11 Mayıs 2002
<B>1959 </B>yılının yazında, Hollandalı hocalarımızın girişimleri sayesinde, ODTÜ öğrencileri olarak Hollanda'ya gitmiştik. Pek çok resmi kuruluş, bizi kabul etti ve Hollanda'daki kurumların işleyişi hakkında bilgiler verdi. Bunlardan biri de Roterdam Belediyesi İmar Müdürlüğü idi. Tek gözünü harpte kaybetmiş uzun boylu bir zat Roterdam'ın imarı hakkında bize şunları söylemişti. Liman olduğu için, İkinci Dünya Savaşı sırasında en çok hasar gören Hollanda şehri Roterdam'mış. Roterdam, eskiden dar sokakların iki yanına inşa edilmiş dar cepheli evlerden kuruluymuş. Harpte pek çok mahalle topyekûn yıkılınca, şehrin yeni imar planını hazırlarken, eski düzenden vazgeçip, bu bölgelere ‘‘az sayıda yüksek bina’’ inşa etme kararı almışlar. Bataklık bir zemini olan Roterdam'da, daha önceleri yüksek bina da yapılamıyormuş. Ancak sonraları, yüksek binaları ‘‘yüzer temel’’ (floating foundation) üzerine oturtma tekniğini geliştirmişler. Bu suretle, meselenin bu yönü de çözülmüş. Pek tabii yüksek binalar, eski küçük evlere göre çok büyük taban alana sahip olmak mecburiyetinde. Yüksek bina inşa etmekten üç amaç gütmüşler. 1. Eski müstakil ev sahiplerine, daha önce sahip oldukları konut büyüklüğünde yeni bir konut vermek. 2. Yüksek yeni bina inşaatını finanse etmik için, müteahhidin serbestçe satabileceği ilave konutlar ve dükkánlar meydana getirmek. 3. Yolları genişletmek, otoparklar ve yeşil alanlar aratmak.
* * *
Ben bunları dinleyince hemen aklıma bizim ülkeye mahsus hınzır bir soru geldi. Peki dedim, bu yeni binaları, otoparkları, yeşil alanları ve genişleyen yolları kimlerin arsası üzerine inşa ettiniz? Bu kişiler ‘‘Arkadaş, ben arsamı vermem, belediye bana müstakil imar durumu versin, vermiyorsa bırakın benim için manevi değeri yüksek olan evimi tamir edip içinde oturayım, beni mağdur etmeyin’’ diye diretmedi mi? Halkın sesini gürleştiren gazeteciler ve muhalif politikacılar, ‘‘Bu yapılanlar haksızlıktır, adamın köşebaşı evini alıp, yerine sekizinci katta bir daire vermek vicdana sığar mı?’’ diye yaygara koparmadılar mı? diye sordum. Beklentim, ‘‘Biz bu işler için bir kanun çıkardık, vatandaşı bu yeni düzene uymaya mecbur ettik’’ cevabını almak. Çünkü, böylesi projelerin başka türlü hayata geçirilebileceğini benim aklım havsalam almıyor. Tek gözlü müdür, ‘‘Hayır hiçbir zorlayıcı kanun çıkartmadık; biz, insanları bu yeni imar düzeninin kendilerine ve topluma daha yararlı olduğuna ikna ettik, zaten eski evleri sobalı ve konforsuzdu; onlara kaloriferli ve konforlu daireler verdik’’ dedi.
* * *
Bu hikáyeyi anlatmama sebep, ‘‘Deprem zararları nasıl azaltılır?’’ konusunda İTÜ önderliğinde bu hafta İstanbul'da toplanan bir kongre. Radyoda kongre hakkında bilgi veren profesör, gecekondu (veya gündüzkondu) bölgelerinde, depreme dayanıksız olarak inşa edilmiş az katlı binaları yıkıp, yerlerine depreme dayanıklı çok katlı blok apartmanlar yapılmasıyla, çok hayatın kurtulabileceğini söyledi. Ayrıca, Roterdam Belediyesi imar müdürünün 43 yıl önce verdiği izahatın aynını verdi. Tecrübesi artmış ben, bunu Türkiye'de yapmaya artık kanun bile yetmez diye söylendim.
