Elif Çongur

Aman karışmasın

31 Aralık 2013
Kitleleri toplumsal duyarlılıklardan uzak tutmak isteyenlerin en kuvvetli araçlarından biri futboldur.

İspanya’da Franko’nun ya da Portekiz’de Salazar’ın futbola yaptıkları yatırım, elbette spor aşkıyla değil, futbol ve toplumsal olanı birbirinden uzak tutma derdiyle okunabilir.

İktidarların futbola zerk ettikleri depolitizasyon aşısı dünyada da, Türkiye’de de başarıyla tutmuş, yer gök memleketlerinin ve dünyanın sorunları ile ilgili tek laf etmeyen, edemeyen, endüstriyel futbol akademisinden diplomalı futbolcularla dolmuştur.

Türkiye’de , “Futbolun Depolitizasyon için Kullanım Kılavuzu” nda, büyük harflerle “Ne sağcıyım ne solcu, futbolcuyum, futbolcu!” yazar. 12 Eylül, bu sloganı bağrına öyle bir basmıştır ki, “Futbolcu apolitikliği” diye bir kavram, kendini literatürün orta yerine zincirlemiştir.

“Spora siyaset karışmasın” ezberi hep hazırda tutulur, bu kadim ezber, futbol dünyasında en ufak bir duyarlılık belirtisi görüldü mü hemen devreye sokulur. Bu cümlenin Türkçesi şudur: Kulüplerin kuruluş süreçleri ya da Federasyon seçimleri dâhil, sporda her tür düzenleme siyasal iktidar tarafından yapılsın, ama siyasal iktidar karşıtı herhangi bir muhalif söyleme asla izin verilmesin! Spora siyaset karışmasın, siyaset spora her türlü karışsın!

Yazının Devamını Oku

Senin adamın gol diyor!

28 Aralık 2013
Adaletin, eninde sonunda, bir tür uzlaşıyla tecelli ettiği mahalle maçlarının, yazılı olmayan ama tıkır tıkır işleyen kuralları vardır.

Üç korner bir penaltı eder mesela. Çoğunlukla beşte devre olur, onda biter. 9-9 olan maç 11'e uzar. Arabanın altına kaçan topu alan oyuna başlar. Maça ara vermemek için, gerekirse ekmek arası karnabahar bile yenir. Topu patlatan parasını verir. Maç sırasında uçak geçerse oyun muhakkak durur, uçağa bakılır. Kaleci orta sahayı geçemez. Serbest vuruş kullanılacaksa, top yere konur, üç adım açılınır. Top kiminse forvet odur. Kaleden kaleye gol olmaz. Bire iki girilmez, ayıptır. Patlak top kesilir ve illa ki kafaya takılır. Abanmak yoktur, teknik vurmak makbuldür. Beşikten atılan gol, iki sayılır gibi.

Bir de mahalle maçlarında söylenmesi şart olan replikler vardır. Mesela takımlarda güçler dengesi bozulursa “Oha! Pele’yle Maradona’yı da alsaydınız bari!” demek şarttır, sonra “Yok ağbi, siz böyle çok güçlü oldunuz, Serdar bizim takıma geçsin!” repliği ile denge yeniden kurulur.

Ya da yoldan geçen arabalar yüzünden duran oyun yeniden başlarken, çaktırmadan kalesine yaklaşmaya çalışan defansa “Orda mıydın olm sen? Geri git, geri!” denmezse olmaz. Yanlışlıkla kendi takım arkadaşına savunma yapana “Durun aynı takımdasınız” denmez, bu durum için icat edilmiş replik “Oğlum aynı adamsınız!”dır.

Ama mahalle maçlarının en şahane repliği “Senin adamın gol diyor!”dur. Bu replik, tartışmalı gol meselesinin uzadığı zamanlarda, golü yiyen takımın oyuncusu sayesinde söylenir. O kalender oyuncu, “Taam, taam gol!” dediğinde, karşı taraf haklı bir gururla “Senin adamın gol diyor!” der. Gol sayılır, karar herkesin içine siner, şanı o cümleyi kurduranındır.

