Ebru Çapa

Biz ne yapıyorduk? (2)

13 Mayıs 2004
Dün okuyanlar hatırlayacaktır. Her zamanki gibi zihinsel dumura gebe, zavallı muharrire, Sevda Masalı’nın yeni versiyonu İkinci Bahar programının başına çöker. Ve gördükleri karşısında dehşete düşer. Programı izlememiş olanlar bile İkinci Bahar isminden yola çıkarak yeni Sevda Masalı versiyonunun ne mene bir şey olduğunu tahmin edebilmiştir değil mi?

İkinci Bahar... Yanisi: Bundan böyle izleyip izleyeceğimiz, Tülin ve Caner mevzuatının daha ‘olgun’ yaşlardaki seyri; tabiri caizse ahir dönemleri... 60-70 yaş ‘sıkleti...’

Daha doğrusu biz öyle sanıyorduk... Benim yaşını almış erkeklere karşı manyetik bir libidoya sahip olduğumu iddia eden ve programın bir sonraki turuna katılmamı öneren kankamla; ‘Hade leeen, sen aynadaki aksinle dalga geç’ şeklinde -araya burada yer veremeyeceğimiz birkaç ağır laf da sıkıştırdık elbet- küfürleştikten ve önümüzdeki balıkları mideye indirdikten sonra TV’nin başına çöktük.

Geyik cephesinde yeni bir şey yok: Bu turda da ‘Sevgi Ustaları’ şeklinde, en hafif tabiriyle kusturucu derecede gülünç bir klişenin peşine takılmış olan ve ‘tecrübe’ kelimesini dakikada 250 kez telaffuz edebilmeyi beceren Ebru Akel, yarışmacıları ‘olağanüstü fantastik’ eve buyur ediyor. Hanımlar ve beyler, şırımşık kıyafetleriyle ve pek afilli çalımlarla (!), teker teker içeriye giriyor.

Fakat yaş ‘averajı’ bir acayip: 70 küsur -tavan- ile 36 -taban- arasında seyrediyor!

Yine Ebru Akel’si bir jargonla ifade etmek gerekirse: Ay sen bizim moral bir bozul, bir bozul!!! Biz de mi İkinci Bahar demlerimize ulaştık yoksa ne?!? Yahu, bu nasıl bir şeydir?

36 yaşında bir kadının hayattan umudunu kesip, ‘İkinci Bahar’ını yaşamak, son umut bábında ‘münasip bir kısmet’ bulmak adına bir sürü emekliyle birlikte kameralarla dolu bir eve kapanması nasıl bir hadisedir? Ne mene bir gaflet, delalet, çaresizliktir???

Diyeceksiniz ki ilk BBG evine giren, oğlu yaşındaki çocukla (BBG Melih’i hatırlayanlar elini kaldırsın?) flört etti mi etmedi mi hesabına Ateş Hattı’na düşen ‘00Bilmemkaç’ Hülya’dan ne farkı var? Yok tabii...

Ya da yaşı kaç olursa olsun, o eve hayatının aşkını bulma umuduyla giren, kızlardan, oğlanlardan, kadınlardan, adamlardan??? Yok tabii...

Tek fark şu ki manzara gittikçe garabete sarıyor. Yani biz tüylerimiz diken diken; ‘Ulan, bizim anne-babamız Allah muhafaza şuurunu yitirir, bunar munar da buralara düşerse ne yaparız?’ diye düşünürken, karşımıza böyle bir manzara çıktı. (Üstelik yetmiyormuş gibi kadınların yüzde 80’i filan da İzmir’den, iyi mi!!!)

Bir de ne bileyim, insan o yaşlardaki insanlardan bir nebze bilgelik bekliyor, böylesi hokkabazlıklara tamah etmemelerini umuyor. Fakat yine diyeceksiniz ki, Kuşum Aydın’ın programında Caner ile Tülin için saçlarını başlarını yolan o cemaatin yaş ortalamasında bir fark mı var? Yok tabii...

Ne bileyim abi... Dön dolaş, mevzu hep aynı yere varıyor: Vallahi de billahi de, bir millet çıldırıyor. Bu aralar yurdum insanı zifafa ille ki kameralar şehadetinde girecek; aksi hükümsüzdür, sayılmıyor...

Güzel kardeşlerim; abilerim, ablalarım, teyzelerim, amcalarım, ninelerim, dedelerim; sokaklara, arkadaş tanışıklıklarına filan kıran mı girdi?

Hatırlar gibi misiniz: Başkaları bakmazken flört, sevgi, aşk, meşk, filan nasıl bir şeydi?

