Sanki Urfa’yı, Halfeti’yi, geldiği yerleri bilirmişiz gibi. Bize benzemezken, ötekiyken dinler, anlarmışız gibi. Esas babası olduğu kitleyi hakir görmemişiz gibi. Pop-psikiyatrik bilgimizle “Jiletçiler” diye gev gev konuşmamışız gibi. Kendi şarkılarından bir tanesini ezbere söylemişiz gibi.
Hemen “Önce biz ağlayalım”sırasına girivermiştik. Zaten biz, bize benzemeyen Müslüm Gürses’i değil, kurmaca Müslüm Gürses'i sevmiştik. O kendini değiştirdikçe biz, bize benzediğini sandık. Oysa o ısrarla “Biz pop şarkılarını kendimize has yorumla okuyoruz, özümüzden bir şey kaybetmedik” diyordu. Biz o özü aslında hiç sevmemiştik. O zaman bir bıraksaydık da önce gerçekten sevenleri ağlasaydı!
Başka hiçbir milletin atası,riyakârlığı “Kör ölür badem gözlü olur, kel ölür sırma saçlı olur” sözündeki kadar şahane özetlememiştir herhalde. Ölenin kıymetini sonradan fark etmeyi filan anlatmaz bu atasözü, durumun ölen kişiyle zerre alakası yoktur.“Kör” ve “kel” olduğunu her fırsatta söyledikleri adamı “badem gözlü” ve “sırma saçlı” yapanlarla alakası vardır.
“Ölünün arkasından konuşulmaz” cümlesini bile, ölünün arkasından konuşup konuşup kurarız biz. O yüzden bu cümle bizde hep “Aman neyse…” ile başlar. “Aman neyse, ölünün arkasından konuşulmaz”.LuisAragonés’in ölümünden sonra gördük ki, futbol camiası riyakârlıkta sınır tanımıyor. Geldiği günden gittiği güne kadar Aragonés hakkında ağızlarına geleni söyleyenler, ölüm haberiyle birlikte ne methiyeler düzdüler.
Liste, UEFA bünyesinde çalışan gazetecilerin Twitter takipçilerinin fikirlerine başvurularak hazırlanmış. Araştırma biraz yüzeysel tutulmuş belli, çünkü Türkiye’de futbolcuların lâkapları ile ilgili çok daha şahane örnekler vardır.
Türkiye’de, futbolculara lâkap takmanın tarihi, futbol seyretmenin tarihi kadar eskidir. Aleko Kaliya, sahaların lâkap sahibi ilk futbolcularından biridir. Geçit vermeyen bir savunma oyuncusu olan Kaliya’ya lâkabını Türkiye’deki ilk futbol seyircilerinden biri verir. 1900'lerin başında bir İngiliz takımıyla maç yaparken seyircilerden bir genç bağırır: “Bu Tahtaperde varken İngilizler hava alır!” Bir dahaki maçta Kaliya sahaya çıktığında seyirciler hep bir ağızdan bağırmaya başlarlar: “Tahtaperde! Tahtaperde!”
Lâkap takmak, Türkiye futbolunda öyle bir etkiye sahip olur ki, soyadı kanunundan önce lâkap takılmış futbolcular, kanundan sonra bu lâkapları soyadı olarak alırlar. Mesela, top ve kafa arasındaki ilişkinin kitabını yazan Beykoz efsanesi “Kelle” İbrahim, İbrahim Kelle olur. Fenerbahçe ambleminin yaratıcısı, penaltı kralı “Topuz” Hikmet, Hikmet Topuzer adını alır. “Leblebi” lâkabını Galatasaray'ın Vefa’yı 20-0 yendiği maçta attığı 14 golle kazanan Leblebi Mehmet, soyadı kanunundan sonra Mehmet Leblebi olur.
Daha da ilginci, soyadlarını bırakıp, lâkaplarını soyadı olarak seçen futbolculardır. Galatasaray’ın meşhur sağ açığı Necdet Kayral’ın, lâkabını, soyadına tercih edip Necdet Cici olması gibi.
