Ebru Çapa

Bünyeye iyot lázım

23 Mayıs 2004
Senenin bu dönemleri geldi mi mutad ‘Şimdi Çeşme’de olmak vardı’ yazısını döşenmek farz oluyor. ‘Mecbur musun kardeşim? Bıktık senin sıla hasreti ağlaklarından. Çok meraklıysan, bas git kendi memleketinde yaşa’ diyen arkadaşlara hitaben söyleyeyim: Vallahi iradem haricinde bir durum bu. Bünye emrediyor, parmaklar kendi kendine yazıyor.

İstanbul’un hastasıyız, meftunuyuz, burada yaşamaktan dolayı gayet mutluyuz; ayrı... Yine de bahar ve özellikle yaz ayları geldi mi İzmir, yazın asfaltından tüten buhar misali burnumuzda tütüyor.

Bugün işe gelirken az daha arabayı durdurtup kendimi bir koşu Haliç’e atıverecektim. Şuurumu yitirip atlarım matlarım diye korktuğum için bu aralar Boğaz Köprüsü’nden geçmemeye özen gösteriyorum, yemin ederim.

Abarttığımı mı düşünüyorsunuz? Sizi bir kez daha düşünmeye davet ederim...

Biz bundan 10 yıl önce, yakın ötesi üç dostumla birlikte, gece vakti Sarayburnu’ndan denize girdik biliyor musunuz?

Yine böyle ‘yazımsı’ bir gündü. Normalde mart ortalarında bünyeyi denize bandıran, oysa o sene takvim mayıs sonlarını gösterdiği hálde henüz siftahı olmayan, sulak yerde büyümüş ve sulu mu sulu, kabına sığmayan dört deli İzmir hatunu, Anadolu Hisarı’nda öğlen rakısı içmiştik. Oturduğumuz iskelede az biraz (!) demlenip, ağız dolusu muhabbet edip en çok da kıçlarında külotlarla ve çın çın kahkahalarla denize atlayıp çıkan çocukları izlemiştik. Haset etmiştik...

Sonra Çubuklu Hayal’e gittik. Yine Boğaz’ın kıyısına çöktük, tabak gibi bir mehtap vardı; içli köfte modeli bir hálet-i ruhiye ile yakamozları izledik.

‘Yok, böyle olmayacak. Bünyeye iyot lázım’ dedim. Bir an için birbirimize baktık. Ayağa fırladık ve peşimizden atlı koşturuyormuşçasına arabaya atladık. Kıyı boyunca ilerleyip denize girebileceğimiz tenha bir yer aramaya başladık.

Fakat yok yani, git git bitmiyor. Sonunda Sarayburnu’na kadar vardık. Ara-tara yer beğenemiyoruz. E, pes mi edeceğiz? Direksiyondaki ruhdaş yáren, kenara çekti, kontağı kapattı:

- Manyak Turizm’in yolculuğu burada sona ermiştir. Böyle böyle Küçükçekmece’ye kadar kaptırıp gideriz biz. Kaderimiz Sarayburnu’ysa, arslanlar gibi çekeriz. Ya buradan gireceğiz ya da buradan gireceğiz...

Velhasıl, etrafta it-uğursuz fink atarken, kendimizi Boğaz’ın en pis yerlerinden birinde dalgaların koynuna bıraktık. Bir yandan da birbirimizi kolluyoruz güya: ‘Kızım, görüş menziline giriyorsun, çok açılmasana!’

O gün başımıza bir şey (!) gelseydi, hele ki bugünkü TCK ile ‘Ablalar belásını arayıp bulmuş’ hesabına, cezadan indirim de ne, mütecavizleri muhtemelen anında salıverirlerdi. Bizdeki deniz obsesyonunun boyutunu anlatabildim mi?

Dosttan öte kardeşim, biri erkek, biri dişi, iki kişi, İzmir’in en şahane işletmeci-iç mimar çifti Dilek ve Ömer, 22’sinde, yani dün, ben bu yazıyı cuma yazdığım için yani yarın, ortamın en şahane mekánlarından Çeşme Coffeeco’nun bu sezonki açılışını yapacak. Dostluğun ağır tarihçesinden tüm sevilenler orada olacak. Yenilecek, içilecek, muhabbet ve dans edilecek, yıkılana kadar gülünecek. Büyük ihtimalle, gecenin ilerleyen saatlerinde, denize girilecek... Peki ben?!

Müsaadenizle ağlamak istiyorum. Pek sevgili amirlerime sesleniyorum: Bu kulunuzu tez vakitte Ege’ye yollayacak bir iş çıkarmazsanız, Boğaz Köprüsü’nde intihar şovu yapmayı planlıyorum. Hayır, işin kötüsü şov mov derken su çeker, atlayıveririm, o olur. Öyle yani, en pasif agresif modelinden ve alenen tehdit ediyorum.

Brad’in suyunun suyu

Herkes için geçerli olmayabilir ama tanıdığım hemen hemen tüm kadınlarda ve şahsımda ‘evrimsel beğeni eğrisi’ (ne demekse!) şu minvalde seyreder: Ömercik tribi midir nedir bilinmez, çocukken, sarışın mavi gözlü her oğlanı kafadan yakışıklı sayarsın. Sonra gün gelir büyürsün ve errrkek dediğinin makbulünün esmer, yağız elemanlar olduğunun idrakına varırsın.

Fakat her şeyde olduğu gibi bu konuda da istisnalar mevcuttur: Paul Newman, Robert Redford, Steve McQueen, Jeff Bridges, Kiefer Sutherland, Sting... Ve bittabii, elbette ki Brad Pitt!

Málûm, Truva vizyona girdiğinden beri dünyada olduğu gibi memleket sathında da bir Brad Pitt ‘rüzgárı esiyor.’ (Hastasıyım bu klişelerin!) Öyle ki Vatan gazetesinin acar röportörü arkadaşımız Elif (Ergu), yaptığı röportaj sayesinde dünya gözüyle Brad Pitt’i görme fırsatını yakalayan NTV muhabiri Bahar Feyzan ile röportaj yapmış! İnsan, normalde böyle bir durum karşısında gülmekten yarılır ama söz konusu Brad Pitt olunca, akan sular duruyor:

Brad Pitt yakışıklılığıyla ve seksiliğiyle ünlü. Yakından nasıl, etkilendiniz mi?