SON SÖZ: İstismar edilen mülkiyet hakkı, korunmaya layık değildir.
Yazının Devamını Oku 8 Mayıs 2002
<B>BANKALARIN,</B> 2001 bilançolarının açıklanması, denetleme sonuçları belirleninceye kadar ertelenmişti. Denetimler yakında bitmiş olacağından bunlar, haziran ayında açıklanacak. Halen yapılmakta olan denetimlerin özel amacı, bankaların ‘‘sermaye yeterliliği’’ni saptamak. Bulunacak SYR (Sermaye Yeterlilik Rasyosu)'lere göre bankalara, sahipleri ve/veya kamu tarafından özkaynak takviyesi yapılacak. Bankaların sermaye yapılarının güçlendirilmesi ‘‘Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı’’nın çok önemli bir ayağıdır. Güçsüz bankalarla güçlü ekonomi kurulamayacağından, bankacılık sektörünün yeniden yapılandırılması, ekonominin bir daha krize sürüklenmemesi için elzemdir.
BDDK (Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu) bu yılki denetim ilkelerini dört başlık altında topluyor:
1. Enflasyon muhasebesi.
2. Konsolide bazda denetim.
3. Muhtemel gelişmelerin (ortaya çıkabilecek zararların) mali tablolar üzerindeki etkilerinin ortaya konması.
4. Değerleme ile ilgili özellikli durumlar.
Banka sektörünün adam edilmesi, özellikle kimler banka sahibi ‘‘olamaz’’ babında söylenecek çok şey var. Bunlara, bu sütunda sıkça değiniyorum. Devam da edeceğim. Bugünkü yazımda bilhassa vurgulamak istediğim husus, bankaların bilanço ve gelir tablolarının hazırlanmasında uyulması gereken ve yukarıda yer alan dört ilkenin muhtemel sonuçlarının açacağı kafa karışıklığıdır. En büyük yarı-özel bankamızın genel müdürünün, geçen hafta ‘‘Enflasyon muhasebesine göre, bankaların kárları hesap edilince, çoğunun zarar ettiği ortaya çıkacak. Bu da halkın, bankalara güveninin sarsılmasına sebep olabilir’’ şeklindeki beyanatı bunun ilk örneği oldu.
Bir defa şunu söyleyeyim ki, enflasyon muhasebesi uygulamak ‘‘keyfi’’ veya ‘‘takdiri’’ bir işlem değildir. Muhasebe bir ‘‘ölçme’’ disiplinidir. Enflasyonist bir ortamda, enflasyon düzeltmesi yapmadan ‘‘kár’’ doğru bir şekilde ölçülemez. Uluslararası Muhasebe Standartları (IAS) enflasyonist ortamlarda çalışan şirketlerin hesapları hakkında, Yeminli Kamu Denetçileri'nin görüş bildirmesini düzenlemiştir. Eskiden, yeminli denetçiler, ‘‘with qualification’’ (kayd-i ihtizariyle), enflasyon düzeltmesi yapılmamış hesaplar hakkında da mütalaa verebilirlerdi. Şimdi bu mümkün değildir. Enflasyon düzeltmesi yapılmış olması, Bilanço ve Gelir Tablosu'nun, şirketin yani bankanın durumunu ‘‘adil ve gerçekçi’’ bir şekilde yansıttığını göstermez. Yukarıda yer alan dört ilkenin dördüne de riayet edilmesi gerekir. Ama yapılmamış olması, hesapların güvenilmez olduğunu tek başına ispata yeter. Meselenin özü, bilime inanmak veya inanmamaya kadar gider. Yanlış muhasebe raporlarına dayanarak, doğru ekonomik kararlar alınması mümkün değildir. Önemli olan, halkın telaşlanması değil herkesin hakikati öğrenmesidir. Doğru olan da bu amaca ulaşmaktır.
SON SÖZ: En kötü hakikat, yalandan iyidir.
