Bir önceki sezonu, birbirinin boğazını sıkan futbolcuların fotoğrafıyla kapatmış, saha içini gırtlak gırtlağa bırakmıştık. İki kaptanın yüzlerindeki öfkeden içimiz daralmış, Baba Hakkı’yı çok anmıştık. Kaptanlık pazubandının sol kola, kalp hizasına, kalbe en yakın yer olduğu için takıldığı günleri düşünmüştük. Kaptan olmanın, yeri geldiğinde hem taraftarı, hem rakibi, kimi zaman hakemi, bazen bizzat kendini aklıselime davet etmek olduğunu filan yazmıştık.
Belki biraz yatışır ve yatıştırlar ortamı, karşılıklı özür dilerler diye beklerken, “Oyunu provake etsin diye oyuna sokulduğunu düşünüyorum”, “Acilen manikür ve pediküre gitsin” gibi açıklamalarla kanımızı dondurmuşlardı.
Sonra sahanın dışının, Türkiye futbol tarihinin en siyah sezonlarından birinin ardından, bir araya gelmeyi, ortak hareket etmeyi ve şiddeti dışlamayı başardığına tanık olduk.
“Vallahi artık kafam kaldırmıyor!” en şahane anne cümlelerinden biridir. Çocuklara kısa bir mola için isyan edildiğinde kurulur. Aslında işin içinde bir kabullenmişlik vardır. Anne, hiçbir şeyin değişmeyeceğini bilir bilmesine de, biraz ara verilmezse, halftayım olmazsa delirecektir. Fazla seçeneği yoktur; ya eskilerin çatkı bağlamak dediği şeyi yapacak, bulduğu ilk bez parçasını alından geçirerek başın çevresine saracak, öylece dolanacaktır evde vicdan vicdan. Ya da kafasına huni takacak hale gelecektir.
Memleketin futbol gündemi de futbolseverlere fazla seçenek tanımıyor, ya başımıza çatkıyı çatacağız ya kafamıza huniyi takacağız. Futbolun, kapitalizmle birlikte oyun olmaktan çıktığını, endüstriyel futbolun masumiyet çağını çoktan kapattığını elbette biliyoruz. Kapitalizmin bir oyuna neler ettiğini, çayırlarda oynanan ayaktopunun milyarlarca dolarlık pazarda ne hale geldiğini, arsada güzel olanın borsada neye dönüştüğünü de biliyoruz. Dolayısıyla bütün bu itiş kakışın sebebini de biliyoruz bilmesine ama biraz ara vermezlerse delireceğiz:
“Utanmadan yalan söylüyorsun!”,
“Er geç hesap verecekler!”,
Ahmet Kaya sıkı Fenerbahçeliydi. Fenerbahçe’yi statta izlemeyi hep çok ister ama fazla gidemezdi maçlara. Birkaç kez denemişti esasında, ama taraftar ona sevgisini göstermek için çırpınır, sonuçta ne onlar seyredebilirdi maçı, ne Ahmet Kaya.
O yüzden evinde seyrederdi Fenerbahçe maçlarını. İlla ki Yusuf Hayaloğlu ile birlikte. Sanki birinin yazıp birinin okuduğu “Ah ulan Rıza”daki gibi:“Aynı gömleği giyer, aynı sigaraya takılır/ Aynı takımı tutardık./ Fener'in her maçına iddialaşıp/ Millete az mı yemek ısmarladık!”
Televizyonun karşısında iki koltuk, Fenerbahçe gol yerse derhal yer değiştirirler, uğur sayarlardı bunu. Hikâyelerinden biri şahanedir, Ahmet Kaya ve Yusuf Hayaloğlu, bir gün ellerine FIFA 98 alıp eve gelirler. Üç gün üç gece kalkamazlar oyunun başından, bir türlü de yenişemezler. Sonra birkaç saat ara verir, dinlenirler. Yeniden başladıkları oyunda Ahmet Kaya fena şekilde yenmeye başlar Yusuf Hayaoğlu’nu, bir tuhaflık vardır sanki. O arada telefon çalar, Ahmet Kaya, Mahsuni ile telefonda konuşurken, Hayaloğlu oyunun devam ettiğini fark eder. Anlaşılır ki, Ahmet Kaya kendi takımını üst düzey otomatik oyun durumuna ayarlamış, oynuyor gibi yapıp eğleniyormuş Hayaloğlu ile ne vakittir. Kahkahaları özür dilemeyle karışır: “Şaka yaptım gözüm şaka ha!”
“Siz benim neler çektiğimi nereden bileceksiniz!” şarkısı; onu hep seven, mücadelesini hep anlayan, gençliğini onu dinleyerek geçiren kuşak için değildir. Onlar, Ahmet Kaya’nın bu topraklarda neler yaşadığını, nasıl gittiğini, nasıl öldüğünü, neler çektiğini çok iyi bilirler. Kimseye kendini ezdirmeden, kapıyı çarpıp gittiğinde çok yanarlar, onunla birlikte özlerler memleketi. Sonra o kuşağa “Ahmet Kaya öldü” derler. Sanki dev bir taş ocağını kökünden dinamitleyip üstlerine devirirler.
