Ebru Çapa

İmana gelme, imana dönme mevsimi...

2 Mayıs 2004
Mayıs, hoşgeldin...<br><br>Efendimiz; hoşgeldiniz... Ne özlemişiz seni, pardon, sümme haşa, saygıda kusur etmeyelim: SİZİ, ne özlemişiz...

Öyle ki her şey, tüm mevzuat birbirine karışmış; fikrin saçları, Seren Serengil’in yoksunluk dönemindeki hál (!) misali düğüm düğüm olmuş, birbirine dolanmış.

Özlemin konusunu bile unutmuşuz. Hasretliğin nesnesi şöyle dursun, öznesini yitirmişiz...

Latif suretinizden bir nebze lûtfettiğiniz, bize kendinizi hatırlattığınız için müteşekkiriz...

İçindeymişik, yeşilmişik, sazmışık; şiirmişik, şiirmişiz:

Şairin vaktiyle buyurduğu gibiymişiz:

‘Biz bütün kış hep bu baş ağrıları / Camlar açıldıkça bu sefer de dışardan / Eve gelip gidenler bilmeden çoğalttı / Hep oydu dumandı küllenen dudaklarda / Gaztecinin postacının kapılardan attığı. / Hattá gece yarıları koltukların altı / Ve tüttükçe sindi kapalı aşlara is / Karardı ak tuzlar neden dumandı / Hattá öksüz aşkları siz ne zaman kurtardınız / Oysa bütün varınız belki onlardı. / Hattá mayıs başları kentler üstünde / Hatırlayacaksınız o azgın bulutları / Tek tük odunlar, kalıntı kömürler / Sürüp giden soğuklar, çekmeyen borulardı. / Benim gibi iseniz bilirsiniz nedir kır / Her baharda bitkinim ormanlardan / Ama gittim ne getirdim kolay mı / Evlerin arınması dumanlardan.’ *

Aaaah, kusura kalmayın, bünye mutlandığında saçmalıyor.

İki satır güneş ışını, biraz çayır, biraz çimen, iki çöp bahar dalı, birkaç damla deniz gördük, burnumuza iyot ve yosun koktu; anında şımardık. Bu zırva sevincimiz ondan...

Mayıs gelmeyegörsün ömür, sanki üzerinde sıkı ve ince çalışılmış bir dönem ödeviymiş gibi, temize çekiliyor.

Tebdil-i mekan, tebdil-i kıyafet, tebdil-i ahvál, tebdil-i ıvır, tebdil-i kıvır, tebdil-i hayat...

Biliyorum, bilmez değilim; romans edebiyatıydı, pastoral senfonilerdi, günümüzde pek hükmü yoktur; öf yani, fena hálde bayat...

Ama yine de işte: Şükür ki o demler yine huzura geldi.

‘Bok yeme otur’ döneminin bittiği o dönem bu dönem yanisi... Şimdilerde ‘hadi kalk gidelim’ dönemi...

Kendini bırakabilme, kendinden gidebilme dönemi... O sıkıldığın, o boğulduğun, o bezdiğin kasvetten kurtulma dönemi...

İmana gelme, imana dönme mevsimi...

Tekrar özür dilerim: Bugün işe gelirken Balat’ta, Haliç’in kıyısındaki parkta bir hál gördüm, beynim uçtu. Zaten ortalık, yeşilden, pembeden, sarıdan, turuncudan, maviden geçilmiyor.

Trafik sıkışık, ortam daralmaya müsait ama işte ne denir: Kış geride kalmış, bahar gelmiş; her yerde patır patır, rengárenk hayat patlıyor.

Kırmızı yandı, araba durdu.

Onca rengin ortasında siyahlardan siyah bir kadın; kara çarşaflı...

Çarşaflı kadının pozisyonu bir garip, amorf bir duruşu var, çarşaf da çarşaf değil bir nevi çadır diye düşünürken amanın, o da ne: Kadının eteğinin altından fosforlu turuncu bir topla bir kız, bir de oğlan çocuğu çıkmasın mı!

Üçü de nasıl gülüyor; bakanın gülesi gelir. Hayatın önünde bir kez daha, bir kez daha, bir kez daha biat edip, şükredip, yaşamaya devam edesi gelir.

Ulan mayıs, sevgili mayıs, hoşgeldin; sefalar getirdin. Mümkün olsa da hiç gitmesen be.

Attila İlhan memleket adına sormuştu ya hani: Biz içeriden, onlar dışarıdan uğraştık uğraştık, nasıl oluyorsa, bir türlü bu ülkeyi bitiremedik diye...

Belki de sırf senin sayendedir mayıs şu muhteşem iklimindendir.



(*): Bahara Girerken Balad / Behçet Necatigil - (33 Haziran)
Yazının Devamını Oku

Risotto yedim tadına doyamadım Kaşım düştü burnuma, kaldıramadım

1 Mayıs 2004
Şu hayatta kebap olmak varmış... Var ya, kebap olsaydım, ah bir olabilseydim, muhtelif şöhretlere ‘haysiyetime laf uzatıyorlar’ iddiasıyla açtığım hakaret davalarından kazandığım manevi tazminat paralarıyla köşe olurdum köşeee!.. Yahu Allah aşkına, şu canım kebapla ne alıp veremediğiniz var, bir söylesenize?

Dünyanın en şahane mutfaklarından biri, kebap yemeyi aşağılayan pek çok kişiye kıyasla haza kültürlü, saray sofralarından geçmiş, hele ki patlıcanlıysa, tadından yenmez bir besindir kendileri.

Beğenemeyip yemeyen, önündekini buraya doğru atsın; biz afiyetle dişler dişler, çiğner çiğner, yalar yutar, mideye indirir, işkembeye gömeriz yani.

Seren Serengil eski kocasına laf mı sokacak, evlilik dönemlerini ‘gümüş tabakta kebap yemeye’ benzetir. (Málûm, kendisi çocukken bale yapmış, piyano miyano dersi almış, Hummer’a binen, sosyetik bir assolistimiz ya, cümle içinde geçen gümüş tabak kendisi oluyor. Peki ama sayın S.S. ‘jigololukla’ itham ettiği eski kocasını benzettiği kebaptan ne istemektedir?

