Elif Çongur

Berkin’in topu

14 Mart 2014
Biz o amcayı çok iyi tanırız.

Bütün çocukluğumuz onun gölgesinde top oynayarak geçmiştir. O sanki hiç çocuk olmamıştır. Hiç sevilmemiştir. Kendisinden başka hiçbir şeye tahammülü yoktur.

Kendi çocuğunu asla sokağa yollamaz. Eze eze onu da aptala döndürmüştür. Oğlunun eline gamewatch vermenin derin huzuru, sokakta oynayan çocuklara duyduğu nefrete karışmıştır.

Korkusu, kendisinden önce gelir mahalleye. Sokağın başından arabasının tamponu göründü mü hemen kaleler bozulur, top saklanır. “Keserim ulan topunuzu” tehdidini duymamak için ne gerekirse yapılır. Çünkü o cümle sanıldığından fazla korkutur çocukları, bilirler ki topu değil, onları kast etmektedir.

Her akşam aynı yere park eder, ona ayrılmıştır orası, onundur, sıkı mı başkası park etsindir. Önce arabanın küllüğünü boca eder sokağa, dibinde kalan küller dökülsün diye üç dört kere yere vurur, geldiğini duymayanlar için köprüden önceki son çıkıştır bu. Karısı, sofranın son eksiğini, çocuğu ödevin son sayfasını tamamlar. Eline aldığı üstübü ile tüküre tüküre parlatır arabasını, sonra onları da yere atar.

Yazının Devamını Oku

Barcelona’nın 5 numarası

8 Mart 2014
Van Gaal onun için “Puyol, Barcelona ile eş anlamlıdır” demişti. Ronaldinho ise “Ben dünyanın en ünlü futbolcusu olabilirim.

Birçok kişi için, Barcelona Ronaldinho demek olsa da, bizim için Barcelona Puyol demek” demişti. Barcelona taraftarı da hep öyle düşündü, geçen yüzyıldan beri.

Carles Puyol, dönemin Barcelona teknik direktörü Van Gaal, onu altyapıdan çekip çıkarana kadar Barcelona B takımında oynadı. 1999 yılındaki El Clasico performansından sonra taraftarın gönlünde bir daha hiç inmeyeceği bir tahta oturdu. Başka takımlar ne zaman onun adını anacak olsa, taraftar “Puyol’u satmak, Barcelona’yı satmaktır” dedi.

Puyol, futbola kaleci olarak başladı. Omzundan yaşadığı sakatlık nedeniyle doktorlar artık kaleye geçemeyeceğini söylediler. Puyol on beş yaşındaydı, kararını o dakka verdi. Kalede ya da başka bir yerde hiç önemli değildi, ne şekilde olursa olsun Barcelona’da oynamak istiyordu.

Ertesi günkü antrenmanda forvet oynadı. Bazen orta sahaya geçti, bazen savunmaya. Barcelona Oyuncu İzleme Komitesi’nin dikkatini çekmesi çok sürmedi tabi, Barcelona Akademisi günleri başlar. Antrenmanlarda savunma oynayanlar sorulduğunda da, forvet oynayanlar sorulduğunda da, orta saha oyuncuları sorulduğunda da “Ben” dedi. “Sen” dediler, “Tam olarak nerede oynuyorsun?” Puyol’un cevabı netti: “Barcelona’da!” O günden sonra Puyol, Barcelona’nın ruhu oldu. Barcelona’nın 5 numarası. Barcelona’nın kaptanı.

Yazının Devamını Oku

Sekerse tehlike olabilir

4 Mart 2014
Futbol dünyasında bir şeyler değişecek bir gün, umudumuz ondan yana.

Ama bazı cümlelerin ötesine geçebilecek miyiz, işte ondan hiç emin değilim. Çünkü hemen hemen hiçbir konuda yan yana durmayı başaramayan futbol camiası, iş, klişe kullanımına gelince akıl almaz bir uzlaşma içine giriyor.
“Lig maratonu” şahane kalıbını kullanmadan, “Çok iyi bir hazırlık dönemi geçirdik” demeden Türkiye’de bir futbol sezonunu açıp kapamak mümkün değildir mesela. “Uzaklardan çok sert bir vuruş”, “Ağlara giden topun gol olarak değer kazanmaması”, “Kademede boşluklar”, “Yatarak müdahalesi” gibi tanımları duymadan bir maç seyretmek/dinlemek imkânsızdır. Ben en çok “Orta yuvarlağın kendi yarı alanına bakan dilimi” tabirini severim, o da ayrı.

