Bu bekleniyordu. Ancak işin beklenmeyen tarafı, bu ilişkileri dondurma kararının IMF tarafından alınması oldu. Bizimkilere kalsa, bir süre daha “piyasalara” papatya falı açmaya devam ederlerdi.
* * *
1. IMF ile “ayağım kayarsa beni tut” (stand-by) veya “kredi kolaylığı” düzenlemesi yapmamak, taktik değil stratejik bir karar olmalıdır. Yani, bir süre sonra bir parasal sıkışma olunca IMF’ye gidip “ben ettim, sen etme; n’olur bana yardım et” denemez. Denirse tuhaf, hatta ayıp olur.
2. Küresel kriz patlamasaydı, devleşen cari işlem açıkları yüzünden ekonomimiz, muhtemelen 2009 içinde kendi krizine girecekti. Zaten bunun ilk sinyalleri alınmıştı.
Gazeteler bu bilgiyi “çift haneli enflasyona dönüş” başlığıyla haberleştirdi. Haberlerin ayrıntısında, zerzevatın ve bilhassa yeşil biber fiyatının çok artması yüzünden enflasyon bu kadar yüksek çıktı deniyordu. Çünkü Merkez Bankası’nın önceki tahminine göre, enflasyonun bu düzeye çıkmaması gerekiyordu. Ama yine de enflasyonun, yılsonundan önce yüzde 7’ler dolayına ineceği söyleniyor. Üç yılda içinde de yüzde 5’lere inecekmiş.
* * *
Bir zamanlar iktisat yorumcularının iki yazılarından biri, enflasyon üzerineydi. Bu, yabancı ülkelerde de böyleydi. Ben de kendime ekonomi değil, enflasyon öğrencisi diye bir isim takmıştım. 1980’den sonra iktisadi düşünce ortamında egemenlik kuran paracı iktisatçılara göre “enflasyon, daima bir parasal olaydır”. Bu, merkez bankaları işi sıkı tutarlarsa enflasyon filan olmaz demektir. İşi sıkı tutmaktan kasıt da faizleri arttırmak, para miktarını kısmaktır. Bu yüzden bu ekole mensup iktisatçılar artan enflasyonu görünce, merkez bankasına “hadi, ne duruyorsun arttır şu faizleri” diye mesaj yolluyorlar. Merkez Bankası da “bu enflasyon başka enflasyon, faizi arttırınca düşecek cinsten değil” diyor.
* * *
İktisat uleması buna bir de sözde bilimsel açıklama getirir. “Efendim, milletimizin tasarruf oranı düşüktür. Tasarruf açığını kapamak için ‘tasarruf’ ithal edilmelidir. Yani, dış borç alınmalıdır” der. Bu önerme sadece iktisaden yanlış değil, aynı zamanda siyaseten de zararlıdır. Dışarıdan para gelmezse hızlı büyüyemez hatta aç kalırız diye şartlanmış bir zihniyet, ülkemizin, büyük devletlerin veya parası olan şeyhlerin, mesela petrol zengini Arapların bâziçesi haline gelmesinde hiç beis görmez. Üstelik ülke, hem onun bunun oyuncağı olur, hem de hızlı kalkınamaz. Ben bu tezi anlatıp duruyorum. Yazdıklarımı anlamak istemeyenler “ne yani, içimize mi kapanalım ?” diye sözde beni köşeye sıkıştırıyorlar.
* * *
Hayır! İçimize kapanmayalım. Tam aksine iyice dışa açılalım. Yani yelken basıp, uzak denizlere sefer yapalım. İhracatımızı, ithalatımızın üstüne çıkartalım. Japonya, Tayvan, Kore ve Çin bunu nasıl başardıysa biz de öyle yapalım. Dışarıdan borç alacaksak, bu yapısal dönüşümü gerçekleştirmek ve sürdürmek için alalım. İç tüketimi şişirmek için değil. Daha az ithalat yapmayalım, daha fazla ihracat yapalım. Kısaca ithalattan fazla ihracat yapalım. Dengeyi küçülmede değil, büyümede tesis edelim. İşte bu sonuca yarayan dış borçlanmaya ben “akıllı” diyorum. Biraz daha ayrıntıya girelim.
