Ege Cansen

Bu dolar, ne dolar ne dolmaz

24 Ekim 2009
BU hafta Brezilya, ülkesine daha fazla döviz girmemesi için sermaye girişlerine yüzde 2 vergi koydu.

Bizim ihracatçılar da TL’nin değerlenmesinden şikâyetçi oldular. Yerden göğe kadar haklılar. Doların 1.50’nin altına düşmesinin iki nedeni var. Birincisi, doların Euro karşısında değer kaybetmesidir. İkincisi Türkiye’ye sermaye hareketleri dolayısıyla bol döviz girmesidir. İhracatçılar doların düşmemesi için Merkez Bankası’nın piyasadan dolar (döviz demek istiyorlar zahir) satın almasını ve kredi maliyetinin düşmesi için de Merkez Bankası’nın borç verme faizini indirmesini istemişler.

 

* * *


Türk ekonomisini kırılganlaştıran ve büyümesini sınırlayan ana sebep döviz fiyatının yanlış yerde oluşmasıdır. Aşağıda yazılanları yavaş okuyun. Yoksa bir şey anlaşılmaz.  1. Türkiye’nin ezelden beri değişmeyen “derin iktisat” politikası, Türk Lirası’nın değerini yüksek tutmaktır.
2. Böyle bir politika izlendiğinin apaçık kanıtı Türkiye’nin kronik (müzmin) cari işlem açıklarıdır.

3. Bu politikanın iktisadi kalkınmayı yavaşlattığı büyüme hızının düşük kalmasından bellidir. Ayrıca bu politika, kendi dar amacı bakımından da başarısızdır. Çünkü neticede TL, 6 sıfır atılacak kadar değersizleşmiştir.

Yazının Devamını Oku

Baraj istemezük

21 Ekim 2009
GEÇENLERDE bizim gazetede resimli bir haber gözüme takıldı. Haber metnine göre Tunceli’de, sayıları 20 bine yaklaşan bir kalabalık, çevre güzelliğini bozuyor diye yörelerine baraj yapılmaması için yürümüştü.

Benim bildiğim Anadolu insanı “baraj istiyoruz” diye yürüyüş yapardı. Meğer o devir geçmiş. Zaten Hasankeyf’e baraj inşa etmekten vazgeçilmesi, Avrupa Birliği’ne katılmanın ön şartlarından biri haline gelmiş durumda. Bol yağışlı Karadeniz bölgesi ise bir süre önce “baraj inşa edilemez alan” ilan edildi. Anlaşılan barajları yağmur yağmayan, su akmayan yerlerde inşa etmek gibi entelektüel bir çözüm var kafalarda. İthal kömür yakacak termik santral kurmak için Türkiye sahillerinde yer bulmak neredeyse imkânsız. Çünkü termik santral kurulabilecek arazilere yakın beldelerde yaşayanlar bunları çevreyi kirletiyor diye istemiyor. Nükleer santral inşa etmekle, ülkeye atom bombası atmak arasında bir fark yoktur deniyor. Bunların yerine rüzgâr ve güneş santralleri öneriliyor. Rüzgâr enerjisini elektrik enerjisine dönüştürmek gerçekten çok güzeldir. Ne var ki, bu yöntemle Türkiye’nin veya bu konuda ileri gitmiş ülkelerin, mesela Almanya’nın enerji ihtiyacı karşılanamıyor. Arz güvenliği için, her rüzgâr santralı kadar, aynı takatte termik santral kuruluyor.

Ayrıca bunların yatırımı maliyeti çok yüksektir. Yine de yola devam...