Sahalar pas verecek arkadaşını arayan ve kaleyi düşünen futbolcularla doludur. Yağmur çamur söz konusuysa muhakkak zeminin azizliğine uğranır. Kaleciler kalelerinde devleşir, defans oyuncusu topu söker alır, bireysel hatalardan dolayı puan kaybedilir. Futbolcular her maça galibiyet parolası ile çıkmasalar yenilmezler belki! Ya da tüm hatlarıyla yarı alana çekilmeseler!

Bir transfer sezonunda da, “Büyük bir camiaya geldiğimin bilincindeyim” cümlesini duymasak olmaz. Transferin “flaş ismi”ne “Transfer sezonunun en çok konuşulan isimlerinden biriydin ama burada karar kıldın” denmezse bir şeyler eksik kalmış demektir.

Yazının Devamını Oku

Beşiktaş’ın kaptanı

1 Mart 2014
Tolga Zengin başka bir adam.

Vakar, sanırım onun duruşuna en çok yakışan sözcük. Hayat, onu eşiklerde sınarken hep gözümüzün önündeydi. Onu; acısını yaşarken de, o acıyı efendi gibi taşırken de gördük. Sevinci ve öfkeyi yaşarken de. Hep sadeydi, hep sahici, hep hakikatli.

Tolga Zengin, doğru davranabilmenin en zor seçenek olduğu zamanlarda, teslim olmaya hiç niyeti olmayan, mesela, asla “Amaaan şekerim ben de fast food yedirmiyordum ama ne yapalım herkes yediriyor, kaçamıyorsun ki istesen de” demeyen bir ebeveyn gibi. Boyundan posundan hareketle, kalede neden daha sert olmadığı, müdahalelerinin neden yumuşak kaldığı sorulmuştu. Eğer birine zarar verirse, bunun vicdan azabını taşıyamayacağını söylemişti. Kimsenin böyle davranmıyor oluşuna hiç aldırmıyordu, o doğrusunu yapsındı.

Tanıl Bora, onun için “müstesna bir genç adam” demişti. Yaptığı son basın toplantısında bir kez daha gördük ki, Tolga, bu futbol ikliminde hakikaten müstesna bir adam. Herkesin darbuka derisini bir ucundan çekiştirip, gerim gerim gerdiği bir ortamda, o, her tavrı, her konuşması, her hareketiyle kas gevşetici işlevi görüyor. Aşırı kafein tüketiminden sinirleri harap olmuş Türkiye futboluna durmadan yaseminli yeşil çay ikram ediyor.

Ama bana kalırsa daha şahanesi, bunu yaparken asla suya sabuna dokunmamak gibi bir tavır içine girmiyor. Aksine, Tolga Zengin’in cümleleri, baştan aşağı zayıflarla dolu karneyi eline alıp “İkinci dönem daha sıkı çalışırsın” diyen bir babanın cümleleri gibi. Ağzından çıkan laflar ilerlerken, gereksiz yere sağı solu devirmiyor ama tam gediğine oturuyor.

Yazının Devamını Oku

Deli galiba

24 Şubat 2014
Türkiye'de futbol sevgisi, kimileri için deliliğe çok yakın bir yerde durur. Makas çok açıktır çünkü.

Bir yanda futbola ait her şey; düşmanlık, nefret, ırkçılık, ayrımcılık ve para üzerinden yürür, bir yanda “Başka türlüsü mümkün” fikri durur. O yüzden futbolun delileri, futbolu neden sevdiklerini her gün her gün ezber etmek zorundadırlar. Futbolu neden sevdiklerini hatırlamak için, durmadan kendi kendilerine sorular sorarlar ve elbette kendi kendine konuşana buralarda deli derler.

Sen seversin, futbolun aklı fikri hakemdedir. Sen ondan gözünü alamazsın, futbolun gözü paradadır. Sen en ufak bir güzel söze razısındır, futbol küfreder. Sen pas beklersin, futbol topu taca atar. Sen seversin, endüstriyel futbol satın alır. Deliler bir türlü karşılık alamadıkları bu aşktan bir türlü vazgeçmezler. Umutlarını, kırıldığı yerden her gün yeniden yapıştırırlar. Tutkal, hunilerinin içinde saklıdır.