Asparagas

İlklerin adamı

Üzerinde kendi ismini taşıyan tişörtler giyme tribiyle ‘ekol’ yaratan ve beher bilete 57-62 milyon lira fiyat biçerek, 30 kişiye EVİNDE konser vermek suretiyle ‘dünyada bir ilke imza atan’ (!), bu konuda ‘En büyük ideallerimden biri buydu’ şeklinde beyanat veren Murat Evgin, bir sonraki projesiyle bu kez kainat çapında bir ilke imza atacağını iddia etti: ‘Bizim evin banyosunun küvetinde E.T.’ye konser vereceğim. Üstelik insanlığa hizmet olsun, uzaylılar, dünyalıların ne denli misafirperver ve bonkör olduğunu görsün diye, bu kez E.T.’den tek kuruş talep etmeyeceğim. Uzun süredir bu konuyla uğraşıyorum. Yalnız E.T.’ye ulaşmak çok zor. Bu konuda Steven Spielberg’ü arayıp duruyorum; bağlamıyorlar. Hatta; ‘Are you nuts or what?’ filan deyip telefonu habire yüzüme kapatıyorlar. Babam deli olduğumu ima ettiklerini söylüyor ama ben inanmak istemiyorum. Yine de bu durumun beni yıldırmasına izin vermeyeceğim. Sıkı durun, bir ilke daha imza atacağız arkadaşlar! Hiç merak etmeyin, sizi gelişmelerle ilgili haberdar edeceğim.’
Yazının Devamını Oku

Biz evleniyoruz, yok, sevda masalı şey ediyoruz, yok, ikinci baharımızı yaşıyoruz, yok; n’apıyoduk b

12 Mayıs 2004
Hastası olduğumuz Piyale Madra, pazartesi günkü Ademler ve Havvalar bantında, yaşanan histeriyi her zamanki gibi şahane özetliyordu... Şöyle ki adamın biri, kanepede yanında oturduğu kadını evliliğe ikna etmeye çalışmaktadır: ‘İnan bana, evlenirsek çok mutlu olacağız. Birbirimizi çok seviyoruz, çok iyi anlaşıyoruz, daha ne olsun?’ Bizim nazlı gelin adayı, son karede damat namzetini bir kontra soruyla yanıtlar: ‘İyi de... Bakalım bütün Türkiye bizi birbirimize yakıştırıyor mu?’

İçinden ‘sevgi’ kelimesi geçmeyen tek cümle kurulmayan, 24 saatlik güya ‘büyük ve seviyeli aşklar’ yaşanan, esasta sevgisizlikten fena hálde kırılan cinnet vatanımın olayı bu mudur, budur!..

Kanalın birinde boy gösterip, muhtemelen içi boş bir tenekeden farksız olan ‘aşk’ınızın Leyla ile Mecnun’unkinden bile büyük olduğunu, günün 18 saati TV karşısında pinekleyen Alibeyköylü Mutena Hanım ile Şirinevlerli Hayrullah Bey’e onaylatmadınız mı? Size nikah mikah düşmez, düşemez güzel kardeşim...

Geçtiğimiz Cumartesi, bin yıllık kankamın ve sevgilisinin paylaştıkları evde misafirdim. Üç kişi, önümüzde ızgara levrekler, geyiğin belini kırıyorduk. Elbet mutluydum...

O sırada biricik dostum; ‘Bu akşam mutlaka izlememiz gereken bir program var’ dedi.

Bir heves; ‘Neymiş o?’ diye sordum.

Benim haberim yokmuş ama benim programım başlıyormuş. En iyi dostum olarak hayatımı kurtaracak formülü keşfetmiş olmaktan dolayı çok mutluymuş. Sevda Masalı’nı yeni turu huzura geliyormuş ama bu kez ‘benimkiler’ yarışıyormuş! Bir dahaki tura katılmayı kesinlikle düşünmem gerekiyormuş ama format habire değiştiği için treni kaçırmış olmam kuvvetle muhtemelmiş! Zira herhalde bir sonraki turda, ilkokul flörtleri konu edilecekmiş...

E, artık bu noktada sabrım tükendi háliyle: ‘Ne diyorsun be!?!’

Mevzu sonradan açıklığa kavuştu: Canım cankuşum, benim ne mene bir yaratık olduğumu gayet iyi bildiği için eline geçen her fırsatta dalgasını geçmeyi huy edinmiştir:

Bendeniz genelde yaşça kendimden büyük adamları beğendiğim için yolda ak sakallı, nur yüzlü bir dede geçmeyegörsün; bizimkinin repliği bellidir: ‘Ebru bak, tam senin tipin!’

Belki izlemişsinizdir: Sırasıyla, ‘Ben Evleniyorum’, ‘Biz Evleniyoruz’, ‘Sevda Masalı’ şeklinde huzura gelen, ‘Hadi Birbirini Hiç Tanımayan İnsanlar Olarak Fitne Fücurla Gerdeğe Girmeye Çalışalım, Bu Arada Da Elálemin Bizi Zorla Başgöz Etmek Adına Yırtınmasından Nemalanalım, Gündem Sakızı Olalım’ programı, bu kez de ‘İkinci Bahar’ şeklinde vizyona girdi.

Not: Bu mevzu bizi ağır dumura uğrattı sayın kari. Ayrıca izin mizin almadan ev taşımaya çalışıyorum. Dolayısıyla genelde yapmamaya gayret ettiğim bir şey yapacağım, müsaadenle konuya yarın, kaldığı yerden devam edeceğim.