* * *

Bana, mali kaynakları kıt Türkiye’nin yatırım öncelikleri say veya ulusal ekonomiyi güçlendirmenin temel şartları nelerdir diye sorsanız “yol, su,elektrik” derim. Üretimin alt yapısı budur. İstanbul’u dünyanın finans merkezi yapmak, bir milyar dolara merkez bankasını İstanbul’a taşımak, bürokratlar İstanbul’da otursun diye bankalarının idare merkezlerini İstanbul’a getirmek gibi palavra işlere para harcayarak “güçlü ekonomi”
inşa edilemez. Bu kabil getirisi ölçülemeyen ve fizibilitesi belli olmayan fantezi projelerle, olsa, olsa iktidara eklemlenmiş “avantacı/komisyoncu/rantavcısı” tipler için verimli avlak alanlarını oluşturulur. “Doğrudan değil ama dolaylı faydası var, üstelik ülkemizin reklâmı oluyor” yersen gerekçeli
yağmalama projelerinden Formula1 kazığı millete girdikçe giriyor. Hatırlamakta fayda var.

* * *

Yazının Devamını Oku

Kan parası ile dostluk kurulmaz

17 Ekim 2009
BATI medyasının, “Batılı ol, ama Batıcı olma” anlamına gelen Kemalizm’den hoşlanmadığını malum.

Onlar Batı medeniyetini içine sindiremeyen ama Batı yandaşlarının yönettiği bir Türkiye istiyor. Batı medyasının takdirine mazhar olmak için de “bir milyon Ermeni’yi öldürdük” diye beyanat vermek yeter. Bazen yukarıda kaleme aldığım düşüncelerimden rahatsız oluyorum. Belki de yanılıyorum diyorum. Ama eksik olmasın mesela The Economist dergisi, öyle bir laf ediyor ki, beni dalmam muhtemel gaflet uykusundan hemen uyandırıyor.

 

* * *


10 Ekim tarihli nüshasında The Economist “Türkiye ile Ermenistan” arasında büyük ağabey ve ablaların gözetimi altında ve onların bastırmasıyla imzalan dostluk protokolünü anlattığı “yorumlu haber”inde şunları söylüyor:


1. 1915’de olanlar kesinlikle soykırımdır.


Yazının Devamını Oku

Trafik var, polisi yok

14 Ekim 2009
İSTANBUL trafiği üzerine yazı yazmak, mevlit okumak gibidir. Söylenecekler hiçbir yenilik içermez.

Ama bazıları daha yanık okur, dinleyeni duygulandırır ve onların bir an için olsa bile, kendi davranışlarını eleştirmeye sevk edebilir.

1. Trafikle ilgili ilk yazım, 1967 baharında “Trafik Vahşeti” başlığıyla Milliyet gazetesinde yayınlaşmıştı. O günden bu güne kadar konuyu gerek kuramsal olarak irdeleyen gerek uygulamaya dönük önlem içeren 30’dan çok trafik yazı yazdım. Televizyon programlara çıktım.  

2. Araç sayısı, sürücülerin araç kullanma becerileri, hareket halindeyken kurallara uyma alışkanlığı, yolların kalitesi, köprüler, alt-üst geçitler, sinyalizasyon, işaretlendirme gibi hususlar göz önünde tutulursa, Türkiye’de trafiğin çok geliştiği söylenebilir. Ancak...

3. Vahşet, “kendi çıkarını, diğer kişilerin yani toplumun çıkarından üstün tutmak” demektir. Bu tanıma göre, trafik vahşeti, biraz azalmakla birlikte, bu ülke topraklarda hâkimiyetini halen sürdürmektedir. 

4. Milli gelirin kabaca yüzde 60’ı hizmetler sektöründe yaratılmaktadır. Hizmet üretimi büyük çapta kentlerde cereyan eder. Her bir kent aslında “hizmet üreten dev bir fabrikadır”. Trafik de bu fabrikada üretim maliyetini etkileyen bir numaralı mühendislik konusudur.

SIKILMADAN, UTANMADAN KÖPRÜDEN MEDET UMMAK

5. İstanbul’un trafik sorunu kısmen çözmek için birinci köprü inşa edilmişti. İlk zamanlarda gerek köprü, gerek çevre yolları, şehir içi ulaşımda bir rahatlama yarattı. Bu rahatlama, özellikle Avrupa-Asya transit taşımacılığı yapan kamyonların Boğaziçi’ni geçişlerinde gözlemlendi.

