Ebru Çapa

Sanat ve eğitim edepli olmalıdır netekim!

4 Haziran 2004
Mehmet Ali Alabora’yı klonlamalı. Olmadı, Mehmet Ali Alabora modeli genç aydınlar yetişmesi için özel bir üretim modeli planlanmalı. Bu topraklara bir ordu dolusu Mehmet Ali Alabora lázım.

Kendilerinin önünde olmayan ceketimin düğmelerini saygıyla ilikler ve olmayan şapkamı saygıyla çıkarırım...

Yürüyünüz güzel kardeşim; kim tutar sizi! Helál olsun! Tebrik ederiz...

Siz öncülüğünü yapın, kimse gelmezse biz gideriz...

88Busht’un memleket sınırlarına ayak bastığı gün koyulacak her türlü eyleme katılmayan, manital enfeksiyonlarının artanlardan kitap çıkaran Zeynep Özal olsun!

Mehmet Ali Alabora, bütün bu akmaz kokmaz tavşan boku TeleVole güruhu içinde sizin de ruhunuzu sağaltmıyor mu?

Haberi okumuşsunuzdur. Öğrencilerle ‘Sanat ve Tiyatro’ başlığı altında söyleşmek üzere Kabataş Erkek Lisesi’ne giden Mehmet Ali Alabora, ‘Küresel Barış ve Adalet Komisyonu’ yürütücülerinden biri olduğunu söyledikten sonra onları; ‘NATO’ya hayır, Bush’a gelme şöleni için bir yürüyüş yapmaya’ çağırdı. (Málûmunuz, 88Busht, geldiğinde, Kabataş Erkek Lisesi’nin bitişiğindeki Çırağan Oteli’nde konaklayacak.)

Bunun üzerine tarih öğretmeni Rebiyant Erkal, ‘Öğretmen olarak buna müdahale etmek zorundayım. Bu yasal değil. Lise öğrencilerinin böyle bir şey yapmasına izin veremeyiz’ şeklinde tepkisini dile getirdi.

Alabora’nın cevabı, gayet netti: ‘Okul öğrencileri temsil eder. Bir okulun saygınlığı öğrencileriyle belli olur.’

Böylesi bir cümle, tabii ki gençlere düşünmeyi, sorgulamayı öğretmekten ziyade onları edebe getirmekle mükellef eğitim sistemimizin bir parçası olan neferlerin fena hálde kanına dokunur.

Nitekim, tiyatro öğretmeni Huriye Manisalı da bu noktada araya girdi ve ‘Öğretmenlerin önemsiz olduğunu mu söylemeye çalışıyorsunuz? (Egoya gel!) Lütfen bu konuyu kapatın ve sanatsal konuşalım’ şeklinde tartışmaya katıldı.

Ancak ve şükür ki Alabora; ‘Hayır, sanatsal konuşmuyorum’ diye dayattı.

Benim Alabora’ya yönelik yegáne sitemim de bu konuda. Teessüf ederiz, burada mühim bir soru var; Alabora bunu nasıl atladı?

Keşke Manisalı’ya sorsaydı: ‘Siz ki bir sanat öğretmenisiniz. Sanatsal konuşmak nedir, söyler misiniz? Sanat, salt pastoral senfonilerden mi ibarettir? Böyle bir okulun tiyatro eğitmeni sizken ve Milli Güvenlik öğretmeni ağzıyla konuşurken, aynanın sırının ötesini kim gösterecek, böyle bir sistemden ne bekleyebiliriz?’ diye...

Evet efendim, lise ve üniversite dönemi, tam da düşünmeyi öğrenme, düşünme, tepki verme, hatta anarşi dönemidir. Anarşi, ille ki terör demek değildir; sağlıklıdır, bünyeye gerektir ve pekálá yasal bir çerçeve içinde hayata geçirilebilir.

Ve bu dünya hasbelkader olumlu yönde değişecekse, o ‘nizami’ ezberlerden ziyade gençler ve sanatçılar sayesinde olabilecektir.

Saygılar sunarım örtmenim...

Size gelince Sayın Alabora, kendi adıma sıkı durunuz ve hiç susmayınız isterim.

Asparagas

Sponsor aranıyor!

Sarı Sarı isimli şarkısına Maldiv Adaları’nda çektiği klibin ardından, ‘Daha ne yapacaklar, uzaya gidecek hálleri yok ya’ diyen ve Başroldeyim adlı şarkısına çekeceği kliple ilgili; ‘Maldiv’de çektiğimiz klibi çok beğenen Malezyalılar’dan teklif geldi. Malezya’nın turizmine katkı için orada klip çekmemi istediler. Biz, Petronas Kuleleri’nin tepesini istiyoruz, izin verirlerse Başroldeyim’i orada söyleyeceğim. Klipteki öykü, Diyarbakır’da başlayıp Kuala Lumpur’da bitecek’ şeklinde beyanat veren Mahsun Kırmızıgül, bu konuda hırs yapan Mustafa Topaloğlu’nun yeni klibini Ay’da çekeceğine dair enformasyon aldı. Bunun üzerine çılgına dönen ve henüz üzerinde hayat olup olmadığı tam olarak bilinmese de Mars’da klip çekmeyi kafaya koydu. Bu konuda NASA ile irtibata geçen Kırmızıgül, Houston’daki yetkililerin kendisiyle dalga geçmesi üzerine iyice deliye döndü ve en azından turist olarak uzaya gidebilmek için Ruslar’la bağlantıya geçti. Kırmızıgül, bu iş için gereken 20 milyon dolar, artı klip masrafları için sponsor arıyor.
Yazının Devamını Oku

