Ege Cansen

Vergiden kaçınma

26 Eylül 2009
DOĞAN Grubu’na kesilen astronomik vergi cezaları yüzünden, vergi konusu kamuoyunu işgal eder hale geldi. Ben, yazarımız Profesör Şükrü Kızılot gibi bir vergi bilgini değilim. Ancak muhasebede lisansüstü derecem var.

Yöneticilik, hocalık ve ekonomi yorumculuğunu kapsayan meslek yaşamım boyunca da vergi konularıyla içiçe yaşadım. Çok sayıda vergi uzmanıyla birlikte çalıştım. Bu bakımdan yazdıklarım bir iktisatçının vergi konusunda genel bilgilerinden ibaret değildir.

* * *

Önce iki temel kavramı bir birinden ayıralım. Bunlar:

1. Vergi kaçırmak,

2. Vergiden kaçınmaktır.

Vergi kaçırmak her yerde bir suçtur. İsviçre’de vergi kaçırmak “kabahat” mertebesinde muamele görür. Amerika’da ise ceza kanunu kapsamına girer. Vergi kaçakçılığı, mükelleflerin yasal defterlerinde yer almayan işlemlerde bulunur. Buna mukabil her ülkede “vergiden kaçınmak” bir haktır. Kaçınma işlemlerinin izleri yasal defterlerde apaçık vardır. Yani mükellef, vergi kanunlarının tanığı imtiyaz ve istisnalardan yararlanarak, devlete en az vergiyi vermeye çalışır. Buna “vergi planlaması” da denir. Zaten vergi uzmanlarının, mükellefe sunduğu danışmanlık hizmetinin de esası budur. Dünyanın her yerinde, vergi kanunlarının, yönetmeliklerinin, genelgelerin ve özelgelerin inceliklerini bilen “vergi müşavirleri” vardır. Bunlara ülkemizde de “mali müşavir” denir. Mali müşavirin, vergi mükellefi olan müşterisine sunacağı tek bir hizmet vardır. O da yasalara uygun olarak, müşterisinin en az vergi ödemesini sağlamaktır. Verilen akıl, gösterilen yol ve yapılan iş, hem yasaldır hem iktisadidir hem de ahlakidir.

* * *    

Arthur Andersen Muhasebe Şirketin’de vergi eğitimi alanların anlattığına göre, denetçilere önce ABD Yüksek Mahkemesi’nin bir kararı öğretilirmiş. ABD Yüksek Mahkemesi, bir mükellefle Vergi İdaresi arasında çıkan bir ihtilafı

Yazının Devamını Oku

Devlet, ülke değildir

23 Eylül 2009
İKTİSADİ haberleri ve yorumları takip etmeye çalışanlara Allah kolaylık versin. İktisatçı Steve Hanke’nin ara sıra dile getirdiği “İktisadi bir konu hakkında söylenenlerin yüzde 95’i ya yanlıştır ya da konuyla ilgisi değildir” kuralı geçerliliğini koruyor.

Hemen ilave edeyim bu yüzde 95 kuralı, iktisatçıların veya öyle geçinenlerin dediklerini ve yazdıkları kapsıyor. Sıradan vatandaşın saçmalamalarına kimsenin bir şey dediği yok.    

* * *

Günümüzün muhabbeti, Türkiye’nin krizden çıkış planı. Namı diğer “Orta Vadeli Program”. Başbakan Yardımcısı Babacan bu programı geçen hafta açıkladı. Açıklamadan iki gün önce de aralarında benimde bulunduğum bir grup “medya ekonomisti” ile bir toplantı yaptı. Tartışmanın özeti şu oldu. Küresel krizden kötü etkilenmiş ekonomilerinin önünde iki sorun var. Birincisi büyüme, ikincisi istikrar. Yani düşen milli gelirin tekrar arttırılması ve istikrarın bozulmamasıdır. Başta ABD olmak üzere parası döviz olan ülkeler, mali istikrar bozulmasın kaygısını hesaba katmadan ekonomilerini canlandırmak için, para basmak dâhil, ne gerekse yapıyorlar. Biz ise, mali istikrarı düşünmeden edemiyoruz. Nitekim Babacan, kendisi Dışişleri Bakanı iken ipin ucunun kaçırıldığı kanısındadır. Dolayısıyla “Orta Vadeli Programı”nın ana fikrini mali istikrar oluşturmuş. Bunun için kamu maliyesini, adına “Mali Kural” denilen bazı kıstaslara göre yönetmeyi planlıyorlar. Ama büyümeyi de ihmal etmediklerini söylüyor. O zaman geriye tek yol kalıyor. Ne yap, yap ülkeye yurt dışından para getir. 1928 ile 1945 arası hariç, 150 yıldır uygulanan da budur.