Lâkaplar, Türkiye futbol tarihinde çok uzun yıllar, çok önemli bir yer tutar. Hatta çoğu dönem, takımların ilk on birlerinde lâkapsız futbolcu olmadığı görülür. Her futbolcu çoğu zaman oyun tekniğine, kimi zaman fiziksel, kimi zaman kişilik özelliğine, kimi zaman da bir zaafına atıfla takılan lâkaplarla anılır. “Bombacı” Refet, “Otomobil” Nuri, “Uçankale” Cihat, “Taka” Naci, “Şiir” Refik, “Sinyor” Bartu, “Mehmetçik” Basri, “Kova” Osman, “Canavar” Burhan, “Tavşan” Sami, “Tayyare” Aziz, “Beleş” Osman, “Şair” İsmail, “Ceylan” Bedri, “Çenge”l Hüseyin, “Keçi” Faruk, “Tahtabacak” İsmet gibi…
Hikâyelerden biri Mehmet Ali Aybar’a aittir. Atletizme, Galatasaray Lisesi’nde başlayan Aybar, 1928 yılında, yirmi yaşındayken Amsterdam Olimpiyat Oyunları’nda Türkiye’yi temsil eder. 1929 yılında 200 metre Türkiye rekorunu kıran Aybar, yedi kez Balkan Oyunları’nda yarışmıştır.
1931 Balkan Oyunları’nda, Türk-Yunan dostluğunun pekişmesinin fotoğrafını vermek isteyen Venizelos ve İnönü, Atina Averof Stadı’nın şeref tribününde yan yanadırlar. Mehmet Ali Aybar ve Türkiye’nin en iyi sprinterlerinden biri olan, 100 metre rekoru 25 yıl boyunca kırılamayan Semih Türkdoğan, 100 metre yarışı için hazırdır.
Start çizgisine yürürken birden dururlar. Bir önceki sene, bir atletle anlaşarak erken start verdiği düşünülen, bu nedenle bir daha görevlendirilmeyeceği bildirilen hakem yine iş başındadır çünkü. Oysa bu sene buraya, bileklerinin hakkıyla kazanmayla, rövanşı almaya gelmişlerdir. Aybar, derhal yöneticilerin yanına gider: “Bu hakem start verirse koşmuyorum” der. Yöneticiler bir şey yapamayacaklarını söyleyince eşofmanları çekip soyunma odasına gider.
Bir süre sonra Federasyon başkanı Burhan Felek, emre itaat edeceklerine dair yemin etmelerini isteyen bir kâğıtla gelir. İsmet Paşa’nın koşmalarını emrettiğini söyler. Aybar ve Türkdoğan belgeyi de imzalamazlar, 100 metre yarışını da koşmazlar. Ertesi gün, organizasyon komitesi, hakemi görevden alınca, Enver Gökbil ve Hakkı Süslüay ile birlikte 4x100 bayrak yarışında altın madalya kazanırlar. Cezaları dönüşte kesilir, emre itaatsizlik ederek devletin itibarını zedelemekten, Aybar ömür boyu, Türkdoğan iki sene spordan men edilir.
Üzerinden darbe geçen bir kuşak, seksenli yılları, siyah beyaz ekranın karşısında portakal yiyerek ve ailecek buz pateni seyrederek geçirmiştir. O yıllara ait anılarımızda Jayne Torvill-Christopher Dean çifti, Ravel’in Bolero’su eşliğinde kayar ve anılarımızın üstüne hep Kenan Onuk’un sesi düşer.
Buz pateni seyircisine, sonradan kendi adıyla anılacak o meşhur lale dönüşünü yapan Denis Biellmann’ı sevdiren Kenan Onuk’tur. İgor Bobrin’i de. Natalia Bestemianova - Andrei Bukin çiftini de. Ama Katerina Witt’i bir başka sevdirir. Seyirci, şimdilerde değişmiş olan puanlama sisteminin en kral puanı olan 6’yı kimselere vermez, hep ona saklar.