Uyu sabahlara kadar

3 Haziran 2004
Ah Ercan Bey, sevgili Ercan Bey; Size bir yıl içinde üçüncü defa aynı mevzuda yazı yazmak istediğimi söyleyecek olsam, adım gibi eminim ki; ‘Yavrucuğum, sen ya sayı saymayı bilmiyorsun, ya da hiç dayak yememişsin. Adama gülerler be! Sersem misin nesin?!’ şeklinde bir fırça kayardınız. Doğrudur, sizden bahis açalı şunun şurasında iki ay bile olmadı. Fakat málûm ve meşum haftayı idrak ettiğimiz andan beri içimde öyle bir sıkıntı var ki tariften acizim.

‘Konu’ dendi mi aklıma bir tek siz geliyorsunuz, yemin ederim.

Tamam, eyvallah, haklısınız... Ben de ‘aynı konu etrafında dönüp dolaşmaya’ bayılmıyorum; ‘Peki başka?’ sorusuna alternatif bir önerim olsun isterdim.

Ama yok... Özür dilerim.

Bir yerde, bunun müsebbibi sizsiniz; vakitsiz gidişinizle bizlere onulmaz bir travma miras bıraktınız.

Fakat sözüm söz: Bu son...

Hayattayken habire didiştiği patronunun ardından bitmek bilmez ağıtlar yakan, ağlaklar yapan, nekrofiliden mustarip gerzek çömez performansına paydos.

Ne siz böyle şeylerden hazzedersiniz ne de biz esasta böyle tipleriz. Fakat dedim ya, ağır travmaydı; mil pardon (!)...

Acınız daha çok taze. Bu henüz ilk sene-i devriye; anlarsınız...

Bugün terk-i álem eyleyişinizin üzerinden tamtamına bir yıl geçti. Sizinle birlikte birkaç yakınımızın daha göçüp gittiği, zor bir seneydi.

Demek böyle oluyormuş...

İnsan, meslekte kendisine bildiği hemen her şeyi öğreten ustasını kaybettiğinde, soğukkanlılığını yitiriyormuş; ezber hepten dağılıyormuş...

Yaşadığı her muallakta; ‘O olsaydı ne derdi? Bu durumda ne tavsiye ederdi? O olsa ne yapardı?’ diye düşünüyormuş.

Eğriyi doğruyu ayırt etmeye çalışırken, kim, ne, nerede, ne zaman, nasıl, niçinler arasında devinirken, işinle eğlenmekten yana ne öğrendiğini, nasıl öğrendiğini hatırlıyor, bunları hatırlarken gayrı ihtiyari kimi kaybettiğini, nasıl kaybettiğini anımsıyor, içi bir kez daha, bir kez daha acıyormuş.

Biliyorum, siz şu anda burada olsaydınız, ilk etapta beni bu yazıyı yazmaktan men ederdiniz.

Tamam yahu, arabesk muhabbeti kesiyorum; emredersiniz.

Pekiii, temsili bir toplantıya ne dersiniz? Size birkaç konu önereyim ister misiniz?

Harley&Davidson’un 100. yıl etkinliklerine 23 yaşındaki sevgilisi Jasmine ile birlikte katılan 60 yaşındaki beyin cerrahı Alev Güner, grubun sırrını ifşa etmiş: ‘Harleyci, sevgilisinden ne kadar büyükse o kadar itibarlıdır.’

İşte, Refik Erduran’ı eşiyle birlikte Harley’ci kıyafetleriyle, motosiklet üzerinde çekelim; bize Viagra maceralarını bir daha anlatsın, diyorum. (!)

Amaaan Ercan Bey, tabii ki ‘o kadar’ da sersem değilim; yavan geven de olsa, dalga geçmeye çalışıyorum. Elbette komik değil; biliyorum.

Gelin görün ki bugün espriden yana fena hálde nasipsizim, neylersiniz...

Merak etmeyin, siz geçmeseniz de zaten sizin de tanıdığınız bir sürü arkadaş, bu Kerime Nadir tefrikasını andıran yazılar silsilesinden dolayı benle epey bir maytap geçecek. Olsun varsın... Málûm, arada bir gülünç olmak iyidir; o da lázım bünyeye; cümleten güler, geçeriz...

Dedikodu vereyim mi? Siz dedikoduyu seversiniz... Yok, vazgeçtim... Dedim ya, şu anda pek tadım yok. Ama merak etmeyin, unutmak da yok; hepsini sizinle bilahare görüşeceğimiz vakit anlatmak üzere bir yerlere kaydediyorum.

Affınıza sığınıp, sessizce uzuyorum. Rahat uyuyun Ercan Bey; size doğru, hasretle, bir kuş (*) uçuruyorum:

‘Kuş girer ne yapar ne yapar / Ocakta bir ateş / Ya su olsa su olsa kimden yana mı akar / Su idi su idi soyundu önünüzde / Bütün yapraklarından, ateşin külleri ya / Küller gül oldular, şimdi mezarda açar.