* * *

Gelelim günün zırvasına. Deniyor ki; krize girmiş bir ülkenin düşen milli gelirini yeniden arttırmak için alacağı önlemlerin “maliyeti” yüksek olmamalıdır. Eğer krizin, bir ülkeye tek bir maliyeti varsa, o da milli gelir düşmesidir. Eğer alınan önlemler, milli geliri eski düzeyine, hatta üstüne çıkartırsa, alınan önlemlerim “ülkeye maliyeti” tanım icabı yoktur.

* * *

Geçenlerde dikkatleri üzerine çekmek isteyen bir Belçikalı yetkili de alınan önlemler yüzünden “Belçika iflas etmiştir” diyerek bu zırvalamada zirve yaptı. “Bir ülkenin iflası, dış borçlarını ödeyememesi” demektir. Bir ülkenin dış borcu olabilir ama iç borcu diye bir nebat yoktur. Çünkü iç borcun borçlusu “ülke” değil “devlet”tir. Düz mantıkla hiçbir kimse (veya ülke) kendine borçlu olmaz. Belçika’nın para birimi Euro’dur. Euro, dövizdir. Dünyanın her yerinde geçer. Belçika’nın dış borçları Euro ile ödenebilir. Belçika devleti, halkına vergi salar ve saldığı vergiyi Euro cinsinden tahsil eder. Dış borcu da öder. Parası döviz olan veya döviz açığı olmayan ülke iflas etmez. Kamu borcu değişimleri, son tahlilde, milli gelir ve milli servet dağılımı sorunlarıdır. 

Son Söz: File, bacağı ağır gelmez.

Yazının Devamını Oku

Dinsiz müminler imansız dindarlar

19 Eylül 2009
YARIN başlayacak ve üç gün sürecek Şeker-Ramazan-Fitre (hangi isimle anıyorsanız o olsun) bayramınızı kutlarım.

İster milli, ister dini, ister içtimai olsun, bayramlar güzel günlerdir. Çünkü insanlar, o günlerde kendileriyle ilgili olarak sevindirici hiçbir şey cereyan etmemiş olsa bile “bayram eder”. Zaten bayramların, iktisadi canlılık yaratmak veya siyasi/dini propaganda vesilesi olma dışındaki sebebi hikmeti de insanlara sevinecek bir fırsat yaratmasıdır.

¡  ¡  ¡

Ben 70’i devirdiğime göre, artık orta yaşı geçmiş sayılırım. Hani, “İnsan 7’sinde ne ise 70’inde de odur” diye bir deyiş vardır. Bu ne kadar doğrudur, bilmiyorum. Ama insanın, çocukluk döneminde, özellikle ailesinden tevarüs ettiği değer yargılarının, karakterinin teşekkülünde önemli bir rol oynağı kesindir. Ben çocukluğumda, ne ailemden ne de okuldan hiç dini eğitim almadım. Orta yaşlarıma gelince, dinleri ve özellikle içinde yaşadığım ve kimlik olarak ait olduğum İslam’ı merak ettim. Bir süre, iktisadi makaleden çok, dini yazılar okudum. Sayısı azalmakla birlikte hâlâ da okurum.

¡  ¡  ¡

Bu yıl Ramazan ayında, geçmiş yıllara kıyasla, radyo, TV ve yazılı basında İslami yayınlar inanılmaz dozda arttı. Adeta bardaktan boşanırcasına gökten İslami bilgi yağdı. Şurası muhakkak ki, Türkiye’de gelecek nesiller, bizim kuşaklardan daha fazla dindar olacaktır. Çünkü bu yağmurda ıslanmamak mümkün değildir. Nasıl Laik/Hıristiyan ülkelerde yaşayan Müslümanlar çoğaldıkça, kültürel ayrışma ve çatışma artıyorsa, günün sonunda da Türkiye Batı ülkeleriyle ilişkini arttırdıkça onlardan uzaklaşacaktır. “Milli Görüş” de budur herhalde.  

