Doğan Uluç

İkiz kardeşlerin kıskançlığı

9 Haziran 2002
Central Intelligence Agency (CIA) fiyakalı bir isim. FBI deseniz aynen. Birincisinin Türkçe'ye tercümesi Merkezi Haberalma Örgütü, diğerinin Federal Soruşturma Bürosu. Bunların ilki Amerika'nın dış ülkelerde yararlarını koruyan casus teşkilatı, FBI ise iç güvenliği tehdit eden eylemlerin, devlete karşı işlenen suçların üzerine giden polis kuruluşu.

CIA gizemli bir kurum. Bu casusluk örgütü Güney Amerika'dan Afrika ve Orta Doğu'ya ABD çıkarlarına ters düşen ülkelerde düzenlediği darbelerle ünlü. Şili'de Pinochet'yi düşüren de, Musaddık yerine İran Şahı'nı iktidara getiren de CIA. Adı öylesine yaygın ki Kolombiya'da yanardağ patlasa, Nijerya seçimlerinde sürpriz olsa tüm dünyada ‘‘Bunun altında CIA vardır’’ söylentileri yayılacak.

Macera düşkünü gençler Hollywood yapımlarıyla tanıdıkları CIA'ya ilgi duyuyor. Egzotik diyarlara seyahat, lüks otellerde ağırlanma, güzel kadınlarla ilişki kurma, kumarhanelerde düşman bireylerini izleme, hasım ülkelerde askeri tesisleri görüntüleme, teröristlerin yok edilmesi, silah projelerinde çalışan bilim adamlarını, karşı tarafın casus ve diplomatlarını saf değiştirmeye ikna eylemleri bu cazibeyi körükleyen unsurların birkaçı. Kısacası ‘Derin Devlet’in eli, ayağı, gözü, kulağı CIA.

Bu kurumun içe dönük faaliyet gösteren benzeri ise ‘‘Federal Bureau of Investigation’’ adlı FBI. CIA ile FBI ikiz kardeş gibi. Kırk bini aşkın kadrolu, 30 milyar dolar bütçeli bu iki kurumun dünyanın dört bucağında ulaşmadığı yer yok desek az olur. İleri harp teknolojisi desteğindeki askeri gücüne CIA ile FBI'ı da eklediğinizde Amerika'nın sırtı yere gelmez diyebilirsiniz. Kağıt üzerinde durum böyle ama gerçek öyle değil.

11 Eylül saldırıları iki okyanus arasında coğrafyası tüm dünyadan tecrit edilmiş ülkenin istihbaratındaki aczini göz önüne serdi. Kamuoyu ilk kez ulusal yararları zedeleyen, binlerce kişinin hayatına mal olan terör eylemlerinin CIA ile FBI arasındaki aşırı rekabetten kaynaklandığını öğrendi. Halen ABD Kongresi'nde süren soruşturmalarda bu iki sözde kardeş örgütün Mısırlı Kör İmam ile El-Kaide teröristleri hakkında toplanan bilgileri birbirleriyle paylaşmadıkları, eylem ihbarlarını önemsemedikleri için 11 Eylül'deki intihar saldırılarının önlenemediğini ortaya koydu.

Olup bitenlere bakıp ağlamak lazım. Malezya polisinin Ocak 2000'de Kuala Lumpur'da bir terör zirvesine katılan 12 Usame bin Ladin teröristi hakkındaki bilgileri CIA'ya ilettiği ama örgütün kayıtsız kaldığı açıklandı. Bu gruptan Halid Almihdar ile Nawaf Alhazmi bir hafta sonra Amerika'ya dönerek uçuş derslerine başlıyor. 11 Eylül saldırıları lideri Muhammed Atta, Almihdar'ı San Diego'daki evinde ziyarete gidiyor. Almihdar aynı yıl Ekim ayında Yemen'de USS Cole muhribine yapılan bombalı saldırıya katılıyor.

Usame'nin teröristleri ABD'de çeşitli okullarda pilot eğitimi görüyor. Bir kaçı ‘‘iniş-kalkış değil yalnızca uçuş öğrenmek istiyorum’’ diyor. Kırmızı bültenle arananlar banka hesabı açıp, araba ehliyeti, ikamet izni alıyor. Arizona'dan bir FBI ajanı iki yıl önce Arap kökenli gençlerin çeşitli okullarda pilot eğitimi gördüğünü amirlerine bildiriyor. Minneapolis'te FBI büro şefi 11 Eylül grubundaki Zekeriya Musavi için hazırladığı raporun rafa kaldırılması üzerine raporu FBI direktörü Bob Mueller'e özel kuryeyle gönderiyor. Gene de muhtemel terör eylem ihbarlarına kulak veren çıkmıyor.

CIA-FBI ikilisinin görev ihmali boyutları inanılır gibi değil. CIA, Malezya polisinin terör zirvesi raporunu FBI'ya iletmiş olsaydı, 11 Eylül'den 20 ay önce ABD'ye giren Alhazmi havaalanında tutuklanacaktı. San Diego'da ev kiralayan Alhazmi ile Almihdar Nisan 2001'de Oklahoma'da sürat yaparken durduruluyor, USS Cole saldırısında görev alan Alhazmi'nin terör kaydı bilgisayarlara geçmediği için 138 dolar ceza ödeyerek serbest bırakılıyor. Usame'nin iki teröristi beş ay sonra Pentagon'a uçakla intihar saldırısında can verince görev ihmalinin büyüklüğü su üstüne çıkıyor.