Kuş sorar ya mezar çok uzakta mezarlar / Baksanıza sanıza bir çevre yanınıza / Eski kitaplar yazar /Karanlıkta bir ateş düşüyor alnınıza.

Bir ıssız adadır adada adam / Ne yapar ne yapar adanın çevre yanı / Bir uçsuz denizse ve yoksa kimse / Eğmiş de başını ne yapar ne yapar - - / Çöktüğü toprağa düşen biraz gölgede / Üstüne titrediği bir nazlı çiçek açar.

Kuş uçar uçarken a benim bahtıyarım / Uyu sabahlara kadar.’

(*) Kuş, Behçet Necatigil (1965)

Hatırlıyorum öyleyse...

‘Zeynep Özal / Bir Kadın Birkaç Hayat’ isimli, yarı otobiyografik, yarı biyografik (ne demekse?!) kitabında yer alan ve sansasyonel bölümleri daha kitap piyasaya sürülmeden basında geniş yer bulan hatıraları, kendisine evlenme teklif ettiğini öne sürdüğü eski bakan Cavit Kavak, eski kocası Asım Ekren ve kardeşi Ahmet Özal dahil, kendisi hariç kimse tarafından hatırlanmayan Zeynep Özal, bilimadamlarınca inceleme altına alındı. Zeynep Özal’ın üstün bellek sahibi mi yoksa mitoman mı olduğunu anlamaya çalışan uzmanlar, kendisine Karloftça Antlaşması’nın tarihini ve kadın budu köftenin tarifini sormakla başladıkları, ileriki safhalarda ilk BBG’de, yedinci turda kimin elendiği vb. sualler yönelttikleri Özal’a, nihai olarak, kamuoyunun Temel fıkralarından tanıdığı o meşhur soruyu sormayı planladıklarını açıkladılar: ‘Ne var ne yok?’ Zeynep Özal’ın sisteminin, bu soru üzerine çökmesi hálinde kitabın toplatılması için RTÜK ile yazışmalara başlandığı söyleniyor.
Yazının Devamını Oku

Marka mısın derdin çok

2 Haziran 2004
Muhtemelen hiç olmayacak ama ola ki günün birinde bir çocuk doğurursam, diniyle birlikte ismini de rüştünü ispatladığında kendisi seçsin diye, nüfusa kaydederken, isim hanesini boş bırakmayı düşünüyorum. De ki öyle bir şey mümkün değil, devlet kurumları böyle bir şeye imkán tanımıyor; adını meselá Şey olarak yazdırabilirim. Çok ciddiyim, şaka yapmıyorum...

Çocuk yapmak bünyeye yeterince ağır bir sorumluluk yüklemiyormuş gibi, bir de ona bir ömür taşıyacağı bir isim koymak, omuzlarına bir ismin yükünü bindirmek, çocuğun ismini sevmemesi hálinde bir yaşam boyu vicdan azabı duymak... Zooor, azizim...

Málûm, ömrünüzün barkodudur, kıçınıza takılmış plakadır, üzerinize yapışmış yaftadır isminiz. Şu hayatta sırf isminiz bilmem ne diye, binbir türlü meşakkatle karşılaşabilirsiniz.

Misál, Balmumcu’da ofisi bulunan Avukat Güven Kurtul’un tabelasını ilk gördüğüm gün, dün gibi hatırımdadır. Beynim uçmuştu! Bir avukat için daha ideal bir isim tahayyül edebilir misiniz?

Ben bayağı bir düşünmüştüm: Adam isminden dolayı mı bu mesleği seçti, yoksa avukat olmaya karar verdiğinde kurnaz bir politika güderek mahkeme kararıyla bu ismi mi aldı; siz ne dersiniz?..

Nicedir Güven Kurtul yüzünden kendimden iyiden iyiye korkar oldum. Ne zaman cinai duygulara kapılmama neden olan kezzap gibi bir öfke tebelleş olsa bünyeye, ‘Gebert gitsin; n’olucak ki? Güven Kurtul’a güvenirim, her türlü davadan kurtuluveririm,’ diye düşünüyorum.

Sizce ilk isimlerinin Satılmış olması hálinde, Erman Toroğlu ya da Ahmet Çakar’ın gördüğü ‘itibar’ bu raddelere varabilir miydi?

Gençlik demlerimizde, evi arayan bir arkadaşım beni telefona isterken, ‘Çapa’yla görüşebilir miyim?’ diye sormuştu. ‘Bizim evde ondan dört tane var, sen hangisini istiyorsun hayatım?’ diye sormuştu karşılığında ablam da...

Ben ömrüm boyunca ya Çapa diye çağırıldım, ya Ebru Çapa diye, ya da muhtelif lákaplarla...

Belli dönemlerde popüler olan isimler vardır ve benim akranlarım arasında da elinizi salladığınızda bir Ebru’ya çarpar zira...

Ben İzmir Amerikan’ın sadece kız öğrencilere eğitim verdiği dönemden mezunum. Bizim dönemde 115 öğrenci vardı ve bunların neredeyse yüzde 10’u Ebru’ydu meselá...

Çalışmaya başlayıp da, iş münasebetiyle görüştüğüm insanların ‘Ebru Hanım’ şeklindeki hitaplarıyla muhattap olana dek, sokakta ‘Ebru!’ diye seslenen kimseye dönüp bakmışlığım yoktur. Sonra kuzenim, bir Ebru ile evlendi. Al sana aynı aile içinde bir Ebru Çapa daha... Yani iyi ki MARKA filan değilim, aile içinde husumet çıkabilirdi, Allah muhafaza...

