Bizim ihracatçılar da TL’nin değerlenmesinden şikâyetçi oldular. Yerden göğe kadar haklılar. Doların 1.50’nin altına düşmesinin iki nedeni var. Birincisi, doların Euro karşısında değer kaybetmesidir. İkincisi Türkiye’ye sermaye hareketleri dolayısıyla bol döviz girmesidir. İhracatçılar doların düşmemesi için Merkez Bankası’nın piyasadan dolar (döviz demek istiyorlar zahir) satın almasını ve kredi maliyetinin düşmesi için de Merkez Bankası’nın borç verme faizini indirmesini istemişler.
* * *
Türk ekonomisini kırılganlaştıran ve büyümesini sınırlayan ana sebep döviz fiyatının yanlış yerde oluşmasıdır. Aşağıda yazılanları yavaş okuyun. Yoksa bir şey anlaşılmaz. 1. Türkiye’nin ezelden beri değişmeyen “derin iktisat” politikası, Türk Lirası’nın değerini yüksek tutmaktır.
2. Böyle bir politika izlendiğinin apaçık kanıtı Türkiye’nin kronik (müzmin) cari işlem açıklarıdır.
3. Bu politikanın iktisadi kalkınmayı yavaşlattığı büyüme hızının düşük kalmasından bellidir. Ayrıca bu politika, kendi dar amacı bakımından da başarısızdır. Çünkü neticede TL, 6 sıfır atılacak kadar değersizleşmiştir.
Benim bildiğim Anadolu insanı “baraj istiyoruz” diye yürüyüş yapardı. Meğer o devir geçmiş. Zaten Hasankeyf’e baraj inşa etmekten vazgeçilmesi, Avrupa Birliği’ne katılmanın ön şartlarından biri haline gelmiş durumda. Bol yağışlı Karadeniz bölgesi ise bir süre önce “baraj inşa edilemez alan” ilan edildi. Anlaşılan barajları yağmur yağmayan, su akmayan yerlerde inşa etmek gibi entelektüel bir çözüm var kafalarda. İthal kömür yakacak termik santral kurmak için Türkiye sahillerinde yer bulmak neredeyse imkânsız. Çünkü termik santral kurulabilecek arazilere yakın beldelerde yaşayanlar bunları çevreyi kirletiyor diye istemiyor. Nükleer santral inşa etmekle, ülkeye atom bombası atmak arasında bir fark yoktur deniyor. Bunların yerine rüzgâr ve güneş santralleri öneriliyor. Rüzgâr enerjisini elektrik enerjisine dönüştürmek gerçekten çok güzeldir. Ne var ki, bu yöntemle Türkiye’nin veya bu konuda ileri gitmiş ülkelerin, mesela Almanya’nın enerji ihtiyacı karşılanamıyor. Arz güvenliği için, her rüzgâr santralı kadar, aynı takatte termik santral kuruluyor.
Ayrıca bunların yatırımı maliyeti çok yüksektir. Yine de yola devam...
* * *
Bana, mali kaynakları kıt Türkiye’nin yatırım öncelikleri say veya ulusal ekonomiyi güçlendirmenin temel şartları nelerdir diye sorsanız “yol, su,elektrik” derim. Üretimin alt yapısı budur. İstanbul’u dünyanın finans merkezi yapmak, bir milyar dolara merkez bankasını İstanbul’a taşımak, bürokratlar İstanbul’da otursun diye bankalarının idare merkezlerini İstanbul’a getirmek gibi palavra işlere para harcayarak “güçlü ekonomi”
inşa edilemez. Bu kabil getirisi ölçülemeyen ve fizibilitesi belli olmayan fantezi projelerle, olsa, olsa iktidara eklemlenmiş “avantacı/komisyoncu/rantavcısı” tipler için verimli avlak alanlarını oluşturulur. “Doğrudan değil ama dolaylı faydası var, üstelik ülkemizin reklâmı oluyor” yersen gerekçeli
yağmalama projelerinden Formula1 kazığı millete girdikçe giriyor. Hatırlamakta fayda var.
* * *
Onlar Batı medeniyetini içine sindiremeyen ama Batı yandaşlarının yönettiği bir Türkiye istiyor. Batı medyasının takdirine mazhar olmak için de “bir milyon Ermeni’yi öldürdük” diye beyanat vermek yeter. Bazen yukarıda kaleme aldığım düşüncelerimden rahatsız oluyorum. Belki de yanılıyorum diyorum. Ama eksik olmasın mesela The Economist dergisi, öyle bir laf ediyor ki, beni dalmam muhtemel gaflet uykusundan hemen uyandırıyor.
* * *
10 Ekim tarihli nüshasında The Economist “Türkiye ile Ermenistan” arasında büyük ağabey ve ablaların gözetimi altında ve onların bastırmasıyla imzalan dostluk protokolünü anlattığı “yorumlu haber”inde şunları söylüyor:
1. 1915’de olanlar kesinlikle soykırımdır.