- Bir muhabir olarak mı soruyorsunuz, bir kadın olarak mı?

İkisi için de yanıt verin.

- Bir muhabir olarak kaprisi olmadığı için sevdim. İçten davrandı. Kadın olarak da beğendim. Bir kere kesinlikle seksi, yakışıklı.

Güzel bir yüzün ötesinde ne var Brad Pitt’de?

- Çocuksu bir ifadesi var. Bir de bakmayı bilen bir adam.

Aynı zamanda karizmatik mi?

- Hayır, ne yazık ki karizmatik değil ama diğer özellikleri de yetiyor.

Sizce Pitt nasıl bir elektrik veriyor?

- Çok seksiyim, baştan çıkarıcıyım ama daha büyük adam olmadım.


Zemin eyleme müsait

Siz de artık gözleri dolmadan, hatta etrafta bir bakan yoksa hüngür şakır ağlamadan haber bültenlerini izleyemeyenlerdenseniz ve bugün yapacak daha iyi bir işiniz yoksa - demeyeceğim, varsa bile Allah rızası için, insaniyet namına her şeyi bir yana koyun, işi gücü bırakın ve aşağıdaki eyleme katılın:

Saat 12.00 itibarıyla, ‘Gelme Bush’ demek için Saraçhane’den başlayıp Beşiktaş’ta sona erecek bir bisiklet turu düzenlenecek. Bisiklet turunun ardından, 13.15’te, Beşiktaş Motor İskelesi’nde İsrail’in son günlerde Filistin’e yönelik saldırılarını kınamak üzere bir basın açıklaması yapılacak.

Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu’nun organizasyonu, muhtemelen dünyanın bu cehennemi gidişatını değiştirmeyecek ama en azından bir tavırdır ve hiçbir şey yapamamaktan dolayı durduğu yerde kuduran naçar bünyemiz, buna bile fit. Ayrıca, biz hani protesto eylemlerini sadece yakın civarlarda ve güneşli havalarda koyan ekabir bir ırkın ahvadıyız ya, işte, zemin eylem koymaya müsait...
Yazının Devamını Oku

Cambaz size kurban olsun!

22 Mayıs 2004
Ey kari, sen bu satırları okurken, ayıptır söylemesi, Mor ve Ötesi’nin ODTÜ konserini izlemek üzere Ankara’da bulunuyor cambaz muharriren... Bunca işin gücün arasında, eve gitmeyi bile beceremezken, Ankara’da işim ne, öyle değil mi? Haklısınız ama neylersiniz ki bizim salaklığımız, doğuştan tescilli...

Bir de işte, bilirsiniz, işimiz bu yani. O konser senin, bu parti benim koşuşturmamız, salt sefa tellallığından değil, aynı zamanda vazife gereği (!).

Neyse işte... Ne yaparlarsa, yemeden içmeden takip eden kitlesi gayet iyi biliyordur ama bihaber olanlara da buradan duyurmuş olalım: Uzunca bir süre aradan sonra çakı gibi bir albüm olan ‘Dünya Yalan Söylüyor’u piyasaya süren Mor ve Ötesi, ‘Rock’n Dark Üniversite Partileri’ organizasyonu çerçevesinde, bugün ODTÜ’de konser veriyor.

Dinleyenler hak verecektir, hakikaten tadından yenmez bir rock albümü Dünya Yalan Söylüyor.

Ankara’ya gitmek için de deli gönül, yine lûtfedip hak verirseniz, bu nev’i sağlam bir mazeret arıyor.

Yoksa, defaten ifade ettiğimiz üzre iyot ve yosun yerine bürokrasi kokan yerlerle işimiz olmaz.

Benim albümdeki şahsi favorim, klibi çekilen ilk parça olan Cambaz. Ki, gayet sağlam bir politik söylemi olan Mor ve Ötesi’nin, her zamanki gibi dünya gidişatına sıradan saydırdığı albümde, medyanın payına düşen şarkı bu.

Solist Harun Tekin’in, bir takım karanlık adamları peşinde takıp, şehri koşarak katettiği, sonunda terk edilmiş bir binanın içinde duran TV ekranından onlara sırıtarak el salladığı klip de albüm gibi, bir içim su.

Cambaz, aynı zamanda bir performans klibi... Stüdyoda yer alan dev ekranlarda dünya ahvaline dair zavallı, hazin sahneler sergileniyor. (Tahmin edersiniz ki bu bölümlerde 88Busht, o gerzek, maymun suratında eğreti bir çıkartmaymış gibi duran, anlamı kendinden menkul ifadelerinden bol bol bahşediyor.) Ve bu görüntülerin önünde Mor ve Ötesi, medyayı ve dünyanın başına musallat ettiği maydanozlarını tanımadığını ilan ettiği şarkısını seslendiriyor:

‘Ne habersin ne Türksün / Seni gören yollara dökülsün / Kul oldun, köle oldun / Kurşun geçirmez cam oldun / Bütün dünya izler durur / Afet-i azam bekler durur / Hedefini al, piyasanı al, her şeyi al / Yandı dertler, bitti tasa / Ben kurbanım bu cambaza / İki gözüm kadar eminim sen yoksun / Kul oldun, köle oldun / Kurşun geçirmez cam oldun / Cin oldun adam çarptın / Cellat oldun, kelle uçurdun / Bütün dünya izler durur / Afet-i azam bekler durur / Hedefini al, piyasanı al, her şeyi al / Yandı dertler, bitti tasa / Ben kurbanım bu cambaza / İki gözüm kadar eminim sen yoksun / Var mısın, yoksun. / Var mısın, yoksun. / İki gözüm, eminim, sen yoksun.’

Ne diyelim, yediğimiz zılgıta bayıldık yani... Ben de kurbanım, böyle adam gibi, arslan gibi fırçaya... Helal olsun!