Bakınız, Hülya Avşar, yani Bayan Marka, aynı ismi taşıyan bir başka Hülya Avşar’la mahkemelik durumda.

Efendim, ‘sanatçı’ Hülya Avşar, organizasyon şirketi sahibi ‘vatandaş’ Hülya Avşar Avusturya’da konser düzenlemeye kalkınca, ‘Adımı kullanarak organizasyon düzenlemeye çalışıyorlar’ şeklinde bir açıklama yapmış.

Bunun üzerine Avusturya Konsolosluğu’ndan konser vizesi alamayan ‘vatandaş’ Hülya Avşar, uğradığı zarardan dolayı, ‘sanatçı ve marka’ Hülya Avşar’a 20 milyarlık maddi manevi tazminat davası açmış.

Hatta davayı yürüten hakimin bile; ‘Burada iki tane Hülya Avşar var, hangisi Hülya Avşar?’ şeklinde kafası karışmış!

Memleketteki ‘vatandaş’ Gülben Ergen’lere, Petek Dinçöz’lere filan duyurulur:

Bir MARKA ile aynı adı taşıma ihtimáline karşı elinizi çabuk tutup adaşınızdan önce markalaşacaktınız... Treni kaçırdığınıza göre, bundan böyle haddinizi bilecek, melekelerinizi, mesleğinizi, eğitiminizi, isteklerinizi yok sayacak, gidip başka bir şey; aşçı, terzi, kaportacı, kabzımal ya da ne bileyim, ev kadını filan olacaksınız.

Yok, ille ki bu işlere bulaşacağım diyorsanız, geçti MARKA pazarı, sürün eşeğinizi isminizi değiştirmek üzere adliyeye...

Asparagas

Sahalara dönüyor

Oxford’daki ‘Avrupa Birliği ve Türkiye’ konferansının açılışında, Türkoloji Profesörü Geofrey Lewis’in; ‘Futbolda profesyonel hayata devam etseydi, şimdi Beckham eline su dökemezdi’ şeklindeki komplimanını ciddiye alan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, görevinden istifa etti. Hayatını gözden geçirdiğini, esasta hayattaki yegáne arzusunun ‘topçu’ olmak olduğunu, önümüzdeki sezon Fenerbahçe’de oynamak için Aziz Yıldırım’la konuştuğunu, Aziz Yıldırım’ın ‘başta biraz kemküm etse de’ teklifine sıcak baktığını söyleyen Erdoğan, tüm ısrarlara rağmen, fikrinden caymayacağını beyan etti. Erdoğan, öyle pattadanak başbakanlığın bırakılamayacağını söyleyip, AB konusundaki çalışmaların ne olacağını soran yakın çevresine; ‘Banane kardeşim. Biraz da siz çalışın, Avrupa beni bundan böyle sadece kupalarda bağlar’ dedi.
Yazının Devamını Oku

Bu da güzel... Pornoyu seyret, verime gel!..

30 Mayıs 2004
Haberi gördünüz mü bilmem: Danimarka’da bulunan LL Media adlı iletişim firması, ‘moral olsun diye’ çalışanlarına internetteki porno sayfalarına ücretsiz abonelik hediye etmiş. Birçok kişinin mesai saatleri dahilinde bu sitelerde dolaştığını fark eden yöneticiler, bu sayede çalışanların ‘işten boşta kalan zamanlarında’ porno içerikli sayfalara ücretsiz girebilmelerine olanak tanımış.

Yani bundan böyle hem mesai saatinde kaytarılmayacak, hem de moraller yükselecek: Neticede verim artacak, artmak da ne, tavan yapacak...

LL Media Direktörü Levi Nielsen; ‘Çalışanlara ücretsiz porno sayfalarına girme şansı tanımakla, ücretsiz firma aracı veya telefonu verme arasında fark yok. Bugünkü şartlarda çalışanların yaklaşık yüzde 80’i zaten interneti kullanarak porno sayfalarını kullanıyor’ demiş.

Şahsen anlamakta zorlandığım bölüm bu... Beleş porno sitesi aboneliğine ne hacet yahu?

Zaten bu sitelere girsen de girmesen de, her gün e-posta adresine, porno sitesi içeren onlarca spam mail geliyor. (Bir de tabii, yurtdışındaki abuk şirketlerden gelen, penisimi büyütmek isteyip istemediğimi soran, Viagra’nın faidelerini sıralayıp daha ucuza nasıl elde edebileceğimi anlatan e-postalar var; onlar ayrı...)

Günümüzde önümüz, arkamız, sağımız, solumuz porno; saklanmayan ebe, sobe değil mi ki? Bana porno neşriyat bulmaktan yana sıkıntı çektiğini söyleyen birini gösterin, ben de size bir bakarkör göstereyim yani...

Her yeni gün, yeni bir isimle ilgili, yeni bir ‘Bilmemkim de pornocu çıktı!’ haberi çıkıyor. Misál, son örnek olarak Truva filminde Truvalı Helen’i canlandıran Diana Kruger’ın da bir zamanlar çekilmiş pornografik fotoğrafları, eski sevgilisi tarafından internette yayınlanıp, satışa çıkarılıyor. (Bu hikáyelerde ille ki bir leş kargası, haysiyetsiz, sömürgen eski sevgili bulunur málûm.)