Yazının Devamını Oku 4 Mayıs 2002
<B>YILLAR</B> önce <B>Memduh Yaşa </B>Hoca bana, iktisat <B>‘‘kast’’</B>tan gelir; yani iktisat, maksada uygun davranmaktır dedi. O ana kadar ben, kendimce Arapça çözümleme yapmış ve iktisadın kökü, <B>‘‘kesat’’</B>tır diye konuşup duruyordum. Pek tabii, iktisadi düşüncenin, kısıtlı kaynakların kısıtsız ihtiyaçlar (veya talepler) arasında dağıtımı meselesi vardır. Ama iktisadi davranışı, maksada uygun eylemlerde bulunmak şeklinde anlamak daha önemlidir. Modern insan, ‘‘homo ekonomikus’’tur, yani ‘‘iktisadi insan’’dır demek, esas olarak insanlar maksatlarına uygun davranırlar demektir. Acaba?
* * *
Baharla birlikte, trafik kazaları artacak. Özellikle yaşı 25'in altında olan sürücülerden çoğu, ‘‘akıllı-kanlı’’ değil, ‘‘deli-kanlı’’ olduklarından, türlü çılgınlıklar yapıp hem ölecek hem de başta sevgilileri ve kankaları olmak üzere çok kişiyi öldürecek. Peki, güçlü yaşama refleksine sahip bir insan, niçin kendini ve masum birçok kişiyi ölüm tehlikesine maruz bırakır, maksadı ne?
Paralı yollarda ve özellikle Boğaziçi köprülerinde geçişleri hızlandırmak, yakıt ve emek tasarrufu sağlamak üzere, dünyanın parasını sarf edip OGS (otomatik geçiş sistemi) kuran Karayolları, bu sistemin yaygınlaşması ve yatırım veriminin artması için, kredi kartı veren her bankayı OGS aleti satar ve kredi kartı üzerinden bedel tahsil eder hale getirmek yerine, niçin araç sahiplerini Ziraat Bankası'nın yarattığı işkenceye tabi tutuyor, maksadı ne?
Vergi toplayamamaktan şikáyet eden Maliye, ciddi hiçbir ülkede bulunmayan bir şekilde, havalimanlarının giriş hollerinde vergisiz mal satan mağaza işletilmesine niçin izin veriyor, maksadı ne? Bu da yetmiyormuş gibi, ‘‘Doğubank’’ denilen ve Türkiye'nin her yerinde faaliyet gösteren dükkánlarda, yüz binlerce ithal cihazın vergisiz satılmasına niçin göz yumuyor, maksadı ne?
* * *
‘‘Fiş verme, tenzilat yap’’ diye her dükkáncıyla pazarlık eden sade vatandaş, TV kamerasının karşısına geçince niçin ‘‘vergi kaçakçılarına bir güzel kötek atmak lazım’’ diye tavsiyede bulunuyor? Canı dayak mı istiyor, maksadı ne?
Hakim hissedarı olduğu bankaya 400 milyon dolar borç takan medya patronu, ben gazeteciyim, bankacılıktan anlamam diye beyanat verince, karşısındaki gazeteci, ‘‘Sayın patron, gazeteniz bankaya borçlu, bankanız gazetenize değil; anladığınızı iddia ettiğiniz gazete işinde para batırmışsınız, bankanız onun için zora düşmüş’’ diye sıkıştırma yapmayı niçin akıl etmiyor, maksadı ne?
SON SÖZ: Ne maksat birdir, ne de rivayet.
Yazının Devamını Oku 1 Mayıs 2002
<B>GEÇEN </B>haftanın en çarpıcı ekonomik haberi, Merkez Bankası'nın 2001 yılında müthiş kár patlaması yapmasıydı. Deniz Gökçe, köşesinde ‘‘para basma yetkisi’’ olan bir kurumun yani, herhangi bir merkez bankasının ettiği kárın, piyasa ekonomisinde sözü edilen kár olmadığını yeterince anlattı. İzninizle ben konuyu bir başka açıdan ele almak istiyorum.