Not: Mor ve Ötesi, 24 Mayıs’ta İzmir/Dokuz Eylül Üniversitesi’nde (Aaaah ah, Pazartesiye denk gelmeseydi bu vesileyle memleketi de görmüş olacaktık!), 25 Mayıs’ta Antalya/MayBe’de, 26 Mayıs’ta Konya Hilton Otel Disco’da, 27 Mayıs’ta Adana/Cafe Ora’da olacak. Sizin de haberiniz ola...
Yazının Devamını Oku

Allah ıslah etsin

21 Mayıs 2004
Kinaye yapıyorsam iki gözüm önüme aksın... Temennimiz son kertede iyiniyetlidir; kendisini dini bütün bir müslüman ve milliyetçi olarak addeden Vakit Gazetesi yazarı Hüseyin Öztürk, bunu da böylece bilsin...

Hani, nüvesinde bir dirhem insanlık varsa eğer, herhalde ta içinde bir yerlerde kendisinden kurtulmak istediği zamanlar çok oluyordur. Muhtemelen uykularında; ‘Ya Rab, beni bu bağnazlıktan, bu faşizan, bu düşmanca bakıştan kurtar, bana da bir nebze insan sevgisi, akıl, fikir, izan bağışla’ şeklinde sayıklıyor, rüyalarında hasbelkader demokrat bir insan olduğunu görüyordur.

Hafsala başka türlüsünü almadığı için budur yani, tahminim... Kendim için bir şey istiyorsam namerdim. Öztürk adına dilerim:

Allah ıslah etsin...

Hüseyin Öztürk’ün Eurovision ‘eleştirisi’ni okuyanlar, okumayanlara anlatsın. Hatta o makale ‘olmaması gerekene dair bir belge’ olarak, gelecek nesiller için sağlam arşivlerde saklansın... Öztürk’ün bir nev’i ‘Jirinovski üslûbuyla’ kaleme aldığı yazının tümünü buraya alıntılamak mümkün değil ki zaten gönlümüz de böyle bir şeyi çekmiyor.

Öyle bir köşe yazısı ki mübarek, Hitler’in ‘başyapıtı’ Kavgam’ı aratmıyor...

‘Ben bir Türk’üm ve Müslümanım. Bu toprakların gerçek sahibiyim, muhafazakarım, devletimi ve milletimi çok seviyorum.’

Makale böyle başlıyor ve şu minvalde devam ediyor: ‘Bu sahiplenmelerimle Eurovision şarkı yarışmasını izledim. Tam bu satırları yazarken Türkiye’yi temsil eden ‘Ermeni asıllı’ şarkıcı çıktı ve ‘bütün Türkler’den destek beklediğini’ ifade eden mesajıyla şarkıya girdi. Herhalde kendisini Türk kabul etmiyor. Şarkıyı seslendiren Athena grubunun, Beyoğlu, Tarlabaşı’nda yatıp kalkan yabancı uyruklu esrarkeş ve eroinman tiplerden farkı yoktu. İnsan gece onları sokakta görse korkudan herhalde altına eder.’

Öztürk, niyeyse Athena’nın Avrupa’nın muhtelif ülkelerinde yaşayan Türkler’e seslendiğini hiç hesaba katmıyor. Athena üyelerinin ‘Ermeni asıllı’ olduğundan çok emin ya, mevzuyu direkt oraya yontuyor. Gökhan ve Hakan, Ermeni midir, değil midir, biz tabii milletin ırkını, soyunu, sopunu, tabiyetini kurcalamaya Öztürk kadar meraklı olmadığımız için tam olarak bilemiyoruz. Ve her şey bir yana, onun adına biz utanıyoruz. Pesss be kardeşim, Ermeni’yse de Ermeni’dir... Bu senin içindeki nasıl tuz ruhunu andıran bir nefrettir?

Öztürk ayağını gazdan çekmeden devam ediyor: ‘Geçen yıl birinci olan Sertab Erener’i de bu vesileyle izledim. Kadın korku filmlerinde tabuttan çıkan ceset gibiydi. Bayan ya aynaya bakmasını bilmiyor ya da etrafındakiler kadını rezil etmek için ellerinden geleni yapıyorlar. Bu kadar çirkin bir kadın ilk defa görüyorum, çirkinliğini gizlemek için soyunmuş falan ama o surata bakarak onun vücudunu kim ne yapsın? Sertab Erener’in arkasında dönen adamlara da bir anlam veremedim. Ayrıca Sertab Erener de ‘sabetayisttir.’ O ruhtan yoksundur. Bu yüzden ‘semazenlere’ saygımı ve sevgimi yitirdim. Artık hiçbir sema töreni ve hiçbir semazen beni ilgilendirmiyor, sanırdım ki bu işin manevi bir boyutu var, demek ki yokmuş.’

Onlar Ermeni, öbürü Sabetayist, yetmiyormuş gibi keş ve çirkinler... Bu arada gazetedeki kelle fotoğrafından Öztürk’ün dünyanın en yakışıklı elemanı olduğunu (!) görüp had safhada etkileniyoruz! Benim diyen moda fotoğrafçısı, beyefendi çekimine model olsun diye sıraya girer! Bu arada, maneviyat mı dediniz? ‘Kim olursan ol gel’e ne oldu, söyler misiniz?

Bitmiyor... Öztürk, rasist ve faşist metnini, aman eksik kalmasın diye, seksist bir saldırıyla bağlıyor. Mevzuata tüy dikiyor:

‘Aşağılık kompleksinden kurtulamayan ülkelerden biri de Bosna Hersek’ti. Bosnalılar 24 ülke içerisindeki en rezil ülkelerden biriydi. Bosna’yı bir homoseksüel temsil ediyordu. Bosna’daki savaş sırasında biz bunlar için mi kendimizi parçaladık? Eğer öyleyse kendime bir kere daha acıdım ve çok salak olduğumu peşinen kabul ediyorum.’

Ne yalan söyleyeyim, beyefendinin koca metin boyunca tek bir mákûl kelám etmediği iddia edilemez. Şahsen, son cümlesine sonuna kadar hak veriyorum. Adamın, konu kendisi olduğu zaman, hasbelkader şuura geldiği kesin.

Ne diyelim? Allah’ın hakkı üçtür derler. Duamız belki tutar hesabına, son bir kez daha tekrar edelim: Allah ıslah etsin...

