Ebru Çapa

Zamanlama hatası

21 Nisan 2004
Bahtsız bedeviyiz nitekim... Geçtiğimiz cumartesi, bütün gazetelerin astroloji köşeleri bas bas bağırıyor: Kovalar! Aşk kapıda. Hani hayatınızın aşkını arıyordunuz ya; nah-a o gün bugündür. Hasretle beklediğiniz eleman, karşınıza bugün çıkacak. Eros sizi tam kalbinizden vuracak, şu olacak, bu olacak...

Yapma yav? Maalesef diyeyim...

Zira efen’im; naçar muharrirenize, Cumartesi günü için Safran’da vuku bulan Gus Deluxe partisine ‘izlengeç’ olarak katılma görevi tebliğ edildi.

Bilenler bilmeyenlere anlatsın ki Avrupa’nın birçok ülkesinde yayınlanan GUS, kendine uygun gördüğü tanımla ‘açık fikirliler için bir kent yaşam tarzı dergisi...’

İyi, ne güzel, he hoş di mi?

Hoş tabii... Gelin görün ki, bize bir faydası yok; ekmek çıkmaz yani... Çünküsü azizim, bu aynı zamanda bir gay ve lezbiyen partisi...

Yine de Allah biliyor ya, partinin idrak yollarında aldığımız yol açısından epey faydası oldu. Şunu anladık ki, memleket hálá homofobik kaynıyor.

Normalde gay kulüplerine gittiğimizde rastladığımız arkadaşlar; ‘Kardeşim gidip kendi kulüplerinizde eğlensenize’ diye takılırlar. Zira bildiğiniz üzre, eğlencenin hası buralarda yaşandığı için ortamda bir dolu heteroseksüel ‘turist’ turlar.

Ama gelin görün ki, bendeniz bu partiye birlikte gitmek için yanıma katacak bir yáren bile bulmakta zorlandım.

Bir kere partinin adı konmuş ya; erkek arkadaşlarımızda bir ‘Aman adım çıkar’ paniği... Kız arkadaşlarımızda bir ‘Ne yani, senle partner şeklinde mi?’ sersemliği...

Yahu, her haftasonu Prive senin, Barbahçe benim dolanıp dururken aklınız nerdeydi? Şimdi böyle mi olduk? Bu bağnazlık hangi ara türedi?..

Allahtan çevremizde gay dostumuz bol. Nitekim bir çiftin yanına sac ayağı şeklinde yancı yazıldım; kalktık gittik. İyi de ettik...

Ortam süper, arkadaşlık süperdi... Ama yani, ya ötesi?

Bizim kanka, yolda beni; ‘Merak etme, ortamda bir dolu turist vardır’ şeklinde teselli ediyordu ama tahminlerimizde fena hálde yanıldık tabii...

Tek tük istisnalar haricinde ortamdaki yegáne turist bendim.

E ne yapalım? Dalyan gibi, üstü çıplak dansçıları izleyip, burnumuzu çekip, sessizce dağıldık.

Anlayacağınız, bu kozmik treni de kaçırdık. Peki Waldo, sen niye orada değildin?!?


Asparagas

Görmedim, duymadım, bilmiyorum...

Her Allah’ın günü yeni bir ilişkisi ortaya çıkan David Beckham’ın eşi Victoria Beckham’ın, Hülya Avşar ile birlikte altın günü düzenlediği, bu günlerde evlilik müessesesinde üç maymunu oynamanın incelikleri üzerine fikir teatisinde bulundukları ortaya çıktı. Ünlü sanatçımız ve eşi, Beckham’lar ile ailecek görüşüyor. Eski Baharat Kız Victoria Beckham’ın, Beckhingham Palace ismini verdikleri evlerinde düzenlediği ‘Hadi hiçbir şey olmamış gibi yapalım’ partisine Hülya Avşar-Kaya Çilingiroğlu çiftini de davet ettiği, ancak Avşar’ın programının çok yoğun olması nedeniyle ikilinin bu davete icabet edemediği biliniyor. Hülya Avşar, İngilizcesi’ni ilerletmesi açısından da bu dostluktan ziyadesiyle memnun. Hanımlar birbirlerine yeni tek taş pırlantalarını gösterip modadan konuşurlarken, Kaya Çilingiroğlu ile David Beckham da bol bol futbol konusunda laflıyor.
Yazının Devamını Oku

TV’nin karşısına geç, TC’nin hayatını bir film şeridi gibi seyret

18 Nisan 2004
Delireceğiz, deliriyoruz derken, gözümüz aydın, hasretle beklenen vaziyet huzura geldi: Bir millet çıldırıyor. Çakır ve dahi cümlemizin başı sağolsun, üç kuruşluk aklımız vardı, onu da Vadi’de cebimizden düşürmüş bulunuyoruz. Akıl yürütmekmiş, makıl yürütmekmiş, kifayetsiz kalıyor.

Kurtlar Vadisi’nde, Oktay Kaynarca’nın canlandırdığı Süleyman Çakır’ın ardından kopan ‘matem fırtınası’ (!), Sakıp Sabancı’nın ardından tutulan yası aratmıyor.