Yazının Devamını Oku

Kimsenin olmak istemediği adam

24 Aralık 2013
Haluk Bilginer, birkaç yıl önce verdiği bir röportajda, mealen “Ben babam ölürse sahneye filan çıkmam. Bu kadar içini yakan bir şey varken, 'Çok üzgünüz ama show must go on' diyemem” demişti.

Oyuncular buna büyük tepki göstermiş; gelenekten, seyirciye saygıdan, ustalardan devralınan tiyatro ahlakından filan söz açmışlardı. Esasında tartışılması gereken tam da buydu. Geleneğin, seyirciye saygının ya da tiyatro ahlakının böyle bir şey olmadığını tartışmak icap ediyordu. Herkesin acıyı karşılama biçiminin farklılığından, bir oyuncunun acısını kulise bırakıp, türlü gerekçeyle sahneye çıkmak isteyebileceğinden konuşmak, ama tersine de saygı duyulması gereği üzerine düşünmek.

Öyle olmayınca, iş, kendine ve mesleğine bir acayip kutsallık atfetmeye varıyor çünkü. “Babam öldü ben akşam sahneye çıktım” cümlesi de “Gençliğim turnelerde beş parasız geçti” cümlesi de aynı samimiyetsiz tondan, aynı bildik ezberden, aynı tiyatro aşkı klişesinden besleniyor. Söylene söylene anlamsızlaşan, sanki ilerde anlatmak için yaşanan, bir tür mesleki zorunluluk tarifine dönüşüyor.

Zaten dert; acısına rağmen sahneye çıkanla değil, bunu bir övünç madalyası gibi göğsünde taşıyanla. Gerçekten tiyatro aşkıyla kasaba kasaba dolaşanla değil, bunu anlata anlata bitiremeyenle. Rolden bir türlü çıkamayan, perde kapandığında hala “Ay kusura bakmayın rolümün etkisindeyim” rolünü kesenle. Oysa biliyoruz ki, rol dediğin şey girilebilir bir şeyse, çıkılabilir bir şeydir de.

Tanıl Hoca’nın “Acıyı taşıyışıyla, inceliğiyle ve kaleciliğiyle müstesna bir genç adam” dediği Tolga Zengin’i; annesini uğurladıktan iki gün sonra kalesinde gördüğümüzde “Perde kapanmaz” ezberinin çok ötesinde bir sahicilik hissettik. Tolga Zengin’in acıyı taşıyışını gördüğümüzde, “futbolun hüzünlü adamı kaleci” üzerine yeniden düşündük.

Yazının Devamını Oku

İzin verirseniz futbol oynayacağız

21 Aralık 2013
“İyi akşamlar arkadaşlar”dan sonra en sık kullanılan magazin cümlesi “Öyle bir durum yok, olursa önce sizin haberiniz olur” cümlesidir.

“Şimdi izin verirseniz evimize gideceğiz” cümlesi ile de meseleye nokta konmak istenir. Ama bizim memlekette bu cümlelere asla ikna olunmaz, katiyen inanılmaz. O kadar çok istenir ki “öyle bir durum” olması, söz konusu çift, iki aya kadar ayrılmazsa zinhar rahat edilmez. Gerekirse onlar ayrılana kadar uğraşılır.

Sezona; Çarşı, Önder Özen ve Bilic ile rüya gibi başlayan Beşiktaş rüyasından, kâbus yaratmak için elden gelen itina ile yapıldı. Önce, Önder Özen'in futbol direktörlüğü görevi açıklandığında akla durgunluk verecek cinsten itirazlar dile getirildi.

İtirazlardaki temel argümanlarından biri, Özen'in Fenerbahçe'de görev yapmış olmasıydı. Varılan “Beşiktaş’ı içten ve en tepeden çökertmek istiyorlar” sonucu, herhalde bugüne kadar üretilmiş en komik komplo teorisiydi. Altyapıdan yetişen futbolcu sayısının parmak hesabıyla yapıldığı bir ülkede, futbol direktörü için “yuvadan yetişme” şartı aramaları hem çok komik, hem ironikti.

