Paylaş
Oyuncular buna büyük tepki göstermiş; gelenekten, seyirciye saygıdan, ustalardan devralınan tiyatro ahlakından filan söz açmışlardı. Esasında tartışılması gereken tam da buydu. Geleneğin, seyirciye saygının ya da tiyatro ahlakının böyle bir şey olmadığını tartışmak icap ediyordu. Herkesin acıyı karşılama biçiminin farklılığından, bir oyuncunun acısını kulise bırakıp, türlü gerekçeyle sahneye çıkmak isteyebileceğinden konuşmak, ama tersine de saygı duyulması gereği üzerine düşünmek.
Öyle olmayınca, iş, kendine ve mesleğine bir acayip kutsallık atfetmeye varıyor çünkü. “Babam öldü ben akşam sahneye çıktım” cümlesi de “Gençliğim turnelerde beş parasız geçti” cümlesi de aynı samimiyetsiz tondan, aynı bildik ezberden, aynı tiyatro aşkı klişesinden besleniyor. Söylene söylene anlamsızlaşan, sanki ilerde anlatmak için yaşanan, bir tür mesleki zorunluluk tarifine dönüşüyor.
Zaten dert; acısına rağmen sahneye çıkanla değil, bunu bir övünç madalyası gibi göğsünde taşıyanla. Gerçekten tiyatro aşkıyla kasaba kasaba dolaşanla değil, bunu anlata anlata bitiremeyenle. Rolden bir türlü çıkamayan, perde kapandığında hala “Ay kusura bakmayın rolümün etkisindeyim” rolünü kesenle. Oysa biliyoruz ki, rol dediğin şey girilebilir bir şeyse, çıkılabilir bir şeydir de.
Tanıl Hoca’nın “Acıyı taşıyışıyla, inceliğiyle ve kaleciliğiyle müstesna bir genç adam” dediği Tolga Zengin’i; annesini uğurladıktan iki gün sonra kalesinde gördüğümüzde “Perde kapanmaz” ezberinin çok ötesinde bir sahicilik hissettik. Tolga Zengin’in acıyı taşıyışını gördüğümüzde, “futbolun hüzünlü adamı kaleci” üzerine yeniden düşündük.
Kaleci, ta mahalle maçlarından başlayarak kimsenin olmak istemediği adamdır. Bilen bilir, “E kaleye kim geçecek?” sorunu, öyle böyle değil, gerçekten büyük bir sorundur. Mahalleye yeni taşınan biri varsa, mesele o dakika çözülür, yoksa hep bir ikna çabası, kimi zaman meybuz teşviki, bazen de hırgür söz konusu olur. “Üç gollüğüne kaleye geçmek” tabiri de, “Kaleci oyuncu” icadı da, hep kaleciyi oyunun dışında varsaymaktan ileri gelir.
Mahalle maçlarından sonra, çoğunlukla “ön çapraz bağ ameliyatı” anısıyla biten halı saha maçları devri başlar. Erken davranıp “Son kaleciyim” ya da “Kalede sonum” demek, kalecilikten kurtulmanın yollarından biridir. “Haftaya aynı kadro!” sloganını benimsemiş takımların bile daimi kaleci krizi vardır.
Kimi zaman kaleye dakika tutularak geçilir. Kaleciden halı saha kirasının alınmadığı bile olur. Hatta kaleci bulmak için kurulmuş internet siteleri vardır. Eğer bir halı saha maçında, çoraplarıyla kalede duran biri varsa, biliriz ki o, kaleci yokluğunda yoldan çevrilmiş, gelen topu ileri şişirmesi tembihlenmiş kişidir.
Düşünceli bir halı saha erbabının kaleciye usulca yanaşıp “Sen oyuna gir, iki dakika ben kaleye geçeyim” demesi çok yaygın bir nezaket kuralıdır.
Sadece sahadaki değil, stattaki en yalnız adam, üç direğin arasında durandır. O üç direğin arasına “Kale” denmiş, “Düşmanın gelmesi beklenilen yollar üzerine kurulan yapı”nın ağırlığı atfedilmiştir.
Kaleci sevinci yarımdır, maç sonuna ertelenmesi gerekir, sanki hiç tamamlanmaz, hep eksiktir. Kaleci sevinci, coşkuya mecburen mesafelidir. Çok kritik maçlarda takımı gol attığında sevincini coşkuya yaklaştıran, kendi kendine sevinen, atlayan zıplayan kaleci fotoğrafı da ayrı bir hüzünlüdür.
Hatalı ya da hatasız gol yediğinde, bu sefer bütün gözler üzerindedir. Sevinirken yalnız, ama üzülürken kalabalığın tam orta yerindedir…
Tolga Zengin o maçta kalede olmak istemişti işte. Acısıyla kalabalığın orta yerinde… Belki annesiyle kavli böyleydi, belki başka bir şey. Ama asla “Şov devam etmeli” ezberinden değil. O yüzden acısını ta yüreğimizde hissettik.
O maçta, atılan golden sonra, arkadaşlarının Tolga’ya koştukları an, şovun bir parçası değil, anne acısına sahici bir ortak oluştu. Tolga “Perde kapanmaz” klişesinden çok ötede, hatta tam da tersine, perdenin kimi zaman kapandığını bilerek, kendisi için kapanan bir perdeye bakıyordu kalesinden. Behçet Necatigil’in o enfes şiirinde dediği gibi:
Çocuk anasız kaldı mı
İş işten geçmiş ola.
Paylaş