Ama bazıları daha yanık okur, dinleyeni duygulandırır ve onların bir an için olsa bile, kendi davranışlarını eleştirmeye sevk edebilir.
1. Trafikle ilgili ilk yazım, 1967 baharında “Trafik Vahşeti” başlığıyla Milliyet gazetesinde yayınlaşmıştı. O günden bu güne kadar konuyu gerek kuramsal olarak irdeleyen gerek uygulamaya dönük önlem içeren 30’dan çok trafik yazı yazdım. Televizyon programlara çıktım.
2. Araç sayısı, sürücülerin araç kullanma becerileri, hareket halindeyken kurallara uyma alışkanlığı, yolların kalitesi, köprüler, alt-üst geçitler, sinyalizasyon, işaretlendirme gibi hususlar göz önünde tutulursa, Türkiye’de trafiğin çok geliştiği söylenebilir. Ancak...
3. Vahşet, “kendi çıkarını, diğer kişilerin yani toplumun çıkarından üstün tutmak” demektir. Bu tanıma göre, trafik vahşeti, biraz azalmakla birlikte, bu ülke topraklarda hâkimiyetini halen sürdürmektedir.
4. Milli gelirin kabaca yüzde 60’ı hizmetler sektöründe yaratılmaktadır. Hizmet üretimi büyük çapta kentlerde cereyan eder. Her bir kent aslında “hizmet üreten dev bir fabrikadır”. Trafik de bu fabrikada üretim maliyetini etkileyen bir numaralı mühendislik konusudur.
SIKILMADAN, UTANMADAN KÖPRÜDEN MEDET UMMAK
5. İstanbul’un trafik sorunu kısmen çözmek için birinci köprü inşa edilmişti. İlk zamanlarda gerek köprü, gerek çevre yolları, şehir içi ulaşımda bir rahatlama yarattı. Bu rahatlama, özellikle Avrupa-Asya transit taşımacılığı yapan kamyonların Boğaziçi’ni geçişlerinde gözlemlendi.
Bahir, masaya her oturduğunda yemek listesini eline alır, uzun uzun inceler ve sonunda garsona “İyisi mi sen bana bir Adana getir” derdi. Ben de kendisine takılır; madem ki, Adana Kebap yemeye kararlısın niçin listeyi tetkik ediyorsun derdim.
* * *
İnsan zihni “ön fikirler” ve “ön yargılar”la çalışır. Bunlar matematik modellerdeki sabit sayılar gibidir. Kişi, istediği kadar analitik düşünüyorum, sebeple sonuç arasındaki ilişkileri saptayıp kararlarımı ona göre veriyorun desin, gerçekte sonucu belirleyen zihin denklemindeki (kurgusundaki) bu sabit sayılar ve katsayılardır.
İşletme veya kamu yönetiminde buna “tercih” faktörü denir. Tercih, hesaba kitaba dayanmayan takdiri veya subjektif karar demektir. Mesela varlıklı bir kişinin, bir hayır yapayım da nâmım sürsün diye okul yerine cami inşa ettirmesinin iktisadi fizibilitesi yoktur. İktisadi kararlar da (eğer olayların zoruyla baskı altında alınmamışsa) ön yargılara dayalı tercihlerdir.
* * *
Bu toplantı, genelde Türkiye özelde İstanbul için bir nimettir. Hükümet de bunun farkında olduğundan bu ve benzeri kongreler yapılabilsin diye İstanbul’da bir “Kongre Vadisi” inşa ettirmiştir. Bundan sonra da her yıl yapılacak onlarca büyük kongreye İstanbul ve diğer şehirlerimiz ev sahipliği edecektir. “Kongre Turizmi” diğer turizm türlerine (tatil, tarih, spor, kumar, sanat, seks, doğa v.s.) göre getirisi en yüksek olandır. Kongrelere katılanlar varlıklı kişilerdir. İyi para harcarlar. Kongreler dolayısıyla otellerde yer bulunmaz olur ve konakla fiyatları artar. Daha da önemlisi, kongre vesilesiyle turistik geziye çıkan yöneticiler, seyahat giderlerini mensup oldukları kurum ve kuruluşlara fatura eder. Serbest meslek erbabı uzmanlar da bilimsel bir kongreye katıldıkları gerekçesiyle seyahat giderlerini, gelir vergisi matrahından düşer. Böylece harcadıkları paranın cepten çıkan kısmı küçülür. Bu vergi kolaylığı, kongre turizmindeki patlamanın esas sebebidir.