Asparagas

Drakulanın nedameti

Kont Drakula olarak da tanınan Kazıklı Voyvoda bir basın toplantısı düzenleyerek, kazığa oturttuğu insanların yanı sıra kanını emdiği tüm kadınlardan ve çocuklardan da özür dilediğini açıkladı. Bu girişim için uzun yıllar beklediğini, 20. yy’ın başlarında ne hikmetse ruhunu kösne bir utanç duygusunun bastığını ve bu tavrı kendisine hiç yakıştıramadığı hálde şatosuna kapandığını ifade eden Drakula, Rumsfeld ve Blair’den cesaret alarak bu açıklamayı yapmaya karar verdiğini söyledi: ‘Baktım ki mevzu özür dileyince kapanıyor; áleme döneyim dedim. Zaten perhiz perhiz, içim kurudu. Can çekiyor; bu da neresinden baksanız bir iştiha mevzuudur yani, kabarıveriyor... Baktım ki, elálem yapıyor; ‘Ben yaptım oldu’ oluveriyor, ben de mevzuatı şöyle bir temize çekip, piyasaya çıkmaya karar verdim. Nah-a’dır, işte, hepinizin huzurunda özrümü de diledim. Ortam çömezlere, amatörlere mi kalsın yani?.. Siz esas bundan sonra seyreyleyin vahşetin hakikatlisini.’
Yazının Devamını Oku

Teşekkür ederim

9 Mayıs 2004
‘Hayatın boyunca ne yaparsan yap, yeter ki benim yanımda yap. Ne olursa olsun, yalansız olsun,’ dediğin için...

Teşekkür ederim.

Evde alınan her kararda, oyumuz geçsin, geçmesin, Banu ile benim de fikrimize danıştığın için...

Teşekkür ederim.

‘Hırsız da olsan, uğursuz da olsan, katil de olsan, fahişe de olsan kapı gibi arkandayız. Ama tabii bunların hiçbiri olma, insan gibi insan ol’ dediğin için...

Teşekkür ederim.

‘Ne iş yaparsan yap, yeter ki severek yap ve iyi yap’ dediğin için...

Teşekkür ederim.

Aldığım her kararda kendi fikrini beyan edip, yine de nihai kararın bana ait olması gerektiğini hatırlattığın için...

Teşekkür ederim.

Evde uzaylı bir pansiyoner gibi dolaştığım günlerde, buluğ çağımda, aşk acılarımda, derin depresyonlarımda, sus pus bir yárenlikle başımı kaşığın için...

Teşekkür ederim.

‘Bu sefer siz bakacaksınız ama tamam mı? Benden ilgi aláka beklemeyin’ dediğin her seferde eve aldığımız kedilere, köpeklere, balıklara, kuşlara, civcivlere, kaplumbağaya, tavşana sonuç itibarıyla sen baktığın için...

Teşekkür ederim.

Okulda arıza çıkarttığım ve senin öğretmenler tarafından okula çağrıldığın her seferde, ne olup bittiğini bir de benim ağzımdan dinlemeye zahmet ettiğin ve pek çoğunda elinde olmadan kıkırdadığın için...

Teşekkür ederim.

Eve sokak itleri gibi sabaha karşı sarhoş bir şekilde geldiğim fırlama ilkgençlik gecelerinin sabahında, kahvaltıda, zaten ütülmüş başımı daha da ütüleyeceğine, küstüm çiçeği edalarıyla, sitemkár pozlarla önüme sıcak bir tas çorba koyduğun için...

Teşekkür ederim.

Birçok anneyi kalp sektesinden götürecek her tür vukuatımda mevzuyu sağduyu, anlayış ve sabırla ele aldığın, beni anlamaya çalıştığın, anladığın için...

Teşekkür ederim.

Banu’nun da benim de ettiğimiz her keláma Shakespeare sonesiymiş, çiziktirdiğimiz her çöpten adama Picasso tablosuymuş gibi muamele çekmene rağmen, hiçbir zaman şımarmamıza müsamaha göstermediğin için...

Teşekkür ederim.

Sana ihtiyaç duyduğum her sefer, elinde İzmir’de pişirdiğin yemeklerle, Noel Anne misali uça ese geldiğin, hep tam zamanında yetiştiğin için.

Teşekkür ederim.

Vakt-i zamanında ‘Vallahi şekerim ben tembel kadınım, onu da yapamam, bunu da yapamam’ mızmızlığında konuşan bir kadına, Yedi Cüceler tayfasından bir elemanmış gibi elini uzatıp ‘Merhaba, ben de Çalışkan’ dediğin, beni koparttığın, kahkahalarla güldürdüğün, güldürürken düşündürdüğün (!) için...

Teşekkür ederim.

Pek az kimseyle lûtfedip paylaştığın son kertede sofistike, muhteşem espri anlayışından gani gani nasiplenmemize izin verdiğin için...

Teşekkür ederim.

Çocukluğumdan beri saat sabah vakitlerini bulmadan uyuyamadığımı bildiğin hálde, her birlikte geçirdiğimiz gece, en az üç kere kalkıp, ‘Hálá yatmadın mı?’ diye sorduğun için...

Teşekkür ederim.

32 yaşında olmama, 14 yıldır yalnız yaşamama rağmen hálá her telefonumuzu; ‘Çok içme, sigara da içme, terli terli su da içme, erken yat, eve saatlice git, karşıdan karşıya geçerken önce sola, sonra sağa, sonra bir daha sola bak’ şeklinde ilerleyen bir tembihler silsilesiyle kapattığın için...

Teşekkür ederim.

Bana düşünmeyi, güvenmeyi, kuyruğu dik tutmayı, onurlu olmayı, aşkı, sevdayı, kavgayı, insanlığı öğretmeye gayret ettiğin, benimle konuştuğun, daha da önemlisi beni dinlediğin için...

Ve fakat:

Teessüf ederim.