Paris Hilton’du, Sibel Kekilli’ydi, Gülben Ergen kasetleriydi; amatörüydü, ‘bu da benimki’ çekimleriydi... ‘Bilgi akışı’ndan yana, internet, esas olarak porno sektörüne hizmet veriyor.

Alıcı olsan da olmasan da her türden yakası bağrı açık vaziyet, gözünün önüne destursuz geliyor. E-postanın girizgahına kanıp, yeni bir haber sitesi zannedip bir tıklamayagör, önüne oksijenli saçlı kadınlar ve et bolluğundan uzuvları ayırt etmekte zorlandığın görüntüler yığılıyor.

Bildiğiniz üzre, TMSF’nin Playboy TV’yi yayınlayan Cine 5’in de dahil olduğu, Erol Aksoy’a ait şirketlere el koyması sayesinde artık devletimizin bile bir erotik kanalı bulunuyor!

Gel de burada, geçtiğimiz aylarda çıkan bir küçük haberi anma!

Habere göre Erzurum’da korsan yayınları önlemek için İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü bünyesinde kurulan Korsan Yayınları Denetleme Komisyonu’nda çalışan ve ele geçirilen CD’leri tek tek inceleyerek rapor tutan görevlilerin en büyük sıkıntısı, günde 40-50 porno CD’si seyretmek ‘zorunluluğuymuş’: ‘Porno izlemekten bıkıp usandık. Psikolojimiz bozuldu, ayrıca göz rahatsızlığı yaşıyoruz.’

Yani, öyle bedava porno izlemekle filan moraller anında yükselip, hayat bayram olmayabiliyor.

Aklıma ‘Porno, cinsel açlığa iyi geliyorsa, Afrika’daki açlara da yemek kitabı dağıtalım bari!’ şeklinde ilerleyen o veciz söz geliyor.

Öyle ya, ortalık pornodan geçilmiyor ama ne hikmetse bir yandan da ensest, tecavüz, taciz haberlerinin sonu gelmeler bilmiyor.
Yazının Devamını Oku

Siz albüm yapın biz alırız, hay hay

29 Mayıs 2004
Bu aralar ‘hafif’ takıntılı bir hálet-i ruhiye içersinde bünye. Özellikle de müzik meselesinde... Bir albüme kafayı takmayagöreyim, bütün gün onu dinliyorum. Hatta o albümde bir ya da birkaç parçaya takılıyorum ve onu sabahtan akşama tekrar, tekrar, tekrardan başa alıyorum.

Öyle böyle değil azizim... Hani müziği kulaklıkla dinliyor olmasam, çevreye verdiğim kalıcı rahatsızlıktan dolayı dayak yerim. Dayak şöyle dursun, linç bile edilebilirim.

Yemeğe mi inilecek, tuvalete mi gidilecek?... Sanki o şarkıyı, o gün içinde 79. dinleyişim değilmiş ve şarkı katiyetle ortasından kesilemezmiş gibi, şarkı bitsin diye yemeğe inmek için milleti bekletiyorum ya da affedersiniz çişimi tutuyorum.

Allah’tan CD icat oldu da benim gibi obsesiflere gün doğdu. Hayatımız kurtuldu...

İlk gençliğini yaşayan arkadaşlar bilemeyebilirler: Eskiden, yani CD evveli dönemlerde, öyle aynı şarkıyı bin kere dinlemek gibi bir lüksümüz yoktu.

Daha doğrusu tamam, demokrasilerde çareler tükenmez, bunu yapmak mümkündü ama prosedür yorardı; zordu...

Bir kere, zırt fırt ileriye geriye sarmanız hálinde kaset eskirdi. Hele ki benim gibi aynı teraneyi üst üste dinlemeye meraklı insanlar için durum tam bir eziyetti. Bir nev’i işkenceydi...

Müzik setinin -ki alet o zamanlar daha basit bir isimle anılırdı, ‘teyp’ denirdi- kumandası filan da olmadığı için kıçını yaydığın yerden kalk, git, kaseti başa sar.

Bitti mi yine başa al... Şarkıya çok mu taktın, kaset ve vaziyet ‘inceldiği yerden’ kopsun...

Gerçi bizim ne mene bir garabete dönüşeceğimiz daha o zamanlardan belliymiş. Kaset koparsa da ben acil durumda ‘o’ şarkıdan mahrum kalırsam hesabına, kendi doldurduğum, art arda aynı şarkıdan oluşan kasetlerim vardı. Evet tamam, haklısınız: Naçiz muharrireniz doğuştan deliymiş....

Nazan Öncel’in Yan Yana Fotoğraf Çektirelim albümünü, çıktığı günden beri o kadar çok dinledim ki o günlerde olsak, şimdiye üç tane filan kaset satın almam gerekirdi.

Ve o kasetlerin iflahı, muhtemelen üçüncü (Nereye Böyle) ve dokuzuncu (Küçük Gemiler) parçaların olduğu yerlerden kesilirdi.

Yan Yana Fotoğraf Çektirelim, belki önceki Nazan Öncel albümleri gibi ilk dinlediği anda insanda dayak yemiş hissi uyandırmıyor. Fakat dinledikçe, dinledikçe bu kadar sevilen bir albüm de az bulunur. İnsanın ağzında, dimağında, akide şekeri gibi yavaş yavaş eriyor.