Yazının Devamını Oku

Protestocunun orantısız güç kullanımı

10 Ekim 2009
IMF toplantıları bitti. Evli evine, köylü köyüne döndü. Ben bu toplantıları biraz katılarak daha çok medyadan dinleyerek ve okuyarak izledim. Tortu olarak aklımda şunlar kaldı.

1. Binlerce kişinin katıldığı böylesi curcunalı toplantılar esasında birer "Halkla İlişkiler" etkinliğidir. Bilimsel havalı sunumlar ve paneller içki masasının mezeleri olarak programa konur. Toplantıda sesi çıkanların amacı, abone toplamak için fikirlerinin reklámını yapmaktır.

2. Kendilerine IMF karşıtlığını yakıştıran, neye karşı olduğunu idrakten aciz bir avuç manasız ve hasta ruhlu insan da toplantıları aynı şekilde değerlendirmiştir. Onlar için de "olay yok, vesile var; haber yok, propaganda var" ilkesi geçerlidir. Tek amaç, medyada görünmektir. Medya, hangi eylemlerine yer vermişse, onlar da o tür eylemden daha fazlasını yapmıştır.

3. Bu toplantıların kapanış konuşmalarına hákim olan hava "sokağa yağ vermek" olmuştur. Gerekçesi, medyanın daha fazla ilgisini çekmek ve takdirini toplamaktır.

4. "Fakir-fukara" ve "garip-gureba" edebiyatı yapmanın ne kadar ucuz, zahmetsiz ve yüksek getirili bir yatırım olduğunu anlayan, başta Sayın Başbakanımız olmak üzere, her "söz sanatçısı" başkalarına görev tevzi ederek kendine cennete giden trende rezervasyon yapmıştır.

5. "İstanbul Kararları" denebilecek tek bir karar alınmadığı, hatta tek bir özgün fikir ortaya konmadığı halde, toplantı sonunda uzun süredir dillerden düşmeyen birkaç nakarat ifadeye, Türkiye’ye yağ olsun diye, böyle bir ad münasip görülmüştür.

6. Bilimsel değeri olmayan, reklámla yaşayan ve geçmişte kriz çıkaran merkez bankası başkanlarına "yılın merkez bankacısı" unvanı vermekle ünlü bir dergi, şimdiki Merkez Bankası Başkanına da aynı unvanı tevcih etmiştir. Bu tören "Dünya Bankası Grubu ve Uluslararası Para Fonu Yıllık Toplantısı" arasına sokuşturulmuştur. Halkın bu ödülü IMF verdi sanması istenmiştir. Bu çirkin olmuştur.

7. 13 bin kişinin katıldığı IMF toplantısı Türk turizmi için çok yararlı olmuştur. İstanbul, turistik gelir yaratma açısından Türkiye’nin "petrol kuyusu"dur. Ne mutlu ki elimiz de İstanbul gibi şehir var.

8. Katıldığım bir toplantıda Mısır, Tunus ve Sırbistan ekonomi bakanları, ülkelerinde bankacılık sektörünün çok kuvvetli olduğunu anlattılar. Batı bize hayran dediler.

9. İstanbul’da yapılan IMF toplantılarıyla, Türkiye-IMF müzakerelerinin bir ilgisi yoktur dense de sonunda birileri dayanamayıp, "IMF, Türkiye’ye 45 milyar dolar veriyor" haberini patlatmıştır. Bu da Türk ekonomisinin bir haftalık kárı olmuştur.

Son Söz: IMF’ye hayır, parasına evet.
Yazının Devamını Oku

İyisi mi sen bana bir adana getir

7 Ekim 2009
ODTÜ’de okuduğum yıllarda Bahir Bilgin adında Tarsuslu bir arkadaşım vardı. Ara sıra birlikte kebapçıya giderdik.

Bahir, masaya her oturduğunda yemek listesini eline alır, uzun uzun inceler ve sonunda garsona “İyisi mi sen bana bir Adana getir” derdi. Ben de kendisine takılır; madem ki, Adana Kebap yemeye kararlısın niçin listeyi tetkik ediyorsun derdim.