Türk ekonomisi krizde ve Türk bankaları kriz cehenneminin en derin çukurundayken ülkenin Merkez Bankası, tek başına 5.4 milyar dolar yani milli gelirin yüzde 3'ü kadar kár etmiş. Sevinelim mi, üzülelim mi? Kriz çıkmayan senelerde çok fazla kár (?) edemeyen Merkez Bankası, kriz çıkınca inanılmaz boyutlarda kár etmiş. İşin ilginç yanı ‘‘mevzuata göre’’ bu kárdan da Merkez Bankası yöneticilerine pay verilecek olması. Bu arada hatırlatmama gerek var mı bilmiyorum. 2001 yılında iki ay süreyle başkanlık yapan Gazi Erçel'e de, katkılarından dolayı, kıstelyevm hesabıyla da olsa, kárdan pay vermeyi ihmal etmek haksızlık olur yani.
İş hayatında ‘‘kazan, kazandır’’ diye bir ilke vardır. Şirket yöneticilerine, kárdan pay verilmesinin gerekçesi budur. Çünkü bu suretle patronla (hissedarlarla), yöneticilerin çıkarları aynı ortak hedefte buluşur. Merkez Bankası olayında ise tam tersi olmakta. Ülke, yani patron en büyük ziyanı ediyor, buna karşılık Merkez Bankası yöneticileri en yüksek kazancı elde ediyor. Bu durumda ben, Merkez Bankası'nın kárdan pay alan yöneticisi olsam, devamlı kriz çıkartırım. Aklıma gelmişken sorayım, bir bilen açıklasın. Acaba dünyanın herhangi bir ülkesinde merkez bankası yöneticileri, mesela Amerika'da A. Greenspan, FED'in yani Amerikan merkez bankasının kárından pay alıyor mu?
* * *
Hazır kár konusu açılmışken, biraz da 2001 yılının ilk üç ayında patlayan özel sektör kárlarına tekrar değinmek istiyorum. Üç hafta önce ‘‘İşten değil, borçtan kar etmek’’ diye bir yazı yazdım. Döviz kurlarının düşmesi sonucunda, bu yılın ilk üç ayı sonunda, döviz cinsinden borcu olan şirketlerin ‘‘hayali’’ kár patlaması yaşayacağını söyledim. Şirketin döviz borcu ne kadar yüksekse, kárının o kadar çok olacağına işaret ettim. Üç aylık sonuçları irdeleyecek ekonomi gazetecilerini, hataya düşmemeleri konusunda ikaz ettim. Ekonomi gazetecilerinin en az okuduğu ekonomi yazarı olduğumu tahmin ediyordum; doğruymuş. Kendim yazmış, kendim okumuşum. Hafta sonunda bir de baktım gazetelerin ekonomi sayfaları ‘‘patlayan kárlar’’ haberleriyle dolu. Bu patlayan kárların bir kısmı, ‘‘opereratif’’ kár olabilir. Ama çoğunun, döviz borçlusu şirketlerin ‘‘spekülatif’’ yani bilanço pozisyon kárları olduğu kuşkusuz. Ama bu konuda tek bir satır açıklama yok. Zannedersiniz, işler açılmış, fabrikalar şakır şakır çalışıp kárlı satışlar yapıyor. İnşallah o günler de gelecek...
Kár kavramı, herhangi bir kavram gibi, incelenmeye ve irdelenmeye başlanınca ‘‘şişede durduğu gibi durmuyor’’. Bu sütunda, kárın anlam ve önemini anlatmaya devam edeceğim. Bugün, çok temel bir hususa vurgulamakla yetineceğim.
Son Söz: Milli geliri artırmayan kár, ranttır.