Rum kökenli CIA direktörü George Tenet ile FBI direktörü Bob Mueller şimdi ateş altında. Kongre, halkı paniğe sürüklemeden soruşturma sürdürüyor. Oysa Amerika zaten panikten sıyrılmış değil. Üstelik üst düzey yetkililer teröristlerin Amerika'da nükleer bomba eylemine girişeceği uyarısında bulunuyor. Arap ve müslüman ülkelerden gelenlerin ABD'ye girişte parmak izi alınıp, fişlenmesi gündemde. New York polisi kentte 25 bin bina sahibi temsilcisine brifing verip terörist kiracılara karşı uyanık olmalarını öneriyor. İsimleri fiyakalı iki casus örgütü istihbaratta işbirliği yapmış olsaydılar muhtemelen 11 Eylül trajedisi yaşanmayacak, polis devletinde görülen bu tedbirlere de gerek kalmayacaktı.
Yazının Devamını Oku

Domateste sünger, muzda çiklet tadı

2 Haziran 2002
AMERİKAN manavıyla, tabiri caizse, tanışmamızın heyecanı hala hafızamda canlı. ‘Grand Union’ marketi manav bölümünde o güne kadar görmediğim, adlarını dahi duymadığım meyva ve sebze çeşitleriyle karşılaştım. Bolluğu bir yana tezgahları yanyana dizilse bir basketbol salonunu rahatça kaplayabilirdi. Oysa beni heyecanlandıran bolluk veya manavın büyüklüğü değil özellikle meyva çeşnisinin mevsimleri dışlaması idi. Kış başında kiraz, erik, kavun, karpuz, çilek, şeftali gibi ilkbahar-yaz meyvalarının bizim ‘turfanda’ları bir kalemde silip attığını müşahade etmiştim.

Oniki ay tüketime hazır olarak sunulan meyvaların renk, dirilik, şekil standartları beni ayrıca etkiledi. Cevizden büyük çilek ve üzümler, kan kırmızısı elmalar, Diyarbakır'ınkiyle boy ölçüşecek karpuzlar ve diğer meyvaların hep aynı boyda olmaları dikkati çekmişti.

Sıra bunların tadına bakmaya geldiğinde iş değişti. Meğer görünüşe aldanmışız. Bizde yüksük boyu Adapazarı çileğinin kokusu mutfağı kaplar. Lezzetinin üstüne yok. Buradaki çilek azmanını gözün kapalı çiğnemeye başla neyi yediğini bilemezsin. Türkiye'de şeftalinin suyu bol, yumuşak, tadı baklavayı aratmaz. İçi kuru, taş sertliğinde Amerikan şeftalisi birisinin kafasına isabet ettiğinde anında alnı, yanağı morarır. Bir tanıdığım marketten aldığı siyah üzümü yıkadıktan sonra parmaklarının şiştiğini, doktorun üzümün üstündeki haşarat koruyucusu yapışkan sıvıya allerjisi olduğunu söylediğini nakletti. Şovenist kabzımallığa kalkışacak değiliz ama bizdeki ezik, renk uyumsuz çilekten elmaya tüm meyveler 'Grand Union'daki görünüm cümbüşündekileri dörde katlar.

DEPODA BALIK ÇİFTLİĞİ

New York'a gelen dostlara gümrük müsaade etse dahi ‘‘Bir torbaya ıspanak, şeftali, çilek, domates doldurup getirin’’ diyecek değiliz, biz de manavda ne buluyorsak yemeye alıştık zaten. Gene de bu konuyu araştırmayı ihmal etmedik. New York bir ada. Yediğimiz herşey dışardan geliyor. Amerika kıta ülke. Mesafeler bol sıfırlı. California'dan Florida'ya, Carolina'lardan Texas ve Oklahoma'ya kadar sebze ve meyvalar ağaçta, tarlada haşerata karşı kimyevi sıvılarla yıkanıyor. Sonra toplanıp buzluklarda kamyonlarla sevkiyata hazırlanırken uzun yola dayanması için yeni ilaçlamalar yapılıyor. Aynı işlemler Kanada, Haiti, Meksika, Guatemala, Brezilya ve bazı Afrika ülkelerinden gelen gıda maddeleri için de geçerli. Domateste sünger, muzda çiklet tadı, elmadaki katmerli kırmızı bu yüzden.

Bu arada açıkgözler de boş durmuyor. Geçenlerde bir TV programında Brooklyn'de oto tamirhaneleri arasında bir antreponun balık çiftliğine dönüştüğü açıklandı. Ekrana dev bir havuz içinde zıplayıp çırpınan balık sürülerinin görüntüleri geldi. Bir lüks lokantanın şef garsonu rağbet gören ‘Şili lüferi’nin bir kısmının balık çiftliğine dönüştürülen antrepolarda üretildiğini söylüyor. Tanıdık şef ‘‘Marketlerde satılan sığır etleri, tavukların büyük çoğunluğu çabuk serpilip gelişsin diye hormon takviyeli yapay gıdalarla besleniyor. Biftek, tavuk ve tavuk yumurtası hep hormonlu. Dünyada gıdaya en düşkün millet Amerikalılar. Bu millete yiyecek yetiştirmek için üreticiler ilaç, hormon kullanmak zorunda’’ diye ekliyor.

Bu ifadede gerçek payı büyük. Yalnızca New York'ta değil, rastgele seçeceğiniz bir şehirde insanlara bakmanız kafi. Erkeklerdeki göbek, kadınlardaki kalça ve butlar Diyojen'in ‘Gölge etme başka ihsan istemem’ dediği cinsten. Beden deformasyonu fazla yiyecekten değil gıdalardaki hormon, kimyasal maddelerden.