Mahsun Kırmızıgül cümle áleme sınıf atladığını mı ispatlayacak, kendisine en iyi kebabın nerede yeneceğini soran gazetecilere çemkirir (Muhabir arkadaş da ayaküstü sormak için hayli saçma bir soru seçmiş, ayrı... İstikrarlı ilişkisi olan şöhretlere laf olsun torba dolsun diye sorulacak orijinal soru bulmak da zor zanaat tabii. Ortam ‘Mahsun Abi sen bilirsin, n’olucak bu Kıbrıs meselesi?’ benzeri sorular için müsait olmayabilir yani.): ‘Bana kebabı sormayın. Ben İtalyan yemeği severim, bana risottoyu sorun. Beni kebap platformuna çekmeyin.’

Peki Mahsun Abi, öyle istiyorsan öyle olsun; ne de olsa álem buysa kral sensin... Mahsun Abim be, sen kültürlü adamsın, biz anlamakta zorlandık da şu ‘kebap platformu’nu biraz açar mısın?

Eh be! Güler misin ağlar mısın... Nasıl bir kompleksse bu bir türlü aşılamayan, anlayan beri gelsin.

Yıkılmayıp ayakta kalan Mahsun Kırmızıgül, vaktiyle kralı olduğu áleme dört yıllık bir aradan sonra döndü málûmunuz. İyi yaptı, kendisini özlemiştik nitekim; hoşdöndü, sefalar getirdi.

Özlem konusunda yalanım yok, en ufağından kinaye yapıyorsam, maymun beyni yemelere geleyim, o kadar yani...

Bizim karın ağrımız, mütemadiyen çevirdiği ‘Ben Papermoon adamıyım, sosyete yakışıklısıyım. Hem okudum ettim; flamenko figürü de attırırım, jet-skiye de binerim geyiği ile ilgili.

Tamam abicim, yapıyorsun, ne güzel... Kimse bu konuda bir şey dedi mi? Kebap da yesen fena mı olur? Proteindir, bünyeye o da lázım yani; ne güzel işte, beyne kan filan gider.

Neyse ya, konuşa konuşa kendimi gaza getiriyorum. Biraz daha kendi dolmuşuma binersem, inadına borç harç bir kebapçı dükkanı açmaktan korkuyorum.

Bu koftiden, köfteden, etten buttan, kaburgadan mevzuyu keselim, konumuza dönelim...

Mahsun Kırmızıgül’ün yeni albümü ‘Sarı Sarı - Başroldeyim’ 12 Mayıs’ta piyasaya sürülecek. Çıkış parçası Vefasız’ın klibi, kanallarda dönmeye başladı bile.

Valla, Allah için klip pek öyle bir Akdeniz ferahlığı içermiyor. Bilákis, ‘álem kahpe olmuş’ mealinde, kahır makamından bir şarkı söz konusu ve klipteki görüntüler insanı buhrana gark ediyor.

Açık mekán çekimlerde burnu Pinokyo kırmızısına kesmiş Mahsun Kırmızıgül arkasına orkestrayı almış, o mazlum, ‘kaşlarımı burnuma düşürdüm kaldıramıyorum’ ifadesiyle şarkısını söylüyor.

Bir de koridor sahneleri var ki sormayın gitsin. Açtığı her kapının arkasında insanoğlunun vefasızlığına dair bir başka dramatik manzarayla karşılaştıkça bir nebze daha burulan kız çocuğunu ağlatmadan bırakmamaya ahdetmiş görünüyor. Ağlamak da ne; kardeşimiz, yaşadığı şoklar neticesinde erken menopoza girse, yeridir:

Kar yağarken ölü düşen bir ihtiyar... Manitasını başka bir herifle fingirderken yakalayan bir genç adam... Oğlu tarafından tartaklanan bir baba... Hüzünlü ifadesiyle dilek ağacına çaput bağlayan bir abla... Yağmurlu bir pencerede nafile bekleyen orta yaşlı bir kadın... Bir merdiven başında, ağlamaklı bir ifadeyle bekleyen, tekerlekli sandalyede oturan bir adam...

Falan filan... Bakmayın siz, falan filan şeklinde geçiştirdiğimize. Hani kesmeyip devam edecek olsak, bileklerimizi de kesmemiz gerekecek beraberinde.
Yazının Devamını Oku

İmajına kurban

30 Nisan 2004
Málûm reklamı boşverin şimdi: Susuzluk, açlık, ıvır kıvır, hiçbir şeydir; imaj her şeydir... Tornadan çıkmışmış; olsun varsın, hiiiç fark etmez. Taklit maklit olsa bile, geçer akçe hesabından bir imajın yoksa, sen de yoksun. Naçiz bedeninin ve ruhunun bedeli, üç kuruşa değmez... O kadar!.. Bu da böyle biline! Ne kadar ekmek, o kadar köfte modeli: Köfte yani şöhret dediğine lezzeti, ekmek, su, tuz kadar, hatta daha da önemli bir malzeme olan İMAJ katar...

Geçenlerde kıymeti kendinden menkûl bir şimal yıldızımızın da buyurmuş olduğu; ‘İnsanın kendisini değiştirmesi mühim değil, önemli olan imaj değiştirmeyi başarmak,’ şeklindeki veciz cümlesi sebebiyle, kurban olduğumun imaj politikaları üzerine derin tefekkürlere dalmak üzereydik ki ne görelim: The Sunday Times’ın Style ekinde, imaj üzerine bir ‘haberimsi...’ Ki mefhumun ehemmiyeti göz önünde bulundurulduğunda mühim mi mühim...

Üç ‘imaj eksperi’ İngiltere’nin tabloid manşetlerinden hiç inmeyen yıldızların imajları hakkında yorumda bulunmuşlar. İmaj borsası adına Madonna, Beckham Ailesi ve Prens William nezdinde spekülasyonlar geliştirmiş, son kertede faideli bir esere imza atmışlar.