¡  ¡  ¡

Dinlerin sebebi hikmeti, sonsuz ömürlü toplumların, sonlu ömürlü insanlardan teşekkül etmesinden doğan çatışmaları önlemektir. Dinler, bunun için insanlara, bu dünyadaki hayata, öbür dünyadaki ebedi hayat da eklenirse, onların da “sonsuz ömürlü” olduğunu söyler. Böylece “parça/fert” ile “bütün/cemiyet” arasındaki yaşam süresi farkı ortadan kalkar.

¡  ¡  ¡

Yazının Devamını Oku

Kadıköy Çarşısı

16 Eylül 2009
HEMEN, hemen her hafta bir kere “Kadıköy Çarşısı”na inerim.

Bir yandan gençlik günlerimi yâd eder, bir yandan gönlümü eğlendiririm. Çarşıda dolaşırken canım hiç sıkılmaz. Sadece yorulurum. O zaman da yazıhaneme dönerim. Kadıköy, İstanbul’un yaşaması en kolay semtidir. Burada her milletten Osmanlılar yaşar. Kilise ve camileri birbirine yakındır. Nasıl Bodrum, herhangi bir sahil kasabası değilse, “Kadıköy Çarşısı” herhangi bir semt çarşısı değildir. Bu çarşıda, engin bir “ticari kültür” birikimi vardır. Bu çarşının kaldırım taşları bile kültürlüdür. Bu kültürel birikimi, satılan malların çeşit zenginlinden, teşhir tekniklerinden ve vitrin tanziminden derhal anlarsınız. Burası bir agoradır. Ülkenin hatta dünyanın her yerinden seçme mal buraya gelir.

* * *

Kadıköy Çarşısı, üstü açık bir “Shopping Mall”dur. Bildiğiniz gibi Mall iki tarafı ağaçlı, gölgelikli yol demektir. Eskiden böyle yollara bizde Hıyaban denirmiş. Kadıköy Çarşısı’nda, tarihi bir iki çınar hariç, ağaç yoktur. Ama sıcak havalarda altına girilecek bir gölge, yağmurda ise sizi koruyacak bir saçak altı hep bulunur. Çarşıda her çeşit mal vardır. Ama Kadıköy Çarşısı’nı ünlü kılan, burada satılan meyve, sebze, balık, et ve her tür gıda maddesidir. Fiyatlar ise “emsaline göre ucuzdur”. Burası dünya çapında bir “Food Market”dir.

* * *

Son 1015 yılda Kadıköy Çarşısı büyük bir değişimden geçti. Çarşı, sadece gıda maddesi satılan değil, aynı zamanda lezzetli yemek yenen “uygun fiyatlı lokantalar merkezi” de oldu. Büyük bir lâik getto olan Kadıköy’ün bu çarşıda, günün hatta gecenin her saatinde kızlar, kadınlar sevdikleriyle birlikte veya icabında tek başlarına rahatça bir masaya oturup özgürce yemeğini yiyebilir, içkisini içebilir. İki yanına lokantalar dizilmiş bu sokaklarda adeta “mahalle baskılarını engelleyen bir mahalle baskısı” kol gezer, nöbet tutar.  

* * *      

Son zamanlarda buralarda ikinci bir değişim dalgası gözle görülür hale geldi. Çarşı okumuş yazmış batılı turistler için bir “destination” yani “görülmesi gereken yer” haline gelmeye başladı. Turistler buraya tur otobüsleriyle değil şehir hattı vapurlarıyla geliyorlar. Genellikle dört beş kişilik gruplar halinde dolaşıyorlar. Çarşıyı ziyaret ediyorlar ama çarşıyı yaşayamıyorlar. Orta Şark’a ait önyargılarından kaynaklanan endişeyi gözlerinden okuyorum. Dinlenmek, susuzluklarını veya açlıklarını gidermek için bir lokantaya giremiyorlar. Kazıklanmaktan, aldatılmaktan korkuyorlar. Ürkek tavşan gibiler. Çarşı esnafı, eminim bu sorunu sonunda da çözecektir. Ama bu konuda profesyonel yardım alırlarsa daha kısa zamanda çözerler. Zuhal-Acar Baltaş, Yankı Yazgan şu işe bir el atın.