Asparagas

Kivican’a kardeş geldi

Coldplay’in solisti Chris Martin’le birlikteliğinden bir kız çocuğu olan ve ismini Apple (Elma) koyan Gwyneth Paltrow, hamileliği boyunca 790 kilo elma, 600 kilo armut, 400 kilo kivi, 320 kilo mango, 210 kilo muz, 57 kilo da narenciye ürünü yediğini söyledi. Hamileliği boyunca, Türkiye’ye geldikleri bir seferde tanışıp ahbap olduğu Ebru Şallı’dan tüyo aldığını, hatta onunkinden daha iyi bir performans sergilediği için esasında bebeğin beş aylık doğmasını beklediklerini ama ne hikmetse, çocuğun dokuz ay 10 günde dünyaya geldiğini, bu duruma çok şaşırdıklarını ifade eden Paltrow, çocuğun isminin bu zerzavattan herhangi biri olabileceğini ama en çok tükettiği meyve elma olduğu için Apple koyduklarını söyledi.
Yazının Devamını Oku

Sevdim mi tam severim, çizdim mi, bir kalemde!

20 Mayıs 2004
Kadir İnanır, salı günü Hürriyet’te yayınlanan, Adli Tıp Kurumu’nun yapmış olduğu araştırmanın sonuçlarını okumuş mudur acaba? Ve eğer okuduysa, araştırma sonuçlarından kendine bir ‘haklılık payı’ çıkartmış mıdır, cidden merak ediyorum valla...

Hatırlayacaksınız, Emel’e (Armutçu) verdiği Albüm röportajında İnanır, kadın-erkek mevzuları üzerine yine pek enteresan beyanatlarda bulunmuş, her zamanki ‘güler misin, kızar mısın’ muallaklarında bırakan üslûbu sayesinde, Albüm’ün artanlarından Kelebek ekine de pantolon çıkmıştı: ‘Kadınlar hapishanesini ben mi yarattım?’ diye soruyordu İnanır. ‘Niye yatıyorlar diye baktınız mı?’

E.A.: Niye kesiyorlar? Çekiyor çekiyor, dayanamıyor, sonunda öldürüyorlar.

K.İ.: Kadınlar niye dayak yiyorlar peki, onu soruyor musun?

E.A.: Hak ettiklerini söylemeyeceksiniz herhalde?

K.İ.: Hak etmeyen insan dayak yer mi?

E.A.: Ay, yapmayın...

K.İ.: Bak ama olmuyor, siz şöyle bir madde koyuyorsunuz; kadınlar asla dövülemez ama erkekler kesilir!

Vaktiyle Sabah gazetesi için, ‘Adam Sen De’ başlığı altında yaptığım röportaj serisi için Kadir İnanır ile konuştuğumuzda, benzer minvalde bir muhabbet bizim aramızda da geçmişti.

İnanır, kadın-erkek ilişkilerinde süregelen şiddet olaylarına, o zaman da benzer bir şekilde değinmişti. Daha doğrusu, yalan olmasın, ben konuyu oraya getirmiştim; o, sorumu bir kontr-soruyla cevap vermişti: ‘Niye erkekler dövüyor diyorsun da kadınlardan hiç bahsetmiyorsun?’

Emel’inkine benzer bir cümleyle yanıtlamıştım: ‘Çünkü kadınların yarattığı vahşet nihai oluyor. Senelerce zulüm gören bir kadın, tahammülü tükendiğinde, canına yettiğinde, karşısındakini direkt doğruyor. Kadınların öfkesi bir kez tavana vurdu mu, karşısındakini kesinlikle sağ bırakmıyor.’

İşte Adli Tıp Kurumu Gözlem İhtisas Dairesi’nden Adli Tıp Uzmanı Levent Ortakoylu ve Şafak Taktak ile Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Psikiyatri Profesörü İbrahim Balcıoğlu’nun, kadınların suç işleme nedenleri ile ilgili, 160 kadın sanık üzerinde yaptığı araştırmanın sonuçları, tahminlerimizi mi desek, tespitlerimizi mi, tamamen doğruluyor:

Kadın suçlarında birinci sırada, yüzde 57.5’lik bir oran ile cinayet, ikinci sırada ise yüzde 14.4 ile adam öldürme ve yaralama bulunuyor. Ayrıca aynı araştırmada, cinayet suçu işleyen kadınların yüzde 38 gibi büyük bir çoğunluğunun, eşlerini öldürdüğü ortaya çıkıyor.

Üçüncü sayfa haberlerini takip edenler gayet iyi bilirler ki kadınların işledikleri, aynı zamanda inanılmaz derecede vahşi cinayetlerdir: Uyurken adamın kulağından içeri kızgın yağ dökmekten, kafasını çivili odunla ya da taşla ezmeye, insanın tüylerini diken diken eden hadiselerdir.

Marifet değil elbet... Kim ister eli kana bulansın?

Fakat kadınlar pek çok konuda böyledir. İlle ki kanlı sonlardan bahsetmiyorum. Başka türlü sonlar için de aynı şey geçerlidir. Öyle yani, erkekler de ayağını ona göre denk alsın: Kadınlar, meselá, bir ilişkiye girdiklerinde, genellikle adamın değişeceğine dair ebleh bir imanla uzun süre sabreder, sabreder, sabreder. Ama bir kez gidesi geldi mi, arkasına dönüp bakmadan gider...

Evelemeden, gevelemeden... Dönüşsüz bir şekilde... Bitti mi biter...

Kadınlar garip yaratıklar ve bunlar pamuk ipliğine bağlı, hassas dengeler... Yani dememiz odur ki kredilerinizi dikkatli kullanın, fazla şımarmamakta fayda var beyler...