Albümün ilk klibi bildiğiniz üzre, Nazan Öncel’in Nereye Böyle ile yaptığı iki Tarkan düetinden biri olan, albümün giriş şarkısı Hay Hay’a çekildi.

Albümün Frida ve kolaj konseptine uygun bir şekilde çekilmiş klibi, neşeli mi neşeli, rengáhenk, sıcak ve candan...

Káh Frida hálleriyle káh Nazan Öncel dinginliğiyle tatlı tatlı şarkısını söyleyen bir Nazan Öncel ve ona ‘Tarkan Tarkan’ eşlik eden, standart figürlerinden ve ifadelerinden bolca bahşeden, görmeye hiçbir zaman itiraz etmeyeceğiniz türden bir Tarkan...

Şarkı, málûmunuz, her yerde bas bas çalıyor:

‘O senin neyin olur derlerse / Gülüm olur, balım olur diyeceğim / O senin neyin olur derlerse / Sevgilim, sevgilim diyeceğim / O benim kalbimi isterse / Seve seve veririm diyeceğim / O senin neyin olur derlerse / Gözüm olur, yaşım olur diyeceğim / O senin neyin olur derlerse / Yazım olur, kışım olur diyeceğim / O bunun aksini söylerse / Bir bildiği vardır diyeceğim / Kedisini, köpeğini, dolaptaki ceketini / Pabucunu, terliğini, duvardaki resmini / Ne varsa alsın, toplasın gelsin / Benim için gelsin / İsterse kalsın / Hay hay buyursun gelsin / Hay hay temelli kalsın / Hay hay buyursun gelsin / Hay hay beni seven gelsin...’

Gelmeyen ne olsun... Siz albüm yapın hanımefendi, almayan, o kasetleri kopartmayan, hatta üstün gayretle CD’leri bile bozmayan ne olsun...

Müziği ayrı güzel, şiiri ayrı güzel... İnsan Nazan Öncel’in varlığına şükrediyor.
Yazının Devamını Oku

Magazinin içinden

28 Mayıs 2004
Magazin var ya, öyle böyle değil, cidden tehlikeli bir mecra. ‘İşim olmaz’ diyen adamın yuvasını yıkar, karizmasını çizer, saygınlığını madara eder, hayatını karartır valla. Üstelik bu camiadan olmanız, ‘Neredensin?’ diye sorduklarında ‘Magazinin içinden’ şeklinde yanıtlayabilecek biri olmanız bile para etmeyebilir.

‘Yani, ben bu álemlerin içinden bir şahsiyetim, bana dokunmazlar’ diye düşünmeniz kifayetsiz kalabilir, magazin gerillalarına hatrınız geçmeyebilir.

İmaj kısmetten çıkmayagörsün, magazin, geri tepip insanın suratında patlayan silahtan beterdir.

Sorun Erdem Kırım’a anlatsın...

Öncelikle, magazin álemini takip etmeyenlerle -ki böyle bir insan türü, zannımızca günümüzde pek kalmamıştır, olsa olsa, harıl harıl takip edip de soran olduğunda sadece belgesel ve film izlediğini söyleyenler vardır; sizi gidi kıtırcılar sizi!- Erdem Kırım’ı tanıştıralım:

Erdem, Haftasonu dergisinin Genel Yayın Yönetmeni’dir. Kimi yontulmamış taraflarını bir yana bırakacak olursak ismiyle müsemma, şahane bir beyefendidir.

Bunun yanında, álemde rastlayabileceğiniz, magazin áleminden en bihaber şahsiyettir.

Bilákis, Haftasonu GYY’liği kendisine damdan düşer gibi tebliğ edilmiş, üzerinde kalmış ihaleyle ne yapacağını uzun zaman bilememiş, uzun yıllar Fransa’da yaşamış, caz hastası, kitaplar deviren, geyik muhabbetiyle birlikte fazlasıyla ciddi mevzularla iştigál etmiş, gariban bir entelektüeldir.

Hatta komiktir; haber daha patlamamışken, bir uçak yolculuğunda, önünde oturan Seda Sayan ile Gökhan Şükür’ü tanımamış, arkadaşının uyarısı üzerine de; ‘Ha? Yaa?’ şeklinde tepkiler vermiş, tarihe geçmiştir.

İşte, Etiler’e ‘akmaktan’ pek hoşlanmayan, hatta mümkün mertebe evden çıkmayan, uzun süredir gayet ciddi bir ilişkisi bulunan bu mazbut olduğu kadar entel arkadaşımız, geçtiğimiz pazar, sevgilisiyle birlikte evde oturmuş hımbıl hımbıl TV zaplarken birden ekranda kendisini görüyor.

Pazar Keyfi’nin o pek gerilimli dış sesi: ‘Bodrum Fuga’da, Tuba Ünsal’ın yanında görüntülediğimiz meçhul yakışıklı kim?’ diye soruyor.

Dannnnn!!! Azzzz sonra!!!

Erdem de herkes kadar kendisinin kim olduğunu merak ettiği için -ki ona soracak olursanız, en büyük işkence de bu olmuş- programı sonuna kadar izliyor.

Ve kim olduğunu, bir kez de ‘magazince’den dinliyor: ‘Yoksa bu kel ve yakışıklı genç adam, Tuba Ünsal’ın yeni sevgilisi mi?!?’