Yazının Devamını Oku

Engizisyon fiskal

12 Eylül 2009
YILLAR önce, şimdi aramızda bulunmayan vergi hocası Prof. Dr. Salih Şanver’in vergicilik hakkında bir konferansını dinlemiş bazı notlar almıştım.

Salih Şanver, Maliye Bakanlığı’nda yetişmiş daha sonra akademik hayata geçmişti. Hem uygulamayı hem de kuramı biliyordu. O günkü konuşmasında devletin vergi alma yetkisiyle teçhiz edilmesinin üç amacını anlatmıştı. Bunlar sırasıyla:

1. Devletin giderlerini karşılayacak parayı toplamak,

2. Milli geliri vatandaşlar arasında yeniden bölüştürmek,

3. Ekonomik faaliyeti yönlendirmek ve yönetmektir demişti.

Bu amaçların hangi vergilerle nasıl sağlanabileceğini anlattıktan sonra, “amacını aşan” vergiciliğin hangi zararlı aşamalara ulaşabileceğini yine üç başlık altında toplamıştı.

Bunlara şu isimleri vermişti:

1. Hiper fiskalite,

2. Maksi fiskal,

Yazının Devamını Oku

Cari açık azalmıyor

9 Eylül 2009
MERKEZ Bankası’nın Ödemeler Dengesi hesaplarında kullandığı tanımlara sadık kalarak yapılan tahminle bu yıl, yani 2009’da Türkiye’nin ithalatı yaklaşık 134, ihracatı ise 110 milyar dolar olacaktır.

2008 yılında bu sayılar, ithalat için 194, ihracat için 141 milyar dolarlar mertebesindeydi. Ticaret açığı 2008’de 53 milyar dolardı. Henüz bitmemiş olan bu yıl ticaret açığı tahminen 24 milyar dolar olacaktır. Yani yarıdan fazla düşecektir. Cari açık ise (ki; bu, ticaret açığına turizm, taşımacılık ve diğer hizmet gelir ve giderleri eklenip düşüldükten sonra bulunan döviz açığıdır) 2008’de 42 milyar dolardı. Bu yıl bu açık 13 milyar dolar civarında kalacaktır.  Yani cari açık % 70 küçülecektir.

Peki, madem cari açık üçte ikiden fazla düşecek, niçin yazının başlığı “cari açık düşmüyor” şeklindedir? Çünkü “ben güzele güzel demem, güzel benim olmayınca” misali, ben de milli gelirin düştüğü bir yılda, ortaya çıkan cari açık azalmasına “azalma” diyemem. İktisadi politika değişmezse, Türk ekonomisi gelecek yıldan itibaren büyümeye başlayınca, cari açık yeniden ve hızla artacaktır. Cari açık, ekonomimizin “yapısal” sorunudur. Konjönktürel (dönemsel) düzelme, düzelme değildir. 

Nasıl bazı iktisatçılar, cari açığın hastasıysa ve cari açık vermeden Türkiye büyüyemez diye fetva veriyorsa, ben de bu cari açık yüzünden hastayım. Onun için durmadan bu konunun üstüne gidiyorum. Onun için “yüksek faiz-düşük kur” cari açık yaratır, cari açık ise hastalıklı bir ekonomik yapının en şaşmaz göstergesidir dedim durdum. Nitekim Türkiye küresel krizden en kötü etkilenen ülkelerden biri oldu. 2009’da milli gelirimiz en az % 6 azalacak. Bu düşüş birçok ülkeden kötüdür. 

Geldik yine temel soruya. Türkiye’nin milli geliri nasıl artar? Daha doğrusu milli gelir artışı nasıl sürekli hale getirilebilir. Cevap: İhracata ağırlık veren bir iktisat politikasıyla olur. Şimdi derhal dünya pazarlarının daraldığı, ihracatın geçmiş yıllara nazaran daha da zorlaştığı bu kriz döneminde ihracat nasıl artar diye sorulacaktır. 