Asparagas

Bu akşam bir manileri yoksa, Bulgaristan’a gidelim

Eurovision Yarışması’nı sunarken -Serin Duruş’çular üşenmeyip saymış ve kaydetmiş, onların yalancısıyız- en az 30 kez ‘Komşuya gidiyor’, en az 20 kez ‘E, komşu tabii’, üç kez ‘Komşu sayılır’, bir kez ‘Ne de olsa yarı komşusu’ ve ‘Bu Kuzey ülkeleri hep böyledir Didem, hep komşuya verirler’, en az 80 kez ‘Komşu’ diyen Bülend Özveren’in Eurovision’un ardından kendini toparlayamadığı, beşeri münasebetler konusunda sabite bağladığı söyleniyor. ‘Merhaba’ diyeni, ‘Ben artık bu işlerin nasıl yürüdüğünü anladım, bundan böyle selam dediğini sadece komşuma veririm ulan!’, hatırını soranı; ‘Komşu muyuz ki soruyorsun, sanane ey yabancı!’ şeklinde azarlayan ve her gün elinde kuru pasta paketleriyle çevre apartmanlardaki daireleri ziyaret edip, semtinde ikamet eden kim varsa içini bayan Özveren’in sağlığından endişe ediliyor.
Yazının Devamını Oku

Tenis dirseği ve tashihin göbek deliği

19 Mayıs 2004
Ey kari, sana bu satırları, iki kelime yazıp, küçük çaplı bir çığlık atıp, kalkıp 10 dakika dolaşmak suretiyle kolumu dinlendirip, oturup, tekrar yazmayı deneyip, iki kelimenin ardından yine acıyla yerimden fırlayıp, okkalı bir küfür savurup... Öyle yazıyorum... Daha doğrusu yazmaya çalışıyorum, pek yazamıyorum...

Literatürde ‘Tennis elbow / Tenis dirseği’ şeklinde geçer bu melánetin adı: Tenisçi, gazeteci, yazar ve hizmetçilerde görülen bir baş belásı... Bu işlerle iştigál edenlere, klavye tokmaklayanlara, raket sallayanlara, habire cam-çerçeve-yer filan silenlere musallat olan bir marazdır. Titizlik hastası ev kadınlarında da sık rastlanır.

Bileğinizden dirseğinize doğru öyle ince, öyle pis, öyle inim inim inleten bir acı hissedersiniz ki o kolu, omuz başından dişlerinizle koparasınız gelir. Sanki kolunuzun içindeki bir sinir, görünmez bir cımbızla iki ayrı yöne doğru çekilmektedir.

İşte bu tenis dirseği, bendenizi arada bir yoklar. Kimi zaman geçer ve fakat bünyeyi az biraz zorlamayagöreyim, yine gelir, canıma okuyuverir.

Şu sıralar eli kulağındadır diye bekliyordum; eksik olmasın, her zamanki gibi şaşırtmadı... Zira bu aralar bir tek tenis oynamadım, öyle söyleyeyim... Habire ağlağını yaptığım üzre, hiç izin kullanmadan ev taşıma ve yerleştirme gayretindeyim.

Gazetecilikse, gazetecilik; hizmetçilikse, hizmetçilik yani... Helálinden bir aferin, hatta aferin de ne, liyakat madalyası isterim...

Pazar günü kendimi yeni eve dar attım. Eh, buraya kadarını becerebildiğimize göre, iki aya kalmaz (!) yerleşmeyi de başarırım.

Evin içi Filistin’den beter durumda. Yatağa ulaşmak için kıyafetlerle dolu battal boy çöp torbalarının üzerinden, mutfağa varabilmek içinse kitap kolilerinin üzerinden filan atlamak gerekiyor. Evin içinde kanguru hamleleriyle devinip duruyorum. Vakit yok, nakit yok ve fakat buna da şükür; bittabii mutluyum...

Bu arada işten kaytarmak gibi bir lüksümüz olamadığı için, geçen hafta iş yerinde uyumacasına filan yazı yedeklerken, takada-tukada yazı döşeneyim derken, hata üzerine hata yapmışım.

Okur, tabii, affetmiyor. Hele ki mevzu Fenerbahçe civarlarında dönünce, cehenneme tek gidiş biletiniz anında kesiliyor.

Cuma günkü yazıda GS-TS derbisinin skorunu 4-1 olarak yazmışım. İyi halt etmişim. N’eylersiniz, bu gibi vakalar olabiliyor. Málûmunuz, klavyede 1 ve 2 rakamları yanyana duruyor.

Meselá vaktiyle Bülent Ortaçgil’den bahsederken ‘İyi rekolteden yıllanmış şarap gibi’ demeye çalışırken ‘iyi dekolteden yıllanmış şarap’ demişliğim de var! F klavyede, D ile R harfleri de yanyanadır. Eh, o tashih, müsahhihin gözünden de kaçtı mı, vay hálinize... Dar vakitlerde ve sakat bir kolla 10 parmak yazı yetiştirmeye çalışır mısın; müstehaktır!

Madem nedamet getiriyoruz, olmuşken tam olsun bari: Tamam, vaktiyle Fener’in Avrupa Kupaları’nda, 7 (yazıyla yedi) puan almışlığı da var yani... Benim dediğim gibi tarihi boyunca hep 0 (yazıyla sıfır) puan çekmemiştir. Ben yakın tarihten bahsetmeye çalışıyordum. Ama neyse diyelim... Özür dilerim, Fenerli ablalarım, abilerim... Cem-i cümlenize hayatta başarılar dilerim.

Hadi sağlıcakla kalınız, ben müsaadenizle mevzudan sessizce uzamak niyetindeyim. Zavallı kolumu alır, kafama sıkar, giderim...

Asparagas

Reha Muhtar Beşiktaş’tan bildiriyor

Fi tarihinde ‘Atina’dan bildiren’, daha sonra Show TV’nin anchorman’i olan ve ‘Her nerede yaşıyor ve yaşatılıyorsa’ Türk halkını her Allah’ın günü silbaştan dumura uğratan, o arada Türk televizyonculuk tarihinin gördüğü en acayip programlardan olan Ateş Hattı’nı yöneten ve halk arasında ‘tekrar Atina’dan bildirmesi’ için imza toplanmasına vesile olan, daha sonra futbol tartışma -geyik- programı yapan, şimdilerde de Akademi Türkiye’yi sunan ve BJK TV’yi kurmaya hazırlanan Reha Muhtar, bundan sonraki kariyer hedefinin öncelikle BJK TV’de Topstar yarışması düzenleyip, sonra da bu yarışmaya katılmak olduğunu, hem programı sunup hem yarışmaya katılmakta beis görmediğini, üstelik top oynarken aynı zamanda şarkı söyleyeceğini ve şiir okuyacağını belirtti: ‘Benim yeteneklerim çok geniş bir yelpazeye yayılmıştır. Mümkün olsa da kendimi klonlayabilsem. Hayır yani, her şeye yeter, her şeyden çakarım ama neylersiniz ki, aynı anda moleküllerime ayrılıp, farklı yerlerde olamıyorum. Biz de böyle bir formül bulduk. Rahat uyu canım Türkiye’m, dört koldan geliyorum. Ben Muhtar, Reha Muhtar; dönüşü muhteşemlerden...’
Yazının Devamını Oku

Dallara kiraz bastı haberin var mı?