Çok basit bir akıl yürütmeyle, sadece Mustafa Denizli örneğini düşünseler bile, futbol direktörünün ya da teknik direktörün tuttuğu takımı tartışmanın saçmalığı açığa çıkacaktı. Bir diğer tuhaf itiraz da “Yorumculuk ve yönetmek arasında fark var” diyenler tarafından geldi. İtiraz sahiplerinin, Önder Hoca'nın futbol eğitiminden ve antrenörlük kariyerinden haberdar olmadıklarını düşünemeyeceğimize göre, durumun altında yatan, artık genlere işlemiş olan başka bir şey vardı: Mesele icat etmek, hadiseyi nimet bilmek, suyu bulandırmak “öyle bir durum” olsa diye can atmak.

Yazının Devamını Oku

Fauller ve Fena Hareketler

17 Aralık 2013
Beşiktaş-Kasımpaşa maçından sonra, işin içinden çıkabilmek için Futbol Oyun Kuralları Kitabı açıldı; “Fauller ve Fena Hareketler” başlıklı 12. maddeyi bilmeyenler öğrendi, bilenler ezberledi. Pazar akşamından bu yana hâlâ öğrenemeyen varsa tamamen kendi tembelliğindendir, konuyla ilgili bütün imkânlar seferber edilmiştir.

Yaşananlara isyan eden Beşiktaş taraftarının bu mevzularda kitap açmaya filan ihtiyacı olmaz. Herkes bilir, Beşiktaş taraftarının mağlubiyetle sorunu olmaz. Hatta Beşiktaş tribünlerinin en etkili anları, takımın mağlup olduğu ya da gidişatının çok iyi olmadığı zamanlardır. Sırlarına ermek için “kötü gün” duygusunun onları nasıl kenetlediğine bakmak gerekir.

Dolayısıyla Beşiktaş taraftarının meselesi faulle maulle değil, fenalıkladır her zaman.

Donk’un sahaya giren ikinci topu eline almasını, Almeida topu önüne aldığında, tam da vuracakken, elindeki topla diğer topu vurmasını sadece “faul” sözcüğü ile okumak mümkün müdür? Kötü niyetten söz etmemek olası mıdır?

Faul dediğin “hata” sözcüğü ile akrabadır. Beşiktaş taraftarı hatayı affetmeyi de, hata yaptığı zaman özür dilemeyi de bilir. Ama “fena” kötünün ikizidir ve Beşiktaş taraftarı en çok kötülüğe isyan etmeyi bilir.

Yazının Devamını Oku

Bizden iyi bilecek değil ya!

14 Aralık 2013
Herkesin her şeyi bildiği, herkesin uzman olduğu bir coğrafyada yaşıyoruz, o cepte.

Dünyanın başka hiçbir yerinde “Anacım sen muhakkak nöroşirurjiye görün” diye bir cümle duyamazsınız mesela. Bizim memlekette komşu dediğin şey, sana, doktorun verdiği ilacı bıraktırıp, eltisine iyi gelen ilacı içmeye ikna edecek kudrete sahiptir.

Soğuk algınlığı ilacı filan da değil ha, bir yandan antidepresan adı kodlarken, bir yandan da “Bana dokundu acık ama tam senlik, ağlaman filan hep geçecek bak” diye ilaç yazan prospektüs teyzeler vardır. Mahalleler kavga çıktı mı polis, devlet kapısında avukat, şarap içerken degüstatör oluveren abilerle doludur.

Uzmanın uzman olduğuna dair derin şüphelerimiz vardır bizim mesela. Hiçbir kuaför kendisinin yapmadığı röflenin işin ehli birinin elinden çıktığına inanmaz, muhakkak kötüdür o röfle, kızıla çalmaktadır. Kırılmış bir fayansı değiştiren usta, zamanında fayansı döşeyen ustanın eğimi yanlış verdiği konusunu muhakkak gündeme getirir, boyacı alçıcıya laf eder. Evlilik danışmanına “Karı koca arasına girilmez” diyebilen bir akıl yürütmeye sahip milletin evlatlarıyız, yapacak bir şey yok.