* * *
Kendisi işine trenle gider-gelirmiş. Trenler de sürekli rötar yaparmış. Bir gün dayanamayıp, “eğer trenler tarifeye uyamıyorsa, tarifeler trenlere uydurulsun” diye harika bir yazı kaleme almıştı.
* * *
Son zamanlarda Atatürk Havalimanı’ndan kalkan uçakların mutlaka gecikerek hareket ettiğini, inmek isteyenlerin de havada dolap beygiri gibi döndürülüp pistin boşalması için bekletildiğini duyuyordum. Bu olayı aynen ben de yaşadım. Aralarında benim de bulunduğum Kayseri yolcuları tam zamanında uçağa alındık. Yurt dışına veya yurt içine sefer yapacak koca, koca uçaklar, kalkış için sıraya girmişti. Kaptan kalkış kuyruğunda bilmem kaçıncı sırada olduğumuzu söyledi. Netice yaklaşık elli dakika rötarla havalandık. Dönüşte de Kayseri’de uçağa yine zamanında alındık. Kaptan İstanbul semalarında hava trafiği yoğun olduğundan geç kalkacağım dedi ve öyle yaptı. İstanbul’a geldiğimizde yine de inemedi. 15 dakika havada turlayıp durdu.
* * *
Benim önerilerim bu inanca sahip iktisatçılar tarafından kabul edilmiyor. Bu beni hiç üzmüyor. Ancak iktisadi önerilerimi doğru bulanların bir kısmı, maalesef benim “biz fakirliğe razıyız, yeter ki namerde muhtaç olmayalım yani dış borcumuz olmasın” dediğimi sanıyor. İşte bu beni çok üzüyor. Ben, tam tersine dışarıdan borçlanmaya dayalı bir ekonomi politikası yüzünden Türk ekonomisinin yeterince hızlı büyümediğini ve halkın refahının artabileceği kadar artamadığını söylüyorum. Aklım erdiğince, hızlı zenginleşmenin yollarını anlatıyorum.
* * *
Bugün, giderek güncelleşen, evrensel bir iktisat meselesine gireceğim. Bu sebeple “akıllı dış borçlanma” ve “AKP ve faiz” konularını ileri de işlemek üzere sıraya koydum. Amerika’da varlık fiyatları balonunun patlaması sonunda meydana gelen küresel krizden çıkmak için uygulanan “gevşek para ve gevşek maliye” önlemleri bir deflasyona sebep vermeden geri çekilebilir mi? Birlikte irdeleyelim.
1. Amerikanın merkez bankası olan FED’in iki amacı vardır. Birincisi “fiyat istikrarını” diğeri ise “sürdürülebilir en yüksek büyümeyi” sağlamaktır. Esasen, aksi söylense bile her merkez bankası bu iki amacı birlikte gözetir. Yoksa “bağımsızlıkları” tehlikeye düşer. Çünkü siyasi hükümetler, düşen büyüme hızı ve artan işsizlik oranı karşısında eli kolu bağlı duramazlar.
O yazının son sözü “İç Borçtan Korkan Dış Borca Girer” idi. Bugünkü başlık, işte o son sözün anlamını tamamlıyor. Kısaca, dış borç, iç borçtan daha tehlikelidir.
* * *
Benim ısrarla vurguladığım bir husus var. Eğer bir ülkede döviz fiyatları yanlış yerde teşekkül etmişse, o ülkede “fiyat istikrarı” dâhil, hiçbir iktisadi denge sürdürülemez. Döviz fiyatının doğru yerde olup olmadığının göstergesi ise “cari işlem” hesabının denkliğidir. Sermaye hareketlerinin serbest olduğu bir ortamda, “dış borç-iç borç” ayırımı yapmak zordur. Özel sektör borçlanmalarının veya Hazine bonolarının TL’li veya dövizli olması da iç borç, dış borç ayırımını göstermez. Son tahlilde “dış borç, cari işlem açığı” demektir. Cari işlem açığının doğrudan yatırımlarla veya sıcak parayla finanse edilmesi o kadar önemli değildir. Cari açık varsa, dış borç artıyor demektir. Eğer cari işlemler hesabı, önemli bir oranda, mesela milli gelirin yüzde 2’si dolayında sürekli açık veriyorsa, o ülke krize gebedir. Sürekli cari işlem fazlası vermek de çarpıklıktır. Bunun da istemeyen sonuçları vardır. Ama fazla, açık vermek kadar tehlikeli değildir. Şurası bilinmelidir ki; açık veya fazla, kader değil, tercihtir.