Belediyeden emekli, ‘dizinin yayınlandığı akşamlarda misafir bile kabul etmeyen’ Tahir Türköz (45), Çakır’ın vurulduğu gün heyecandan kalp krizi geçirip hayatını kaybetti. Allah rahmet eylesin ve kimbilir, Türköz’ün geçirdiği belki de iradi bir krizdir; varsa öyle bir şey tabii... Olur olur; diyelim ki rahmetlinin gözü Çakırsız bir hayata katlanmayı yemedi.

Yine Konyalı bir grup genç, Çakır’ın ölümü üzerine, Yeni Meram isimli yerel gazeteye taziye ilanı verdi: ‘Kurtlar Vadisi’nin vazgeçilmez karakteri Süleyman Çakır’ı kaybetmenin derin üzüntüsü içerisindeyiz. Merhuma Allah’tan rahmet, Kurtlar Vadisi’ne, Polat Alemdar’a, Memati’ye, Dayı’ya ve yakın arkadaşlarına ayrıca hayranlarına başsağlığı dileriz.’

Bunun yanında, Adapazarı’nda vuku bulan bir halı saha futbol turnuvasında Çakır için bir dakikalık saygı duruşunda bulunuldu. Maç, rakip takımın da zorunlu olarak katıldığı saygı duruşunun ardından, Kurtlar Vadisi’nin jenerik müziği eşliğinde başladı, hoş oldu.

HORMONLU SEMPATİ

Fındıkzade’de pazarcılık yapan Polat Alemdar, (Ben kırk kere baktım, bu isim benzerliği tashih midir diye ama yok abi... Bu hormonlu sempati, o empatiden kaynaklanıyor da olabilir gerçi.) dükkanın vitrinine; ‘Süleyman Çakır’ı elim bir saldırı sonucu kaybettik. Bütün sevenlerinin başı sağolsun!’ şeklinde Polat Alemdar imzalı, ‘el yapımı’ bir ilan astı... Adam gerçek bir fanatik... Çakır öldüğünde karısıyla birlikte sabaha kadar ağlamış! Diziden önce bir önceki haftanın VCD’sini izleyip konsantre olurmuş, o kıvam...

Burada biter mi, burası Kurtlar Vadisi, öyleyse devam: Karakterin arkasından İlahiyat Fakültesi’nden bir grup genç mevlit okudu! Bir başka Baba, ifadesi alınırken, ‘Çakır’ın öldürülmesine dair talimatı siz mi verdiniz?’ sorusuyla sitemlerini iletti ve polise teessüflerini sundu!

Çocukların gelişimine dair beslediği endişe dolayısıyla Alaattin Çakıcı’nın sergilediği ‘duyarlı’ yaklaşımın ve Oktay Kaynarca’nın sözel istifrasının üzerine Vedat Ergin, Uşak Cezaevi’nden mektup yazdı: ‘Artistler bu mafya işlerine alet olmasın. Çakıcı benim kan ve can hasmımdır. Oktay Kaynarca’ya bu açıklamaları kim yaptırıyorsa, delikanlıysa, çıkıp kendi açıklamalar yapsın da görelim. Çok ayıp. Bunun adı ahláksızlık...’

Pardon valla, insanların ezberinin bu denli dağınık olduğu topraklarda, ayıbın yolları kayıp!

Dizi dediğin tabii böyle bir şeydir; TV’nin karşısına geç, TC’nin hayatını bir film şeridi gibi seyret. Özdeşleşmeyse, böyle olur! Ne olacaktı? Biz bir aileyiz elbet.

Meltem Anne’yi unutmadık değil mi? Aileyi tamamlamak için tabii bir de baba lázım. Baba dediğin nereden çıkar ki? Bittabii ‘Babalar’ áleminden... Siz sağ, biz selámet...

Hadi bakalım, ne yapacağız şimdi? Ahlákın, delikanlılığın, namusun, mertliğin, iyiliğin, kötülüğün, erdemin, vs.nin tanımını sil baştan yapalım mı? Mefhumlarımızı paten misali kuşanıp, kaygan zeminler üzerinde kayalım mı?

Bu ülkede işlerin hep mafya aracılığıyla yapılmasını eleştiren, temiz toplum istediğini iddia eden ve Çakır’ın ölümünden dolayı eseflerini sunan herkesin sahtekárlığını şöyle bir sorgulayalım mı?

Vakt-i zamanında Alman şair-oyun yazarı Dean William Ralph Inge söylemiş: ‘Kuzunun vejetaryenliğin faideleri üzerine söylediği hiçbir şeyin, kurtun farklı görüşte olması hálinde hükmü yoktur.’

Öyle yani... Ortam buysa, álemin kralı Çakır’sa, yapacak bir şey yoktur. Sen öyle durduğun yerde istediğin kadar kudur, olayımız, budur!!!

Dostlar sağolsun... Çakır öldü abiler; cümleten başımız sağolsun!

Ha, bu arada: Çakır’ı hortlatmayanı gömeriz alimallah...

Eyvallah!
Yazının Devamını Oku

Bu klibin karşısında paralize balık gibi kalakaldık

17 Nisan 2004
Ne seneydi be... Ne aydı be... Ne haftaydı be... Ne gündü be... Ne saatti be... Bu, bu, bu ne bu be?!.

İnsan her biten anın ardından bu cümleyi bir kez daha kurma ihtiyacı duyabilir mi?