Buz pateni, bu ülkede bu kadar çok sevilmişse, spor denen şey, buz pateniyle birlikte, belki de ilk ve son kez, ailece izlenen bir şeye dönüşmüşse Kenan Onuk’un sayesindedir. Bu ülkede, bir takım ailelerin göbekli babaları, döpiyesli anneleri, kendilerini Gençlik Parkı’nın buz tutmuş havuzunda kayarken bulmuşlarsa, o yayınların sayesindedir.
Koca koca insanların, televizyon seyredip seyredip “Bu gece inşallah don yapar da sabah kayarız”, “Yarın ‘salçov’ deneyecem ben” gibi absürd cümleler kurarak geçirdikleri bir zamandan sonra, Kurtuluş Parkı’nda küçücük bir pist açılır. Gençlik Parkı’nda, kendi aralarında kaymak tamamdır da, öyle bilet filan alarak, herkesin gözü önünde çıkıp kaymayı, göbeklerine ve döpiyeslerine yakıştıramazlar. Hiç kopmak istemedikleri bu iş için aranan kurbanlar, tam yanlarında durmaktadır, onları atıverirler buza. Türkiye’nin ilk buz pateni sporcuları işte bu ailelerin çocuklarıdır.
Sıkılhan’ın hikâyesini, birilerinin kendisiyle diyalog kurma çabalarından müteşekkil telefon konuşmalarından takip ederiz. Telefondaki herkes yanılsamanın kralını yaşamaktadır, herkes sanmaktadır. Her defasında dayanabildiği noktaya kadar konuşur, sonra usulca kapatır telefonu.
Bir kere kendisini Sıkılhan’ın kız arkadaşı sanan, daha da fenası birini sevmeyi “Birini sevdiğinizi anlamanın beş yolu” düzeyinde bir şey zanneden Bunalgül’ün “Aşkım, sence ilişkide kaçan mı kovalanır?” düzeyinde sorularına muhataptır. Annesi, anne olmayı “Bize her şeyini anlatabilirsin yavrucuğum” demekten ibaret sanmakta, babası, babalığı makalelerden öğrenilebilecek bir şey zannetmektedir. Dayısı Ömür Kartzambak, Sıkılhan ve kuşağının hayatının kızlarla âlemlere akarak geçtiğini düşünmektedir.
Ama en şahanesi Sıkılhan’ın okuluna Kız Meselesi Meslek Lisesi’nden nakil gelen, babası okulun kantini işletirken bir yandan servislere ortak, aynı zamanda müdürün hemşerisi olan, abilerinden biri hapiste, biri BBG evinde yatan Hırgürkan’dır.
Sıklıhan’a ilk talimatı “Bana ‘Reis’ de… Kapattıktan soona numarayı cebinin hafızasına al ‘Reis’ yaz oraya. Hatta bi zahmet Deli Yüreğin melodisini ata bana zil olaraktan” olur. Hırgürkan, delikanlılığı böyle bir şey sanmaktadır.
Patenci çok başarılı atlayışlar yapabilir, ama aynı zamanda dönüşleri de iyi yapması gerekir. Sadece dönmesi de yetmez, ayak ve pozisyon değiştirmeli dönüşleri de gerçekleştirmesi lazımdır. Bir tek atlama hareketiyle de olmaz zaten, atlayışları birbirine bağladığı kombinasyonlar yapmak zorundadır. Adım dizilerini, her biri onlarca teknik ayrıntıyla dolu diğer hareketleri filan saymıyorum bile.
Öyle “Atladım, havada üç tur, icabında dört tur döndüm, daha ne yapayım?” demekle yırtamaz. Buza inişinin ardından tek bacağının üstünde mümkün olduğunca uzun bir süre kayarak hareketin çıkışını kontrollü biçimde yaptığını göstermekle de mükelleftir. Ayrıca, açıkça görülür biçimde tek ayağının üzerine inmelidir. Serbest kalan ayağın iniş sırasında buza değmesi hata olarak kabul edilir.
