Onun ardından; “Futbolcuyu boğaz boğaza getiren, taraftara bıçak çektiren bu asılsız şiddeti pompalayan zihniyetten zerre kadar kendine bulaşmadığını düşünen, bu öfke selinin ortasında kendini suçlu hissetmeyen kim varsa ayağa kalksın” diyeli daha bir sene bile geçmedi.
Söz sırası gerçek sporseverlerin, sporu kardeşlikle yoğuranların olsun, sokakları, statları onlar doldursun diye haykıralı.
Örgütlü taraftar olunsun ama çeteleşme olmasın; kendine karşı, çocuğuna karşı, topluma karşı sorumluluk taşıyan örgütlü taraftar ayağa kalksın. Kalksın ve şiddete, çeteleşmeye lanet yağdırsın diye ağlayalı. Daha bir sene bile geçmedi.
Ama işte Denizlispor maçından sonra, iki taraftar grubunun Kütahya’da başlayan tartışması, Denizli’de önce kavgaya sonra çatışmaya dönüşmüş. İki pompalı tüfeğin kullanıldığı çatışmada Fatih Eroğlu ağır yaralı olarak kaldırıldığı Denizli Devlet Hastanesi’nde yaşamını yitirmiş.
Hiçbir spora yakıştıramayız ama basketbol sahasında kavga çıkarsa canımız başka sıkılır. Basketbolda bir maraza çıktı mı, bizim kuşağın aklı çıkar.
Bir kere ortak bilinçaltımızda Beyaz Gölge dizisi çakılıdır. Hepimiz Los Angeles’daki Carver Lisesi’nde okumuş, Koç Ken Reeves’in eğitiminden geçmişizdir. Sahadaki en ufak bir tartışmada, dersler aksar diye basketbola başından beri karşı olan müdür yardımcımız Sybil Buchanan gelir de sorun çıkarır diye ödümüz kopar.
Ama bizim kuşak, en çok da basketbolda kırgınlıktan korkar.
Bir zamanlar çocuklar gol attıklarında Maradona, basket attıklarında Drazen Petrovic olurlardı. Potanın karşısına Petrovic gibi yürür, onun gibi faul atışı kullanmaya çalışır, topu onun gibi sektirir, derin bir nefes alırlardı. Top, paslı ve illa ki filesiz çemberden geçtiğinde, muhakkak “Drazen Petrovic, basket geçerli!” diye bağırırlardı.
Sapsarı saçları, incecik bedeni, tavrı, tarzı, edasıyla ile Avrupa sinemasının içine doğsa, bambaşka rollerin, bambaşka oyuncusu olabilirdi. Canlandırdığı kadın karakterlerin aslında “sağlam ve kendine saygısı olan kadınlar” olduğunu söyleyen Lale Belkıs’a, sinema seyircisi ısrarla “kötü kadın” rolü biçmiştir. Çünkü seyirci, hayatın zalimliğinin bedelini ödeteceği birilerini hep istemiştir. Lale Belkıs bir keresinde şöyle demişti: “Bütün filmlerde kocamı/sevgilimi elimden alırlar, ama nasıl oluyorsa, sonunda yine kötü kadın ben olurum!”
Fevzi Tuncay’ın siyah beyaz filmini izlemeye başladığımızda, sırtında Beşiktaş formasıyla kaleye geçtiğinde yani, memleketteki futbol melodramıyla baş etmek için çok gençti, on sekiz yaşındaydı.
Aslında o kalede mutlu sonla biten filmler de çekti. 1997-98 sezonunda Beşiktaş kalesinde 18 maç oynadı. Galatasaray’la oynadıkları ve penaltılara kalan bir Türkiye Kupası finalinde Hagi’nin bir penaltısını kurtarmış, Beşiktaş kupayı almıştı. O sezon, Cumhurbaşkanlığı Kupası’nı kazanan Beşiktaş’ın kalesinde yine Fevzi Tuncay vardı.
Kendinle dünya arasına koyduğun mesafe büyürse, özgüvenle kibir arasındaki mesafe daralır. İşte o zaman ibre, kolayca kibre doğru kırılır. Bir süre sonra reflekse dönüşür, sonra cümle âlem tarafından kanıksanır, kimileri bunu karizma sanır.