Bu hayat dediğin nasıl bitmez ve nasıl engelli bir koşudur böyle!

Tam bir düzen oturttun gibi oluyor. Tam hayatının adamını buldun gibi oluyor. Tam kıçını huzurla yayabileceğin bir yere düştün gibi oluyor.

Hayat birader, elinin tersiyle şöööyle suratının ortasını bir yokluyor.

Hadi bakalım, sil baştan!.. Sisyphos’un láneti mübarek; kurtulamıyorsun şu dağ tepesine çıkarttığın her sefer gerisin geriye aşağıya yuvarlanan taştan.

Bugün toplantı odasında, aynen benim gibi 30’lu yaşlarının ortalarına doğru ilerlemekte olan sepsevgili bir dostumuzun doğumgünü pastasını kestiğimiz bir sırada huzurda belirmez mi: Álemin en yaman üçlüsü ve insanı bitiren o canım şarkıları: Tam Ortasındayım...

Ceketimin cebini saygıyla ilikler ve hem MFÖ’ye hem de Kader Bey’e pesss demek isterim.

Eh güzel abilerim, iki, pardon, dört ettik demektir. Zira ben de bu aralar tam oralardayım:

Şöyle mi olmalı böyle mi olmalı, olmalı mı olmamalı mı modeli bir modda, evler, gönüller, insanlar arasındayım. Sonsuz muallaktayım...

‘Tam ortasındayım yağmurun / Karın, soğuğun ortasındayım / Nasıl da paylaşıyor insan isterse / Nasıl da birmiş meğer hasretler / Nasıl da mecburmuşuz sabretmeye / Sevmeye, öğrenmeye / Tam ortasındayım yolun / Koşunun ortasındayım / Tam varıyorum ki hedefe / Bir yenisi başlıyor / Bu oyun hep aynı / Değişmiyor / Hálá devam, hálá figán / Hem de bile bile / Nasıl da paylaşıyor insan isterse / Nasıl da birmiş meğer hasretler / Nasıl da mecburmuşuz sabretmeye / Sevmeye, öğrenmeye...’

Nasıl, hem de nasıl...

Şarkının zaten hastasıyız; iyice nakavt olduk. Labirenti andıran bir mekánda gayet başarılı bir ışıklandırmayla çekilen klibin karşısında paralize balık gibi kalakaldık, basbayağı donduk.

Mazhar Alanson, Tam Ortasındayım’ı askerde olduğu sıralarda yazmış. Michael Show’un Michael’ına verdikleri röportajda şarkının hikáyesini şöyle anlatıyor: ‘Biz bestelerimizi enstrümanlarla yaparız; bunun başlangıç melodisini ağzımla çıkartmıştım. Orada bütün insanlar bir aradaydık. Herkesin hasretleri birdi. Herkes ailesini, sevgilisini düşünüyordu. Oradan esinlenerek çıktı. Askerlik döneminde yapılmış bir şarkı ama her zamana aittir.’

Doğru söze ne denir? Kesinlikle her dem taze bir klásik. Zira hayat, uçurumun kıyısında seksek oynamaya benziyor. Ve sabrın ve sevmenin ve öğrenmenin sonu gelmiyor.

Aman aman, gelmesin de zaten, bin şükür.
Yazının Devamını Oku

Biracılarda inecek var

16 Nisan 2004
Bu aralar hayat bize bira ve müzikten yana göründü. Herhangi bir itirazımız ya da şikayetimiz var mı; hayııır... Ki, hayat bize zaten genellikle o taraflardan görünür, dolayısıyla çok şaşırmış değiliz, o da ayrıdır...

Geçtiğimiz akşam, Safran’da bir Tuborg tanıtımı vuku buldu. Efendim, yakınlarda zaten duyacak, görecek, konserlerini izleyeceksiniz fakat biz şimdiden duyuralım, gazetecilik vazifemizi yerine getirmiş sayılalım.

Önümüzdeki -uzuuun süreceğini tahmin ettiğimiz- bir dönem, Tuborg’un yeni yüzü Teoman, Teoman’ın konser sponsoru da Tuborg olacak.

Vallahi Münir Özkul ile Adile Naşit, Ginger Rogers ile Fred Astaire, tahin ile pekmez (Carlos’umun Bağdat’taki kulakları çınlasın!) kadar uyumlu bir ikili derim.

Daha isabetli bir seçim olamazdı nitekim. Başkalarının yalancısıyım ama Teoman da zaten kendisine yıllardır ‘biracı’ bir sponsor arar dururmuş.

‘Paramparça’ bir ‘Zamparanın Ölümü’ öyle portakallı mortakallı meşrubat elinden olabilir mi hiç azizim!?!

Dememiz odur ki, Teoman yaz boyunca bir yandan biraları çekecek, bir yandan da memleketin dört bir yanında konserler verecek. Üstelik program dahilinde Teoman ve Bülent Ortaçgil’in birbirlerinin şarkılarını seslendirecekleri konserler de bulunuyor.

İşte bizim deli gönlümüz, esas o konseri izleyebilmek için fena hálde sabırsızlanıyor.

Böyleyken böyle...

Gelelim başka bir ‘bira hadisesi’ne: Babylon’da uzun süredir düzenlenen ‘Millering The Nite’ gecelerinin bu akşamki yıldızı Orient Expressions.