Söz konusu futbol olunca meselenin boyutu akıl almaz bir hal alır. Malum bizde herkes teknik direktör, herkes hakem, herkes ön çapraz bağ ameliyatı kararı verebilecek kadar spor hekimidir. Herkesin her şeyi çok bildiği futbolumuzda, bu yüzden en zor kurulan cümle “Bir bildiği vardır” cümlesidir. En kolay kurulan cümleler hep “Ben olsam” diye başlar. Ben hakemin yerinde olsam, ben Hoca’nın yerinde olsam…

Yazının Devamını Oku

Takım olarak çok yorgunuz

10 Aralık 2013
Klişe kullanmaya bizim kadar teşne, bizim kadar meyyal millet az bulunur.

Bizde bir kere edilmiş laf, otura gelir yatıra kalır. Yatılı misafirliği o kadar uzar ki, bir bakarsın evin tapusunu üstüne geçirmiş.

Maçtan sonra “Üzerimizde çok baskı vardı” cümlesini ilk hangi futbolcu kurduysa, “Takım olarak çok yorgunuz” lafını ilk hangi teknik direktör ettiyse, bir adım öne çıksalar. “Ben ettim siz etmeyin” deseler, “Bırakın şu klişeyi artık” deseler. Deseler de kurtulsak. Deseler de her maçı baskı altında oynadığına inanan, topluca yorgun olduklarını sanan futbolcular da rahatlasa. Hayır, söyleye söyleye kendilerini inandırmışlar, gerçek sanıyorlar çünkü.

Futbolda kibir ve küstahlık örneği cümlelerin ağa babası Jose Mourinho, öte yandan futbol için kurulmuş en şahane saptamalardan birinin de sahibidir. Puan kaybettiği bir maçtan sonra basın toplantısında “Takım yorgun muydu? Üzerinizde baskı mı vardı?” sorusuna “Yorgun? Günde 15 saat çalışıp ayda bir kaç yüz euro kazanıp evine dönen baba yorgun olur. Biz değil... Baskı evine ekmek götürmeye çalışan insanların üzerinde olur. Biz spor yapıyoruz” diye cevap verir.

Kazandıkları paradaki sıfırları saymakta zorlandığımız, şan şöhret içinde yaşayan sınıfa mensup sporcular söz konusu olduğunda, yorgunluktan ya da baskıdan söz etmek hakikaten komik oluyor. Mourinho, karşılaştırmayı uzağa taşımış, örneğini spor dışından vermiş. Türkiye’de o kadar uzağa gitmeye gerek yok.

Yazının Devamını Oku

Aşk böyle bir şey zaten

7 Aralık 2013
“Takım sevgisi,” demişti Zeki Demirkubuz, “akli bir şey değildir. İnsan bunu sorgulamaz. Ben taraftar olacağım demez. Bu onun hayatına bir tür kader gibi girer.”

Fenerbahçe Ülker’in başarılarını izlediğimiz şu günlerde, Fenerbahçe Basketbol takımına olan sevgilerini bir kader gibi yaşayan iki aşığı anmanın zamanıdır.

Gönülden sevdiklerini aklın kantarında tartmayan, aşklarını akılla değil, akıldışılıkla yaşayan iki aşığı: Vatman Hasan’ı ve Mevlüt’ü.

Vatman Hasan ve Mevlüt, basketbol lig maçlarının İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu salonunda oynandığı yıllarda, Fenerbahçe Basketbol takımının ilk seyircileridir.

Fenerbahçe sevgisi akli bir şey değildir onlar için, sorgulamazlar. Fenerbahçe dendi mi, gerekirse akan suyu durdururlar, zira İETT’de tramvay vatmanlığı yapan Vatman Hasan’ın, Fenerbahçe aşkına tramvay durdurmuşluğu vardır. Bir gün Beyazıt’tan geçerken, taksi şoförü bir arkadaşı tramvaya yanaşır, camı açar, görev başındaki bir Fenerbahçeliye asla kurulmayacak bir cümle kurar: “Hasan! Bizim takım İngiltere’den dönüyor, onları karşılamaya Yeşilköy’e gidiyorum!”

Yazının Devamını Oku