Erdem de ne yapsın, bunun üzerine bir yandan yakışıklı ve kel alnını kaşıyıp, bir yandan da sevgilisiyle birlikte gülmekten kırılıyor.

Ne yapılabilir yani? Haftasonunda, o yakışıklı ve kel adamın kimliğini deşifre edip, Tuba Ünsal ile birlikte ‘ailecek’ görüştüklerini açıklayan bir haber yapamazsın ki?

Hani başkası olsa belki yapar da sersem Erdem işte, etik metik diyor, öööyle zırvalıyor.

Şu meşhur ‘Dannnn!!!’ efektinin kardeşim, kimin kel kafasında patlayacağı hiiiç belli olmuyor.

Asparagas

Marka mıdır, çorba mıdır

Katıldığı organizasyonlardan ‘Benim neyim eksik?’ diye sorduktan sonra ‘tabii ki sanatçı ve mankenlerin aldığı kadar, yani 5 bin dolar kadar para aldığını’ açıklayan ve kendisini MARKA ilan eden Biz Evleniyoruz evinin köylü güzeli, Caner’in nazlı yáreni Tülin, gelecek projelerini anlattı: ‘İçinde bolca medya maydanozu bulunan, arpadan yapılan bir hazır çorba markası imal edeceğiz. Çorbanın adı da markası da Tülin Gelin olacak. Hayır efendim, ne münasebet, Ezo Gelin’den esinlenmiş felan değiliz. Caner’in aklına geldi. Canerim, biricik erim, delikanlı áleminden anladığı kadar mavradan ve çorbadan da anlar. Meltem Cumbul’a da selam söyleyin, esas ‘Türkiye’nin yüzü’ benim. Eften püften birkaç film çevirdi ve Örovizyon mörovizyon gibi birkaç kıytırık program sundu diye havalara girmesin. Benim Hülya Avşar’dan bile büyük bir kitlem var; Meltem Cumbul kimmiş? Satışların patlayacağına inanıyorum; álem görecek, marka kimmiş, satış neymiş...’
Yazının Devamını Oku

Ah İstanbul, İstanbul olalı... Hiç görmedi böyle Sezen...

27 Mayıs 2004
Hiç görmedi böyle Sezen...

Zira málûm, Sezen Aksu’nun her konseri, her sahne performansı, bir kar tanesi gibi biriciktir, üniktir...
Saymadım sayamadım; çocukluğumdan beri kimbilir kaç Sezen Aksu konseri izlemişimdir. Aşkın Nur Yengi, Harun Kolçak’ın, Seden Gürel’in, Sertab Erener’in vokalistliğini yaptığı, Levent Yüksel’in bas çalıp şarkı söylediği konserler... Uğur Yücel ile birlikte gerçekleştirilen kabareler... (Aaah, Yalnızlık Senfonisi düeti hálá kulaklarımdadır.)

Sezen Aksu dediniz mi, vokalistler, orkestralar, repertuvarlar değişebilir fakat konserin bünyede bıraktığı etki sabittir, değişmez. Mekánı efsunlanmış bir şekilde terk etmeniz, kaçınılmazdır. Kalıcı hasar bırakır; izleri kolay kolay silinmez.

Kusura bakmayın, bugün belágatımız biraz kıt. Nutkum tutuk... Yüzümün yarısında bir gülücük, yarısında hüzün, öyle hormonlu Mona Lisa gibi, salak salak dolanıyorum ortalıkta.

Yazının Devamını Oku

Aman avcı vurma beni

26 Mayıs 2004
Geçtiğimiz hafta ne hazindir ki bizim Pazar ekinde yayınlanan, ‘avcı’ Ufuk Güldemir tarafından kaleme alınan ‘Acıdır ayının ölümü’ başlıklı metnin bir bölümünü hicap duyarak ve affınıza sığınarak alıntılayacağım. Ben o sayfanın yapım aşamasında işte değildim. Olsaydım da bir şey değişmezdi; ayrı... Yine de evvelden bilseydim, en azından pazar günü, sabah sabah böylesi bir şoka girmeyebilirdim. Okurken dimağım bulandı, midem döndü, gözlerim doldu. Bir isyan çığlığı atmazsam, tam ortamdan çatlayacağım.

Buyrun efendim; sizi Ufuk Güldemir’in gönül tellerini tir tir titreten hatıratına davet ederim:

‘Ayı ayakta... 338 Win Mag koltuğunda patladığında sanki yanardağ patlıyor. Koca cüsse önce sırt üstü yere yıkılıyor, sonra ayağa kalkıyor ve göğsünü, kurşunun değdiği yeri ısırmaya çalışıyor. Önüne geçilemez bir öfke topu, 100 bin beygir gücünde bir motorlu testere, kulakları sağır eden, adamı zürriyyetten kesen bir hiddet çığlığı.

338 Win Mag bir daha patlıyor... ‘Bir daha at, bir daha!’ 338 Win Mag bir daha konuşuyor. Sert konuşuyor: Kemik sesi. ‘Thump.’ Karla kan birbirine acıyla karışıyor. Kar ve kan bu kadar mı yakışırmış birbirine? Kızıl kar yağar mı hiç? Ayı ölünce kızıl kar yağıyor ey sevgili okur...