El mahkûm, ille ki gidilecek... Bendeniz son bir aydır DJ Yakuza (Can Utkan), Richard Hamer ve Cem Yıldız’dan oluşan grubun, Murat Uncuoğlu’nun da katılımıyla Doublemoon’dan çıkardığı Divan albümünden başka bir şey neredeyse dinlemiyorum.

Elektronik müzikle Türk Halk Müziği’nin harmanlandığı albümde Sabahat Akkiraz’dan Aynur Doğan’a, birçok güzide sanatçı, harikuláde vokal performansları sergiliyor.

Bunun yanında nefeslilerde coşan Richard Hamer’ın ve bağlamayı eline aldı mı döktüren yaylılar üstádı Cem Yılmaz’ın da gayet başarılı vokal performansları da bulunuyor.

Sazdı, cümbüşdü, uddu, bağlamaydı... Muhtelif folklorik enstrümanlar elektronik altyapıyla şahane bir şekilde düzenlenmiş; coş coş, bitmiyor, dalgalar durulmuyor.

Eh, ruhumuzu kaptırdığımız böylesi bir grubu ilk kez canlı olarak sahnede izleyeceğiz, insan háliyle mutluluğa gark oluyor.

Hem zaten Babylon’un da kalbimizin başköşesinde ayrı bir yeri bulunuyor.

Bilenler bilmeyenlere anlatsın, açıldığından beri hakikaten baba grupları ve dünya çapında pek çok caz üstadını ağırlamış olan Babylon, dünyanın en prestijli caz dergisi Downbeat’in ‘En İyi 100 Caz Kulübü’ listesine bu yıl ikinci kez girdi.

Amiyane tabiriyle Türkiye’de iyi şeyler de oluyor ve oldu mu, bu durum elin gavurunun gözünden kaçmıyor. İyi müzik dediniz mi, iyi iş yaptınız mı, yankısı okyanuslar ötesine ulaşıyor.

Ahválimiz budur efendim. Sefadan sefalete doğru emin adımlarla ilerlemekteyim.

Bu kadar müzikten bahsedince insan havaya giriyor; bari sahne jargonuyla bitireyim: Bu akşam 23:00 itibarıyla Babylon’dayım, sizleri de beklerim. (Ben niye bekliyorsam artık? Hatta vazgeçtim, aman abi, gelmeyin; bazen mahşer kalabalığı oluyor; insan daralıyor.) (Ne diyorum ben ya? Birazdan mikrofonu kapıp Kuşum Aydın’dan şarkı söylemeye başlayacağım.) (Ay, bu ne? Aç parantez, kapa parantez, böyle böyle Seda Sayan’lara yolumuz var yani; aman abi, sessizce dağılalım.)

Anneme özel not: Hayır anne, vallahi çok içmiyorum. İki gözüm önüme aksın bak, vallahi... Ben bunları tamamen vazife icabı, görev aşkıyla yazıyorum!!!

Asparagas

Kurs neyin şeyettik...

23 Nisan etkinliklerini tanıtmak için düzenlediği basın toplantısında bir gazetecinin davetli listesinde eşinin adının neden yer almadığını sorması üzerine ‘Nedeni nedir diye bunu bana tekrar niye soruyorsunuz? Yani ne öğrenmek istiyorsunuz? Bu nedir? Şeyini şey ettiğimin şeyi! Bilinmedik ne kaldı canım kardeşim’ şeklinde yanıt veren TBMM Başkanı Bülent Arınç’ın son zamanlarda Mehmet Ali Erbil ile samimiyeti ilerlettiği ortaya çıktı. Arkadaşlığın tohumunun Kasımpaşa’da yeni açılan ‘Hızlandırılmış Sinkaflı Küfür Kursu’na aynı dönemde yazılıp, aynı sınıfa düşmeleriyle başladığı belirlendi. İkilinin küfür kanon korosuna da kaydolduğu, ancak Arınç’ın ezberinin biraz zayıf olduğu biliniyor. Arınç, Erbil sufle yapmadığı zamanlarda hatırlayamadığı yerleri ‘Şey canım, işte şey...’ şeklinde geçiştiriyor.
Yazının Devamını Oku

Müsekkin niyetine prezidan!

15 Nisan 2004
Bush’u bana versinler, bir dolaba kapatayım, canım sıkıldıkça çıkarıp çıkarıp döveyim istiyorum. Ama öyle böyle değil, çok istiyorum. Evrimi inkár edercesine, artık şempanzeye mi desem, gorile mi, nearderthale mi, neyse neye benzeyen o pişkin suratındaki o ağzını, o burnunu, her seferinde bir daha, bir daha, bir daha birbirine katmacasına... Kaş-göz dağıtmacasına... Saç-baş yolmacasına...

İşte birine mi kafam bozuldu, çıkarıp Bush’un dişlerini dökeceğim.

Trafik mi sıkıştı, Bush’un kafasını ezeceğim.

Hayatta kafamı bozan her mevzunun hıncını Bush’tan çıkaracağım. Öfkesini kusmuş, zehrini akıtmış birinin rahatlamış hálet-i ruhiyesiyle mutlu ve mesut yaşayacağım, Esra Ceyhan modeli bir kadın olacağım...