Anaların en Ordinaryus Profesör’ü olduğun, bu yüzden benim bir türlü büyüyemememe, kellesinin yarısına aklar düşmüş bir kadına dönüştüğüm hálde prematüre bir zıpır olarak kalmama neden olduğun için.

Annem, anam, cingöz Fatoş’um, sevgilim, aşkım, idolüm, ilahım;

Teşekkür ederim.

Var olduğun için...

Valide Sultan’ım, anneciğim;

Bir ömürlük hastanım, fanatiğinim, belálınım...

Soluğum yettikçe kınalı kuzunum, kara kuzunum; başının belásıyım...

Taşınmaya az kaldı; tez vakitte yakışıklı kocanı (Babacığım, sen ki beni bugüne dek telle melle boğmadın; hayatımın ilk ve son aşkısın; sana şükranlarımı artık karşılıklı rakı içerken sunarım.) kap gel de görüşelim.

Seni seviyorum, seni seviyorum, seni seviyorum; o güzel, dünyalar güzeli elá gözlerinden, öperim, öperim, öperim...
Yazının Devamını Oku

Gariptir: Ne zaman sevdadan sersemlemiş o kız çocuğunu özlesem nasıl bir tesadüfse, huzura damardan

8 Mayıs 2004
Nakliyat dönemlerinin, yani ev indirme bindirmelerinin, ustalarla uğraşmak, oluk gibi para akıtmak gibi sıkıntılarının yanında başka türden tehlikeli yan etkileri de olabiliyor. Dolaplar dağılır, koliler toplanırken insan, kişisel arşiviyle, unutmaya çalıştığı, unuttuğunu sandığı birçok şeyle, geçmişiyle, geçmişe gömdüğü kendisiyle karşılaşıyor ve kaçınılmaz olarak dağılıyor.

Dostlarla paslaşılmış notlar, vakt-i zamanında gelmiş mektuplar, eski fotoğraflar, eski günlükler ve en beteri de işte onlar: Yazıp da yollayamadığın mektuplar... Kimi zaman, zaten hiç yollamamak üzere başına çöktüğün mektuplar...

Üzerine ciğerini, bağırsağını, yüreğini, kanını, terini ve gözyaşını akıttığın, mürekkebi uçmuş, sarı-sepya káğıtlar...

Arabeskin dibine vurduğun kara saatlerde, karşındakinden ziyade kendinle kavgaya tutuştuğun, ne düşündüğünü ve hissettiğini ancak yazdıklarını okuduktan sonra anladığın, kendi gözünü korkuttuğun, nihayetinde hem muhatabının canını sıkmamak hem de korkakça kendini korumak adına, cesaret edip de gönderemediğin o mektuplar...

Yine de o zamanlar en azından aşka düşmeye, dostlarla kavgaya tutuşmaya ve küsmeye yüreğimiz varmış be!

Şimdi öyle mi? O zamanki cahil cesaretiyle boyundan büyük sevdalara tutulmuş kız çocuğu nerde, şimdiki kinik, sarkastik, kalbi nasır tutmuş kadın nerde...

Gariptir: Ne zaman o sevdadan sersemlemiş kız çocuğunu özlesem, nasıl bir tesadüfse, huzura damardan bir Nilüfer şarkısı gelir.

Bundan seneler önce yaptığımız bir röportajda yüzümü kızartıp kendisine de söylemişimdir: ‘Ben sizin şarkılarınızla çok aşık oldum; hatta en çok sizin şarkılarınızla aşık oldum.’

Nilüfer, muhteşemdir... Bu ucuz şöhretlerle, kıymeti kendinden menkul şimal yıldızlarıyla dolu álemde, kendisinden bahsederken birinci tekil şahısla konuşan, ‘Nilüfer’in olayı samimiyettir, Nilüfer olayı da böyle bir şeydir’ benzeri kakofonik, şizofrenik cümleler kurmayan nadir örneklerden biridir.

O, böyle şeylerin altını aptal saptal cümlelerle çizmeye gerek duymaz, çünkü gerçekten öyledir: Durudur, 30 yıllık başarılı bir kariyere, klásik mertebesine ulaşmış onca şarkıya, Türk müziğinin en büyük yıldızlarından biri olmasına rağmen her daim mütevazı bir ifadeyle sakin sakin, gamze gamze gülümser: Samimidir...

O röportajı yaptığımız zaman, kendisini gördüğümde, hayrete düşmüştüm. Arkasında ördüğü saçları, beyaz tişörtü, haki pantolonu, makyajsız yüzü ve minyon bedeniyle bir genç kız gibiydi. Acılara Son’un klibini izleyenler herhálde hakkını teslim edecektir: Hálá da öyle...

Bestekárı, güftekárı, klip yönetmeni Mete Özgencil olan klipte Nilüfer, kameraya doğru uzattığı elleriyle ‘sevgiliye’ yakarıyor, isyan ediyor, ona yaklaşıyor, onu itiyor ve o harikuláde sesiyle dinleyenin ciğerini dağlıyor yine:

‘Acılara son / Acıyı bırak / Kaderini kır / Hadi / Kedere tuzak / Hadi beni bul / Yanıma sokul / Saatini kır / Hadi / Sabaha inat / Hadi benim ol / En sonuncum ol / İnadı bırak / Hadi / İnada inat / Güz geliyor, hep zor geliyor yalnızlara / Gün bitiyor, biniyor geceler omuzlara / Can çekiyor, hep can çekiyor karda kışta / Çöz, hadi çöz beni, saçmasapan bir bulmaca /Acılara son / Acıyı bırak...’