Yiyecek-içecek konularına kulağını tıkarsan sorun yok. Eğer gazetelerde gastronomi sütunlarını izleyip ekranlarda beslenme uzmanlarını dinlersen Tanrı yardımcın olsun. Tavuk yeme ‘salmonella’dan zehirlenirsin. Yumurtada kolesterol fazla. Bifteğe dikkat et, kolesterol kanser kadar öldürür, ‘Deli Dana’yı da aklından çıkarma. Muz kabızlık yapar. Meyve ve sebzeler kimyasal boyayla kaplı. Hamburger iyi pişmemişse kansere yakalanırsın. Pastorize peynir allerjini ortaya çıkarır. Sağlıklı kalmak istiyorsan makarnadan uzak dur. Sodalı meşrubat bol şekerli su, şişmanlatır. Kahvedeki kafein vücudun kalsiyumunu eritir. Tansiyonu düşürmek için greyfrut ye. Ama tansiyon ilacı alıyorsan sakın ha! İlaçla greyfrut birlikte çok tehlikeli. Aç karnına portakal suyu içme, asidi mide zarını eritir. Sürekli çiğ sebze ülser yapar, haşlamadan yeme.

Tüm bunlardan sonra paranoyaya kapılıp ‘‘Bir kaç gün peynir, ekmekle idare edeyim. Mide, bağırsaklarımı dinlendirmiş olurum’’ diyebilirsiniz.

Ama bu harcıalem gıdalar dahi emin değil. Peynir tutkunu ressam Burhan Doğançay Paris yıllarında bir kaç hafta sabah akşam yediği peynirden zehirlenerek hastaneye kaldırıldığını söylüyor.

Peki ya ana gıdamız ekmek? Buğday, mısır, çavdar, arpa, yulaf, beğen beğen al. Buzdolabında aylarca bozulmadan kalıyor üstelik. Niye mi? İçindeki tahıla kimyasal yüklemelerden. Teknolojik yaşamın faturasını ödüyoruz.
Yazının Devamını Oku

Türkü Amerikalı yapma sevdasını bırakın

26 Mayıs 2002
Aralık ortasında dahi böyle soğuk görmedim. Yağmurluk altında dik yakalı kazak, üstünde ceket olmasına rağmen... Birkaç izlenimi kağıda dökeceğim, parmaklarım soğuktan kitlenmiş, vazgeçiyorum. ‘‘Bu havada iş yapılmaz’’ diyerek çekip gideceğim. Oysa bu rutin iş değil; yılda bir kez tekrarlanan cinsten. Kanımdan, canımdan insanlar önümden geçiyor. Düzenli sıralar halinde, bronz ucu göğe yönelmiş hilalli yıldızlı bayraklar ellerinde. Gözlerim Atatürk Okulu flaması önünde minik öğrencilere takılıyor. Pırıl pırıl tek tip kıyafet içinde. Çehreleri soğuktan kızarmış, adımlarında aksama yok. Öğretmenleri sıra başlarında. 10-12 yaşlarında erkek çocuğu Mustafa Kemal'in portresini taşıyor. Az sonra ‘Amity (Halklar Dostluğu) Okulu’ndan önü süslü beyaz baş örtüleriyle ilk-orta okul öğrencileri öne çıkıyor. Küçük okul öğrencileri gurur duyulacak bir asalet tablosu çiziyorlar. Arkadan ‘‘Genç Türkler’’ çıkageliyor. Zıpkın gibi delikanlılar. ‘‘Mustafa Kemaller Ölmez’’ diye slogan atıyorlar. Tişörtlerde Türk bayrağı, alın bantlarında kökene sevgi yansıyor ‘‘I Love Turkey.’’

Bu bizim törenimiz; Amerika'da geleneksel hale dönüşen Türk Günü Yürüyüşü.

New York'taki okul bandoları hızlı ritmli müzik yapıyorlar Manhattan'ın göbeğindeki geçiş töreninde. Mehter Takımı'nın yüzyılları aşkın klasik marşı göz alabildiğine uzanan kortejdeki diğer bandoları bastırıyor. Sokak aralarında sırasını bekleyen seyyar sergiler, sosyal cemiyetler, meslek grupları, Türk camileri temsilcileri, üniversite öğrencilerimiz, Galatasaray'dan Fenerbahçe'ye, Beşiktaş'tan Altay'a futbol kulüpleri taraftarları Madison Caddesi'nde ana geçişe girerken yeni sloganlar başlıyor: ‘‘En Büyük Türkiye, Başka Büyük Yok.’’

New York'un göbeğinde Amerika'daki Türk varlığının bir kez daha şahlanmasına şahit oluyorum. Türklükle ilgili mesajlar taşıyan seyyar sergiler arasında Koç'ların, Sabancı, Eczacıbaşı gibi dev kurumların adlarını arıyor, göremiyorum.

Madison'da cadde-sokak kavşakları Türk bayraklarıyla donanmış. Renkli giysiler içinde Devlet Folk Dansları ekibinin alımlı kız-erkek dansçıları kaldırımlardaki izleyicileri güleç yüzle selamlıyorlar. Tek ağızdan 10'uncu Yıl Marşı, Harbiye Marşı yüksek binalarda yansıyarak dağılıyor. Artık üşümüyorum, okyanus aşırı bu ülkede Türklük sevgisini, Anavatan özlemini paylaşmak istiyorum.