O makas, bir açılır bir kapanır. Delirmemek olanaksızdır. Bir önceki hafta bir teknik direktör, kendisine dirsek atıldığını hakeme anlatmaya çalışan bir futbolcuya “Numara yapma!” der. Bir futbolcu “Bunu bazılarına öğretemediğimiz için özür dileriz!” konulu sempozyumda konuşma fırsatını es geçeyim demez, hemmen lafı yapıştırır. Bir başkan önce “Eğlence olan futbolu amacının dışına çıkarıyoruz. Ana sorun bu” der, sonra Ferhan Şensoy’un “kes kel alaka” dediği türden bir akıl yürütme yapar: “Siz Atatürk'ün askeri olmazsınız çünkü başkanınız çürük raporu aldı” der.

Sonra bir futbolcu çıkar, bir derbi maçında, hem de rakip takımın baskılı oynamaya başladığı anlarda, kale çizgisinden dışarı çıkan top için aut kararı veren hakemin yanına gider, “Hocam benden çıktı” der, korner olduğunu söyler, hakem kararını değiştirir. Şak makas kapanır, deliler çok sevinir, üstlerine çöken deli kederleri dağılır, koşup Semih Kaya’ya sıkı sıkı sarılasıları gelir. Semih Kaya da delidir galiba!

Yazının Devamını Oku

Nasıl çalıştığımızı bilmiyorlar!

21 Şubat 2014
İşte o sporculardan birinden ses çıkmış.

“Elit sporcular” denen sınıfa mensup olmayan, ömürlerini hiçbir karşılık beklemeden bir spora veren sporculardan birinden, Kış Olimpiyat Oyunları’nda Türkiye’yi Alp disiplininde temsil eden Tuğba Kocaağa’dan güçlü bir ses çıkmış.

“Bize ne verdiler ki ne bekliyorlar?” demiş.

Sporcu arkadaşları Kelime Çetinkaya ve Sabahattin Oğlağo’ya, elde ettikleri “kötü” sonuçlardan sonra yapılan eleştirilere isyan etmiş. “Kelime ve Sabahattin çok eleştirildiler. Eminim aynı şeyi bize de yapacaklar. Bunun da biraz baskısı var üzerimde. Kötü şeyler yazacaklar ve konuşacaklar diye insan kötü hissediyor kendisini. Nasıl çalıştığımızı bilmiyorlar. Bu şartlar altında buraya gelmemiz bile büyük bir başarı. Bize ne verdiler ki ne bekliyorlar?” demiş. O kadar haklı ki.

Tuğba, inan ki biliyoruz. Birileri bilmiyor ama biz biliyoruz. Her tür zorluğa, imkânsızlığa karşın nasıl inatla, aşkla, şevkle spora devam ettiğinizi biliyoruz. Ülkede sporcu yetiştirme işinin kimlerin iki dudağının arasına bırakıldığını, sizlerin ve ailelerinizin sırtındaki maddi manevi yükleri, yaşadığınız zorlukları, yolunuzdaki yokuşları, hepsini biliyoruz. Nasıl çalıştığınızı biliyoruz.

Yazının Devamını Oku

Kenan Onuk'un sesi

15 Şubat 2014
Soçi 2014 Kış Olimpiyatları, Artistik Buz Pateni Tek Erkeklerde, Japon Yuzuru Hanyu Olimpiyat Şampiyonu oldu. Hanyu, kısa programda 101.45 puan alarak, 100 puan sınırını geçen ilk patenci olarak buz pateni tarihine geçti. Zaten bir süredir sınırı zorluyordu, 2013 ISU Grand Prix finalini kazanırken 99.84 ile çok yaklaşmıştı.

Yuzuru Hanyu’nun sınırları zorlama özelliği, aslında buz pateni severler için daha da eski bir mevzu. 2012 Dünya Şampiyonası kısa programda yedinci olduğunda, seyirci o yarışma için Hanyu’dan umudunu kesmişti. Buz pateni gibi kısa program derecesinin çok önemli olduğu bir sporda, herkes içinden “Bir dahaki sefere” demiş, kurtlar sofasında bu sene ona ekmek çıkmayacağına emin olmuştu.

Ama çelimsiz Japon çocuğu, ertesi gün serbest programda, hem kendisinin hem de buz pateninin sınırlarını zorlayıp, boynunda bronz madalyayla kürsüye çıkmayı başardı. Hikâyesini sonradan öğrendik. Yuzuru Hanyu, o yarışmaya, 2011’de Japonya’da meydana gelen deprem ve tsunami felaketini yaşayıp gelmişti.