Belki de acılı bir yürek, nasırlı bir yüreğe yeğdir. Kimbilir, bu nesnesi meçhul karın ağrısını çektiğimize, Nilüfer’in sesini duyunca bir fena olabildiğimize göre -çıkmayan candan ümit kesilmez- belki şu aşk-meşk meselesinde ecel vaktimiz henüz gelmemiştir.
Yazının Devamını Oku

Gariptir: Ne zaman sevdadan sersemlemiş o kız çocuğunu özlesem nasıl bir tesadüfse, huzura damardan

8 Mayıs 2004
Nakliyat dönemlerinin, yani ev indirme bindirmelerinin, ustalarla uğraşmak, oluk gibi para akıtmak gibi sıkıntılarının yanında başka türden tehlikeli yan etkileri de olabiliyor.Dolaplar dağılır, koliler toplanırken insan, kişisel arşiviyle, unutmaya çalıştığı, unuttuğunu sandığı birçok şeyle, geçmişiyle, geçmişe gömdüğü kendisiyle karşılaşıyor ve kaçınılmaz olarak dağılıyor.Dostlarla paslaşılmış notlar, vakt-i zamanında gelmiş mektuplar, eski fotoğraflar, eski günlükler ve en beteri de işte onlar: Yazıp da yollayamadığın mektuplar... Kimi zaman, zaten hiç yollamamak üzere başına çöktüğün mektuplar...Üzerine ciğerini, bağırsağını, yüreğini, kanını, terini ve gözyaşını akıttığın, mürekkebi uçmuş, sarı-sepya káğıtlar...Arabeskin dibine vurduğun kara saatlerde, karşındakinden ziyade kendinle kavgaya tutuştuğun, ne düşündüğünü ve hissettiğini ancak yazdıklarını okuduktan sonra anladığın, kendi gözünü korkuttuğun, nihayetinde hem muhatabının canını sıkmamak hem de korkakça kendini korumak adına, cesaret edip de gönderemediğin o mektuplar...Yine de o zamanlar en azından aşka düşmeye, dostlarla kavgaya tutuşmaya ve küsmeye yüreğimiz varmış be!Şimdi öyle mi? O zamanki cahil cesaretiyle boyundan büyük sevdalara tutulmuş kız çocuğu nerde, şimdiki kinik, sarkastik, kalbi nasır tutmuş kadın nerde...Gariptir: Ne zaman o sevdadan sersemlemiş kız çocuğunu özlesem, nasıl bir tesadüfse, huzura damardan bir Nilüfer şarkısı gelir.Bundan seneler önce yaptığımız bir röportajda yüzümü kızartıp kendisine de söylemişimdir: ‘Ben sizin şarkılarınızla çok aşık oldum; hatta en çok sizin şarkılarınızla aşık oldum.’Nilüfer, muhteşemdir... Bu ucuz şöhretlerle, kıymeti kendinden menkul şimal yıldızlarıyla dolu álemde, kendisinden bahsederken birinci tekil şahısla konuşan, ‘Nilüfer’in olayı samimiyettir, Nilüfer olayı da böyle bir şeydir’ benzeri kakofonik, şizofrenik cümleler kurmayan nadir örneklerden biridir.O, böyle şeylerin altını aptal saptal cümlelerle çizmeye gerek duymaz, çünkü gerçekten öyledir: Durudur, 30 yıllık başarılı bir kariyere, klásik mertebesine ulaşmış onca şarkıya, Türk müziğinin en büyük yıldızlarından biri olmasına rağmen her daim mütevazı bir ifadeyle sakin sakin, gamze gamze gülümser: Samimidir...O röportajı yaptığımız zaman, kendisini gördüğümde, hayrete düşmüştüm. Arkasında ördüğü saçları, beyaz tişörtü, haki pantolonu, makyajsız yüzü ve minyon bedeniyle bir genç kız gibiydi. Acılara Son’un klibini izleyenler herhálde hakkını teslim edecektir: Hálá da öyle...Bestekárı, güftekárı, klip yönetmeni Mete Özgencil olan klipte Nilüfer, kameraya doğru uzattığı elleriyle ‘sevgiliye’ yakarıyor, isyan ediyor, ona yaklaşıyor, onu itiyor ve o harikuláde sesiyle dinleyenin ciğerini dağlıyor yine:‘Acılara son / Acıyı bırak / Kaderini kır / Hadi / Kedere tuzak / Hadi beni bul / Yanıma sokul / Saatini kır / Hadi / Sabaha inat / Hadi benim ol / En sonuncum ol / İnadı bırak / Hadi / İnada inat / Güz geliyor, hep zor geliyor yalnızlara / Gün bitiyor, biniyor geceler omuzlara / Can çekiyor, hep can çekiyor karda kışta / Çöz, hadi çöz beni, saçmasapan bir bulmaca /Acılara son / Acıyı bırak...’Belki de acılı bir yürek, nasırlı bir yüreğe yeğdir. Kimbilir, bu nesnesi meçhul karın ağrısını çektiğimize, Nilüfer’in sesini duyunca bir fena olabildiğimize göre -çıkmayan candan ümit kesilmez- belki şu aşk-meşk meselesinde ecel vaktimiz henüz gelmemiştir.
Yazının Devamını Oku

Battı balık yan gider

7 Mayıs 2004
Yine bir tebdil-i mekán durumu var; hayırlara vesile olmasını dilediğimiz. Anlayacağınız, gariban muharrireniz, 14 yıl içinde dokuzuncu evine taşınmaya çalışıyor. Reenkarnasyon diye bir şey varsa, ben bir sonraki hayatımda tospağa olmak istiyorum, yeminle... Zira artık bitap düştü bünye. Bu ne be! Taşın taşın bitmiyor.