BM karşısındaki Dag Hammarskjöld Meydanı yürüyüşün son merhalesi. Tıkabasa dolu. Köfte-kebap tezahları, hediyelik eşyalar, dostlarla ayakta sohbet, halk oyunları, bayrak-flama ve posterlerle sanki New York'ta değil, Türkiye'de bol katılımlı bir açıkhava toplantısındayız. Türkiye'den gelen bakanlar, belediye başkanları, resmi temsilciler, dans, müzik gösterileri, konuşmaların yapılacağı meydanda yerlerini almışlar. Ufak bir protokol karmaşası oluyor bu arada. Devlet bakanlarından birinin eşine ait sandalyeye oturan BM'deki üst düzey bir diplomatımızın eşi ‘‘Ben buradan kalkmam’’ diyor. Yürüyüşü düzenleyen T.A.D. Federasyonu'nun baş yöneticisi kendi yerini vererek gereksiz tatsızlığı önlüyor.

Konuk bakanların konuşmaları sırasında devlet büyüklerimizin her ziyaretinde ‘‘Amerikalı olun. Bu ülkede anavatanınızın yararlarını, çıkarlarını savunun’’ şeklinde teşvikleri aklıma takılıyor. Özal'dan başlayıp Ecevit'e uzanan yönetim yelpazesi içinde sık sık yinelen bu çağrıya hálá alışamadım.

New York'ta yıllardır Yunanlısından İsraillisine, İtalyanından Polonyalısına, İrlandalısından Haitilisine kadar Amerikan mozayiğinde yer alan göçmen ulusların geçiş törenlerini takip ettim, Fransız'ı, İngiliz'i dahil yabancı devlet adamlarının kendi toplumları karşısında konuşmalarını dinledim. Ama hiçbirinde ‘‘Amerikalı olun. Atalarınızın ülkesinin menfaatlerine yardım edin’’ dediklerini duymadım.

Ortadoğu, Kafkaslar, Balkanlar, Doğu Akdeniz'e stratejik güç ve konumunu herkesin kabul ettiği, milli hasıla toplamı dünyada ilk 20 ülke arasında yer alan, Batı yanlılığı tartışılmaz Türkiye vatandaşlarından niye Amerikalı olması istensin? Böylesine bağımlılığa ihtiyacımız var mı ki?

Meydandaki binlerce insanda Türklük onuru dalga dalga yayılıyor. Marşlarda Türklük, folklorda Türkiye'nin kültürü, geleneği, çehrelerde Rize'den Şanlıurfa'ya kökenimizin şaşmaz görüntüsü sergileniyor. Mustafa Kemal tabloları taşıyan minik çocuklarımıza George Washington'ın resmi gösterilse muhtemelen dolar üstündeki adam diyecekler.

Türk'ü Amerikalı yapma sevdasından vazgeçelim.
Yazının Devamını Oku

420 milyon çarpı 10 trilyon

19 Mayıs 2002
Hubble Uzay Teleskopu dünyaya görüntüler taşımaya başladı. Hem de rengarenk. Mice (Fareler), Tadpole, Swan Nebula adlı yıldız kümeleri bunlar. Uzayın neresinden derseniz bilmiyorum, bilen olduğunu da sanmıyorum. Yalnızca uzaklığını anlatayım siz karar verin. Uzay bilgini Edward Weiler yeni teleskobun görüntülediği yıldız kümelerinin 420 milyon ışık yılı ötede olduğunu söylüyor. Astronomiye göre ışık bir yılda 10 trilyon km. yol katediyor. Aklıma hala ihtiyacım olduğu için 420 milyonla 10 trilyonu çarpmaya, çıkan rakam nereye ulaşacak diye düşünmeye kalkmadım. Rahmetli hocam ‘‘Sıfırcı’’ Kemal beyin dahi bu işleme sıfır yetiştirmekte zorlanacağı gibi matematikte bunun isimle tanımlaması da herhalde yok. Üstelik Edward Weiler, Tadpole kümesi ardında bir milyarı aşkın ışık yılı mesafede samanyollarının varlığına işaret ediyor. İstanbul-New York arası 10 bin km. 20 küsur sıfırlı mesafe acaba nereye varıyor?

Memleketten gelen haberlerde ‘‘satanizm’’in günceli işgal ettiği, resimlerde şeytana tapan eğitim görmüş görünümlü gençlerin işlediği cinayeti, ana-babaların korku içinde oldukları, peruk-türban tartışması başladığı belirtiliyor. Amerika'da, gelişmiş Batı'da akl-ı selim sahipleri evrenin derinliğini, düş kurarak ulaşılması mümkün gezegenlerde hayat olup olmadığını öğrenmeye çalışırken biz nelerle uğraşıyoruz.

Ama içiniz rahat olsun. Bizde ‘‘şeytan’’a takılan okumuş ‘‘gabi’’lerin dik alası var Amerika'da. Geçen gün Georgia eyaletinde bir tarikatı basan polis ve FBI ekipleri ‘‘Birleşik Nuwaubian Ulusu’’nun lideri Dwight York ile imam nikahlı karısı Kathy Johnson'ı tutukladılar. 400 hektarlık arazide 75 kadın ve çocuğun yaşadığı tarikatta ‘‘Tanrı’’ diye hitap edilen York 11-16 yaşlarında 12 çocuğa tecavüz ettiği iddiasıyla cezaevine gönderildi. Ağır cürümlerden hapis giymiş sözde tanrı, aralarında üniversite mezunlarının da bulunduğu müritlerini, İllyuwn adlı uydurma bir samanyolundaki Rısk gezegeninden uzay gemisiyle Amerika'ya geldiğine inandırmış. Safdillerden topladığı paralarla tarikat merkezine piramitler, Mısır sfenksleri dikmiş.

