RİVAYETE göre, Osmanlı Devleti’nin iyice çöktüğü son döneminde eşkıya çeteleri, Bolu dağlarında hákimiyet kurmuş.
Bölgede devletin değil, eşkıyanın sözü geçer olmuş. Halk da bu durumdan bizar olup İstanbul’a şikáyetini iletmiş. Asayişi tekrar tesis etsin diye gözü pek bir yüzbaşı, o bölgedeki zaptiye kuvvetlerinin başına getirilmiş. Yüzbaşı, işe dağ köylerini teker teker ziyaret edip, hem yöre halkıyla tanışmak hem de yapacaklarını onlara anlatmakla başmış. Bu köylerden birinde konuşmasını bitirince, toplantıya katılan bir yaşlı bir kişi "Komutan, senin kaç askerin var?" diye bir soru sormuş. Komutan da toplam 80 askerim var diye cevap vermiş. İhtiyar söze devamla, "Sen 80 adamınla bu koskoca dağları nasıl bekleyeceksin" deyince, yüzbaşı "Ben eşkıyaya öyle bir korku salacağım ki; korku dağları bekleyecek" diye karşılık vermiş.
* * *
Gazeteci, mesleği icabı müşterisinin yani okurunun duymak istediklerini yazmak gibi bir baskı altındadır. Gazetecilik bir bakıma halk için avukatlık hatta "tetikçilik" yapmaktır. Halk, genelde polisten pek hoşlanmadığı için, gazeteci de polisten hazzetmez. Üstelik bizim medyanın ağabey ve ablaları "68 kuşağı"dır. Yani çocukluk/gençlik dönemlerinde devrimcilik (bu devrimcilikle, Atatürk devrimciliğinin ilgisi yoktur) yaptıkları için polisle çok çatışmıştır. Bilinçaltında polisten nefret ederler. Onların çırakları da aynı duygularla yetişmiştir. Böyle olunca, polisle ilgili haberlerin satır aralarında sürekli polisi kötüleme mesajları sıkıştırılır. Kötülenen polis de, içine girdiği suçluluk duygusundan, hem bir yandan daha fazla zalimleşir hem de medyaya şirin görünmek için mümkün mertebe görev yapmamaya çalışır. İşte o zaman ortaya "dağlara korku salamayan" polis çıkar. Bu sefer asayişsizlik başlar. Halk, kendini güvende hissetmez. Bunun sebebini de yeteri kadar polislik hizmeti sunulmamasına bağlar. Siyasi ve bürokrat yöneticiler de çareyi polis sayısını ve imkánlarını çoğaltmakta görür. Köşedaşım Ercan Kumcu’nun çok beğendiğim anlatımıyla "sorunları, üzerine para serperek çözme" yöntemi devreye girer. Kimsenin aklına polislik hizmetinin etkinliği "para harcamadan" arttırmak gelmez. Gelse de elinden bir şey gelmez. Sürekli polisi kötülemek, halkı polise karşı saygısızlığa ve kanunlara itaatsizliğe teşvikten başka bir şey değildir. Bu da sonuçta, hem güvenlik hizmetlerinin kalitesini düşürür, hem de maliyetini arttırır. Bu da iktisaden en kötü sonuç demektir.
* * *
İktisat, hayatın kendisidir. İktisadi meseleler, Merkez Bankası’nı pohpohlamakla veya suçlamakla çözülmez. Merkez Bankası, lokomotifi tarafından itildiği için geri, geri giden trenin en önde gözüken vagonudur. Onun önde olması, olayları peşinden sürüklediği anlamına gelmez. Polisliğin de, askerliğin de, adaletin de, eğitimin de, sağlık hizmetlerin de, trafiğin de, ev idare etmenin de, araba sürmenin de, bizatihi devleti yönetmenin de bir "ekonomisi" vardır. İş yapmanın "mikro" ekonomisine riayet edilmezse "makro" ekonomi bozulur. Ekonomi, bozulduğu zaman tamirciğe götürülebilen bir aygıt da değildir. Onu bozmamak gerekir.