Jüri, Saatchi&Saatchi’nin CEO’su ‘Marka Adam’ Kevin Roberts, Sex and the City’nin moda gurusu Patricia Field ve müvekkilleri arasında David Bowie’nin de bulunduğu PR şirketi The Outside Organisation’ın CEO’su Alan Edwards’dan mütevellit... Bilanço şu minvaldedir:

MADONNA - İmaj sorunu nedir: Gittikçe yaşlanıyor. Nasıl bir kez daha baştan varolabilir?

Marka Adam der ki: Madonna bir ikon; hiçkimse ‘O’ olamaz. (Madonna, kendisini, son olarak ve taze taze Marie Antoinette olarak sundu! Artık daha n’apsın?!) Bu durum, bir anlamda onun günümüz piyasasından ve hayatın gerçeklerinden kopmasının da esas nedeni. Ben olsam, bu kadar didinmekten ve lüzumsuz rekabetten vazgeçerdim. Şahane bir kocan, çocukların ve yeteneğin var. Daha ne? Madonna işleri biraz fazla zorluyor. Mesela şimdi de Musevi lobisine girmeye uğraşıyor ama doğal olarak kafası karışıyor. Dışıyla uğraştı durdu, şimdi içinde bir yerlerde kendini arıyor. Bulsa da rahata erse.

Stilist der ki: Madonna, şahane yıllanıyor. İmaj değişimlerindeki devinim, hafiften yavaşlamış vaziyette ama tümden bitmiş değil. Yaşlandıkça bu iş daha da zorlaşır; yüzün, kıyafetlerle uyum sağlamalıdır. Fakat tıpkı Sarah Jessica Parker gibi, Madonna da işini çok ciddiye alıyor ve imaj da bu konuda büyük bir önem arzediyor. PR uzmanı der ki: Madonna’da bir ‘Eee, şimdi sırada ne var?’ takıntısı mevcut. ‘Sex’ isimli kitabından ve sayısız ‘Tanrı’m beni baştan yarat’ vukuatından, yani oyunculuktan, muhtelif sahne şovlarından sonra işi gittikçe zorlaşıyor. Medyanın ilgisini ‘yeni’ bir şekilde çekebilmek için çocuk kitabı yazarlığı benzeri enteresan şeylere ihtiyacı var. Zor yani... Madonna son 20 yılın en önemli şöhretten-markaya hadisesidir. Şans için ne derler bilirsiniz: Büyük oranda planlamaya dayanır. Madonna’nın hakkı Madonna’ya: O bu konuda en kayda değer örnektir; başarmıştır.

BECKHAM ÇİFTİ- İmaj sorunu nedir: İngiltere’nin mükemmel çiftinin imajının David’in ihanetleri yüzünden mundar olması.

Marka Adam der ki: Son senaryoya göre David’e yegáne tavsiyem, suçu aşikar olduğuna göre adam gibi ortaya çıkması ve imajını dezenfekte etmesi olurdu. O hayranlarına ait ve kendisini affetmesi için onlara yalvarması gerekmektedir. Beckhamlar’ın acilen; ‘Yalnızdık ve bir hata yaptık’ demeleri lázım. Unutmayın ki insanlar mükemmeliyetçi tiplerden hoşlanmazlar.

Stilist der ki: Doğruya doğru, Victoria’nın esasında bir stili yok. Sadece biraz sonra fotoğrafı çekilecekmiş gibi giyiniyor. Giydiği birçok şeyi üstünde iyi taşıyor, tamam ama kendine özgü bir tarzı yok. David’e gelince, bence ne yaparsa yapsın, hep kendisi gibi: Aşırı çabalıyormuş gibi görünmüyor.

PR uzmanı der ki: Dışarıdan bakınca mükemmeldiler. İyi bir imaj takımının gayretleri sağolsun, hiçbir şey şansa bırakılmamıştı; hiçbir falso vermediler. Bu tam da medyanın istediği şeydir.

PRENS WILLIAM - İmaj sorunu nedir: Sosyalleşme özürlü kraliyet üyesi manşetlerde yer almayı tamamen reddediyor. Fakat ne çare; bu konuda uçarı kaçarı yok, bununla barışması gerekiyor.

Marka Adam der ki: Prens William’ın iyi bir vitrin adına potansiyeli var. Prenses Diana’nın genlerine sahip ve geçmiş ile gelecek arasında iyi bir bağ. Zannımca Kraliyet Ailesi, onu fazla kasmaz ve formel mevzularda dayatımlarda bulunmazsa, özetle çocuğun nefes almasına izin verirse, durumu gayet iyi olabilir. Onun kendisi olmasına izin vermeli ama aynı zamanda, bir maraz çıkaracak olursa, arkasını toplamayı da ihmal etmemeliler.

Stilist der ki: Prens eğer her gün gazetelerde yer alacaksa, en azından yüzüne bakılır bir şey olması gerekir. Fiziksel açıdan annesine benziyor ki bu iyi bir şey. Eğer prens, kısa, şişko, burnunda et beni olan biri olsaydı, bugün monarşinin hiçbir şansı kalmamıştı, orası kesin. William, nesillerden beri Kraliyet Ailesi’ne nasip olmuş en büyük şans. Çok yakışıklı. Fakat tabii bir karar vermeli: İyi vakit geçirmekten hoşlanan bir playboy mu yoksa kasıntının teki mi?

PR uzmanı der ki: Ne kadar normal insanlar gibi davranır, ayaklarıne yere ne kadar sağlam basarsa, Kraliyet Ailesi açısından o kadar iyidir.

***

Valla siz bu durumdan ne çıkardınız bilemem. Ben şahsen, ‘Aman abi benden uzak imaj bin yaşasın’ derim. Bu kadar ağır yük, bunca kasıntı, çekemem. Hadi imajınız bol olsun diyelim; yıldızınız hiç sönmesin e mi? Amin...