Din, itikat, inanç suiistimalinde Amerika dünya birincisi. Ülkede iki bini aşkın irili-ufaklı tarikat, mezhep, egzotik din var. Unification Church, Krishna, TM (Doğaüstü Düşünme), Church of Scientology, Tanrı Mo, İlahi Işık, Tanrı'nın Çocukları gibi akımlara katılmış olanların sayısı milyonları aşıyor. Müritleri bu uydurma akımların liderlerini 'Tanrı', 'Peygamber', 'Üstün Hoca' sıfatlarıyla anıyorlar. Tom Cruise, John Travolta gibi Hollywood şöhretleri bilimkurgu yazarı Ron Hubbard'ın başlattığı Scientology müritleri arasında. Ağzı iyi laf eden, ikna yeteneği yüksek, inanılmaz derecede lüks yaşam süren bu sahtekarlar eğitimsiz yoksulların yanısıra üniversite bitirmiş aydınları yıllardır sömürüyorlar.

SAHTE PEYGAMBERLER

İlim, irfan, refahın zirvesindeki Amerika'da milyonlarca insan arayış denemelerinde sözde peygamberlerin tuzağına düşüyor. Bilinmeyene merak, sorularına cevap arayan, zayıf aile ilişkisindeki buhranlı gençler, bedeni, ruhi hastalık içindekiler, nefse itimatsızlık hissiyle kavrulmuş kişiler ilginç isimli tarikatlara takılıyorlar.

Müritlerin bir kısmı ‘‘komün’’ denilen yerlerde toplum yaşamına giriyorlar. Liderler dini kitaplardaki öykü ve ilkeleri tersyüz edip müritlere serbest aşk, sevgi, sınırsız özgürlük ve ölümden sonra hayat vaat ederken, ‘‘Yeni dünyamızda para-pula ihtiyacınız yok. Herşeyi burada paylaşacağız’’diyor. Müritler ev, apartmanlarını satıp, birikmiş tasarruflarını sözde peygambere teslim ediyorlar.

Bu konuda yaptığım bir dizi çalışmasında beni en fazla hayrete düşüren Hintli Bhagwan Rajneesh'in tarikatı olmuştu. Pasifik yakasında Portland kenti doğusunda Antelope kasabasını müritleriyle ele geçirip adını Rajneeshpuram (Rajneesh Şehri) diye değiştiren bu tarikatın 3500 müridiyle günlerce birlikte oldum. Genç kızlar film yıldızı gibi alımlı, erkekler ideal damat adayı görünüşündeydi. Arjantinli ile Japon, Alman ile Amerikalının içiçe yaşadığı şehirde üniversite bitirmemiş tek bir mürit yoktu. Kurdukları otelde garson Harvard mezunu hukukçu, evlerden çöp toplayan Arjantinli bir mimarlık şirketi sahibiydi. İşlerini feshedip servetlerini bağışladıkları ‘‘Tanrı’’ya (!) köle olmuşlardı. Bhagwan'a yağdırdıkları paralara ilaveten 70 adet Rolls Royce araba hediye etmişlerdi. Bekarlar gibi evli çiftler de gecelerini seçtikleri eşlerle sevişerek geçiriyordu. Serbest aşkın böylesine kolay ve yaygın olduğu başka bir yer görmedim.

Kentteki son günümde yeni gelenler dahil 10 bin kadar müridine konuşma yapan Bhagwan, ‘‘1990'a girmeden dünyada kıyamet kopacak, bu kent dışında herkes ölecek’’ diye kehanette bulundu. Açıkgöz Hint'liye lafım yok zira sözlerini şöyle bitirdi: ‘‘Anlatılan herşeyi ‘niye?' diyerek sorgulayın. Her yanıt için gene niye deyin. Hiçbir konuşmaya inanmayın. Şimdi söylediklerime de.’’

Şeytana tapanların, türban-perukla uğraşanların kulağı çınlasın.
Yazının Devamını Oku

Habere hiç kulağımı tıkamadım

12 Mayıs 2002
GAZETECİLİK ‘Sobe’, ‘Vur-Kaç’ oyunlarına benzer. Şimdilerde var mı bu oyunlar bilmiyorum. Çocukluğumuzda sonradan han, apartmanların inşa edildiği arsalarda oynardık sobeyle vur-kaçı... Anılar öylesine zaman aşımına uğramış ki teferruatını yeni kuşaklara anlatmak zor. Hedef seçtiğimiz ağaca, elektrik direğine yarışır, el sürer geri dönerdik. Hedefle bütünleşme amaç, ilişkiyi mesafeli tutma oyunun gerçeğiydi.

Tıpkı muhabirlik gibi.

Balığın suya, muhabirin de habere ihtiyacı var. Dolayısıyla haber kaynağına. Haber kaynaklarıyla karşılıklı saygı, güven, inanç, doğruluk ilkeleri çerçevesinde ilişki kurup sürdürmek taze, doğru habere ulaşmanın başlıca koşulları. Bu trafiğin sürekliliği ise kaynak ile sıcak teması gerektiriyor. Bazı hallerde muhabir ile haber kaynağı arasında profesyonel ilişki dostluk, arkadaşlığa dönüşüyor. İşte bu safhada sorunlar başlıyor. Haberci ile kaynağı arasındaki ilişki, mesafeyi dışlayan noktaya erişmiş ise muhabirin objektif gazetecilik yapması güçleşiyor. Meslek ilkeleri gözardı ediliyor. Birkaç örnek verelim:

Kendisine sürekli özel haberler fısıldayan bir emniyet amirinin sekreteri ‘‘Rüştüne erişmemiş kızkardeşimi iğfal etti’’ ihbarında bulunduğunda, polis muhabiri ne yapacak? Dostluğu ev ziyaretlerine varan bir belediye başkanının yüksek maaşlı kadrolara eniştesini, ortaokul diplomalı dayı oğlunu sınava girmeden tayin ettiğini öğrenen muhabir bunu yazabilecek mi? İçtiği su ayrı gitmeyen bir banka müdürünün, kırmızı bültenle aranan bir kaçakçı ile yurt dışında şirket kurduğunu tesbit eden gazeteci bu olayı yazı işlerine aktarabilecek mi?