16 Mayıs 2004
Gazeteci olmanın en zor taraflarından biri, her Allah’ın günü, bütün gazeteleri okumak, bütün haberleri izlemek, bütün ajansları takip etmek zorunluluğudur. Memleket ahvali düşünülünce takdir edersiniz ki bu enikonu sinir bozucu, ülsere gebe, hatta kanserojen bir durumdur.

Sizden tatlı ve cadı olmasın, bizim Alışveriş Cadısı Banu (Tuna) söylenip duruyordu: ‘Ay yine bunalıma gireceğim!’

Dakikada 15 espri üretmeye muktedir bir arkadaşımız cevabı anında oturttu: ‘Akranların AB’ye girdi, sen hálá gire gire bunalıma giriyorsun!’

Tam o sırada burnumu gazetelere gömmüş homurdanmakta olduğum için anında atlangaç pozisyonuna yazıldım: ‘Kim giriyormuş AB’ye kiiim? Avrupa nere, biz nere? Biz girsek girsek çarşafa gireriz be!’

Gözümüz aydın, bizimkiler Meclis sıralarında uyuklaya uyuklaya YÖK yasasını geçiriverdiler biliyorsunuz.

Bunun yanında o evlere şenlik, o sakil müstehcenlik maddesi, mıhhh gibi duruyor. A, pardon, bilimsel yayınlara müsaade çıktı, yani böyle de pozitif bilimden yana, aydın ve sair zatlar... Eksik olmasınlar...

Sanata soyunmaya niyetlenenlerin haberi olsun: Bundan böyle iki-üç tane kıllı ve kıllanan adam, oturdukları yerde bir yandan burunlarını karıştırıp, bir yandan da rahat rahat; ‘Hmmm, hödö, bu resimde yuvarlak hatlar var. Sanırım sanatçı kalçalara bir gönderme yapmış, iyisi mi biz bunu yasaklayalım; zaten geçenlerde TV’de gördüm, herif kırıtıyor; eşcinsel meşcinsel olabilir’ şeklinde müdahalede bulunabilirler eserlerinize.

Siz iyisi mi makrame öğrenin; kanaviçe işleyin, öyle sanatla manatla, eften püften konularla vakit yitirmeyin. Taassuba gelin...

Okumuşsunuzdur: TCK altkurulunda görevli Doç. Dr. İzzet Özgenç, Nuh dedi, peygamber demedi, sanatı çarşafa sokmayı becerdi. CHP’li Orhan Erarslan müstehcenlik maddesi düzenlenirken, bilimsel, sanat ve edebi değere sahip eserlerin bu hükümden istisna tutulmasını önerdi. Ama yok, n’ayır efendim, kabul edilmedi. Üstelik CHP’lilerin itirazı olmasa, hani Özgenç’e kalsa, zina yeniden suç kapsamına girmek üzereydi. ‘17. yüzyıl cezacılarından betersiniz’ diyerek toplantıyı terk eden Eraslan’a saygılarımızı sunmak isteriz.

Özgenç’e de selámetle diyelim; bu kafayla, anca gidersiniz...

Ne diyebiliriz?..

Komiksiniz, komik... O kadar komiksiniz ki komik bile değilsiniz...

Gölgenizden korkuyorsunuz. Hayat işte, patır patır patlıyor dışarıda. Dallara kiraz basmış, insanlar sahillere koşmuş, bünyeye aşk basmış...

Ne yapabilirsiniz?

Size kalsa, sokakta öpüşenleri yaka paça içeri alacak, adamı falakaya yatıracak, kadını da kulağından tuttuğunuz gibi zührevi hastalıklara kontrole yollayacaksınız.

Size kalsa, kitapları, resimleri meydanlarda yakacaksınız.

Size kalsa, topumuzu çarşafa sokacaksınız.

Ama o kadar kolay değil. Şimdilik belki ama meydan sonsuza dek size kalmaz, bilesiniz...

Zira ne hayatın ne de evrimin önünde durabilirsiniz.

Sizin hükümranlığınız, bir-iki dönem ya sürer ya sürmez.

Sanat dediğiniz ise, sizi, bizi, hepimizi gömer; sanat hani, şu üstüne tükürmeyi iş edindiğiniz...
Yazının Devamını Oku

Felsefe dersinde okutulacak adam

15 Mayıs 2004
E-postası check-list’ime düştüğünden beri, yani yaklaşık bir aydır bir heves, bir heves bekliyordum. Her zamanki gibi beklediğimize değdi: Zaten hiç yanıltmaz... Arslan parçası Serdar’ımız Ortaç’ımız, insanı güldürmeden şuradan şuraya bırakmaz.

Pardon ya... İsterseniz, her şeyi sil baştan ele alalım... Evrenin gidişatına ayak uyduralım, hiçbir şeyi aceleye getirmeyelim, enerjimizi haybeye harcamayalım, çakralarımızı tıkamayalım.

Ommmmmmm.... Ommmmmmm....

Açtık mı çakraları? Tamam o zaman, nerde kalmıştık?

