci elden yaşadım.
Yağmur bekledik, züğürt ağa misali yağmur dualarına çıkmayı bile düşündük, her çiseleyen damlaya sevindik.
Yorgun ve mutluyum.
Pilot program olduğu için katılımı düşük, eğitimin içeriğini çok üst düzey tuttuk.
Güzel sonuçları olacağını, üreticilerimize teknik donanım dışında ilham da sağladığımızı hissediyorum.
İpekyolu Kalkınma Ajansı’na vizyonları, emekleri için teşekkürler.
Katılımcılar arasında bölgenin önemli üreticilerinden Ali Hayta, Murat Çetin, Nazım Şekeroğlu ve ajans yetkililerinden Mehmet Polat vardı.
Bu çekirdek gruba, kuşaklardan gelen tecrübesine rağmen gelişime çok açık olduğunu bildiğim Ali Kürşat’ı da aldık.
Türkiye’nin iki farklı ucundan iyi şeyler yapmaya çalışan üreticileri aynı masaya oturtmak bile başlı başına bir eğitimdi.
Ajansla eğitimin nerede olması gerektiğini konuşurken ısrarla Toscana’nın adı geçmişti.
Her yıl 26 Kasım günü, Merkezi Madrid’de olan Uluslararası Zeytin Konseyi (International Olive Council) tarafından Dünya Zeytin Ağacı Günü olarak kutlanıyor. Amaç; dünyayı güzelleştiren, meyvesiyle soframızı lezzetlendiren, sağlığımızı ‘kollayan’, hayata olan bağlılığıyla ilham veren bu ağacın önemini vurgulamak, hükümetleri doğru tarım politikaları üretmeye davet etmek.
Oysa bildiğimiz haliyle zeytin 7 bin yıldan uzun bir zamandır bizimle. En yaygın görüş, zeytinin Anadolu’da Suriye sınırına yakın bir noktada ilk kez aşılandığı yönünde... Bugün zeytinyağı yaptığımız yüzlerce çeşit zeytinin anası bu topraklar yani...
Fenikeliler ve Romalılar aşılanmış zeytini tüm Akdeniz Havzası’na taşımış. İspanyollar Amerika’yı keşfettikten sonra domatesten mısıra, bugün günlük hayatımızın parçası olan ürünleri kıtaya götürürken Yeni Dünya’ya zeytinlerini taşımayı de ihmal etmemiş. 19’uncu yüzyılda İspanyol göçmenlerin götürdüğü bu zeytinler Arjantin’de Arauco, Şili’de Azapa ve Peru’da Sevillana denen yerel çeşitlere dönüşmüş.
Bugün Antakya ve Mardin’de devam ettirilen ‘su zeytinyağı’ geleneğiyse büyük ihtimalle insanlığın en eski zeytinyağı yapma yöntemi... Bu yöntemle zeytin, taş kurnalarda elde kırılıyor. Üzerine sıcak su dökülüyor. Suyun üzerinde biriken yağ bir kepçeyle alınıyor. Bu şekilde yapılmış yağı dört sene önce Antakyalı dostum, işletmeci Erol İnce sayesinde tatmıştım. Nasıl yapıldığını öğrendiğimde çok heyecanlandığımı hatırlıyorum. ‘İnsanlığın yaptığı ilk zeytinyağının da tadı böyleydi muhtemelen’ diye düşündüğümü de... Bu kıymetli geleneği sürdürdükleri için Antakyalılara çok şey borçluyuz.
Pek çoğumuzun bilmediğiyse şu: “Türkiye’nin zeytinyağı” dediğimizde akla gelmeyen; Mardin, Şanlıurfa, Karaman, Nizip, Gaziantep, Kilis, Mut, Adana, Tarsus ve Mersin gibi yerlerde de kadim ağaç yetişiyor ve meyvesi yağa dönüştürülüyor.
GEMLİK, AYVALIK, MEMECİK...
Dünyada yüzlerce çeşit zeytin var. Sadece Türkiye’de kayıt altına alınmış zeytin sayısı 100’ün üzerinde... İtalya’ysa biyolojik çeşitlilik açısından dünya lideri; 500’ün üzerinde çeşit yetişiyor, 100’den fazlasını da zeytinyağına dönüştürüyorlar. İspanya, Yunanistan ve Türkiye zeytinleri İtalya’dakiler kadar şanslı değil. Ülkemizde zeytin dendiğinde akla gelen çeşitler genellikle Gemlik ve Ayvalık. Ve son yıllarda belki Memecik... Oysa Karadeniz’den Akdeniz’e, Ege’den Güneydoğu’ya, bu topraklara özgü, tescillenmiş ve tescillenmemiş biricik zeytinlerimiz var. Çanakkale’de hanım parmağı... İzmir’de erkence, çakır... Manisa’da tekir, domat, kiraz, uslu, sarı yaprak, kara yaprağı... Gaziantep Nizip’te kan çelebi, halhalı çelebi, hamza çelebi ve kalembez... Urfa’da hırhalı çelebi ve iri yuvarlak... Mardin’de zoncuk, hursiki, belluti, melkebazı, mavi... Antakya’da saurani, halhalı, sayfi... Tarsus’ta sarı ulak, Bodrum’da dilmit, Antalya’da tavşan yüreği, Tarsus’ta büyük topak, Trabzon’da yağlık, Artvin’de görvele, butko ve satı derken liste daha uzar gider.
MIİTSO ve Belediye işbirliğiyle düzenlenen şenliğin kutlama havası tam yerindeydi.
Şarkılar, türküler, dans etmeler, arada zeytinyağına dair konuşmalar, paneller...
Milas bu güzelim ağacın meyvesinin toplanıp önemli bir değere dönüştürüldüğü dönemi her yıl çok güzel taçlandırıyor.
Hasat şenlikleri zeytin üreten her bölgenin olmazsa olmazı, tüketicinin de varlığıyla daha çok şenlendirmesini bekliyoruz bu etkinlikleri...
Milas ve memecik denildiğinde akla ilk gelen isimlerden Ali Osman Menteşe’yi şenlik alanında göremeyince, şenlik ziyaretime ara verip Osman Bey’i ziyarete gittim.
Menteşe-Som zeytinliğinde elinde bir megafonla buldum üstadı.
Bölgeye ve zeytine büyük hizmeti olan Osman Bey’den şenlik içinde şenlik organize etmesinden başka bir şey beklenemezdi.