Bildiğiniz üzre; ‘Irak’ta işler pek yolunda değil.’ Böyle deniyor...

Türkçe meáliyle, savaş yeni başlıyor. Ve tarih tekerrürden ibaret ya, olan yine sivillere oluyor. Japon, İtalyan, Iraklı fark etmiyor; sokaklarda, pazar yerlerinde, camilerde ölenler hep günahsız siviller oluyor.

O kifayetsiz muhteris Washington’da beyzbol maçı açılışları yapıp, çiftliğinde biftek filan pişirirken, okyanusun öbür yakasında kıyamet kopuyor.

Gerzek ve muhafazakár kovboyumuz bir de utanmadan çıkıp, ‘Bizim güvenliğimiz için ödenebilecek en büyük bedeli ödeyenler için’, yani ölen ABD’li askerler için dualar mualar ediyor.

Prezidan Bey’in, istihbaratı bir ay öncesinden eline ulaştığı hálde, savaş çıkartabilmek için bahanesi bulunsun diye, 11 Eylül olaylarına karşı önlem almadığı biliniyor.

Ve adam utanmadan, dalga geçercesine çıkıp ‘Her gün daha az kayıp olması için dua ediyorum’ diyor!

Senin ettiğin duadan kime ne hayır gelsin be? Sen git kendine özel rahip kadrosu kur, hatta bir yerlerden ara-tara, mesih filan bul-buluştur ki senin ruhuna bir iyilik düşünsünler.

Zira dünyanın muhtelif kıtalarından yediğin beddualar sayesinde cehenneme doğru tek gidiş biletin kesilmiştir; öyle bir kadronun fazla mesaisi paçanı kurtarmaya beeelllki yeter...

Geçtiğimiz yılki Oscar töreninde sahneden ‘Utanmalısın Bay Bush!’ diye bağıran Michael Moore, esasında hata etmiş. Utanç dediğin ar damarı gerektirir ki bu adamda omurga bile yok.

Sadece omurgasız olsa yine iyi; adam sanki bir tür amip, tek hücreli aptal yaratık ‘karizması’na sahip...

Asparagas

Kaka çocuk

Stüdyoya at girmesi yüzünden söylediği şarkının yarıda kesilmesine içerleyip gayet zarif bir üslupla özür diledikten sonra programı terk eden Baha’nın arkasından, canlı yayında ‘Halkın ilgi gösterdiği isimlere ilgi göstermezsen böyle Baha olarak kalırsın, bir bok olamazsın’ diyen Mehmet Ali Erbil, ‘olmanın’ formülünü faş etti: ‘Öncelikle konservatuar bitirilir. Ardından Küheylan gibi oyunlarda parmak ısırtan performanslar sergilenir, gelecek vaat eden parlak oyuncu olarak isim yapılır. Müteakip yıllarda imaj ve ortam itinayla, yavaş yavaş, sindire sindire sırnaştırılır. (?) Masa masa dolaşıp onun bunun kafasına mikrofon vurulacak olan ekstralara gidilir, oralardan kazanılan paralar, mümkünse Kıbrıs kumarhanelerinde harcanır. TV programlarında İsmail Türüt ile güreş tutma esnasında üstüne zıplamak suretiyle Aysel Gürel’in kaburgaları filan kırılır. Canlı yayında küfür edilir, sermayeden yenir de yenir. Olay budur. Öğrenmek isteyen arkadaşlara gerekirse özel ders de verilir...’
Yazının Devamını Oku

Marc Almond Zeki Müren fanı ‘çıktı!’

14 Nisan 2004
Ne yalan söyleyeyim, birisi hamili çek yazsa, altına adımı yazasım bile yok. Olası en güneşli yere bir kilim sereyim, postu oraya sereyim, küçük bir köpek yavrusu gibi kıvrılıp uyuyayım istiyorum. Gelin görün ki hayat insanı işe güce koşuyor, ekstra, kıldan tüyden, özelden tüzelden zaruretler de cabası...

Bugünlerde buruşuk pijama gibiyiz. Bünye iflas raddesine geldi dayandı ama çaresiziz.

İnsan denen mahlûkatın üzerinde el freni nev’i bir aksam olmaması fena bir durum.

Olsa, vallahi tüm iyiniyetimizle asılacağız ama yok yani maalesef öyle bir şey. (Trum trum trum, makineleşmek istiyorum!)

Amaaan ne yapalım, biz de koşarız, hayat emrediyor madem...

Hem zaten bu durulmak için kötü de bir dönem.

Gidilecek görülecek bir dolu şey var; yetişilecek bir dolu program...

Misál, yarın (15 Nisan Perşembe) Roxy’de dünya gözüyle Marc Almond’ı görmek gibi bir lüksümüz olacak muhtemelen.

Şimdi bu fırsat kaçar mı, sorarım?..

Marc Almond’ı zaten ezelden beri severdik. Bir röportaj okuduk, kendilerine olan sevgi ve saygımız katlandı, hatta hadi cılkını çıkartalım, kanatlandı.

Kanadımız kolumuz bir arkadaşımız gösterdiğinde uyandık Milliyet Sanat’ın son sayısında yer alan şahane Eralp Baydar röportajına.