Sık sık şikáyet ediyoruz amma bu mesleğin kimi faideleri de bulunuyor. Gazeteciyiz ya, Serdar Ortaç’ın ÇAKRA adlı son albümünün müjdesini yaklaşık bir ay evvelden aldık. Gelen duyuru mail’inde, albümün ne mene bir şey olduğu, Ortaç’ın bizzat kendisi tarafından anlatılıyordu:

‘Kısa bir aradan sonra herkese ÇAKRA’yla merhaba... Biliyorum, şimdi herkes sormaya başlayacak; ‘Neden Çakra?’, ‘Çakra ne demek?..’ Kaynaklara baktığımızda, insanda yedi ana çakra bulunuyor. Çakralar, evrenden gelen pozitif enerjinin canlı vücuduna girdiği noktalar... Peki ne işe yarıyor bu çakralar? (Ortaç burada çakra nedir, negatif-pozitif enerji nedir, yenilir mi içilir mi, pille mi çalışır, dişçi mi doldurur, hoca mı üfler, nedir, ne değildir; internetten ilk elde edinilebilecek kaba bilgilerle özet bülten şeklinde onu anlatıyor. Bunu yaparken de her zamanki gibi ‘a la Ortaç’ bir ifade kullanıyor!) Zor bir kış geçirdik. Şimdi enerjiyle, pozitif enerjiyle dolmanın, çakralarımızı açmanın tam sırası. Stressiz bir zihin ve sağlıklı bir vücuda neden sahip olmayalım? Çok mu zor? Çakralarınızı açmanın birçok yolu var. Ben çakralarımı açmanın yolunu müzikte buldum. Artık hiçbir şeye kızmıyorum. Son albümüm ÇAKRA, tüm pozitif enerjisiyle, fıkır fıkırlığıyla geliyor. Bu yaz tüm kalpler ÇAKRA’yla coşacak...’

Şöyle söyleyeyim: Zaten bu mail’i okur okumaz, bende tıkalı ne çakra kaldı, ne burun, ne kulak deliği... Öyle bir kopmuşum ki höykürmüşüm... Ben o sırada kendimde değildim, kahkahamı koridordan duyan arkadaşlar söyledi.

Müteakip günlerde olaylar tahmin ettiğimiz üzre gelişti. Albüm piyasaya düşer düşmez her yer çıkış şarkısı Beni Unut ile inlemeye başladı. Şarkı, tipik bir Serdar Ortaç şarkısı. Ortaç, kendisine madik atmış ex-manitaya posta koyuyor: Beni unut, düşme sakın peşime, elimi, kolumu, dilimi bağladın, ve saire...

Şarkıya Robbie Williams’ın Come Undone adlı parçasından direkt apartma bir klip çekilmiş. Klibi bilenler bilir: Robie Williams, bir partinin sabahında, oraya buraya dağılmış insanların üzerinden atlaya zıplaya, üzerinde önü açık bir gömlek ve külotla bahçeye çıkar. Aralarda ekrana, flashback marifetiyle, bir gece önceki partiden görüntüler gelir: Kendinden sıkılmış bir starın dekadan hayatından ‘iç burucu’ sahneler...

İşte Ortaç’ın klipte, o klip hasbelkader taklit edilmiş: 30 adet yerli ve Rus güzel, ev partisi konu mankeni olarak Alkent 2000 Villaları’nda bir eve toplanmış. Ortam bu denli kalabalık olunca, prodüksiyon da 42 milyara patlamış. Fakat taklit maklit, klip tabii ki yine de Ortaç’a mahsus bir şekilde devşirilmiş: Klipte muhtemelen bir şöhreti canlandıran Ortaç, partinin sonlarında, yukarıdaki yatak odasına, muhtemelen önceki sevgilisine nispet yapmak amacıyla, partiden kaldırdığı bir başka afetle çıkıyor.

Ortaç’ın, sevgilisinin kendisini aldattığını karşı apartmana konuşlandırdığı tripota yerleştirdiği geniş objektifli makineyle belgelediği, dedektiflik melekelerini konuşturduğu ve ona ‘Sabahı görmeden kovacağım seni’ diye posta koyduğu daha önceki klibi hatırlayacaksınız. Bu da o minvalde bir şey, ancak roller değişiyor. Kuş tüyü yastık kavgası filan da yaparak ihanet eden kişi Ortaç’ın kendisi oluyor.

Ortaç’ın bu ihanet belgeleme tribi nereden kaynaklanıyor bilemeyeceğiz fakat o noktada ciddi bir takıntı söz konusu, eminiz...

Ne hikmetse, şu ÇAKRA mevzuu bizim zihnimize bir başka hikáyeyi düşürdü.

Tarkan’ın Karma albümü çıktığında, gazetelerde söze; ‘Tarkan’ın yarattığı felsefe Karma’ şeklinde giren çarşaf çarşaf haberler çıkmıştı. Entelektüel takıntıları hayli yüksek bir arkadaşımızın cinnet geçirmesine ramak kalmıştı. Gazetelere mektup döşeniyor, telefon açıyordu: ‘Benim bir arkadaşım var; adı Tacettin... O da çok hoş bir felsefe yaptı kendine, Tao diye! Belki ilgilenirsiniz!?’

Her şeye rağmen Serdar Ortaç’ın hoşluğu belki burada yatıyor. Zira albüm çıktıktan sonra, verdiği röportajlara bakıyorsunuz, Ortaç bildiğiniz Ortaç; hiiiç kıvırtmıyor... Çekinmeden; ‘Ben çakradan makradan anlamam abi. Tamamen ticari düşünüyorum. Yoksa yine bildiğiniz sinirsek adamım’ şeklinde anlatıyor da anlatıyor: Kızın biri varmış da, kafayı bu çakra, reiki mevzularına takmış da, o da ondan duymuş da, kelime hoşuna gitmiş de, ulan bu laf şarkıya iyi gider diye düşünmüş de... Yani hiç öyle; ‘Hidayete erdim, Hindistan’a gideceğim, yeni albümle birlikte yeni felsefe de edindim, ben o eski ben değilim’ mavralarına sardırmıyor.

Beğenin, beğenmeyin ama hakkını teslim edin: Serdar Ortaç, başlıbaşına bir felsefe akımı abi; kimselere benzemiyor!
Yazının Devamını Oku

Şükür, korktuğumuz başımıza gelmedi

14 Mayıs 2004
Cümle álemin málûmu olduğu üzre geçtiğimiz hafta Galatasaray, Trabzonspor’u bileğinin hakkıyla, 4-1’lık bir skorla yendi. Ezelden ebede GS meftunu bir futbolsever olarak, başta tüm GS taraftarları gibi ben de hafif buruk bir sevinç duydum.