Asparagas

Risottinin Efendisi

Dört yıldır beklenen albümünü, yaklaşık 1 milyon dolarlık anlaşma imzaladığı A1 Müzik’ten çıkaracak olan ve kendisine firma sahipleri Ozan İçkale ve Sertaç Demirtaş tarafından ‘Müziklerin Efendisi’ isim takılan Mahsun Kırmızıgül, yeni şirketinden çok memnun olduğunu, yine de kendisine ‘Risottinin Efendisi’ ya da en olmadı ‘Pizzaların Efendisi’ denilmesinden daha çok hoşlanacağını beyan etti: ‘Müzik dediğin çeşit çeşit. Beni hálá arabesk ve kebap platformuna çekebilirler. Böyle bir tehlike mevcut. Ben olsaydım ne bileyim, ‘Carpaccio’lu Pizza’nın Hamuru Kadar İnce Ruhlu Prens’ derdim. Ya da ne bileyim; meselá ‘Müziğin ve Penne Arabiata’nın Sarmısak Ruhu’ hoş olmaz mıydı? Hem böyle Arabiata marabiata, bizim tarzı da çağrıştırırdı? Mamma mia, eyvah, ben ne dedim? Siz şimdi beni Arabik’ten Arabistan’dan filan yine dönüp dolaşır, arabesk ve kebap platformuna çekersiniz. Hay canına; kendi ağzımla kebaplara geldim!’
Yazının Devamını Oku

Açık mektup

29 Nisan 2004
Sevgili meçhul okur;

Sana bu satırları, trikotaj atölyesi misali yazı ‘attırıp’ ek çıkarttığımız, dolayısıyla pranga mahkûmu misali bir türlü çıkamadığımız, canımız cananımız, akıllı bıdık binamız Medya Towers’dan yazıyorum.

Aramızdaki kırk yıllık hukuka ve senin o bembeyaz sayfalardan temiz kalbine ve akça pakça insafına sığınarak, sana bir meramımı açacağım. Zira aramızda bir mesele var ki sanırım seninle ciddi ciddi konuşmamız, hálleşmemiz lázım.

Tamamsak, hazırsak, samimiyetine sığınarak bodozlama giriyorum:

Baştan itiraf edelim, hani şu meşhur çuvaldızla öncelikle kendimizi delelim: Tamam güzelciğim, biliyorum; biz gazeteci taifesinin ruh sağlığı tastamam yerinde, aklı selim sahibi tipler olduğumuz iddia edilemez. Fakat yani, sen de itiraf et ki zaman zaman biraz tuhaf -hatta madem ki bu dürüst bir kahırname olacak, kibarlığın lüzumu yok- eni konu acayip bir şeysin.

Bugün misál, Kelebek’teki arkadaşlar, bizim Dizi-Araştırma bölümüne seslenip dahili numaramı sordular. Söyledim, bir telefon bağladılar. Açtım. Açmaz olaydım:

- Efendim?

- Ebru?

- Kim arıyor?

- Esra ben...

- Esra?

- Esra, Esra... Halktan arıyorum.

- (İç ses: Sen halksın da biz neyiz güzel kardeşim? Ya da hadi iyiniyetli olalım; Halk isminde bir semt ya da halkla ilişkiler şirketi filan var da ben bilmiyor olabilir miyim?) Evet, buyrun?

- Ya şey, ben Armağan’a ulaşmak istiyorum.

- Armağan?..

- Aman canım; bizim Armağan Çağlayan...

- Anladım. İyi, güzel... Peki bu konuda benden ne bekliyorsunuz? Yönlendirmemi isterseniz sizi onunla ilgili bölüme aktarayım, zira Kelebek’i aramanız daha sağlıklı bir yaklaşım.

- Yok, ben orayı aradım. Seni zaten oradan bağlattım. Ne ev ne cep telefonunu veriyorlar.

- Prensip icabı öyledir, kendisine sormadan verilmez zaten. Ne yalan söyleyeyim, şaşırmadım...

- İşte sen ver diyorum.

- ... (Dumur esi.) Nası’ yani, pardon, yine anlayamadım?

- Ya, ben Armağan’a yazı yazdım. Köşesinde yayınlamasını istiyorum. 12 tane mail oldu, daha tık yok. Siz beni onunla bir buluştursanız diyorum.

- (Derin derin iç geçirme... Sinirlenmemek için burundan alınan nefesi ağızdan verme ve içten 10’a kadar sayma... Bu arada ‘Tanrı’m neden ben? Bu iş için beni seçmiş olmasının bir sebebi olmalı? Neden ben? Ne? Nasıl? Niçin?’ şeklinde süregelen süratli bir iç hesaplaşma...) Hanımefendi, takdir edersiniz ki bu bayağı absürd bir talep. Ben kendisiyle hayatımda iki kez karşılaştım; herhangi bir samimiyetim yok. Olsaydı da zaten böyle bir şey yapamazdım, yapmazdım. Siz isterseniz Oktay Ekşi’yi ya da ne bileyim Ertuğrul Özkök’ü filan arayın. Belki onlar bir iyilik düşünürler.

- Ha, ya, öyle mi? Peki, tamam o zaman... İyi günler.

- İyi günler...

Allah aşkına elini vicdanına koy da söyle ey kari: Bu nasıl bir şeydir; bu seninki nasıl bir izandır? Çektiğin bu muamele hak mıdır, reva mıdır?

Methiyeler döşendiğin e-posta’nı az biraz geç yanıtlayacak olsak ya da cevap veremediysek, üç gün sonra dünyanın en nefretlik mahlûkatı oluyoruz. Fakat takdir edersin ki gün boyu gelen bilmem kaç e-postayı anında yanıtlamaya kalksak, başka bir şey yapmamız mümkün değil. Gün dediğin, standart 24 saat, affet, ancak bu kadarına yetişebiliyoruz.

Bir konu hakkında seninle yüzde yüz aynı fikri paylaşmıyorsak ya da tıpıtıpına aynı zevke sahip değilsek, ahmaklığın ya da kötücüllüğün sınırlarını zorluyoruz.

Bir keresinde TRT Caz Orkestrası’nın konseri için ‘Aman kaçırmayın, bir tarihe saygısızlık etmeyin’ demiş bulunduk. ‘Ben caz dinlemem, siz bana saygısız mı diyorsunuz?’ şeklinde galeyana geldin. Bulutlu ve nemli günlerde hava durumu bülteninden de alınabiliyor olabilir misin?