Baydar, Marc Almond ile İngiltere’de konuşmuş. Hakikaten de şapşahane bir muhabbet olmuş...

Son kertede aydınlatıcı ve eğlenceli söyleşi sayesinde Marc Almond ile ilgili enteresan şeyler öğrenmek nasip oldu. Şöyle ki, son zamanların ‘çıktı’ haberi jargonuna uygun bir dille ifade ececek olursak: Marc Almond, Zeki Müren fanı çıktı!

Şimdi bu, Sibel Kekilli’nin ‘pornocu çıkması’ kadar enteresan değil midir, elinizi vicdanınıza koyunuz da söyleyiniz.

Bundan evvel bir kez, o da 15 yıl önce, tatil için İstanbul’a gelen Almond, başta, ‘Geceyarısı Ekspresi’ referanslı standart turist önyargısına sahip olduğunu, ancak gördükleri karşısında dehşete düştüğünü anlatıyor.

Akabinde bir fotoğraf çekimi sırasında Zeki Müren’i dinlediğini, sesine vurulduğunu ve ona ait ne kadar kayıt varsa edindiğini öğreniyoruz.

Ve buradan da esas ilginç kısma geliyoruz.

Almond, vakt-i zamanında ‘muhteşem bir ses’ olarak nitelendirdiği Müren ile düet yapmak istemiş. Gelin görün ki Müren’in vefat etmesi üzerine, sesini inceltip, Süreyya Ahmed kimliğiyle, bir ‘kadın vokal’ olarak, kendisiyle düet yapmış.

Zeki Müren için ‘Öldüğünde çok şaşırdım, hep ortalıkta olacakmış gibi bir intiba bırakıyordu’ diyor Marc Almond. Yani bu kadar da ‘içeriden’ konuşuyor.

Türk müziğinden bir tek Zeki Müren ve Bülent Ersoy’u tanıyormuş ve -yalanı yok- ‘gözünü korkuttuğu’ için Bülent Ersoy ile birlikte çalışmaktan hafif tertip tırsıyormuş!!!

Adam ‘olmuş’ yani bir nev’i... Cola Turca Man kıvamı; ‘bendensin’ modeli...

Almond, İstanbul’a geleceği için çok heyecanlıymış, vuslatı dört gözle bekliyormuş.

Vallahi ondaki heyecan, bize taşikardi hesabından yazılır.

Marc Almond bu; boru mu? Zannımızca sırf ‘Tainted Love’ şarkısı için bile bir ömürlük kredi anasının ak sütü gibi heláldir, hakkıdır...

Ah, şu gözünü sevdiğimin baharı. Aşkı meşki, depresyonu mepresyonu geçelim bir kalem de sanat ve şenlik sezonu kesinlikle ‘açılmıştır.’

Şu saat itibarıyla deliye her gün bayram, İstanbul’a her gün festival.

Gelsin sinema, gitsin konser... Nerede akşam, orada sabah; postu Roxy’den kaldır, Açıkhava’ya ser, oradan çık, sinemaya gir, oradan şavolle, direksiyonu Ziya’nın dükkana doğru kır...

Hadi bakalım; motoru yakmasak bari...

Asparagas

En kahraman Aydın

Sinan Engin’in düdüğüne methiyeler düzdüğü, Haluk Ulusoy’un ‘milli değer’ ilan ettiği, Özhan Canaydın’ın onurlu davrandığı için saygılarını sunduğu, Ergün Gürsoy’un ‘federayonu’ kurtadığını söylediği Ali Aydın’ın İnönü Stadı’nın ortasına heykelinin dikilmesine karar verildi. Başta Adsız Kahraman Hakem Anıtı şeklinde düşünülen heykelin, daha sonra adının sanının da konulması ve modelin elinde kırmızı kart, dudağında düdüklü bir Ali Aydın figürasyonu olması gerektiği düşünüldü. Sinan Engin, Ali Aydın’ın adını Namık Kemal olarak değiştirmesi adına bir öneri getirdi fakat camia bu öneriye sıcak bakmadı. Yapılan toplantı neticesinde, Namık Kemal’in adının Ali Aydın olarak değiştirmesinin daha uygun olacağına, tarih kitaplarını baştan yazmak üzere bir heyet oluşturulmasına karar verildi.
Yazının Devamını Oku

Mışıl tayfasına uykusuzluğu anlatmak köre maviyi tariften zor iştir

11 Nisan 2004
Amerikalı mizah yazarı Fran Lebowitz’e göre; ‘Hayat, uyuyamadığın zamanlarda olup biten şeylerin toplamına denir.’ Var ya, bu sözün altına imzamı atarım. Ve maalesef gurur ve mutluluktan ziyade keder ve hüzünle belirtmek isterim ki bendeniz, bu anlamda dolu dolu, gürül gürül, harıl harıl, yorul yorul yaşarım...

Son huzurlu uykumu ne zaman uyuduğumu inanın hatırlamakta zorlanıyorum. İnsomnia gibi kati bir teşhis konulabilir mi bilemiyorum ama çocukluğumdan beri kimi dönemler iyiden iyiye kuduran bir uykusuzluk sorunu çekiyorum.

Uyuyamıyorum, uyuyabildiğim zamanlarda da genellikle uyku niyetine bir nev’i falakaya yatıyorum.