Dış muhabirliğimizde yabancı kaynakların yanısıra çeşitli ülkelerdeki diplomat ve resmi görevlilerle ilişki kurmamız gerekiyor. Bir kısmıyla profesyonel ilişkilerimiz kişisel yakınlaşmaya dönüştüğü halde kaynağın haber konusu olduğu durumlarda gözümüzü kapayıp kulağımızı tıkadığımızı hatırlamıyoruz.

New York'taki Türkevi'nin satın alınışı sırasında hayli güvenilir iki kaynak ‘‘Başkonsolosun üç yakın arkadaşının oluşturduğu bir komitenin bulduğu iki binaya astronomik para ödenecek. Bu miktar piyasanın çok üstünde. Yeri uygunsuz, yüzölçümü de Türk temsilciliklerini tek bir çatı altında toplayacak büyüklükte değil. Başkonsolos her nedense göz yumuyor bu alışverişe’’ şeklinde ihbarda bulundu. Binaları ziyaret edip emlakçılardan aracılara ödenen komisyon miktarını da öğrendiğimde ortada kaygı verecek bir durum olduğu kanısına vardım. Sık buluştuğum, birlikte yemek yediğimiz dostum başkonsolosa ihbarı aynen naklettim. Satın alma işlemleri durdu, yeni bir düzenleme ile şimdiki Türkevi satın alındı. Türkevi'nde daha sonra onarım, dekorasyon masraflarında suiistimal iddiaları hakkında kalem oynatmamı, büyükelçi ve başkonsolosla yakın ilişki içinde olmamı engellemedi.

Yakın bir arkadaşımın damadı genç bir diplomat BM'deki Türk misyonuna tayin edildi. Diplomatlarımızın içe dönük, dışa kapalı olması konusunda bir konuşmamı onaylamadığını söyleyen damat, seçkin diplomatların görev aldığı misyonda dört yıl geçirdi. Bir gün BM'deki ofisime gelirken holde karşılaştık. Türkiye'den gelen 15 kadar valiye bina turu yaptırdığını söyleyen genç diplomat ‘‘İyi ki sizi gördüm, Güvenlik Konseyi nerede?’’ deyince ağzım açık kaldı. Üç adım ötedeki camlı kapıyı işaret ederek ‘‘Şuradan girin tam karşınızda’’ dedim. Akabinde bunca yıl girip çıkması gereken binada merkeze dönmesine ramak kalmasına rağmen Güvenlik Konseyi'nin yerini bilmeyen genç diplomatı haber yaptım.

Vancouver'da dünya güreş şampiyonası sırasında Kanada'ya iltica eden üç Bulgar güreşçisini izlerken Ottawa'daki büyükelçiyi bir kaç kez arayıp güreşçilerin Türk kökenli olup olmadığını sordum. Çeşitli haber tüyoları aldığım Özal'ın yakını büyükelçi ‘‘NATO müttefikimiz Kanadalılar ayıp ediyor. Hala bana bilgi vermediler. Sen duyarsan bana bildir’’ diye yakındı. Birkaç gün sonra Türk olmadıklarını bildirdim. Konuyla ilgili haberimde gene diplomatlarımızın içe dönüklüğünü bu örnekle de eleştirdim.

Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay'ın Londra ziyaretinde Kraliçe Elizabeth'in Türk heyeti için verdiği davete katılımın 15 kişiyle sınırlandırılmasına rağmen Büyükelçiliğin 160 İngiliz'i davet etmesini, kontratı sona eren binanın boyanmasını, yeni perdeler alınmasını, çiçek ve ziyaret masraflarının büyüklüğünü haber yapıp yazdığımda maslahatgüzar ‘‘Seni dost bildik, her şeyi anlattık. Nasıl yazarsın bunları?’’ diye çıkıştı.

BM'deki misyonda görevli bir ticaret müşavirinin sekreterine cinsel tacizini, onlarca bin dolarlık pasaport, vekaletname harcını zimmetine geçiren konsolosluk görevlisini, diplomatlarımızın rekor düzeydeki araba park cezalarını haber yapmakta tereddüt etmedik. Haber kaynağımız olan bu kişilerle dost ilişkilerimiz vardı ama kaynağa yapışıp kalmadık. İlişki ile mesafe ölçüsüne her zaman özen gösterdik.
Yazının Devamını Oku

Martha Stewart Amerika'nın gözdesi

5 Mayıs 2002
Martha Stewart tek başına firma, abartısız mültimilyon dolarlık sanayi Amerika'da. Orta yaşlı kadın yirmi yıldır Amerikan halkına gıdadan, misafir ağırlaması, ev bakımı, dekorasyon ve bahçecilikte öğretmenlik yapıyor. DİZİ dizi tencere, tava, kapkacak. Ocaklar çift çift. Buzdolabı, bulaşık makinesi, gazlı-elektrikli fırınlar, meyve suyu, sebze özü çıkaran makineler, et kesimi için maun tezgah, paslanmaz çelik lavabolar, raflarda irili-ufaklı tabaklar, düzinelerle boy boy çatal, kaşık, süzgeç, açık dolaplarda baharat şişeleri, tavandan tel file içinde aşağı sarkan soğan, sarmısaklar, dolu dolu turşu kavanozları, hasır sepetlerde Fransız baguette ekmekleri. İnsana nerdeyse ‘‘Böyle bir mutfağım olsa kadın olmaya razıyım’’ dedirtecek görkemde geniş, modern bir mutfak.