Yazının Devamını Oku 27 Nisan 2002
<B>İKİ</B> hafta önce dört yabancı iş arkadaşımızla birlikte Ürgüp-Göreme havalisinde iki gün geçirdik. Yabancı dediğim kişilerin ikisi, Türk şirketlerinin de hisse senetlerini portföylerinde bulunduran uluslararası fonların yatırım uzmanları. Diğer ikisi ise Rusya dahil tüm Avrupa'da, içecek sektöründe üst düzey yöneticilik tecrübesi olan, şimdi de Efes Bira'nın yurtdışı yatırım şirketinin yönetim kurulu üyeliği görevinde bulunan kimseler. Türkiye'ye bundan önce de gelmişlikleri var. Ancak, Ürgüp-Göreme yöresini ilk defa ziyaret ettiler. Bira dahil meşrubat sektörünün dünya trendlerini ve Avrupa'da yatırım fırsatlarını değerlendiren bir toplantı ile enformal görüşmeler yaptık. Zamanımızın çoğunu da çevreyi gezerek geçirdik. Hatta, hep birlikte balona binip, peri bacalarını ve derin vadileri tepeden seyrettik.
Ben Ürgüp-Göreme yöresine, tarihi adıyla Kapadokya'ya, ilki 25 yıl önce olmak üzere birkaç kez gitmiştim. Bu sefer, rehberimiz İrfan Bey sayesinde çevreyi daha bilinçli gezme fırsatını buldum. Ancak esas dikkatimi, hepsi yüksek seviyeli profesyoneller olan yabancı iş arkadaşlarımızın yöreyi, ekonomik ve sosyal veçhesiyle nasıl değerlendirdiklerine yoğunlaştırdım. Bir süre sonra, kendimi onlarla özdeşleştirip sanki ben de yabancıymışım gibi, her şeye yeni bir pencereden bakmaya karar verdim. Birden farkına vardım ki, daha önce bana çok batan bir sürü terslik ve çirkinliği artık görmüyorum. Buna mukabil güzellikler daha fazla gözüme çarpıyor.
Öncelikli tespitim şu: Bölge, turizm sayesinde son derece zenginleşmiş. Sadece yapılan otel sayısı değil, otellerin ve lokantaların kalitesi de çok yükselmiş. Bu değişim yüzeysel diyebiliriz. Değil, yöre halkının oturduğu konutların kalitesi de, eskiye nazaran inanılmaz derecede gelişmiş. Planlı bir şekilde yeni yerleşkeler kurulmuş. Çok ciddi büyüklükte, hiç de azımsanmayacak sayıda müstakil bahçeli konaklar inşa edilmiş ve edilmekte. Bu husus yabancı konuklarımızın çok dikkatini çekti. Anadolu'nun ortasında bir yerde, milli gelir istatistiklerine göre az gelişmiş bir ülkenin, çok da gelişmemiş bir yöresinde ‘‘yüksek burjuva’’ yaşam biçimine benzer bir hayat tarzının işaretlerini görüyorsunuz. Yörenin kentsel alanlarında, hatta kırsal kesimde yollar doğru dürüst kaplandığı için, yağmurdan sonra su birikintileri ve çamur deryaları oluşmuyor. Pek tabii bunda, arazinin jeolojik yapısının da etkisi var. Otobüsten çevrenizi seyreder veya yaya olarak dolaşırken, üstü başı perişan, avurtları çökmüş tek bir insan görmüyorsunuz. Herkesin karnı tok, sırtı pek duruyor.
Açık hava müzesini, tesadüfen 50-60 kişilik bir ilköğrenim öğrenci grubuyla yan yana gezdik. Öğretmenlerinin nezaretinde müze gezen, daha doğrusu yerinde duramayan afacan çocukları gösterip, İrlandalı dostuma; ‘‘Michael, şu çocukların toplu halde bir resmini çeksen ve döndüğünde arkadaşlarına gösterip ‘Bunlar hangi milletten?' diye sorsan ne cevap alırsın’’ dedim. Cevaben, hiç kimse Türk çocukları demez, zengin ve medeni bir ülkenin çocukları der, dedi.
* * *
Bazen kendimize haksızlık ettiğimizi düşünüyorum. Daha doğrusu kötümser olmayı ve her şeyi sürekli eleştirmeyi ‘‘adam olma’’ ile özdeş tuttuğumuzdan, kendimizi yüceltmek pahasına, toplumumuzu acımasızca alçalttığımız kanısındayım. Nasıl bir zamanlar ‘‘Solcu olmak, adam olmaktır’’ diye bir zırva moda olduysa, şimdi de ‘‘Hiçbir şeyi beğenmemek, adam olmaktır’’ ilkesi, ruhumuzu esir aldı. Pek tabii bu tutum, sonunda kendimize olan özgüvenimizi aşındırıyor. Bu da bizi mutsuz ediyor.