Bir insanın her Allah’ın sabahı, yattığından daha yorgun uyanması mümkün müdür? Uykunun dinlendirici bir şey olması gerekmez mi? Uyku dediğin, karabasanlarla cebelleştiğin bir vahşi dövüş müdür?

Ne sonu gelmez Kıbrıs meselesi, ne Irak’ın tekrardan bir sıcak savaş alanına dönmesi...

Geçtiğimiz hafta beni en fazla etkileyen haber, başka türden bir insanlık dramı üzerineydi.

İnsan küçük bir gazete haberi okuyup da ağlar mı; ben ağladım... Okumamış olanlar için aktaralım: Yakalandığı hastalık nedeniyle 43 yıldır uyuyamayan Muammer Sözen, Konya, Karapınar’da, 80 yaşında hayatını kaybetti.

Dilerseniz bir daha okuyunuz, iyice sindiriniz: 43 yıl! Tamı tamına 43 uykusuz yıl!!!

Sözen, yaşadığı ve uyuyamadığı o 43 yıllık dönemde, uyumasını sağlayacak kişiye ev, otomobil ve para vaadinde bulunmuş, ancak bir Allah’ın kulu bile derdine derman olamamış.

Geçen yıl eşinin vefatıyla çok büyük bir üzüntü yaşamış ve onun yokluğuna en fazla bir yıl dayanabilen bünyesi iflas etmiş, tansiyon ve kalp rahatsızlığına yenilmiş...

Kendisi, Karaman’da herkes tarafından tanınan ve sevilen biriymiş. Cenazesi kılındıktan sonra çok sevdiği eşinin yanına defnedilmiş...

Belki densizlik ediyor, günaha giriyorum ama ne yalan söyleyeyim, onun adına neredeyse sevindim. Ne denir; Allah kurtarmış...

Yastığa başını koyar koymaz uyuyabilen insanlara uykusuzluğu anlatmak, bir köre maviyi anlatmaktan bile zor iştir.

Uyuyamamak zaten yeterince sinir bozucu değilmiş gibi, insan bir de ömrü billáh konuyla ilgili abidik gubidik, sürü sepet tavsiye işitir: Yatınca gelir... Uyumayı dene... Koyun say... Süt iç... Erken yat... Düzenli saatlerde yat... Uykun gelmezse bile yataktan kalkma... Kitap oku...TV zapla... Ne demek canım uyuyamıyorum, sen hele bir yat, o gelir...

Yok kardeşim, bizim uyku Godot modeli... Yatınca gelmiyor, lûtfedip geçerken uğradığında da güllabici odunuyla geliyor.

Gel gör ki bu ne hikmetse kimselere, özellikle de ‘mışıl tayfası’na anlatılamıyor.

Ya da işte, Muammer Sözen’i ziyaretinde olduğu gibi, ecel ile birlikte geliyor.

Düşünsenize Sözen, 43 yıl sonra nihayet ilk defa sevdiği kadınla yanyana uyuyor... Yanında yatmıyor, yanında UYUYOR...

Allah gani gani rahmet eylesin, varsa tüm taksiratını affetsin; toprağı bol olsun...

Yattığı yerde güzel uyusun...

Kimi heykele kimi selülit kremine takar

Gözümüz aydın; ‘heykel gördü mü kendini lama zanneden AKP’li belediye başkanları kervanına’ (!) yeni bir isim katıldı. Akbil ve İGDAŞ davalarında Tayyip Erdoğan ile birlikte yargılanan ve onun kasası olarak tanınan Esenyurt Belediye Başkanı Necmi Kadıoğlu, bildiğiniz üzre ‘icraat’ bábında ilk iş olarak belediye binasındaki heykel ve resimlere taktı: ‘Şimdi bu ne ifade ediyor? Müstehcen değil ama hatları çok belli, bacakları macakları şey...’

Kendileri bu aralar meşgûller; binadaki sanat eserlerini kaldırmak için yasal dayanak aramakla iştigál etmekteler. Ne diyelim; pek haklılar... Zira sağlam mı sağlam gerekçeleri var: ‘Kültür yapacağınız yerle devlet dairesini ayırt etmeli. Resmi bir kuruluş, heykele meykele sergi alanı olmamalı. Belediye’ye gelen yok, giden yok, tablonu görmez, heykelini almaz.’ Öyle şahane bir mantık ki pazar yerinde beleşe tezgáha koysan, müşterisi çıkmaz.

Partiye gel, sanatın içine tükür... Böyle böyle memleket kurtulacak, çok şükür... Bakanı selülit kremi reklamı görür kafayı popoya takar, başkanı tablo gördü müydü kafayı bacağa takar... O kafa, ah o kafa... Kafaya baka baka, kafayı yiyeceğiz. Çok çalışmaları lázım annesi çoook! Daha AB’ye gireceğiz...

Ay benim kasedim çıktı, aldınız mı?

Ay ihanet etmedim ben, gördünüz mü?

Kenan Doğulu ile ayrılmalarının ardından, hakkında peşpeşe söylentiler çıkan, ‘tuttuğu takımın başkanı olduğu için saygı duyduğu’ Serdar Bilgili ‘abi’siyle elele kolkola dans etmesi ‘yanlış’ yorumlanan Tuğçe Kazaz buyurdu: ‘Türkiye’de bir kadının erkeğini aldattığını gördünüz mü?’