Özellikle futbol dünyasında kibir, karizma kılığına girmiş bir canavar gibi bekler pusuda. “Yüksek makamda tevazu illettir” fikri, kimi teknik adamları ele geçirmiş gibidir. Beden dillerinden, üstlerine sanki kendi terzilerinin elinden çıkmış gibi oturan lakaplarından, başarıyı karşılama biçimlerinden, oynananın bir futbol maçından çok öte bir şey olduğunu hissettiren tavırlarından anlarsınız. Literatürde “Mourinho kibri” diye bir tabir olması boşuna değildir.
Bazı futbolculara da sanki temel eğitimlerinde “Tevazu gösterme, gerçek sanırlar” sözü belletilmiş, tevazuunun çok fena bir şey olduğu öğretilmiştir. Tırışkadan gollerini mıh gibi akıllarında tutup “Açıkçası her golüm çocuğum gibi, hiçbirini birbirinden ayıramam vallahi” diye yıllarca ortalarda dolanırlar. Kendi kıymetlerini hep kendileri biçerler, kimseye edecek tek laf bırakmazlar.
Zlatan Ibrahimoviç mesela. Röportaj yapıyorlar, “Futboluna on üzerinden kaç verirsin?” diye soruyorlar. Daha cümle bitmeden, “On” cevabını yapıştırıveriyor. “Eksik olduğunu düşündüğün bir yan?” sorusunu algılayamıyor bile, öyle bakıyor. Cevap veriyor, ama kerhen.
Bu tip erkekler; futbolun, en çok da ofsaytın sadece erkek zekâsının anlayabileceği bir karmaşıklıkta olduğuna inanırlar. Hele hele pasif ofsaytı anlayabilmenin, hayatın sırrını çözmekle aynı şey olduğunu düşünürler. O yüzden futbolla ilgilenen bir kadın gördüklerinde, ilk iş onu ofsayt testine tutarlar. Ya da ofsayt ile ilgili bir espri yapılması gerekse, hemen bir kadın göndermesi katarlar işin içine. Çok ofsayta düşen bir futbolcu için “Kadınlara bile ofsaytı öğretti” demek adettendir mesela.
Futbolu seven kadınları sevmeyen erkek kafasına, kadınların futboldan erkekler kadar keyif alabileceğine inandırmak için ne yapsanız kar etmez. “Şimdi kadınlar bana kızacak ama” diye başlayan ve hep aynı cinsiyetçi sosa bulanmış cümlelerle devam eden bir dizi tespitleri mevcuttur. “Kadınlar, futbolla erkeklerin hoşuna gidiyor diye, ilgi çekmek için ilgileniyorlar! Sorsak üç futbolcu ismi sayamıyorlar!” en önde gelenidir. Sonra bir de, “Başka kadınlardan farklı olmak için futbolla ilgileniyorlar abi!” vardır.
Kadınların izledikleri cezalı maçlara ısrarla “seyircisiz” demek aynı düşünme biçiminin devamıdır.
Oysa kadınlar, şimdilerde cezaya karşılık oturdukları sandalyelerin bu topraklardaki ilk sahipleridir. Memlekette futbol oynanmaya başlandığında, mahallenin gençleri daha top tarlalarının etrafını çevirmemişken, önce kadınlar izler maçları.
Oysa memleketin futbol gündemini biraz takip etseler, tartışma oracıkta biterdi. İş, mesele icat etmeye geldi mi, mucidin âlâsını bizim spor kamuoyu çıkarır.
Zihni Sinir’i bile gözyaşları içinde bırakacak icatların altında, hep futbol camiasının imzası vardır. Hadiseyi nimet bilmek, sansasyona meftun olmak, “Fiyasko”, “Rezalet”, “Şok Şok Şok” damarından beslenmek konusunda, hiçbir alan futbolun eline su dökemez. Futbol camiası; yöneticilerden de aldığı ilhamla, olmadık şeyden sorun icat etmek, üzerine günlerce konuşmak, kavga etmek, fikir üretmekte zerre sıkıntı yaşamaz. Fenerbahçe-Galatasaray derbisinden sonra da hiç zorlanılmadı, hemencecik bir “Forma krizi” icat ediliverdi.
Baroni’nin, Melo’dan aldığı Galatasaray formasını şortunun içine sokması üzerine kızılca kıyamet koptu. Sporcu ahlakı, spor kültürü, formaya saygı tartışmaları aldı yürürdü. Kriz, sakız oldu yapıştı gündeme. E bir de işin içine, futbolcunun formayı koyduğu yeri tarif etmek için sarf edilen “edep yeri” filan gibi, her daim ilgi çekecek tanımları kullanmak girince, mevzu tadından yenmez oldu.