SON SÖZ: Türk’ü Türk'e yermek de çözüm değildir.
Yazının Devamını Oku 24 Nisan 2002
<B>MERKEZ</B> bankalarının tek bir görevi vardır. O da çıkardığı para biriminin değerini korumaktır. Para biriminin değerini korumanın ölçüsü ise, ülke içinde enflasyonu en düşük seviyeye indirmek ve orada tutmaktır. Merkez bankalarının bunun dışında bir görev ve sorumluluğu yoktur. O kadar ki, belli bir merkez bankasının çıkardığı belli bir para biriminin, diğer merkez bankalarının çıkardıkları para birimlerine karşı değer kaybetmesine (veya kazanmasına) karşı önlem almak bile merkez bankalarının görev tanımı içine girmez. Euro, dolar karşısında ne olmuş veya sterlin yen karşısında değer mi kaybetmiş bunlarla meşgul olmak kesinlikle merkez bankalarının görevi değildir. Kurları merkez bankaları saptamaz. Kurlar, piyasalarda oluşur. Daha da önemlisi, işsizlikten veya büyümeden şikáyeti olanları dinlemek bile, merkez bankalarının görevi değildir. Bunlardan memnun olmayanlar, şikáyetlerini başka mercilere yapmalıdır. Çünkü, işsizliğe ve büyümeye çare üretmek, merkez bankalarının görevi değildir. Aksine, merkez bankaları bu meselelerin çözümüne katkıda bulunmak isterse, işte o zaman görevini ihmal etmiş olur.
Son zamanlarda sıkça duyduğumuz bir ‘‘görev tanımını’’ yukarıya aldım. Daha ziyade Alman Merkez Bankası'nın dünyaya yaydığı bu tanım, acaba doğru mu, ya da nereye kadar doğru? Bir merkez bankası, şartlar ne olursa olsun bu görev tanımına sonuna kadar bağlı kalmalı mıdır? Merkez bankasının programları veya daha genel deyişiyle para-vergi ve iktisat politikaları, Taner Berksoy'un dediği gibi, ‘‘steril’’ ortamlarda düşünüldüğü gibi uygulanma şansına sahip midir? Uygulanmaya çalışılırsa ne olur?
* * *
Sohbete devam etmeden önce, aklıma gelen bir fıkrayı anlatayım. Acil servisteki şef cerrah, ağır kaza geçirmiş bir hastayı muayene ediyor ve yardımcılarına yapacaklarını anlatıyormuş. Önce parçalanmış sağ bacağı incelemiş, durumu çok kötü, dizden altını kesip atmaktan başka çare yok demiş. Sonra ezilmiş sol kolu gözden geçirmiş, bunu da dirsekten kesin demiş. Sıra başa gelmiş, iyice muayene ettikten sonra başın durumu çok kötü, ama ümitsiz değil, sakın kesmeyin diye tembih etmiş.
* * *
Dönelim konumuza. Eğer bir merkez bankası, şartlar ne olursa olsun enflasyonu düşürmekten başka bir görev tanımını kabul etmem derse, yanlış yapmış olur. İşsizliğe veya büyümeye çare bulmak bakımından değil, bizatihi kendi görevini, yani ‘‘enflasyonla mücadeleyi’’ sürdürmek açısından yanlış yapmış olur. Çökmüş bir ekonominin, sağlam parası olmaz. Kısa bir süre için böyle bir şey mümkün olsa da, bu sürdürülemez. Büyüme başlayınca enflasyon olur, para biriminin değeri yine düşer.
Bu yazdıklarımdan çıkarılmasını istediğim sonuç şudur: Merkez bankasının esas sorumluluğu, para basıp enflasyona sebep olmamaktır. Doğru. Ama, kısa vadeli faizlerle oynayarak hem bütçenin faiz yükünü küçültmek, hem de ulusal para biriminin aşırı değerlenmesine engel olmak da ‘‘geniş tanımda’’ merkez bankasının görevidir. Unutmasın: Türk ekonomisinin kurtuluşu, reel faizlerin düşük, kurun yüksek olmasına bağlıdır.