 

* * *


İnsan zihni “ön fikirler” ve “ön yargılar”la çalışır. Bunlar matematik modellerdeki sabit sayılar gibidir. Kişi, istediği kadar analitik düşünüyorum, sebeple sonuç arasındaki ilişkileri saptayıp kararlarımı ona göre veriyorun desin, gerçekte sonucu belirleyen zihin denklemindeki (kurgusundaki) bu sabit sayılar ve katsayılardır.
İşletme veya kamu yönetiminde buna “tercih” faktörü denir. Tercih, hesaba kitaba dayanmayan takdiri veya subjektif karar demektir. Mesela varlıklı bir kişinin, bir hayır yapayım da nâmım sürsün diye okul yerine cami inşa ettirmesinin iktisadi fizibilitesi yoktur. İktisadi kararlar da (eğer olayların zoruyla baskı altında alınmamışsa) ön yargılara dayalı tercihlerdir.

 

* * *

Yazının Devamını Oku

Mahcup IMF’nin iletişim toplantısı

3 Ekim 2009
IMF ve Dünya Bankası’nın ortaklaşa düzenlediği yıllık “Halkla İlişkiler” toplantısı bu yıl İstanbul’da yapılıyor.

Bu toplantı, genelde Türkiye özelde İstanbul için bir nimettir. Hükümet de bunun farkında olduğundan bu ve benzeri kongreler yapılabilsin diye İstanbul’da bir “Kongre Vadisi” inşa ettirmiştir. Bundan sonra da her yıl yapılacak onlarca büyük kongreye İstanbul ve diğer şehirlerimiz ev sahipliği edecektir. “Kongre Turizmi” diğer turizm türlerine (tatil, tarih, spor, kumar, sanat, seks, doğa v.s.) göre getirisi en yüksek olandır. Kongrelere katılanlar varlıklı kişilerdir. İyi para harcarlar. Kongreler dolayısıyla otellerde yer bulunmaz olur ve konakla fiyatları artar. Daha da önemlisi, kongre vesilesiyle turistik geziye çıkan yöneticiler,  seyahat giderlerini mensup oldukları kurum ve kuruluşlara fatura eder. Serbest meslek erbabı uzmanlar da bilimsel bir kongreye katıldıkları gerekçesiyle seyahat giderlerini, gelir vergisi matrahından düşer. Böylece harcadıkları paranın cepten çıkan kısmı küçülür. Bu vergi kolaylığı, kongre turizmindeki patlamanın esas sebebidir.

* * *

Gelelim IMF’nin haline. Bilindiği gibi 1929 yılında başlayan ve yaklaşık 10 yıl süren iktisadi “Buhran” (depresyon) iktisadın bilimleşmesine çok büyük katkı yapmıştır. Bu buhrandan çıkarılan ilk ders, uluslar arası iktisadi ilişkilerin, tekrar krizlere sebep olmaması için bir “küresel ödeme veya para sistemi” kurulması gerektiğidir. İşte bu, IMF’nin varlık nedenidir. Ama ne yazık ki, 2008 yılında dünyada yeniden bir iktisadi kriz patlak vermiştir. Demek ki IMF misyonunu yapamamıştır. Ancak krizden önce işlevsiz kalmak üzere olan IMF’ye bu kriz ilaç gibi gelmiş ve IMF yeniden canlanmıştır. Kısaca IMF yönetimi, krizi fırsata çevirmiştir. Küresel krizin yakmış olması gereken IMF, küllerinden yeniden doğmuştur. İşte buna şapka çıkarılır.