Sarışın, güleç yüzlü bir kadın ekrana geliyor ‘‘Bugün annemle size pirogi'nin nasıl hazırlanıp pişirileceğini göstereceğim’’ diyor. Altta ‘‘Martha Stewart'ın Mutfağı’’ ibaresi beliriyor. Martha önceden kaynamış patatesleri püre makinesine attıktan sonra soğan ayıklamaya başlıyor. Ufak tefek, yaşlıca annesi kızına birşeyler fısıldıyor. Martha: ‘‘Annem Lehçe konuşuyor. Soğan kabuğunu yemeyin hasta olursunuz.’’ Püreyi çıkarıp kıyılmış soğan, et, peynir parçalarını karıştırıp avucunda yoğuruyor. Çelik tepsi üzerine sıraladıktan sonra fırına sürüyor: ‘‘400 derecede 20 dakika pişecek.’’ TV onca dakika yumuşak böreğin pişmesini beklemez. Daha önceden fırına verilmiş tepsiyi çıkartıp bir parça pirogiyi annesine veriyor. Yaşlı kadın daha tadına bakmadan Lehçe bir kaç kelime sarfediyor. Yemeği pişiren kızını eleştirecek hali yok, ‘‘Çok lezzetli, eline sağlık’’ demiş olmalı.

Martha'nın yemek pişirme şovlarını milyonlarca Amerikalı izliyor ekran başında, elde kağıt kalem, yiyecek tariflerini alıyorlar. Oysa üniversitede tarih eğitimini modellik yaparak sağlayan alımlı sarışının marifeti yalnızca yemek tarifi vermek değil. Orta yaşlı kadın son yirmi yıldan bu yana Amerikan halkına gıdadan, misafir ağırlaması, ev bakımı, dekorasyon ve bahçecilikte öğretmenlik yapıyor. Martha Stewart tek başına firma, abartısız mültimilyon dolarlık sanayi Amerika'da.

‘Martha Stewart Yaşamı’ adlı satış rekoru kitabı, Emmy ödülleri kazanan TV şovu, yüzü aşkın gazetede yayımlanan köşe yazıları, radyo programları, ürün satışları yapan kataloglar ile Polonya göçmeni ailenin kızı Forbes ve Fortune dergilerinde ülkenin ‘En Güçlü 50 Kadını’ listesinde baş sırada.

Peki serveti 400 milyon dolar olduğu söylenen bu kadın nasıl oluyor da mutfağından yatak odasına Amerikan hayatında böylesine etkili olabiliyor? Martha New Jersey'de ana-babası ve beş kardeşiyle paylaştığı mütevazı evinin oda büyüklüğündeki arka bahçesinde üç yaşında bahçeciliğe merak salmış. İngilizceyi çat-pat konuşan annesinden yemek pişirme, dikiş-nakış öğrenmiş. Okul bitirip Wall Street'te bir borsa firmasında çalışırken annesinin öğrettiği yemek tariflerini ‘‘Davet Ağırlaması’’ adlı bir kitapta toplamış. Bu kitap en çok satanlar listesinde tepeye oturunca Martha'nın gözü açılmış. ‘‘Amerikalı benden yemek pişirmesini, konukları ağırlamasını öğrenirse evinin bakımı, dekorasyonu, evine malzeme alışverişinde seçeceklerini, bahçesinde çiçek düzenlemesini de öğrenir’’ diyerek kolları sıvamış.

Müteşebbis kadın yaşam stili bahis konusu olduğunda ev, çoluk-çocuk bakımı nedeniyle işi başında aşkın, zamanla yarışan Amerikan kadınlarının çaresizliğini idrak ederek sorunlarına evlerinde çözüm getirmiş.

Halkın dişlerini fırçalayacak macundan süreceği arabanın cinsine, gebelik testinden duvar kağıdına, gelinlikten takıya herşeyi TV ilanlarından seçip telefonla sipariş verme eğilimi Martha'ya ışık tutmuş. Kitabının başarısı üzerine TV, radyo şovlarına ve gazete yazılarına yönelmiş, desen ve modellerini bizzat hazırladığı ev eşyalarını kataloglarda pazarlamaya başlamış, web siteleriyle milyonlarca eve ulaşmayı başarmış. Adını taşıyan ürünlerin satışı için az ve orta gelirlilerin uğrağı K-Mart gibi mağaza zincirleriyle özel anlaşmalar yapmış.

Yaşam stili kraliçesi sıfatıyla tanınan ve 20 yıldır Amerikalı ev kadınların gözdesi olan Martha halen Yeni Dünya'nın en zengin kadınlarından biri. Skandala adı karışmayan evli, bir kız çocuğu annesi Martha'nın kızlık soyadı Kostyra. Malikanesinde dört köpeğin yanısıra Mozart, Vivaldi, Verdi, Berlioz ve Bartok gibi ünlü bestekarların isimlerini taşıyan Himalaya kedileri besliyor.
Yazının Devamını Oku

Jennifer Lopez'e dil uzatmayın

28 Nisan 2002
Çevrede olup bitenlere baktığımda, bu ülkeyi beş kıta arasında diğerlerinden farklı kılan bir niteliğin, yüzyıllar geçtiği halde yozlaşmadan korunduğunu idrak ediyorum. Yasalar himayesinde değişmeden süregelen bu nitelik ‘‘Amerikan Rüyası.’’ Kısacası bu topraklarda yaşayan herkesin mutlu ve başarılı bir yaşam hakkına sahip olması.