Selamiçeşme, Gümüşsuyu, Cihangir, Vali Konağı, Yeşilköy, yine Cihangir, Teşvikiye, yine Teşvikiye...

Ve şimdi Gümüşsuyu; yine...

Arada ‘manital enfeksiyon’ dolayısıyla takıldığımız Ulus, Yıldız, Büyükdere benzeri beldelerimize değinmiyorum bile...

Bu köşeler babamızın malı değil, gözünün yağını yediğimin okuru, biliyorum ama affına sığınarak ağlak yapmak için izin istiyorum. Yüksek müsaadenle bugün bir nebze nevroz kusacağım. Zira şöyle okkalı bir isyan námesi döşenmezsem, tam ortamdan çatlayacağım.

Yetişkinliğin bir sınavı varsa, işte ben bu aralar ona çalışıyorum. Ve tüm beceriksizliğime, meleke yoksunluğuma rağmen, inanın, sıkı çalışıyorum.

Öyle vallahi; zannımca ev taşımayı becermek, yetişkinliği becermenin ta kendisi...

Emlakçı, ustalar, eski ve yeni ev sahibi... Tesisatçı, şucu bucu, elektrikçi... Ağır mevzuat; ciddi organizasyon meselesi...

Organizasyon dediniz mi bu zavallı kuklanın ipleri kopuyor. Bünye, zembereğinden boşalmış mekanizma misáli düşüyor; düşmek ne kelime; dökülüyor...

Vakit yok, nakit yok, takat desen hak getire... O yok, bu yok; hikáyeyi özetlemek gerekirse: Ölmüşüm ağlayanım yok! O kıvamdayım...

Organize bir şekilde ev taşıyacağıma, organize suç örgütü kurayım. Hem birkaç leşimiz de olur, bünye deşarj olur, hoş olur... Kurtlar Vadisi sağolsun, trendy bile olur. Vebali boynumuza artık n’apalım, ona bile razıyım. (!)

İtirafımdır: Beni bugüne kadar taşındığım bütün evlere, annem taşıdı. İzmir’de latekslerini kuşandı, Süperanne misáli bu civarlara doğru uçtu, evi kendi düzenine uygun bir şekilde kurdu, öptü burnumun ucunu ve gerisin geriye, kümesine doğru yollandı.

Ben o evlerde öyle, yaz kampına gitmiş turist kız çocuğu misali, uslu uslu -yok o kadar da abartmayalım tabii, hani yani us ile kendi ismimizi aynı cümle içinde geçirmeyelim- yaşadım. Daha doğrusu, ‘sezonluk sakin’ modeli ikamet ettim.

Ve fakat maalesef artık öyle bir lüksümüz de yok.

Lüksümüz yok derken, o çok zorlamasa, annemin haberi bile olmadan taşınma niyetindeydim. Fakat annelik bir acayip müessese; siz telefonda Seda Sayan taklidi bile yapsanız, sesinizden hayatınızda bir halt döndüğünü anında anlıyor.

Sordu: ‘Ne oluyor?’

Bir-iki zırvaladıktan sonra mecburen sadede geldim: ‘Eee, hebele... Şey; taşınıyorum. Ama konunun senle hiçbir alákası yok anne... Sakın ola geleyim deme!’

Ibrık, ıbrık, ıbrık yani... Girit inadıysa, genlerimizde mevcut, onu da anamızdan devraldık. İnatsa, bizim bünyede de mebzul miktarda vardır. Taşınana dek annem gelsin istemiyorum. Bir domuz, bir katır iddiasıdır: Ya yapacağım, ya yapacağım...

Yaş olmuş 32... Artık o kadarını da becermeyelim mi? Bu evi ille ki annemsiz taşıyacağım.

Ustalar geç mi gelmiş, erken mi gitmiş? Hatta söz verdiği hálde hiç mi gelmemiş? Vaad edilen işler ve tarihler birbirine mi karışmış? Yapılması gereken her iş rötarlı tarifeden mi yazılmış? İşin astarı yüzünden pahalıya mı patlamış?

Şöyle ya da böyle; bu işten ille ki kendi başıma, alnımın akıyla çıkacağım. Bezdim artık bu olamamış ergen ruhundan abi... Kanımın, canımın pahasına, şu yetişkinlik mezuniyet belgesini ille ki alacağım.

Annemin dediği gibi: Battı bizim fish, yan going yani...

Asparagas

Ne ayak?