SON SÖZ: Hastalığın en menfuru dahi, hasta ölünce sona erer.
Yazının Devamını Oku 20 Nisan 2002
<B>KONUYLA</B> fazla ilgilenmeyenler bile, <B>‘‘bankacılık sektörünün yeniden yapılandırılması’’</B> diye bir faaliyetin yürütüldüğünü biliyor. Yeniden yapılandırmanın iki bacağı var. Birinci bacağı, reel sektör firmalarının ödemekte zorlandıkları banka borçlarının ödenebilir bir plana bağlanmasıdır. Bu operasyonun piyasadaki adı ‘‘İstanbul Yaklaşımı’’dır. İkinci bacağı ise, bunu yapacak bankaların kendilerinin yeterli sermayeye sahip olmalarını temindir. Hatırlayacaksınız, bu işler için IMF ve Dünya Bankası'ndan yaklaşık 5 milyar dolar para gelecek denmişti. Cumhurbaşkanımız önce ‘‘Banka patronlarının cebine para konuyor’’ diye anladığı bu operasyona itiraz etmiş, çaresiz kalınca da ‘‘Gelecek paranın en az yüzde 60'ının reel sektör firmalarına verilmesinin şahsen ve bizzat takipçisi olacağım’’ demişti.
O günden bugüne yaşananların özeti şöyle: Yapılan ilk hesaplar, bankaların yeterli sermayesi olmadığını gösterdi. Bu durumda birçok anlı şanlı bankanın, bir bakıma devletin vesayeti altına girmesi gerekir sonucu çıktı. Çeşitli sebeplerle ve haklı olarak, devlet vesayeti altına girmek istemeyen bankalar, sermaye yeterliliği oranının hesaplanmasında ‘‘enflasyon muhasebesi’’ yöntemi kullanılmalıdır fikrini ortaya attılar. Bu yönteme göre yenilenen hesaplar, bilançosu en zayıf bankaların bile haddinden fazla sermayesi var gibi bir sonuç verdi. Çünkü geçmişte bazı sayın bankalarımız ‘‘batık kredileri’’ni, vitrin tanzim etmek için şişik değerler üzerinden ‘‘iştirak’’ haline dönüştürmüştü. İşte bu ‘‘batık krediler’’ bilançoda iştirak olarak durduğundan, enflasyon muhasebesine göre dönüştürülme tarihinden 31 Aralık 2001 tarihine kadar geçen devrede oluşan enflasyon kadar büyütüldü. ‘‘Tarihi değer’’ ile hesaplanan bu ‘‘düzeltilmiş değer’’ arasındaki fark da sermayeye eklendi. Böylece, bankaların çoğunun ‘‘sermaye ihtiyacı yoktur’’ sonucu çıktı.
Muhasebe, boyacı küpü değildir. İsteğe göre bilanço tanzim edilemez. Edilirse, sonunda ekonomiyi idare etmek mümkün olmaz. Amerika'da 80 milyar dolar değeri var denilen ENRON şirketinin müflis olduğunun ortaya çıkması, muhasebe dünyasını sarstı. En prestijli murakebe firması Arthur Andersen perişan oldu. Enflasyon muhasebesi yöntemlerini kullanmadan doğru bilanço tanzim edilemez. Ama enflasyon muhasebesi kullanmak, batık iştirakleri değerli göstermenin gerekçesi de olamaz. Kaldı ki; bizim bankalarımız bir bakıma ‘‘sanayi holdingi’’dir. Böyle durumlarda iştirakleri (bazı sakıncaları olsa da) banka ile konsolide etmek gerekebilir. Pek tabii, konsolidasyondan önce de bu iştiraklerin hesaplarının denetlenmesi gerekir. Bütün bunlar zaman alıcı işler. Bizim ise, ekonomiyi canlandırmak için bu işleri bir an önce bitirme mecburiyetimiz var. Yapılacak işleri, muhasebenin teknik tartışmalarına boğmadan şunu söylemem gerekir. Banka bilançolarından ‘‘Sermaye Yeterliliği Oranını’’ hesaplamak için hesapları revize eden uzmanın her şeyden önce ‘‘vicdanının sesini’’ dinlemesi gerekir. Aksi takdirde ‘‘adil ve gerçekçi’’ olamaz.