Aleg’le beraber ayıyı yüzerken, balık kokan bu muhteşem hayvanı okşuyorum. Ellerimi etlerine sürüyorum. Yağını kokluyorum, kokusunu içime çekiyorum. Ya bir gören olsa ayıyı kokladığımı? Avcı niye avlar bu kadar muhteşem bir hayvanı?

İyi soru...

Ama iyi bir cevap da var: Bir tek çirkinleri mi avlayacağız?

Şimdi ben buna iyi bir cevaptan ziyade, espriden yoksun, çirkin mi çirkin bir şaka derim. Yani bir tek çirkinleri avlayacak olsaydık, ben kendi adıma işe bu cümleyi vurmakla başlardım.

Hayatta anlamadığım, anlamak da istemediğim bir insan ‘türü’dür avcılar. Zannımca Animal Planet’de, bu ‘tür’ ile ilgili özel bir program yapılması elzemdir.

Uzun süre inceleyip uzun uzun da anlatsınlar: Avcıgiller, muhtelif canlı türlerini doğal ortamında öldürebilmek için dere tepe dünyayı arşınlayan, hiçbir masraftan kaçınmayan bir acayip cinstir. Avcıgillere göre en iyi hayvan, ölü hayvandır ve ölü hayvanın en makbûlü de kendi katlettikleridir. Avcıgillerin, katlettikleri bu hayvanlara karşı, nekrofilleri andıran bir aşk beslerler. Hayvanların cesetlerinin üzerine çıkıp, kameraya doğru şirin şirin sırıtarak, bu ölüm kokan anı fotoğraflar, ölümsüzleştirirler. Avcıgiller, öldürdükleri hayvanlara öyle derin bir sevdayla bağlanırlar ki cesetlerin kellelerini duvarlarına asar, bir yandan penis kemiğiyle karıştırdıkları içkilerini yudumlarken, bir yandan da hülyalı gözlerle, duvardaki ölü gözlere bakarlar.

Pardon, Güldemir’in yazısını okumamış ve içkiyle penis kemiği arasındaki ilişkiyi, hatta penis kemiğinin ne mene bir şey olduğunu anlamayanlara izah edelim... Güldemir, ayının etinden, budundan, postundan faydalanmakla kalmayan, optimum fayda peşinde bir avcı olduğu için evde içkisini karıştırmak için ayının penisini elleriyle yardığını da anlatıyor, eksik olmasın, bizleri hiçbir vahim detaydan mahrum bırakmıyor:

‘Penisinin içinde kemik olan tek canlı, ayı. Kemiğin topuzu gümüş kaplanarak içki karıştırıcısı yapılıyor. Ellerimle penisini açıp kemiğini çıkarıyorum. Bir karış uzunluğunda kalem gibi bir kemik.’

Güldemir, evine gelen misafirlere, ikram ettiği içkinin öldürmüş olduğu bir ayının ‘dalgametre’sinden çıkardığı kemikle karıştırılmış olduğunu anlattığında herhalde bir kısmının genzinden gerisin geriye dönüyordur aldığı yudum. (Ki, ille ki anlatıyordur yani, penis kemiğinin hikáyesini. Zira biliyorsunuz, avcıların allandıra ballandıra anlattığı, bitmeler bilmeyen av hatıraları, erkeklerin askerlik anılarına rahmet okutur. Hatta avcılar ile palavracılar arasındaki benzerlikler üzerine dönen ayrı bir geyik muhabbeti türü bile mevcuttur.) Yani ne bileyim; ben ister gümüşle, ister altınla, ister platinle kaplı olsun, zavallı bir ayının penis kemiğiyle karıştırılmış bir içkiyi içeceğime, gider atlarla birlikte yalaktan su içerim daha iyi.

Allah’tan ne memlekette ne de dünyada insan avı yasal. Kimbilir, belki bu itirazname üzerine bizi de vurmaya kalkabilirdi Güldemir. Biz yine de aman diyelim, aman avcı, vurma beni...

Asparagas

Düş ki yerin bu yer değildir

Beyaz Saray sözcüsü, üzerinden düşülmesi imkánsız olan Segway’den, TV seyrederken boğazına kraker kaçtığı için bayılıp koltuktan, son olarak da dağ bisikletinden düşen, kafasında kask olduğu hálde kaşını gözünü yaran, IQ’su 88 basan George W. Bush’un, sanıldığının aksine gerizekálı değil, üstün ve fakat geriden zekálı olduğunu açıkladı. Basın sözcüsu bunun ne demek olduğunu soran gazetecileri şöyle yanıtladı: ‘Sayın Başkan, Segway’den düşerek, imkánsızı başarmıştır. Sıkıyorsa siz becerin. Ayrıca, üzerinden taze düştüğü bisikletin şirketine de tarihin gördüğü en büyük tazminat davasını açmayı düşünüyoruz. Biliyorsunuz, ülkemizde her mamulün üzerinde gerzeklere uygun talimatlar yer alır. Mesela ütülerin fişini kulağınıza sokmamanız konusunda uyarı bulunuyor. Bisikletin paketinden, ‘Geri zekalılar ve ABD Başkanı binerse düşebilir’ şeklinde bir uyarı notu çıkmadı. Bu ne demek oluyor? Başkan’ımız elim bir komploya kurban edilmiştir. İntikamımız acı olacak. O şirketin işi bitmiştir!’
Yazının Devamını Oku