* * *
Osmanlı, uzun süre zapt ettiği ülkelerden aldığı vergilerle bütçesini dengeledi. Savaş kaybetmeye başlayınca bu gelir kaynağı kurudu. Dara düşen Osmanlı’ya emperyalist devletler yüksek faizle borç verdiler. Osmanlı, bütçe ve cari işlem açıklarını dış borçla kapadı. Ayrıca demiryolları, elektrik, havagazı üretimi kent içi tramvay gibi altyapı yatırımlarını da “imtiyaz” yani “yap işlet” modeliyle yabancılara inşa ettirdi. Ancak günün sonunda “borçkolik” olup, dış borç almadan yaşayamaz hale düştü. Vergisini bile toplayamadı. Yabancı elçiler sadrazamları azarladılar. Ülkede isyanlar çıkarıldı. Adı “Avrupa’nın Hasta Adamı”na çıktı.
* * *
Boğazı Köprüsü, İstanbul’a Üçüncü Köprü, İzmit Körfez Geçişi, nükleer santral ve daha birçok dev yatırım için AKP’nin tasarladığı finansman modeli, Osmanlı’nın uyguladığı “imtiyaz” ve “iltizam” yöntemleridir. Rahmetli Özal da bu yöntemlere bayılırdı. Bu sayede halkın cebinden bir kuruş çıkmadan kalkınmanın olacağına inanırdı. “Köprüyü Satarım” yani köprü geçiş bedellerini peşin paraya kırdırırım diye kükremesi bu sebepledir. Demirel büyüğümüz de buna “borç yiğidin kamçısıdır” derdi. Sonunda millet dayak arsızı oldu. Kamçı yemeden rahat edemez hale geldi. Bundan sonraki yazılarda “akıllı dış borçlanma nedir” ile “faiz ve AKP” konularını ele alacağım.
Bunun yerine AK Parti denmesini istiyor. Benim AKP ile bir alıp veremediğim yok. Üstelik AKP, adil ve dürüst seçimlerle iktidara gelmiş bir partidir. Ancak Adalet ve Kalkınma Partisi’ne kısa olarak AKP yerine AK Parti demek, bir propagandadır. Ben de buna alet olmak istemiyorum. İsterlerse partinin adını kendileri değiştirirler. O güne kadar ben kısaltma adı AKP diye yazmaya devam edeceğim.
* * *
AKP’nin belli bir ekonomi politikası yoktur. Zaten, ülkesini iktisaden “geri kalmışlıktan”, “ileri gitmişlik” düzeyine dönüştürmeye azmetmiş Çin ve komşuları hariç, çoğu ülkenin belirgin bir ekonomi politikası yoktur. Ülke ekonomileri küresel rüzgârlara göre yön değiştirmekte ve şekillenmektedir. Ama her ülkede ekonomiyi yönetenlerin bir iktisadi dünya görüşü mutlaka vardır. Bu görüş çerçevesi içinde, ülke ekonomilerini yönetenler karşı karşıya kalınan tehlikelerden kaçınmak veya fırsatları değerlendirmek için kendilerince kurnaz kararlar alır. Mesela AKP’nin, “Türkiye-IMF” ilişkileri hususunda belli bir politikası yoktur. Kısa bir süre önce IMF’nin parasına değil moral desteğine ihtiyacımız var deniyordu. Şimdi “IMF ucuz para verirse alırız, bize itibar sağlamasına ihtiyacımız yok” deniyor. Politikası olmamayı bundan iyi anlatan canlı bir örnek olamaz. Türkiye’nin IMF’yi “ucuz para” kaynağı olarak görmesi, herhalde en çok IMF iktisatçılarını rahatsız edecektir. Çünkü onlar, sağladıkları danışmanlık ve uyguladıkları denetimle, bir ülkeye sadece para satmaktan çok daha fazlasını verdiklerine kanidirler.
* * *