* * *
Gelelim IMF’nin haline. Bilindiği gibi 1929 yılında başlayan ve yaklaşık 10 yıl süren iktisadi “Buhran” (depresyon) iktisadın bilimleşmesine çok büyük katkı yapmıştır. Bu buhrandan çıkarılan ilk ders, uluslar arası iktisadi ilişkilerin, tekrar krizlere sebep olmaması için bir “küresel ödeme veya para sistemi” kurulması gerektiğidir. İşte bu, IMF’nin varlık nedenidir. Ama ne yazık ki, 2008 yılında dünyada yeniden bir iktisadi kriz patlak vermiştir. Demek ki IMF misyonunu yapamamıştır. Ancak krizden önce işlevsiz kalmak üzere olan IMF’ye bu kriz ilaç gibi gelmiş ve IMF yeniden canlanmıştır. Kısaca IMF yönetimi, krizi fırsata çevirmiştir. Küresel krizin yakmış olması gereken IMF, küllerinden yeniden doğmuştur. İşte buna şapka çıkarılır.
* * *
Dünya ekonomik krizi yavaş, yavaş sona ermektedir. Bu krizin bir buhrana dönüşmemesinin sebebi 1929 Buhran’ından çıkarılan ikinci derstir. Bu ders şuydu: “İktisadi krizlerde para ve maliye politikaları gevşetilir; gevşetmenin de sınırı yoktur.” Aynen bu yapılmıştır. Ancak yan etkisi olmayan veya doz aşımında tehlikeli hale gelmeyen ilaç yoktur. Şimdi dünyanın iktisadi gündeminde bir numaralı soru şudur: Gevşeyen para ve maliye politikalarını tekrar sıkılamanın zamanı gelmiş midir? Çünkü tedbirler “t-1” zamanında alınmalıdır. Buna eskiler “olacaklara takaddüm etmek” derlerdi. Şimdi de “pro-aktif olmak” deniyor. Bunu iyi şoförlüğün “viraja girmeden aracı yavaşlatması” kuralına benzetebiliriz. Aksi takdirde araç savrulur ve hatta viraj alırken fren yapılırsa devrilebilir. Yani gevşek politikalar, kötü sonuç vermeden “sıkılaştırma” başlamalıdır. Buradaki savrulma “enflasyon” patlamasıdır.
Son Söz: Doğru tedbirden önemlisi, doğru zamanlamadır.
Yani enflasyonu düşürmek için uygulanan “sıkı para-sıkı maliye” politikaları, işsizliği arttırır. Bu kurala uygun olarak “gevşek para-gevşek maliye” politikalarının uygulandığı dönemlerde de işsizlik azalır. Bunun sebebi, enflasyonu düşüren sıkı para politikasının sermaye maliyetini yükseltmesi ve getirisi düşük yatırımların yapılamamasıdır. Yatırım miktarı düşünce, ekonomi yavaşlar ve istihdam daralır. Tersi olursa yani sermayenin maliyeti düşerse, düşük getirili yatırımlar bile “yapılabilir” hale gelir. Böylece iş bulmak kolaylaşır. Ancak uzun vadede bu ödünleşme geçerli değildir. Yani yatırımları arttıran düşük sermaye maliyeti diğer bir değişle “uzun vadeli kredi faizlerin düşük olması” ancak istikrarlı (enflasyonu düşük) ülkelerde bulunan bir nimettir. Dolayısıyla, işsizliği azaltmanın çaresi ekonomik istikrardır. Ancak bu sağlanmış olsa bile başka sebeplerle işsizlik, yüksek oranda sürebilir.
* * *
“Ulusal İktisat Ezberi”ne göre halkımız yeterince tasarruf etmez. Niçin etmez burası bir muammadır. Onun için işsizliğe azaltmak için bize yabancı sermaye gereklidir. Bu yüzden de ekonomimiz cari açık verir. Doğru sanılan bir yanlış muhakemedir bu. Doğrusu: Türkiye’nin “Değerli Türk Lirası-Yüksek Cari Açık - Yüksek İç Tüketim”e dayalı bir büyüme politikası izlemesidir. Pek tabii bu yapıda işsizlik meselesine çare bulunamaz. Nitekim 2002’den sonra milli gelirin hızla büyümesine rağmen işsizlik, eski düzeyine inmedi. Ülkemiz halen işsizlikte, İspanya’nın ardından Avrupa ikincisidir. Şunu kabul etmek gerekir ki; son dönemde işsizlik, “küresel kriz” dolayısıyla artmıştır.
* * *
Gelelim işsizlik meselesinin görünmeyen yüzüne.
1. En iyi enflasyon, en düşük enflasyon değildir. Hele, hele deflâsyon, yani eksi enflasyon işsizlik için kötüdür.
2. Her ülkenin kısaca NAIRU denilen “doğal” işsizlik oranı vardır. İşsizlik bu oranın altına inmişse, enflasyon artacak, üstüne çıkmışsa enflasyon düşecek demektir.
3. Bizim doğal işsizlik oranımız yüzde 8 dolayındadır.