SON SÖZ: Muhasebede hesap, gerçeği anlattığı oranda doğrudur.
Yazının Devamını Oku 17 Nisan 2002
<B>BAŞLANGIÇTA ‘‘Londra’’</B> adıyla tedavüle çıkan bir <B>‘‘yaklaşım’’,</B> önce Ankara, sonra da İstanbul adını alarak kriz edebiyatına yerleşti. Bu yaklaşımın anlam ve önemi şu: Birçok sanayi şirketinin, çeşitli bankalara ödeyemeyecekleri kadar borcu var. Bir yanda, bu şirketler, borçların altında ezilmekte ve milli geliri artıracak katma değer yaratan faaliyette bulunamamaktalar. Diğer yandan da bankalar, tahsil edemedikleri bu kabil alacakları ‘‘değersiz’’ addedip, öz kaynaklarından indirmek zorunda olduklarından sermaye yetersizliğine düşmekteler. Gerçi sermaye yetersizliği meselesi ‘‘iştiraklerin ve yatırımların yeniden değerlemesi’’ sayesinde káğıt üzerinde çözülmüş gibi duruyor. Yine de yeterli ‘‘serbest sermaye’’si (free capital) olmayan bankaların, bankacılık yapması mümkün değildir. Bankaları bankacılık, sanayi şirketleri sanayicilik yapamayan bir ekonominin, devleti de sonunda devletlik yapamaz. Çünkü yeterli vergi toplayamaz. Dolayısıyla hem bankaların, hem reel sektörün, hem de devletin bu ‘‘donuk krediler’’ meselesini çözmesi şart. Hatta, krizden çıksın diye Türkiye'ye çok büyük para desteği sağlamış IMF ve Dünya Bankası'nın da meselesinin bir an önce çözülmesinde menfaati var. Yoksa verdikleri paralar, heba olacak.
* * *
Şimdi diyeceksiniz ki, madem bu sorunun çözümünden herkesin çıkarı var, neden bir türlü ‘‘çözüm’’ sağlanamıyor? Allah uzun ömür versin, geçenlerde hayat hikáyesinin filmini seyrettiğimiz, güzel akıllı alim Nash, tam bunu anlatıyor. Nash diyor ki: ‘‘Taraflar, birbirine güvenmiyor ve bu yüzden işbirliği yapmıyorsa, herkesin çıkarına olan hal tarzında buluşamazlar.’’ O zaman taraflar uzlaşmaz tavırlarıyla, herkesin aleyhine olan durumu elbirliğiyle yaratır. Nash'in deyimi ile ‘‘hepimiz kazanalım’’ (win-win) köşesine gidecek basireti gösteremeyenler, ‘‘hepimiz kaybedelim’’ (lose-lose) köşesine sürüklenir ve orada kalakalır.
* * *
Bu kabil kilitlenmeleri açmak için, kuvvetli bir liderliğe ve oyuna katılmayanların hesabını değiştirecek ‘‘cezai yaptırımlara’’ ve/veya oyuna katılanlara dağıtılacak ‘‘ekstra mükafata’’ ihtiyaç vardır. Bankaları ve sanayi şirketlerini, çözüm alanı içine çekemeyen ekonomi yönetimi, herhalde sonunda buna başvuracak. İşin ceza kısmı, (mesela bazı şirketlerin iflası ve bazı bankaların ruhsatlarının iptali ve sahiplerinin ek mali sorumluluk altına sokulması) devletten; mükafat yani parasal destek kısmı da Dünya Bankası'ndan gelecek.
SON SÖZ: Kazancı beğenmeyenler, ne kaybedeceğini bilmeyenlerdir.
Yazının Devamını Oku