Geçtiğimiz ay İstanbul Kadın Kuaförleri ve Manikürcüleri Odası’nın ‘En Bakımlı ve Estetik Ayağa Sahip Model seçilen ve katolog çekimi için anlaştığı Derimod tarafından ayakları 70 milyar liraya sigortalanan Demet Şener’in ayaklarının, önümüzdeki günlerde çekilmeye başlanacak ‘Ne Ayak?’ adlı bir dizide başrolü paylaşacağı açıklandı. Şener’in sağ ayağının acımasız bir katili, sol ayağının ise onu kovalayan ve tek yumurta ikizi olan bir komiseri canlandıracağı dizi için Şener; ‘Teklifi kabul ederken çok düşündüm. Ayaklarımın şöhretinin beni aşmasından dolayı endişe duyuyorum. Son zamanlardaki gelişmeler İbrahim’i de bir garip etkiledi. Artık birbirimizin ayakucunda yatıyoruz. Geçen gün bir uyandım ki ne göreyim: İbrahim sol ayağımın orta parmağını tutmuş, ona kahvaltıyı nerede edeceğimizi soruyor. Bilmiyorum yani, dizi için teklif ettikleri ücret astronomik olmasaydı kesin reddederdim. Yavaştan yavaştan sinirlerim bozuluyor’ dedi.
Yazının Devamını Oku

Güldal Akşit istifa etmelidir

6 Mayıs 2004
Yeni Türk Ceza Yasası (Tasası mı deseydik?) taslağından haberiniz var mı? AB konusunda mangalda kül bırakmayan, söz konusu Kasımpaşa delikanlılığıysa havasından yanına varılmayan, ne münasebet, asla ve kat’a takiyyeci olmayan muhterem hükümetimiz, tadından yenmez bir demokrasi taslağı (müsveddesi) verdi fırına; kimsenin umurunda mı?

Yeni TCK sayesinde, İmam Hatip mezunlarının üniversitelerde istedikleri bölümlere girebilmeleri için kolaylıklar sağlanıyor.

Son kertede muğlak tanımlar içeren maddelerin satır aralarını okuduğunuzda düpedüz anlaşılıyor ki yine ve her zamanki gibi sadece kadınların ve düşünce özgürlüğünün çanına ot tıkanıyor:

Misál, namus cinayetlerine indirim uygulaması báki kalıyor. Hadi yine gözünüz aydın şambabaları: Kapının önüne çıkan, 13 yaşındayken koynuna sokmaya, satmaya yeltendiğiniz 80 yaşındaki herife

varmayı reddeden, hatta sümme haşa, gönlünün kaydığı bir oğlanın elini melini tutan kızınızı, yalvarmasına yakarmasına aldırmadan, telle boğabilir, gırtlağını kesebilir, pideyle zehirleyebilir; sonra da o sapkın hijyen anlayışınızla, namusunuz temizlendi hesabına gef gef gerinerek ortalarda dolanabilirsiniz.

Hem biz artık bunu haber de yapamayız; artık öyle bir rahatlığınız da olacak; tebrik ederiz. Zira öyle öngörüyor yasa: Siz sağ, siz selámet; biz mefta...

Öyle yani baba: Tecavüz serbest, haberini yapmak yasak! Evlere şenlik bir müstehcenlik maddesi var ki, sizin pisliğinizin haberini verdiğimizde, biz sizden çok yatacağız; ne güzel, şapşaahne di mi aga: ‘Şiddet kullanılarak, hayvanlarla, ölmüş insan bedeni üzerinde veya doğal olmayan yoldan yapılan cinsel davranışlara ilişkin yazı, ses veya görüntü içeren’ her türlü yayın, üç ila 10 yıl arasında hapisle cezalandırılacak.

Yanisi tecavüz haberi mi yaptınız, ensest üzerine bilimsel makale mi yayınladınız, eşcinsel temalı bir şiir mi yazdınız: Gidilecek, neyse bedeli, paşa paşa yatılacak.

Evelemeden gevelemeden söyleyelim: Güldal Akşit istifa etmelidir.

Kadın erkek eşitliğinde kadınlar lehine pozitif ayrımcılık getiren önerge konusunda yapılan oylamada ‘çekimser’ oy kullanmış Kadından Sorumlu Devlet Bakanı olarak, kendi onuru adına da ‘çekimser’ yani ‘yok’ bir tavır sergilemeyi kendine yedirebilmiş bir kadın olarak, bakanlıktan da kadınlıktan da istifa etmelidir.

Zira o oylamada çekimser oy kullandığı an itibarıyla, bu ülkede işlenen her namus cinayetinin, her tecavüzün, her zulümün, bilfiil müsebbibidir.

Bakın açık açık söylüyorum: Cezası neyse de güle oynaya çekerim: Ben bu ülkenin bir vatandaşı olarak, bir kadın olarak, hiçbir şekilde Güldal Akşit’in sorumluluğu altında bulunmayı filan kabul etmiyor; kendisini de TANIMIYORUM.

Asparagas

Akacak mecram mı var?

AB’nin Aralık ayı sonuna kadar Türkiye’ye tarih vermemesi hálinde ‘akacak başka mecra bulacağını’ iddia eden, bütün Avrupa’nın dizlerini titreten bir gözdağı veren Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, anayasada yapılacak değişiklikler sayesinde bunun zoooor olacağının söylenmesi üzerine hüzünlendi, uzun uzun düşündü, kürsüye çıktı ve beklenmedik bir hamleyle, şarkı söylemeye koyuldu: ‘Akacak mecram mı var? Okuyacak şiirim mi var? O kadar Evropai gardırop düzdük ama niyeyse bunu eller anlamaz. Tariheee, ihtiyacım var.’ Erdoğan’ın şarkısı, kulisteki herkesi duygulandırdı; Güldal Akşit ile Bülent Arınç’ın birbirlerine sarılarak gözyaşı döktükleri gözlendi.
Yazının Devamını Oku

Görüşemedik be Sam...