Yine bir keresinde, bir lise öğrencisi suretinde, ‘Sizin gazetede köşe yazarı olmak istiyorum. En kısa zamanda cevabınızı bekliyorum!’ şeklinde, cevap için en fazla iki gün mühlet tanıyan, buyurgan mı buyurgan bir ‘posta’ çekmişliğin de var. Şahsen gazeteye kadrolu köşe yazarı almak gibi bir yetkim yok, olsaydı da henüz liseden bile mezun olmamış ama hayatta ‘olmuşluğuna’ bu kadar káni birini, stajyer olarak bile işe almazdım; bu işler pek öyle işlemez; bilir misin?

Elbette bizim de muhtelif hatalarımız, gani gani hıyarlıklarımız oluyor ama yani el insaf! ‘Ben seni okuyorum, bir akşam buluşup içki içelim’ tekliflerinde bulunmuşluğun bile var. Oldu, madem ki okuyorsun, eskort hizmeti de müesseseden... Pes yani, ben sana daha ne diyeyim?!?

Tamam, müşteri velinimetimiz... Seninle aşkımız ve muhabbetimiz, Allah nasip ederse sonsuza dek báki. Ama bir taraftan da ne derler bilirsin: Kimi hállerinle seni uzaktan sevmek aşkların en güzeli. O gibi durumlarda münasebeti belli bir çerçevede, meselá sanal álemle sınırlayalım e mi?

Her zaman senin ve seni seven; hatta gözünün yağını yiyecek derecede sana tapan;

Naçiz muharriren, kulun kölen Ebru Çapa’n...

Asparagas

Tek tek, saydıracam hepisine, tek tek

Popstar yarışmasında diğer jüri üyelerinin destek verdiği, kendisinin ise yıldızının bir türlü barışmadığı finalist Aylin’i; ‘Türkçe bilmiyor ama kameralar karşısında car car etmesini, saygısızlık yapmasını biliyor, SEN SAYGISIZSIN’ şeklinde azarlayan, kendisinden ayrıldığı ve barışmamakta ısrar ettiği için Asena’ya mahkeme açan ve onu terbiyesizlikle suçlayan İbrahim Tatlıses, Almanya’da kebapçı zinciri kurmaktan vazgeçip, Türkiye’de adab-ı muaşeret kursları açmaya karar verdi: ‘Bu konuda memleketteki açığı fark ettik ve her zamanki hizmet bilincimizle, vatana, millete, topluma faydamız dokunsun diye, bu konuda elimizi taşın altına koymaya karar verdik. Tatlıses Saygı-Görgü-Terbiye zinciri, hızlandırılmış kurslar şeklinde hizmet sunacaktır. Bu konuda İngiltere’den kitap getirttik; lisan bilen arkadaşlara tercüme ettirttik. Bildiğiniz gibi, İngiliz okullarında dayakla eğitim yasal. Biz de bu yöntemi uygulayacağız. Bu tarzın, bizim bünyeye en uygun yöntem olduğunu düşündük. Ben hiçbir fedakarlıktan kaçınmadan öğrencilerimle teker teker ilgileneceğim. Zaten artık Asena da yok; bu konuda zamanım müsait olacak. Hem bana da antrenman olur, hoş olur...’
Yazının Devamını Oku

Ne Merkürmüş be...

28 Nisan 2004
Es kaza şu Merkür’ü karanlık bir ara sokakta sıkıştırırsak arkadaşlarla, ağzını burnunu birbirine katacağız valla, çok kararlıyız. Mayıs’ın başına kadar mı ne geri gidiyormuş Merkür efendim. Mevzuya hakim arkadaşlar öyle söylüyorlar, onların yalancısıyız.

İletişim sorunları yaşamamızın, akım dediğimizde kakam anlaşılmasının, telefonların kapsama alanı dışında olmasının, hatların düşmemesinin, bilgisayar sisteminin dakka başı çökmesinin, özetle cümleten basiretimizin bağlanmasının müsebbibi muhterem Merkür’müş.

Durumu zorlamanın bir faydası yokmuş, Merkür’ün keyfi gelene ve efendi, edepli, akıllı uslu bir gezegen gibi önüne bakarak ilerlemeye karar verişine kadar, ne yapsak boşmuş...

Bir işe bodozlama dalmanın ve inatla üzerine gitmenin sonu garantili kördüğümmüş...

Siz isterseniz gülün, ben buna sigaranın sağlığa faydalı olduğuna inandığım kadar (!) inanıyorum.

Hem zaten uzunca bir süredir, hayata Batıl Abla rumuzuyla ‘yazılıyorum.’

Hani kahve falıma bakan biri yarın kovulacağımı söylese ve kovulmasam, sırf falımda öyle çıktı diye yok yere istifa edeceğim.

Astrolojik falım; ‘Bugün aşık olacaksın’ buyursa ve Allah muhafaza o gün tesadüfen karşıma Deniz Baykal çıksa, Olcay Hanım’a ve ‘yuva yıkan kadın’ yaftası yeme potansiyeline rağmen, onunla aşka düşeceğim.

Kıvam, bu kıvam...

E, mantık, mantık, nereye kadar?.. Şimdiye kadar akılcı davranmaya gayret ettik de bir hayrını mı gördük arkadaşlar?!.

(Hoş, ‘akıllı’ yaşamayı ezelden beri beceremiyoruz. Olduk bittik hayatı şuursuz kediler gibi, el yordamıyla yaşıyoruz; ayrı...)

E yani, bu durumda ne yapayım? Máná áleminden bir emir gelsin, ben hazırola geçip amáde olayım. Ya da şöyle söyleyeyim: Eller havada; kayıtsız şartsız teslimim. Çünküsü: Süngüsü düşmüş nefer pozisyonundayım.

Pes etmişiz bir kere. Kader yazmışsa, gözlerim açık kurşuna dizilmeye bile hazırım.

Garibin ekmeği umuttur málûm. Hál böyleyken, şu basiret bir çözülsün niyetine şafak sayar oldum. Yapılması gereken bir dolu şey var. Ve fakat takat yok, heves yok, vakit yok, nakit yok, irade yok, basiret yok...