Bu topraklarda futbolun tarihi, Osmanlı’nın liman kentlerine yerleşen İngiliz tüccarlarla başlar. İngilizler komşu evlerdeki Rum erkeklerini de ilk on bire alarak uzun yaz akşamlarında, hafta sonlarında heyecanlı maçlar yaparlar. Ancak istibdat rejimi, gençlerin, büyük bir ilgiyle izlemeye başladıkları bu oyuna katılmalarının önünde engeldir.
Uzunca zaman mahallelerinde karma takımlarla yapılan maçları boyunları bükük izlerler. Ta ki Mekteb-i Bahriye talebesi Fuad Hüsnü’nün futbol aşkı, iktidar korkusuna ağır basana kadar. Fuad Hüsnü, önce, İngiliz akranlarından eskimiş bir top kapıp, Papazın Çayırı’nda kendi kendine oynamaya başlar. Sonra işi, arkadaşlarıyla gizli gizli toplanıp bir takım kurmaya kadar götürür. Takımın adını “Black Stocking” (Siyah Çoraplılar) koyarak dönemin hafiyelerinin gözünden kaçacaklarını umarlar. 26 Ekim 1901 günü Rum takımıyla ilk maçını alan Siyah Çoraplılar, yalnızca beş gol değil, bir de üstüne II. Abdülhamit’in baş jurnalcisinin adamlarından baskın yerler. Formda olanlar takımdan ayrı düz koşu marifetiyle kaçarlar. Hemen yakalanan Reşat Danyal, ayak topu sevdasının bedelini Tahran sürgünüyle öder. Fuad Hüsnü ise, attığı “şeref golü”nün sevincini yaşayamadan, kendisini izlemeye gelen babası Amiral Hüseyin Hüsnü Paşa’nın faytonuna atlayarak kaçar. Ama jurnal zaptında ismi vardır, kendisini askeri mahkemede buluverir. “Karşılıklı kaleler kurup, Rumlarla aynı kıyafeti lâbis olduğu halde, top endahtı ile talim icra etmek” suçlamasıyla yargılanır, küçük bir ceza ile kurtulur.
Ama Fuad Hüsnü gerçek bir oyunbazdır, gemilerde talim yapmak yerine bu defa “Bobby” takma adıyla İngilizlerden oluşan Kadıköy takımında oynamaya başlar. Hafiyeler, Black Stocking operasyonunda gösterdikleri başarıyı bu defa gösteremezler. Takımın golcüsünün bir deniz subayı olan Fuad Hüsnü olduğunu asla anlayamazlar.
Bugünlerde 108. yaşını kutlayan Galatasaray Spor Kulübü’nün kuruluş hikâyesi bir aşktan vazgeçemeyişin hikâyesi gibidir. Olmaz denileni oldurmak istemenin hikâyesi.
Sokrates, zarif bedeni, upuzun bacakları, asi saçlarına taktığı bantla, hele hele 1982 Dünya Kupası’ndaki topuk paslarıyla, yetmişlerde doğanların futboldaki ilk kahramanlarından biridir. Çocukken felsefeye vurulur, sonra futbola, sonra hekimliğe. Profesyonel futbolculuk yaparken tıp eğitimini sürdürür. Bir cunta çocuğudur. Sosyal adaletsizlik hep dikkatini çeker. Futbolun, ona yaşadığı ülkeyi öğrettiğini söyler. Ve ülkelerinin gerçeğini değiştirmeleri gerektiğini. Corinthians’ta oynadığı dönemde, kulüp yönetiminin oyunculara karşı tavrından rahatsız olur, kulübün oyuncular üzerinde kurmak istediği tahakküme karşı çıkar. “Corinthians Demokrasisi” diye anılacak olan bir hareket başlatır. Hareket sonunda, futbolcular emirlere itaat etmek yerine tüm kararları oylama ile almaya başlarlar. Sahaya hangi oyuncuların çıkacağından, antrenman saatlerine kadar her şey demokratik seçimlerle yürümeye başlar.
Dünya futbol tarihinin doktoru Sokrates’tir, Türkiye futbol tarihinin doktoru ise Hüseyin Çakıroğlu. O da tıpkı, lakap kardeşi Sokrates gibi, yetmişlerde doğan çocukların, ama en çok da Fenerbahçeli çocukların futboldaki ilk kahramanlarından biridir. Özellikle 18 Eylül 1985’i radyo başında geçiren çocuklar Hüseyin Çakıroğlu’nu hiç unutamazlar.
O çocuklar, Şampiyon Kulüpler Kupası’nda Bordeaux ile eşleşen Fenerbahçe takımı sahaya çıktığında, sarı saçlı lacivert gözlü babalarından “Sakın radyonun önünden geçme!” gibi akıl dışı bir cümle duyarlar. Zaten ondan sonrasını akılla fikirle filan açıklamak olanaksızdır.