“The World Factbook” kayıtlarına göre, 2008 yılında dünya ülkelerinin ihracatı (Avrupa Birliği ülkelerinin birbirine yaptığı ihracat hariç) 16 trilyon dolardır. Bu listede Türkiye’nin ihracatı 142 milyar dolar olarak yer almış. Dünya Ticaret Örgütü’nün son tahminlerine göre 2009 yılında bu rakam % 10 azalarak, 14.4 trilyon dolara gerileyecektir. Daraldı denilen ihracat rakamı “14400” milyar dolardır. Türkiye’nin ihracatı ise sadece 110 milyar dolar. Yani, ihracatımızın 120 veya 130 milyar dolara çıkmaması için kriz bir sebep değildir. 14400 milyar dolarlık bir pazar, yeterince geniştir.

Son Söz: Yapan nasıl yapıyorsa, sen de öyle yap.

 

 

Yazının Devamını Oku

Tutmayın beni

5 Eylül 2009
AMERİKA’da iki yıllık işletme mastırımı tamamlayıp 1966 sonunda yurda döndüm.

Bu eğitimi, daha önce çalıştığım ve genç yaşımda bölüm müdürlüğüne kadar yükseldiğim Arçelik şirketinin verdiği bursla yapmıştım. Buna karşılık, şirketle aramda dört yıllık bir mecburi hizmet anlaşması vardı. Kefilim de babamdı. Ben Amerika’da iken şirketin başına Ali Mansur (Şef Cem Mansur’un babası) adında tanımadığım bir kişinin genel müdür olarak tayin edildiğini öğrenmiştim. Çalışma arkadaşlarım, beni Yeşilköy Havaalanı’nda şirketin arabasıyla karşılamışlardı. Moralim yüksekti. İki üç gün sonra havalı bir şekilde Sütlüce’deki fabrikaya, yani eski iş yerime gittim. Murahhas Aza Lütfü Doruk beni severdi. Koç Holding merkezinde de bilinen biriydim. Amerika’nın ünlü işletme okullarından Wharton’u bitirmiştim. Yaşım 29’du. Kendimi kısa sürede üst makamlara geçmeye hazır görüyordum.

* * *

Ben bu havalarda şirket içinde dolaşır, ona buna bulaşırken, Ali Bey beni bir gün odasına çağırdı. Ne yapmak istediğimi sordu? Ben zaten anlaşmam gereği Arçelik’e mecburi hizmet borcum olduğunu, aksi takdirde babamın tazminat ödemek zorunda kalacağını, beni yeterince yetkili kılacak bir postu, kendisinin bana teklif etmesi gerektiğini söyledim. Ali Bey önce, “Mecburi hizmet sözleşmesini ortadan kaldırdım, istemiyorsan burada çalışma; git kendine iş ara” dedi. Bozum olmuştum. Alıngan bir eda ile “Ben burada çalışmak istiyorum” dedim. Ali Bey kızgındı ve ayaklarımın yere basmasını istiyordu. Hafif tehditkâr bir tonda bana, İngilizce olarak şunu söyledi. “I will give you enough rope, to hang yourself”

* * *

Motamot tercümesi “Sana, kendini asmana yetecek uzunlukta ipi veririm (veya verebilirim)” olan bu ifade, yetkiye doymayan yöneticilerin kulağına küpe olması gereken bir en özlü öğüttür. Yarım asra yaklaşan yöneticilik ve yönetim danışmanlığı hayatımda yetkisinin dar olduğundan şikâyet etmeyen idareciye rastlamadım desem yanlış olmaz. Çoğu yöneticiler, yetkileri arttıkça, başarılarının da artacağını zanneder. Ama ben yetkisi sınırlı olduğu için başarısız olan yönetici hiç görmedim. Aksine yetkisi geniş adeta sınırsız olan “patron-yönetici” tiplerin feci hatalar yaptığına şahit oldum. Çünkü onların çevrelerinde onları frenleyebilecek, yapmak istediklerinin yanlış olabileceğini söyleyecek, alternatif yollar önerebilecek kimseler yoktu. Aşırı yetki, insanı fütursuzlaştırır. Adamın başını belaya sokar. 