Kuytu bir köşeye sinmek, üzerine bir battaniye çekmek ve andaval Merkür istikametini değiştirene dek orada öööylece uykuya dalmak istiyor bünye.

Ama yapmıyoruz. Onun yerine, kuyruğu dik tutmaya çalışıp, şunun şurasında iki gün kaldı diye diye, dişlerimizi sıkıyoruz.

Ondan sonra da artık iyi şeyler olması lázım. Yeter artık, bu ne be?!.

Yedi yıllık belálı bir dönemi sağ salim atlatmış bir Kova olarak, önümüzdeki bilmem kaç yıl boyunca, coşmam, kudurmam, saadetlere gark olmam, al yanaklarımla samandan yatağımda Heidi misali dikilip, açık pencereden bulutların üzerine zıplamam filan gerekiyor güya.

‘Otorite’lere soracak olursanız, yıldızların en şahane muameleyi çekeceği burca mensubuz ya, o-hooo, Kozmos dediğin dükkan benim zira.

Eee, hadi ama, hani? Daha tıkımız yok yani...

Ey kari, bu Merkür denen gıcık eleman herkesi etkiliyormuş, haberiniz olsun. Yani sizin hayatınızda da birtakım küçük tefek sorunlar vuku buluyorsa, içinizi ferah, ayağınızı sıcak, başınızı serin tutun.

Sabrın sonu selámet, her şeyde bir hayır vardır ve sair... Şunun şurasında iki gün kaldı, sıkacağız dişimizi, elden ne gelir.

Kafayı sıyırdığımızı düşünen herkese selám eder, kendilerine katılmadan edemediğimizi de belirtmek isteriz. Ahválimiz böyleyken böyle; saygılarımızı sunar, en iyi günlerin sizlerin -mümkünse bir kısmı da bizlerin- olmasını ve esenlikler dileriz...

Asparagas

Kendi için bir şey istiyorsa namert

Telefonla konuşmayı sevmediğini, bunun yerine mesajlaştığını, nitekim Kenan Doğulu ile de hálá mesajlaştığını, haftada beş gün sevgili değiştirmediğini, birkaç tane değiştirdiğini, hakkında çıkan haberlerin doğru olmadığını ama belki de bir kısmının doğru olduğunu, hem iş anlamında hem de gönül anlamında yorgun olduğunu, bazen mankenliği bırakmayı düşündüğünü, fakat yerine gelecek biri olmadığı için bırakmadığını söyleyen Çağla Şikel sözlerine şöyle devam etti: ‘Kendim için bir şey istiyorsam namertim. Maksat memlekete ve magazin álemine hizmet olsun. Hani şöyle aşk trafiği hızlı, genç bir manken çıksa, yemin ederim emekli olacağım. Gülben Ergen’in mesaj çekme becerisini takdir ediyorum esasında. Piyano çalar gibi, her iki eliyle de gayet süratli mesaj çekebiliyor. Ama onun da boyu ve kilosu mankenliğe müsait değil, üstelik bu aralar ciddi bir ilişki yaşıyor. Böyle yani. Vatana millete hizmet uğruna biraz daha fingirdeyip mesaj çekmem gerekiyor. Ay ama çok yoruldum vallahi...’
Yazının Devamını Oku

Hayduttan betersin bebeğim demeyeli aylar olmuş

25 Nisan 2004
Yakın bir tarihte, yaklaşık iki ay önce çıkmış bir haberdi... İnsan Sağlığı ve Eğitim Vakfı (İNSEV) tarafından yapılan araştırma için 758 şoförle görüşülmüştü ve sonuçta ortaya ‘pek de iç açıcı olmayan’ sonuçlar çıkmıştı:

Şoförlerin yüzde 85’i dinlenmek ve yemek için zaman ayıramıyor.

Yüzde 73,9’u gece uykularını tam alamıyor; yüzde 69’u gündüz uyumaya eğilimli.

İETT şoförlerinin yüzde 8’i psikiyatrik tedavi görüyor. Yüzde 24’ü psikolojik yardıma ihtiyaç duymalarına karşın sorunlarla kendi yöntemleriyle baş etmeye çalışıyor.

Aynı şoförlerin yüzde 34’ü her gün, yüzde 18’i de haftada bir kez yolcularla tartışıyor.

Daha sonra İETT’den habere dair ciddi itirazlar gelmişti gerçi... Yine de onu bunu bilmem abi; bizim canımızdan can gitti...

Trafikten men edilmiş midir bilemiyorum ama Ercan Arıklı’yı öldüren şoför şu anda dışarıda elini kolunu sallayarak dolaşıyor, onu biliyorum. Dağ gibi Ercan Arıklı, potansiyel cinayet mahali sayılabilecek yanlış bir yolda, aşırı süratle seyreden bir halk otobüsünün altında can verdi.

Dünyanın en acayip sinyalizasyon sistemine sahip Mecidiyeköy’de devasa otobüsler, hálá potansiyel katil gibi cirit atıyor.

Ve Ercan Bey’i özlemenin sonu gelmiyor...

Bakmayın siz kimi kompleksli, haset heriflerin, angut kuşlarının, Ercan Bey ile çalışmış ve onu sevmiş bütün kadınların kevaşe, bütün erkeklerin yalaka olduğunu filan iddia etmesine... Ercan Arıklı, bunların üzerinde, aşmış biriydi... Yaralıydı, uzaktı, hatta kimbilir hayattan yediği silleler yüzünden belki sevmek yetisini bile yitirmişti.

Fakat komplekssizdi, işine sevdalıydı, muhteşem bir takım kaptanıydı. Bugün sektörde mevcut, kayda değer gazeteci tayfasının hemen hepsini o yetiştirdi. Janti, esprili bir beyefendi, nev’i şahsına münhasır bir efsaneydi.

Hálá da öyledir... Eğer insan, Çetin Altan’ın dediği gibi esasta ismi son kez anıldığında ölüyorsa, benim ve pek çok kişinin ömrü yettiğince, Ercan Arıklı da yaşayacak demektir.