Tanıl Bora “Klişeler veya kalıp-sözler, ilk yumurtlandıklarında, özgün hatta bilgece olabilirler. Ama tazelikleri geçtiğinde, ekşidiklerinde, yani adı üstünde: kalıp-sözlere, klişelere dönüştüklerinde, zihni daraltan kıskaçlardır artık. Algı kapılarını kaparlar. Önyargı jeneratörleridirler. Dili şaşılaştırır, söz dağarını büzerler. Hayal gücünü zapturapta sokarlar. Akla, hayale zarardır, belki hepsinden önce samimiyete zarardır klişe” demişti.
Memlekette saygı üzerine o kadar çok klişe kullanılır ki, saygı ile ilgili kafa karışıklığımızın günahı bu klişelerin boynunadır. “Sevmek zorunda değilsin, ama saygı duymak zorundasın” cümlesi, en kıymetli klişelerimizden biridir mesela. Her tür duruma, her tür ilişki biçimine kolaylıkla uydurulur.
Hele bir de “Kendi düşüncesidir, saygı duyuyorum” biçiminde lafı bağlama klişesi vardır ki, Tanıl Hoca’nın dediği gibi akla, hayale, samimiyete zarardır.
Dünya Kupası’na veda maçının ardından saygı üzerine konuşulup duruyor. Sneijder ve Kuyt, iki takım ısınmak için sahaya çıktığında, Türkiye’deki takım arkadaşları ile bir araya gelmiş, Sneijder eski teknik direktörü Fatih Terim’e de başarı dilemiş, işte bunlar hep saygıymış.
2014 Dünya Kupası Avrupa Elemeleri D Grubunda hesap, spor yorumcularına “Kafanızı karıştırmak istemiyorum sayın seyirciler” dedirtecek biçimde karıştıysa sebebi bellidir.
Arapsaçı hesap şu biçimde: Türkiye Hollanda’yı yenerse en yakın rakip Romanya’nın Estonya maçında beş fark yapmaması beklenecek. Türkiye’nin Hollanda’ya attığı farkın 4 fazlasını Romanya atarsa gülen taraf onlar olacak. İş, Romanya ile averaj eşitliğine kalırsa yine Romanya gülecek. Türkiye, Hollanda ile berabere kalırsa Romanya’nın Estonya karşısındaki her türlü beraberliği Türkiye’ye yarayacak. Ama bu kez de Macaristan’ın Andorra karşısında oynayacağı maç beklenecek. Macaristan, Türkiye’nin berabere kalması halinde Andorra’yı 9'dan fazla farklı yenerse ikinciliğe ortak olacak. Türkiye, Hollanda’ya yenilirse, Romanya'nın Estonya karşısında alacağı her türlü puan, Türkiye’yi ikincilikten edecek. Türkiye Hollanda’ya yenilirse, Romanya'nın da mağlup olması beklenecek. Macaristan’ın ise Andorra’ya 9 fark atmaması için dua edilecek!
Bu arada bir de, FIFA dünya sıralamasında ilk 8’deki takımların kura çekiminde seri başı olması durumu var. Anlamı şudur: Hollanda, FIFA klasmanında ilk 7’nin içinde yer almaya çalışacağından alacağı her puanı çok önemseyecek.
Türkiye futbolunun müzmin sorusu: “Neden sahanın içini konuşamıyoruz?”dur. Neden konuşalım ki? Sahanın dışı Hisseli Harikalar Kumpanyasıyken sahanın içinin nesini konuşalım?
Fenerbahçe- Trabzonspor maçından sonra duyduğumuz cümleleri ancak “Kız Meselesi Meslek Lisesi” çıkışında filan duyabilirdik herhalde. Mesela, Trabzonspor Başkanı Hacıosmanoğlu’nun “İstediğim yerden girer çıkarım” cümlesini. Ya da “Çağırırım yedi sülalemi, çıkarım buradan” demesini. Hele “Başka başkanlar gibi botoks mu yaptırayım?” sorusu gerçekten iddialıdır, bu soruyla gerçekten delikanlılığın kitabını baştan yazabilir, o derece.
Yaşananları bir mantık dizgesi içinde açıklamaya çalışmak, anlamlandırmaya çabalamak akla zarar, orası kesin. Ama insan merak ediyor, bu cümlenin olan bitenle ne alakası vardır? Hangi kulüplerin başkanları botoks yaptırmıştır? Botoks yaptıran birini, kim neden aşağılamak ister? Kadınlar arasında yaygın bir şey olduğundan, erkeğe yakıştıramama vurgusu mu yapılmaktadır? Botoks yönetici olmaya engel midir? Botoks mu yoksa dolgu mu daha iyidir? Bundan böyle kafamızı kızdıran birine “Şişt botokslu!” diye seslensek verdiğimiz mesajı alır mı?