Yok, ben ne gördüm ne duydum vallahi, ya siz?!? İhanet dediğin şey, erkeğin tekelindedir, elinin kiridir. Kadın dediğin mümkünü yok, aldatmaz, aldatamaz, yaparsa da gerekirse recmedilir, yanisi katli vaciptir.

Tuğçe Hanımefendi, birlikteliklerinin báki olduğu dönemde de Kenan Doğulu’nun kliplerinde öpüşmesini gayet doğal bulduğunu, fakat kendisinin dizide n’asla ve kat’a öpüşemeyeceğini, çünkü kadınların durumunun farklı olduğunu dile getirmişlerdi.

Bizlere hayat ve memat, elmalar ve armutlar, Ademler ve Havvalar üzerine deriiin bir ders vermişlerdi.

Hey Ya Rabbi, bu nasıl sakil bir söylemdir! Üstelik bu zırvalığı dillendirenler de kadın olacaklar...

Allah aşkına biri bana açıklasın: Bu acayip söylemin belletildiği bir ‘Bağyanlara Özel Errrkek Egosunu Destekleme Derneği Hazırlık Kursu’ filan mı var? Ya da, acaba diyorum, Tuğçe Kazaz hanımefendi, Hülya Avşar ablalarından özel ders mi almışlar?
Yazının Devamını Oku

Yalın: The Türev Adam...

10 Nisan 2004
Casablanca filminin gelmiş geçmiş en ünlü aşk filmi addedilmesi ve unutulmaz klásikler arasında sayılmasının nedeni, otoritelerce (hastasıyım bu ‘titr’in) esasta mükemmel bir klişeler derlemesi olmasına bağlanır ya hani... Üç haftadır, kapıdan kovsanız bacadan giren, eve sokmasanız sokakta, her adım başında kulaklarınızı üten Zalim için de buna benzer bir şey söylenebilir belki.

Yalın, The Türev Adam...

Bir anda şöhret olmak açısından, model bábında Mirkelam’la kıyaslanıyor.

Tipi ve Yurdaer Doğulu ekolünden olması itibarıyla Kenan Doğulu’ya benzetiliyor.

Şarkısı Zalim, Levent Yüksel’in seslendirdiği Sezen Aksu şarkısıyla aynı ismi taşıyor. (Ben naçizane, feriştahı gelse ilk Zalim’in üzerine tanımam; ayrı...)

Hatta Haftalık dergisinin iddiasına göre sektörün iştahını kabartan, göz kamaştıran bu başarının sırrı, Zalim’in, daha albüm piyasaya çıkmadan herhangi bir lansman yapılmadan patlamasında, bu durumda Yalın’ın bir nev’i ‘gizemli şöhret adayı’ kategorisinden ele alınmasında yatıyor ki naçiz muharrireniz, tam bu noktada, daha sonra Erhan Güleryüz olduğu ortaya çıkan Meçhul Şarkıcı’yı anmadan edemiyor.

Yetmediyse, güftesiyle, acı, hüzün, kalp kırıklığı ihtiva eden, buna rağmen haysiyetli pozlar çeken, pes etmeyen, ex manitaya kuyruğu bir kez daha kaptırmayı reddeden, hatta kinayeli ve kibar bir dille fırça kayan bir şarkı.

Bestesiyle ise insanın içini kıpraştıran, kulağa ve dile takılan, ‘kımıl kımıl’ melodik bir parça... Sanırsınız ki adama aşk acısı, kurşun ve sair işlemiyor; kahır tanımaz, keder bilmez bir Kalipso Kralı...

Yok yok yani... Tek kişilik rüya takım desek yeri...

Hepsinin ötesinde Yalın, şu ana dek abuk sabuk tek kelám etmemiş bir iyi aile çocuğu... Öyle ki, biraz daha yuvarlak konuşması hálinde ilerki vakitlerde bizleri sıkıntıdan esnetmesi bile muhtemel. Sonracığıma, adam okumuş etmiş... Fransız lisesi desen var, ABD’de üniversite eğitimi desen mevcut... Hani durumu zorlasan, ufak model bir Kemal Derviş...

Klibe gelince, sarı-sepya, siyah-beyaz, gayet düz, gayet sade bir çalışma.

Álemin yeni ve mütevazı kralı Yalın, tren raylarında, köprü altlarında, dağ-tepe-sokak başlarında, elinde akustik gitarıyla, fırından yeni çıkmış bir somun ekmek sıcaklığında tebessüm ederek şarkısını söylüyor. İsmiyle müsemma Yalın gibi... Bağırmayan bir iddia...

Yalın Bey’e müzik listelerine hoşgeldiniz der, kendileri için magazin çamuru sıçramamış temiz paçalar ve daimi başarılar dileriz Onu kendi sözleriyle tebrik ve abla edasıyla da tembih etmek isteriz:

‘Ellerine sağlık / Hadi durma kutla bu zafer senin / Yüreğine sağlık / Yalan dünyada tek safirin / Onu kaybetme, onu kirletme, hırsınla süsleme...’

E mi güzel kardeşim? Kıyı kıyı, yavaş yavaş, temiz temiz...
Yazının Devamını Oku