Zira ezeli rekabet -hastasıyım bu futbol klişelerinin- kaideleri gereğince, ben de ‘Aman aman, kim olursa olsun ama FB şampiyon olmasın’ şeklinde düşünen insan türüne mensubum.

Allah’ın sopası yok tabii... Bu da gelecekmiş başımıza; kaderin cilvesine bakın ki GS, FB’nin şampiyonluğunun en önemli vesilesi!..

FB, kupayı resmen iki gün sonra alacak. Ancak bizimkilerin bu sezonki nadir başarılı performanslarından birini sergilediği TS maçı sayesinde FB taraftarları, bir haftadır şampiyonluğu kutluyorlar.

Galeyana gelen kimi gazeteler, misál Sabah ve Radikal, durumu abartıp, bu nasıl bir kimlik bilinciyse (!) işin cılkını çıkartıp, geçtiğimiz hafta sarı-lacivert logolarla bile çıktılar.

Vallahi yaptılar... Utanmadılar... Gazetenin kimliği önemli değil ya, FB’li gazete olmayı ‘kendilerinden geçerek’ kutladılar. Ne diyelim; kutlasınlar... Tadını çıkartsınlar...

Ben kendi adıma, sonradan düşününce, bu galibiyete samimiyetle sevindim. Daha doğrusu, sevinmem gerektiğine karar verdim.

Ben ki kimi aynı takımı tuttuğumuz kimi dostların sitem ve hiddet dolu nazarlarına maruz kalmayı göze almışım; sezonun ortasından beri GS’ın tek bir maç bile almasını istememişim.

Benim için sezonun gazozu, aylar önce kaçtı. İstedim ki takım batacağı kadar dibe batsın, beter olsun... Önümüzdeki sezon da Anka Kuşu misali, kendi küllerinden doğsun...

Bu arada, galibiyet malibiyet hiç umrumda değil: Şaibe söylentileri de batsın, yeter ki Fener olmasın, Trabzon şampiyon olsun...

Böyleydim... Sonra, Hakan Şükür sağolsun, titredim ve kendime geldim: Utandım...

Hakan Şükür’ün GS-TS derbisi konusundaki hem kekeme, hem geveze belágatına ne demeli?

E be adamım: Sen, sezonun en önemli maçına çıkacak adamlardan birisin. Her şey bir yana, sporcusun, sahaya kazanmak üzere çıkmaya yeminlisin. Yani en azından bizim izanımıza göre, adam gibi adamsan, sporcu gibi sporcuysan, öyle düşünmelisin...

GS, TS’yi yenemeseydi, ‘satılmış’ yaftası, belki de bir ömür üzerine yapışacaktı. Ve bunun en büyük müsebbi de Hakan Şükür olacaktı. Zira adam kendi ağzıyla oynayamaya gönlü olmadığını söylüyor işte! Geriye tek bir söz kalmayacaktı.

Ne diyeceksiniz? ‘Ligin seyrine bakınız, vahim performans sergilediğimiz bir senelik geçmişimiz, en önemli teminatımızdır’ mı? Sonra işin yoksa FB’lilerin nafile vıdıvıdılarını, gef gef gerinmelerini dinle, kahret dur. Söyleyeceğin tek söz olmayacağı için durduğun yerde kudur!

Yetmezmiş gibi bir de Şükür, susmuyor: ‘Benim demeçlerim zaten hep tartışılır’ şeklinde geven cümlelerle, sözlerinin arkasında durduğunu iddia ediyor!

Vallahi benim kendi adıma en ufak bir kompleksim yok. Ne olacak ki? Birkaç çapaçul yönetici yüzünden GS bütçesi dibe vurmuşsa da toparlanır. Bir tarih boyu sömürmeyen kalmadığı hálde memleket batmamış, birkaç sezonda Galatasaray mı batacak?

Gönül istemez tabii. İstemez de ne, bunun gibi bir tek sezona daha tahammül edemez ama yani... En kötü halükarda bile, mevzu gurur ve mutlu hatıralarsa, biz stoktan yiye yiye daha epey bir idare ederiz: UEFA Kupası’ydı, Süper Kupa’ydı, Şampiyonlar Ligi başarılarıydı... Peheeey... Yahu biz Real Madrid’i yenmiş takımız. Hayatta böyle lükslerimiz oldu; naçizane, hatırlatırız!

Benim tuzum kuru: FB’li arkadaşlara; ‘Sizin Avrupa liglerinde 1 (yazıyla bir) puan almışlığınız var mı?’ diye sorar, çıkarım işin içinden. Ama Hakan Şükür model bir zevzekliği, mümkün değil, hazmedemem.

Asparagas

Hangi kefe?

Geçtiğimiz günlerde görev aldığı bir tanıtım sırasında mini eteğinin altından iç çamaşırının görüntülenmesi üzerine; ‘Allah kahretsin, bir daha etek falan giymeyeceğim. Ne olur o fotoğrafları silin. Ben frikik veren mankenlerle aynı kefeye konmak istemiyorum’ şeklinde gazetecilere yalvaran Ebru Destan, daha önce bile isteye çektirmiş olduğu pek çok çıplak, pardon ‘düzeyli erotik’ pozu olduğunu hatırlatan gazetecileri; ‘Tam da bu sebepten şekerim’ diye yanıtladı: ‘Frikik veren mankenlerin pozlarında, selülit melülit de yakalıyorsunuz siz. Ben rötuşsuz, photoshop’sız çekimlerden hazzetmiyorum. Fotoğrafları birlikte seçelim, dükkan sizin. Ama yani, daha solaryuma bile girmedim. Bakın, o fotoğraflarda bacaklarım portakal kabuğu gibi çıkmışsa, hakikaten sonum olur; ben de Boğaz Köprüsüne çıkarım. İki gözüm önüme aksın ki yaparım! Beni selülitli mankenlerle aynı kefeye koymayın!’
Yazının Devamını Oku