Hadi hepsini yaptı, hareketlerin zorluk derecesini yükseltmek için bazı özellikler katmazsa olmaz. Tüm bunları yaparken, bir de müziğe uyum sağlamalı, teknik yeterliliğini, artistik becerisiyle birleştirmelidir. Bunun sekiz hareketin zorunlu olarak yapılacağı, başarılı olunamayan hareketin bir daha denenemeyeceği kısa programı var, üstüne ismi gibi pek de “serbest” olmayan serbest programı var.
Bütün bunlar, bizim buralarda, skora dayalı sporlara aşina olan ve fakat bir yandan da ömrünün bir bölümünü ekran karşısında kış olimpiyatları seyrederek geçiren neslin kafasını fena halde karıştırmıştır. Gol değildir, basket değildir, göğüslenecek ip de yoktur. O pembeli kız düştüğü halde, nasıl olmuştur da, çok beğendikleri kırmızılı kızı geçmiştir? Mavili oğlanın kesin hakkı yenmiştir, sabah beri fır fır dönmüştür halbüyse. Bülent Özveren haklıdır, komşulara gitmektedir bütün puanlar.
Klişelerin insanı hiç şaşırtmayan, ezberini asla bozmayan, sarsmayan; dolayısıyla güvenli, bildik, tanıdık, aşina bir alan yaratan işlevine işaret ederek.
Bir korku filminde şişman, gözlüklü ve yalnız adamla yakınlık filan kurulmaz. Ölecektir o. Ölünce şaşırılmaz, üzülünmez. Bilinir ki, film daha yeni başlamıştır. Zaten klişe oralardaysa, bazı filmlerin sonu başından bellidir.
“Açıklayabilirim” ve onun tek yumurta ikizi “Göründüğü gibi değil” klişeleri de, seyirciyi aynı tanıdık alana çağırır. Bu replikleri duyan seyirci, açıklanabilecek bir şey olmadığını ezbere bilir. İzlemekte olduğu sahnede, durum gün gibi açık, alenen ortadadır. Ayrıca bu cümlenin işe yaradığı bir tek bir film bile yoktur, olamazdır. Vaziyet aynen göründüğü gibidir. Kim, daha neyi açıklayacaktır?
Ama durumun kendisinden de berbat o açıklama, o filmlerde muhakkak yapılır. Fonda “Yanlış anlaşıldım”, “Öyle demedim, böyle demek istedim” teranesi çalar. Seyirci, başkasının yerine utanmayı tam da orada öğrenir.
Zidane’ı anımsattığını söyleyen de vardı, Socrates’e benzeten de. Topla buluştuğundaki tekniği, sürati, bilek hâkimiyeti üzerine uzun uzun tartışılıyordu.
Rakip taraftarlardan samimi itiraflar geliyor, Beşiktaşlılar Salih’i, Fernandes’in yanına yakıştırıyorlar, Galatasaraylılar açık yüreklilikle “Keşke bizde olsa!” diyorlardı. Fenerbahçe taraftarı ise “Sen âşık ol, ıstırabını biz çekelim!” duygusuyla bağrına basmıştı Salih’i. “Yüzümüzü kara çıkaracaksa, varsın bu çocuk çıkarsın!” diyorlardı.
Taraflı/tarafsız/karşı taraflı herkes fikir yürütüyor, herkes Salih Uçan’ı konuşmak istiyordu. Hocası Aykut Kocaman hariç.
Aykut Hoca, elbette Salih’in bu kadar sevilmesini anlıyordu ama konuşmak istemiyordu. Bir maç sonrası “Salih için bir parantez açalım mı?” sorusuna “Doğrusunu söylemem gerekirse parantez açmak istemem” demiş, daha ilk sorudan önlemini almış, kolunu kanadını Salih’in gençliğinin üstüne germişti.