5 Mayıs 2004
Geçtiğimiz Cuma, yani 30 Nisan’da SEV (Sağlık ve Eğitim Vakfı)’in 35. kuruluş yıldönümü yemeği vardı. Amerikan Bord Heyeti’ne bağlı okullardan birinden, İzmir Amerikan Lisesi’nden, yani ACI’dan mezun olmamızdan dolayı biz de davetliydik. (Bakmayın yani, nefretlik listemizin en başında Busht’un ABD’si olmasına; bu kulunuz, Sam Amca’sının kollarında büyümüştür.)

Başımızla beraber deyip, her türlü programı bir yana koyup, koşa koşa icabet ettik.

İlle ki gitmek lázımdı. Bir sürü eski dostu görmek gibi bir şansımız olacaktı. Bu zevk yetmezmiş gibi, Sezen Aksu da konser verecekti üstelik.

‘İnsan başka ne ister? Sezen Aksu sahneye çıkıp mönüyü okusa bile huşu içinde dinleriz’ imanıyla allem ettik, kallem ettik, işimizi erkenden bitirip Taksim’e doğru yola koyulduk.

Erken dediysem, ben tabii her zamanki gibi, yine biraz geç kaldım.

Olsun varsın, geç olsun güç olmasın hesabına, koşaradım Lütfi Kırdar’dan içeri daldım.

İçerideki kıyamet kalabalığını gözlerimle şöyle bir taradım.

Masalar arasında turluyorum, tanıdık bir Allah’ın kulunu göremiyorum.

Arıyorum, arıyorum, bizim orada buluşacağımız arkadaşın telefonu kapalı; mümkünü yok, ulaşamıyorum.

Yetmezmiş gibi, sahnede de Sibel Tüzün var, iyi mi!

Başta zannettim ki Sezen Aksu’dan önce Tüzün sahne alıyor. Kenarda köşede bir sandalyeye çöküp beklemeye koyuldum. Ama yok yani...

Saat olmuş bilmem kaç, Sezen Aksu’nun da bizim cankuşların da yerinde yeller esiyor.

Üstelik benim haricimde kimse de durumdan şikayetçi görünmüyor. Bu garibanın haricinde herkes deliler gibi eğleniyor. Elele tutuşup halka yapmış kadınlar zıplayıp hoplayarak ‘Bağlamaz beni, beni bağlamaz’ şeklinde haykırıyor.

Yetkili gibi görünen bir adama yaklaştım ve programda yapılan değişikliğin neden daha önceden duyurulmadığına dair en bilmiş tonumla hafif tertip bir fırça kaydım.

Sonunda suratıma Japonca konuşuyormuşum gibi bakan adama laf anlatamayacağımı idrak edip, öfkeyle ortamdan uzadım.

Bilin bakalım?: Bizim organizasyon diğer salondaymış!

Ben davetsiz misafir olarak Yapı Kredi’nin kurumsal bilmem ne kutlamasına katılmışım.

Tamam yani, bende zaman ve yön mefhumları az biraz güdüktür ama korkum odur ki artık şuursuzluğun boyutlarını zorlamaya başladım.

Ne eski dostlar, ne Sezen... Hepsini kaçırdığımız gibi, ardından bir de arkadaşların hakaretamiz alaylarına maruz kaldım.

Anlamadım ki bu ne hikmettir... Bu aralar bünye içinden Amerika kelimesi geçen her şeye farkında bile olmadan tepki mi veriyor nedir...

Ne diyelim, şu Busht da defolup gitsin; nasipse artık 70. yılda görüşürüz Sam Amcacığım...

Asparagas

Sözleşme bi bitsin...

Beş aydır hayatında bir erkek olmadığını, menajeriyle yaptığı sözleşmeye göre, önümüzdeki bir sene boyunca da olmayacağını söyleyen ve eski sevgilisi Kürşat Başar ile yazar olduğu için özel olarak etkilenmediğini ‘Onu çok sevdim, ilişkimle de gurur duydum. Ama yazar olması beni etkilemedi. Kitaplarını okumamıştım. Benimle röportaj yapmaya gelmişti, elektriğine hayran oldum. Richard Bach’la birlikte olsam belki haz duyardım, kitaplarını biliyordum’ cümleleriyle ifade eden Seray Sever, okurluğun tehlikeli bir iş olduğunu, bu yüzden cinsel tercihlerini baştan belirlemek zorunda kaldığını beyan etti: ‘Son olarak Duygu Asena’nın yeni kitabı Pa-ram-par-ça’yı okudum ve çok beğendim. Önümüzdeki yılın sonunda, aşk yasağı biter bitmez Duygu Hanım’a çıkma teklif etmeyi düşünüyorum. Gerçi arkadaşlar kabul etmeyeceğini söylüyorlar. Ama kitabı çok beğendim, yapacak bir şey yok. İkna etmek için her şeyi denerim. Hatta o isterse dekolteden bile vazgeçerim.’
Yazının Devamını Oku