Hanyu, deprem olduğunda Sendai’daki buz pistinde antrenmandadır. “Hiçbir şey yapamadım. Yapabileceğim tek şey hayatta kalabilmekti. Birden sarsıntılar durdu. Ayağımda patenlerle binadan koşarak çıktım” diyen Hanyu’nun ailesinin evi de büyük hasar görür. Bir süre depremzedeler için kurulmuş olan merkezde kalırlar, orada yaşadığı dayanışmadan çok etkilenir. “Depremden zarar görenler için bir şeyler yapmalıydım. Yapabileceğim tek şey de paten kaymaktı” düşüncesiyle yola çıkar. Düzenlenen gösterilerde depremzedeler için toplanan para 150 bin doları bulur.

Yeniden yarışmalara dönme zamanı gelmiştir ancak Sendai’deki buz pisti kullanılmaz haldedir. Hanyu, kulüpteki diğer sporcular ve antrenörler, önce Hachinohe’de sonra da Yokohama’da antrenmanlara devam ederler. Hanyu çok çalışır, sonucunu da alır. 2012 Dünya Şampiyonası’na gidecek Japon Milli Takımı’na katılma hakkını elde eder. Kimsenin ihtimal vermediği o bronz madalyanın ardında, depremden ayağında patenleriyle koşarak kurtulan bir çocuğun hikâyesi vardır.

O yüzden Soçi’de aldığı tarihi puan çok şaşırtıcı değil. Zaten söylüyordu: “Ben de bir meydan okuma ruhu var.” Sınırları zorlamak demişken Hanyu’nun şu cümlelerini eklemeden yapamayacağım: “Kısa zamanda çok iş yapmak zorundaydım. Aynı zaman da okul var. Bir de astım hastasıyım. Yani fizik olarak pek güçlü sayılmam…” Yuzuru Hanyu, Japonya’ya, ilk kez katıldığı Olimpiyat Oyunları’ndan kazandığı altın madalyayla dönüyor. Olimpiyat altını boynunda, ama belli ki, gücünü sol memesinin altındaki altından alıyor. Alper Uçar gibi…

Beş yaşından başlayarak sınırları zorlayan Alper Uçar gibi. Tesis sıkıntısına, antrenman saatlerinin azlığına, ailesinin üstüne binen maddi ve manevi yükün ağırlığına rağmen, yarın, Olimpiyat Oyunları’nda Türkiye’yi temsil eden ilk patenci olarak buza çıkacak olan Alper Uçar gibi. 24 yaşına kadar tek erkeklerde yarışan, sonra buz dansına geçen, branş değiştirdiği halde hem Üniversite Oyunları’nda madalya kazanan, hem de Olimpiyat vizesi alan Alper Uçar gibi…

Alper, yarın sırtında sadece partneri Alisa Agafonova’yı değil, bu memleketteki kadim buz pateni aşkını da taşıyacak. Alper kayarken Kenan Onuk’un sesi duyulacak.

Yazının Devamını Oku

Olimpiyat ateşinin söndüğü yer

8 Şubat 2014
Pierre de Coubertin, modern olimpiyatların babasıdır.

Antik olimpiyatları yeniden canlandırmak için çıktığı yolda, dünya uluslarının barış ve sükûnetle katıldığı yarışmalar hayal eder. Sportif rekabetin düşmanlığı yendiği, hiçbir ayrım gözetmeyen bir spor organizasyonu yaratmak ister.

Hayali 1896’da Atina’da hayat bulur.“Daha Hızlı, Daha Yüksek, Daha Güçlü” düşüncesi, onunla birlikte oyunların sloganı olarak kabul edilir. Ama bu slogan mutlak başarıyı değil, elinden gelenin en iyisini yapmayı över.
Çünkü Coubertin önce “amatör ruh” der. Onun hayalini kurduğu olimpiyatlarda; spor ve sporcuyla para ilişkisi kurmak tamamen dışlanır. Formalarda herhangi bir markanın taşınmasına dahi izin verilmez. Olimpiyatların, tek maddi öğesi altın, gümüş ve bronz madalyalar olmalıdır.

Bu anlayış uzun yıllar devam eder. Hatta 1948 Londra Olimpiyatları’ndaki başarısı, yurda dönüşünde ev ile ödüllendirilen Yaşar Doğu’nun, bu hediyeyi kabul ederek amatörlüğe veda ettiği düşünülmüş, 1952 Helsinki Olimpiyatları’na katılmasına izin verilmemiştir.

Yazının Devamını Oku