Geçenlerde eskilerden bir dost; ‘Hayırdır, uzun süredir aynı yerdesin?’ diye sordu. Zira, benim ne mal olduğumu, kafam bozuldukça istifa edip durduğumu iyi bilir. ‘İyiyim; yorgunum, konularım var ama keyfim yerinde’ dedim.

Şaşkınlıkla sordu: ‘Ercan Bey haricinde senin yularını çekebilecek biri var mıydı?’

Her zamanki gibi yaptık... Bir yandan kıkırdayıp, bir yandan hüzünlenip, Ercan Bey’i andık.

Ercan Bey hakikaten de öyleydi. İstifa etmek üzere öfkeyle odasına dalardınız. ‘Dur!’ derdi; ‘Ordu usulü yapalım. Olaya 24 saatlik bir süre tanıyalım, yarın öğlen yine konuşalım.’

Ertesi gün odasına giderdiniz, istifa şöyle dursun, üzerinize yeni bir işin ihalesini yüklenmiş olarak çıkardınız. Güle oynaya iş kakalardı. Bunu yaparken de hayattan memattan, her türlü mezvuattan laflardı: ‘Bebeğim, şu Beyoğlu’ndaki yeni mekándan bahset biraz bakiim... Orada barda dikilmek mi makbûl, tüyo ver ki ortada kıro gibi kalmayalım. E, peki aşk hayatı nasıl gidiyor? Yavrucuğum siz sersem misiniz? Yine mi ayrıldınız? Bu kaçıncı oluyor? Senden kadın gibi kadın çıkacak da biz de göreceğiz. Hayduttan beter bir şeysin bebeğim. Bu kadar da olmaz ki yani? Peki bu aralar ne okuyorsun? A, öyle mi? Bitirince getir de ben de bir göz atiim. Ben de İngiltere’den yeni bir kitap getirttim; unutturma sonra onu sana vereyim... Esasta bu kitapları sizin bulup bana getirmeniz lázım. Dünyadan haberiniz yok. Dedikodu var mı dedikodu?.. Onu geç, onu duydum... Peki başka? Anlat bakalım, ne var ne çok?’

‘Ercan Arıklı’nın Haftalık’ı’ bu hafta, bir yaşını doldurdu. Hemen her sayfasından Ercan Bey, o gülüm gülüm gülümsemesiyle göz kırpıyor. Tamı tamına 372 sayfalık, Ercan Bey’in şanına láyık bir sayı olmuş; emeği geçen tüm arkadaşların eline, yüreğine, dimağına sağlık...
Yazının Devamını Oku

Her kelimeye bir ısırgan mimik

24 Nisan 2004
‘Kuşlar uçmak için yaratılmışlar / Kemiklerinin boş olmasından anlıyoruz...’ Özdemir Asaf böyle der... Ve yanılmıyorsam, şu minvalde devam eder: İnsanın anlaşılır bir yanı yok, onu biz yaratıyoruz.

Şimdi nereden geldiyse aklıma?.. Hay bin kunduz! İşin kötüsü, ara-tara, şiirin aslını bulamadım da...

Bir şiir böyle yarım yamalak, sersem sepelek alıntılanmaz, ayıptır, biliyorum... Fakat çok acayip bir uçak yolculuğu yaptım... Dolayısıyleeeee bilemiyoruuuuum ama herhalde kafa karışıklığım bu sebeptendir.

Herhalde artık bu noktada konunun, Ayşe Hatun Önal’ın ‘kırıcan mı belimi’ vakasını andıran, kelimeleri ağızda yuvarlama kıvamı açısından yusyuvarlak, pek toparlak bir şarkı olan Uçacaksın’a geleceğini tahmin etmişsinizdir.

Nereden başlamalı?..

Bildiğiniz üzre, uçtu uçtu, Gülben Ergen uçtu...

Bir uçuş ki öyle böyle değil, konmalar bilemedi, álemin diline pelesenk oldu...

Efendim, neymiş: Gülben ilk değilmiş, ondan önce Mustafa Sandal uçmuş. Hayır efendimmiş, herkeslerden önce Sezen Aksu uçmuş...

Elbette ki böylesi mühim bir mevzunun geyiği, ‘yerel’ bir platformda ele alınamazdı... Hadiseyi uluslararası platforma taşımak lázımdı...

Yenilmedi içilmedi, kamuoyu aydınlatıldı: ‘Bu durumun yurtdışında da örnekleri varmış’tı! ‘Gülben ilk ve tek değilmiş’ti! ‘Meselá Bon Jovi de uçmuş’tu!

Hadi bir tane de benden olsun bari: David Copperfield, bu uçuş hadisesinden kendine kariyer bilem yaptı!

Neyse...

Uçacaksın’ın klibini izlediniz mi? Klip, Ergen’in yine günlerce haber olan Mydonose Showland konserindeki performansından parçalar aktarıyor.

Bünye, klibi izlediğinde, büyük usta, Ulu Manitu Oğuz Aral’a hak vermeden, ona silbaştan bir kez daha hayran kalmadan edemiyor. Oğuz Bey, Gülben Ergen’in oyunculuğuna tahammül edemediğini, zira cümleler şöyle dursun, birebir her kelimeyi oynadığını, bunun da çok fazla olduğunu söylemişti.

Dikkatinizi çekmek isterim, bunu söyleyen bir mim üstadı...

Ve Allah’ım, nasıl haklı...

‘Uçacaksın, uçacaksın, havalara uçacaksın / Ayağını yerden ‘kesicem’ senin / Kalbime konacaksın / Uçacaksın, uçacaksın, havalara uçacaksın / Ayağını yerden ‘kesçem’ senin / Kalbime konacaksın...’

Her kelimeye bir ısırgan mimik... Her kelimeye bir ısırgan mimik... Hele şarkının sonunda o alkışlara karşı bir pozu var ki Ergen’in, gol sevinci falan yaşıyor sanırsın. Hani durumu biraz daha zorlasa, bir nev’i Fatih Terim...
Yazının Devamını Oku

Kolaysa uyusun da büyüsün!