* * *

Yöneticilik, “astlarını kullanarak iş başarma sanatı” şeklinde tanımlanır. Bana göre gerçekten başarılı olan yöneticiler, daha çok “üstlerini” kullanabilenlerdir.

Son Söz: Yetkini genişletmeyi bırak, yetkinliğini geliştir.

Yazının Devamını Oku

Kişinin kendine borcu olmaz

2 Eylül 2009
GİDİŞAT, bütçenin bu yıl 60-70 milyar lira açık vereceğini gösteriyor. Bu da milli gelirin yaklaşık yüzde 6’sına tekabül eder. Kuşku yok ki, bu yüksek orandır.

Ortada küresel kriz falan yokken, Avrupa Birliği yönetimi, üyelerinden bütçe açıklarını, milli gelirlerinin yüzde 3’den düşük tutmasını istemişti. Gelgelelim ortada bir kriz var. Nitekim AB ülkelerinin, Amerika’nın, kısaca Norveç hariç Dünya’nın hemen, hemen tüm ülkeleri, 2009 yılında Türkiye’den daha yüksek oranda bütçe açığı verecektir. Fazlaca kafa yormadan “el ile gelen, düğün bayram” deyip, biz de bütçe açığını fazla dert etmemeliyiz sonucuna varılabilir. Ben bu yazıda, “bütçe açığını dert etme, dış borcu dert et” tezini anlatacağım.  

* * *

Son yıllarda “faiz dışı fazla” diye anlaşılmaz bir ifadeyi irdeleyip durduk. Bunun doğrusu, “faiz düşülmeden önce” bütçe fazlasıdır. İngilizceden kelime, kelime tercüme edilse buna “birincil denge” demek gerekir. Bizim bütçemiz son dönemde hep açık verdi ama “birincil denge” de fazlası vardı. Onun için, faiz dışı fazla deyip durduk. Bu fazla sayesinde kamunun borç stokunun milli gelire oranı düştü. Bu da Türk ekonomisinin sağlıklı hale geldiğinin bir nişanesi olarak sıkça tekrarlandı. 2009’da bütçemiz yine açık verecek, ama bu sefer faizler düşülmeden de açık verecek. Yani faiz dışı fazla, “faiz dışı açık” oldu. Dolayısıyla kamu borçlarının milli gelire oranı artacaktır. Açıklama bitti. Gelelim sohbete.

* * *

Bir ülke ekonomisinin en önemli aktörü devlettir/kamudur. Devlet kelimesinin geniş tanımı içine, sadece merkezi idare değil, yerel yönetimler (il özel idareleri ve belediyeler) ile Kamu İktisadi Kuruluşları da girer. Belediye tanımının içinde Belediye İktisadi Kuruluşları da dâhildir. “Kamu Borcu” denice tüm bunları düşünmek gerekir. İş burada da bitmez. Tasarruf Mevduatı Sigortası ile yazılı veya sözlü Hazine Garantileri dolayısıyla devletin “hesaplara dâhil edilmeyen” borçları vardır. Bunlar şartlar oluşunca görünür hale gelir. Ancak devletin, fiziki ve finansal varlıkları da vardır. Kamunun net borcu, bunların farkına eşittir. Mesela özelleştirmeler yoluyla kamu varlıkları satılınca, kamunun brüt borcu azalır. Ama net borcu değişmez. Çünkü aynı işlemle varlıklar da azalmıştır. Geçen 7 yılda azalan kamu borcu hikâyesinin gerisinde bu da vardır. Kamu borcunun milli gelire oranından daha önemlisi, kamunun ödediği “reel faizin” (cari fiyatla) bütçeye ve milli gelire oranıdır. Reel faizlerin düştüğü bu yıl, borç stoku artıyor diye üzüleceğimize, kamunun reel faiz yükü düşüyor diye sevinmeliyiz. Esas kötü olan şey, bütçe açığının dış borçla kapatılmasıdır. Çünkü açık, dış borçla kapatılırsa, halkın yükümlülüğü artar. İç borçla kapatılırsa, yükümlülük artmaz. Çünkü devlet, kamu; kamu da halktır.  

Son Söz: Anlamadığın duaya, ne âmin de ne de ağla.     

Yazının Devamını Oku