Eski örnekler hortlatıldı, geçen sezon Stoch’un da, Ujfalusi’den aldığı formayı şortunun arkasından içeriye soktuğu hatırlatıldı. Yetmedi, Baroni’nin zamanında kendi formasını kalçasına sardığı görüntüler döndürülüp duruldu. Bu da kesmedi, Melo’nun da, bir maçtan sonra Fenerbahçe formasını şortunun ön tarafına soktuğu görüntüler arşivlerden bulup çıkarıldı.
Ameliyat yapan bir cerrah gibidir; gereğini yaparken sakin, güvenilir, tantanasız.
Bazı yazarların yazma biçimleri, adlarına atıfla tariflenebilen, sadece onlara özgü, biricik bir evren yaratır. Shakespeare’in yarattığı evren için Shakespeareyen denmesi gibi; Brecht, Kafka, Pinter gibi yazarlar, soyadlarına atıfla Brechtyen, Kafkaesk, Pinteresk gibi kavramlarla tarif edilir. Ersun Yanal’ın çalıştırdığı takımların literatüre “Ersun Yanal takımı” diye geçmesi de boşuna değildir. Sırrını sadece gole ve hücum futboluna tutkunluğunda aramamak gerekir. Ersun Hoca’nın sırrı, o tutkuya giden yolu hangi taşlarla, nasıl döşediğindedir.
Ersun Yanal’ın, yürümeyi bile topla öğrenmiş olmasının ya da dillere destan futbol aşkının da ötesinde, sporla kurduğu sağlam bir bağ vardır. Hem futbolculuk hem hocalık yıllarında; Türkiye’de spor yapmak için nelerin feda edildiğini, hangi bedellerin ödendiğini çok iyi bilir, bizzat yaşamıştır.
Kişisel tarihi, antrenmanlara otostop çekerek, olmazsa kamyonetlerin arkasına atlayarak gittiği, kulüp sadece onun parasını ödeyebildiğinden maaşını oyunculara dağıttığı, kızının kumbarasını kırmak zorunda kaldığı hikâyelerle doludur. Tantana severlerin “donuk” ve “soğuk” bulduğu, aslında yaşanmışlığın izlerini taşıyan sakinliği sanki buralardan gelir. Saha kenarında tepinmenin “iyi hocalık” göstergesi olarak kabul gördüğü memlekette, Ersun Yanal, heyecanını hep akılla dengeler. Cerrahlığa ilgi duyduğunu, hatta kimi zaman ameliyatlara girdiğini bildiğimiz Ersun Hoca, saha kenarında ameliyattaki bir cerrah gibidir, gereğini yaparken sakin, güvenilir, tantanasız.
Sefa Taşkıran, futbol aşkı ne demekse o demektir. Çalışkanlar Spor Kulübü’nün; CSKA Moskova’ya, ya da CSKA Sofya’ya selam çakan kısaltmasıyla ÇSK’nın, hem hocası, hem efsane başkanıdır. Endüstriyel futbolun kesesi dolu olana, bol keseden dağıttığı “efsane başkan” payesinin tozunu attırmıştır. Ömrünü, varını yoğunu, emekli maaşını futbola verir, Türkiye’nin dört bir yanında futbol oynayan sayısız futbolcu yetiştirir, Ankaralı amatörlerin babasıdır.
En çok da bugünlerde endüstriyel futboldan sıdkı sıyrılanlar toplansa, seans yapıp amatör bir ruh çağırsa, önce Sefa Taşkıran’ın ruhu gelir. Çünkü futbolda amatör ruh dendi mi, Angaralıların aklına önce Sefa Taşkıran gelir.
Sefa Başkan’ın ÇSK’sı, içinde bir yandan eşsiz bir dostluk hikâyesi, bir yandan akıl almaz bir mücadele öyküsü saklayan bir Ankara takımıdır. Çinçin takımı.
Doğma büyüme Çinçin’li, kırk küsur yıllık iki can arkadaş Sefa Taşkıran ve Zeki Öymez’in 1976’dan başlayarak yürüdükleri yolun adıdır. Elektriği kesik, suyu akmayan kulüp odasında bir ömür geçirmenin adı. Mum ışığında futbolcu lisansı doldurmanın, battaniye altında kulüp başkanlığı yapmanın adıdır. Batıkent ya da Sincan’da oynanan Amatör Küme maçlarına, futbolcuları götürecek servis parası bulunamadığından girememenin, kimi sezonlar bu yüzden sadece Genç Küme’de oynamanın adı…