22 Nisan 2004
Ütünün fişini prizde unutmuşum gibi bir acayip his tebelleş oldu bünyeye... Yine... Ya da ne bileyim; mutlaka yapmam, kesinlikle atlamamam gereken bir şey varmış da unutmuş, yapmamış gibiyim... Bu duyguyu gayet iyi tanıyorum, dolayısıyla aslında artık eskisi kadar paniklemiyorum. 20’lerimin başlarından beri düzenli aralıklarla yoklayan, karabatak misali káh batıp káh çıkan, kimi zaman yegáne konu şeklinde zihne nakşolan, kimi zaman unutulan, yok sayılan o meş’um mesele. Özetle ve son zamanların moda deyişiyle bu málûm hikáye: Çocuk da yaparım kariyer de...

Hey maaşallah, zamane ablaları! Kim tutar sizi; yürüyün be!!!

Valahi yapabilen arkadaşları samimiyetle tebrik ederim. Ve fakat bendeniz, defaten belirttiğim üzre, maalesef konudan affımı rica edeceğim. Henüz çingene bohçasını andıran hayatıma münasip bir düğüm atabilmiş değilim, çocuk yapacak cesaret nerdeee?

Bilenler bilmeyenlere, yani kadınlar erkeklere anlatsın efendim: Eğer kadınsanız, bu çocuk mevzu bitmeeez... Hani şu konu tümden kapansın diye menapoza girmeyi bile hasretle bekler oldum, yemin ederim. Aaah ah, ne çocuğu kardeşim? Bittecrübe sabit: Ben, çocuk şöyle dursun, kedi, hatta saksı çiçeği beslemekten bile acizim.

Ama heyhat, neresinden baksanız, kadınız işte. Yasemin’in kitabı görünce, mevzu yeniden geldi algının kapılarına dayandı. İçimiz yine şöyle bir gıcıklandı...

Yasemin Karakaş Şahinkaya bu dediğim. Eskilerde birlikte çalıştığımız, güzel insan, gönül kadını, canımız ciğerimiz kankamız...

Hanımefendi bunu becerdi. Çocuğu da kariyeri de yani...

Yetmedi, hasetimizi ve uyuzumuzu kaşımak adına hiçbir fedakárlıktan kaçınmadı, oturdu bir de üzerine kitabını yazdı: Annemi Büyütüyorum.

Yaso, (Arkadaşın adı kara tren ebatlarında olduğu için biz kendisini böyle çağırmayı yeğliyoruz.) anneliğinin ‘acemilik döneminde’ başına gelenleri gayet esprili bir dille, devamlı ‘Allallaaaa!’ diye dolaştığı için adı Şaşıran Çocuk’a çıkan kızı Melisa’nın ağzından anlatıyor.

Biraz sinirsek bir durum. Öyle ki, kitap insana, ‘Ulan şu işi ben de kıvırabilir miyim yoksa ne?’ cesareti veriyor.

Kendi açımdan hiiiç tekin bir durum değil yani. Hani Yasemin’in hizaya gelmiş, planlarından, programlarından, en önemlisi de uykusundan (Kendileri fiziksel olarak Rapunzel’e benzer ama davranışsal açıdan kesinlikle Uyuyan Güzel’dir!!!) feragat etmeyi becerebilmesinden ve canı çekti mi ailenin en küçük kızı sıfatıyla gönlünce şımaran, çocuk ruhlu makaracı bir kızken, kendisinden fevkaláde bir anne yaratabilmesinden cesaret alıp çocuk yapmaya kalksak, yanmışız.

Bir kere şartlar eşit değil. Tamam yani, Yasemin, Melisa sayesinde ‘büyümeyi’ başarmış olabilir ama hadisenin gerçekleşmesinde bir nevi takım oyunu marifeti söz konusu. Bir dolu becerikli abla, yani teyze, yanında bir adet süper anneanne, yani valide; ve saire, ve saire...

Her şeyin ötesinde ve hepsinden önemlisi de Serdar faktörü. Serdar, bir nevi ideal koca, baba, yáren ve yár... Yasemin’e sunduğu hizmetlerden dolayı kendisine taktığımız bir lákábı bile var. Ben size lákábının Android olduğunu söyleyeyim, siz ne mene bir adamdan bahsettiğimizi tahmin edin...

Oysa bu garibanın durumu bir mi? Ben gurbet ellerde bir çöpsüz üzümüm ve ne yapsam etsem olmuyor kardeşim: Yetişkinliği becerebilmiş değilim. Dolayısıyla beni aşar, çocuğa da yazıktır, sağolun ama almayayım yani... Dostlarımız yapsın, biz sevelim...

(*) Annemi Büyütüyorum - Yasemin K. Şahinkaya / Turuncu Medya.

Asparagas

Cevabın içinden

Zehir zemberek açıklamalar yaptıktan sonra CHP’den istifa ettiğini açıklayan ve 19 ay önce seçim meydanlarında Deniz Baykal’a olağanüstü iltifatlarda bulunduğu hatırlatılıp neyin değiştiği sorulunca, soruyu ‘Dışarıdan bakmak ayrı, içerden görmek ayrı. Ben Anadolu çocuğuyum, sevdim mi tam severim, destek verdim mi tam veririrm. Ama sonuç alınmayacak bir yolda ayaklarımı yormaya talip değilim’ şeklinde yanıtlayan Yaşar Nuri Öztürk; ‘Başka klişeniz var mı?’ diye soran gazeteciyi, hiç sinirlenmeden, her zamanki bilge üslûbuyla, tatlı tatlı yanıtladı: ‘Var güzel kardeşim... Senin sabaha kadar vaktin var mı? Başlıyorum o zaman: Dün dündür, bugün bugündür. Burası Türkiye, yok ööööle... CHP’yi ben mi kurtaracam be Selo? Ayrılmak gerekti, ayrıldık netekim; ayrılmasaydık da Deniz Baykal’ı beslese miydik? Kadayıfın altı yanmadan uzayayım dedim... Bana Yaşar Nuri Öztürk sözünden döndü dedirtemezsiniz binaenaleyh. ‘
Yazının Devamını Oku