* * *

Dünya ekonomik krizi yavaş, yavaş sona ermektedir. Bu krizin bir buhrana dönüşmemesinin sebebi 1929 Buhran’ından çıkarılan ikinci derstir. Bu ders şuydu: “İktisadi krizlerde para ve maliye politikaları gevşetilir; gevşetmenin de sınırı yoktur.” Aynen bu yapılmıştır. Ancak yan etkisi olmayan veya doz aşımında tehlikeli hale gelmeyen ilaç yoktur. Şimdi dünyanın iktisadi gündeminde bir numaralı soru şudur: Gevşeyen para ve maliye politikalarını tekrar sıkılamanın zamanı gelmiş midir? Çünkü tedbirler “t-1” zamanında alınmalıdır. Buna eskiler “olacaklara takaddüm etmek” derlerdi. Şimdi de “pro-aktif olmak” deniyor. Bunu iyi şoförlüğün “viraja girmeden aracı yavaşlatması” kuralına benzetebiliriz. Aksi takdirde araç savrulur ve hatta viraj alırken fren yapılırsa devrilebilir. Yani gevşek politikalar, kötü sonuç vermeden “sıkılaştırma” başlamalıdır. Buradaki savrulma “enflasyon” patlamasıdır.

Son Söz: Doğru tedbirden önemlisi, doğru zamanlamadır.

 

Yazının Devamını Oku

Yaşasın işporta

30 Eylül 2009
İŞSİZLİK, baş edilmesi zor ekonomik sorunların başında gelir. İşsizlik ile enflasyon arasında kısa vadede ve belli şartlar altında bir ödünleşme vardır.

Yani enflasyonu düşürmek için uygulanan “sıkı para-sıkı maliye” politikaları, işsizliği arttırır. Bu kurala uygun olarak “gevşek para-gevşek maliye” politikalarının uygulandığı dönemlerde de işsizlik azalır. Bunun sebebi, enflasyonu düşüren sıkı para politikasının sermaye maliyetini yükseltmesi ve getirisi düşük yatırımların yapılamamasıdır. Yatırım miktarı düşünce, ekonomi yavaşlar ve istihdam daralır. Tersi olursa yani sermayenin maliyeti düşerse, düşük getirili yatırımlar bile “yapılabilir” hale gelir. Böylece iş bulmak kolaylaşır. Ancak uzun vadede bu ödünleşme geçerli değildir. Yani yatırımları arttıran düşük sermaye maliyeti diğer bir değişle “uzun vadeli kredi faizlerin düşük olması” ancak istikrarlı (enflasyonu düşük) ülkelerde bulunan bir nimettir. Dolayısıyla, işsizliği azaltmanın çaresi ekonomik istikrardır. Ancak bu sağlanmış olsa bile başka sebeplerle işsizlik, yüksek oranda sürebilir.

* * *

“Ulusal İktisat Ezberi”ne göre halkımız yeterince tasarruf etmez. Niçin etmez burası bir muammadır. Onun için işsizliğe azaltmak için bize yabancı sermaye gereklidir. Bu yüzden de ekonomimiz cari açık verir. Doğru sanılan bir yanlış muhakemedir bu. Doğrusu: Türkiye’nin “Değerli Türk Lirası-Yüksek Cari Açık - Yüksek İç Tüketim”e dayalı bir büyüme politikası izlemesidir. Pek tabii bu yapıda işsizlik meselesine çare bulunamaz. Nitekim 2002’den sonra milli gelirin hızla büyümesine rağmen işsizlik, eski düzeyine inmedi. Ülkemiz halen işsizlikte, İspanya’nın ardından Avrupa ikincisidir. Şunu kabul etmek gerekir ki; son dönemde işsizlik, “küresel kriz” dolayısıyla artmıştır.

* * *

Gelelim işsizlik meselesinin görünmeyen yüzüne.

1. En iyi enflasyon, en düşük enflasyon değildir. Hele, hele deflâsyon, yani eksi enflasyon işsizlik için kötüdür.

2. Her ülkenin kısaca NAIRU denilen “doğal” işsizlik oranı vardır. İşsizlik bu oranın altına inmişse, enflasyon artacak, üstüne çıkmışsa enflasyon düşecek demektir.

3. Bizim doğal işsizlik oranımız yüzde 8 dolayındadır. 

Yazının Devamını Oku