Yanlış anlaşılmasın, kimsenin kimseye ‘‘Gel şu şirketin başına geç. Sana ev, araba vereceğim. Mutlu yaşa’’ dediği yok. Böyle düşünmek rüya olur ama Amerikan Rüyası değil. Bireyler başarı ve mutluluğa çıkan merdivene tırnaklarını geçirip engelleri azimle aşarak tırmanıyorlar. Gençliğin gözdesi Jennifer Lopez'le ilgili bir yazıyı okurken ‘‘Amerikan Rüyası'nın tipik bir örneği’’ diye düşündüm.

Hayranlarının J. Lo diye isimlendirdiği Latin kökenli şarkıcı-dansöz-aktrist bu rüyayı 32 yıllık yaşamının son beş yılında gerçekleştirdi. J. Lo hayata gözlerini New York'un cürüm yüzdesi en yüksek ilçesi Bronx'da açtı. Mütevazı bir ailenin kızı J. Lo müzikallerin, TV şovlarının dans kadrosunda çalıştı. Şarkıcı Janet Jackson'ın kliplerinde dansözlük yaptı. Beyazperdeye Money Train filmiyle adım attı, ardından bir cinayete kurban giden kendisi gibi Porto Rico'lu şarkıcı Selena'nın hayatını aynı isimli filmde canlandırdı. Oyunculuğu ve şarkıcılığı yanısıra görünüşüyle de dikkati çeken genç sanatçı bir dergide ‘‘Dünyanın En Güzel 25 Kadını’’ listesine girdi. Dolgun vücuduyla ‘Hip-Hop’ türü kliplerinde erkeklerin yüreğini hoplatan J. Lo şöhret ve serveti yakalayınca yaşam çıtasını çevirdiği filmler, konser turları, videolarla yükseltmeye koyuldu. Ailesi hala Bronx'da orta halli yaşamına devam ederken genç şarkıcı-oyuncu New York, Los Angeles ve Porto Rico'da malikaneler, villalar almaya başladı.

Bir dergi yazarı J. Lo'nun şöhretinin yayılmasına paralel kaprislerinin de arttığına şöyle işaret ediyor: ‘‘Eşcinseller için düzenlenen bir partide dört şarkı söylemek için davet edilen J.Lo kendisi için hazırlanan soyunma odası için şu taleplerde bulundu. Oda beyaza boyanacak, halılar beyaz olacak ve çiçeklerle donanacak. Beheri 40 dolardan düzinelerle taze incir kokulu Diptyque mumları yakılacak. Duvarlar beyaz tülle kaplanacak, bini aşkın leylak ve orkide yerleştirilecek. Mango, papaya, kavun, beyaz üzüm, şişeler dolusu Evian, elma suyu, sıcak kahve, kek, pasta, vanilya dondurması hazır olacak. J. Lo'ya özel garson ve hizmetçisi servis yapacak.’’

Yazar 15 dakika sahne alacak sanatçıyı eleştiriyor ama Amerika genelinde J. Lo'nun talepleri olağan dışı sayılmaz. Amerika abartması fazla bir ülke. Bu sözcüğü olumsuz anlamda kullanmıyorum. Azameti, ihtişamı, görkemi, rakamları diğer ülkelere kıyasla aile boyu burada. New York polisinin yıllık masrafı Maldiv Cumhuriyeti bütçesinden fazla. California eyaletinin geliri yerkürede 189 ülke arasında ilk 10'a giriyor. Bu ülkede refah düzeyi yüksek kesimin yaşantısındaki lüks akıl durduracak boyutta. Malikanelerin kapladığı alan hektarlarla ölçülüyor.

Amerikalılar sanayi kurumları, büyük holding sahipleri, aileden varlıklı olanlardan ziyade sinema, müzik ve eğlence aleminde ilkin şöhrete akabinde servete ulaşanların hikayelerini merak ve gıpta ile izliyorlar. ‘Amerikan Rüyası’nı alınteri dökmeden yakalama peşindekiler köşeyi çabuk dönme umudunu lotarya çekilişlerinde arıyor.

Geçen yıl süper lotodan 80 milyon dolar kazanan bir talihlinin yeni yaşamını yansıtan bir TV programı yoksulların zenginliğe nasıl alıştığını sergiledi. Boş arazide TIR bozması evinden Palm Beach'de milyonerler mahallesine taşındığında yapılan röportaj hayli eğlenceliydi. Kolları dövmeli, saçlarını arkada topuz yapmış orta yaşlı adamın yeni yaşamında sonradan görmüşlük, Tarzan'ın sırtında Armani smokini gibi sırıtıyordu. Üç-beş ay öncesine kadar ‘Yediği pekmez, gördüğü Aydın’ yaşamı süren eski şoför, muhabire ‘‘Koleksiyonumdaki en pahalı Samurai kılıcı bu. 160 bin dolar, kabzası fildişi oymalı’’ diyordu. Ardından pırlanta bezenmiş platin saatlerini, elmas kolye, yüzük, bilezik takımlarını, yalnızca giyim eşyalarının bulunduğu odayı, elektronik fırın, bulaşık makinesi, dev buzdolaplı mutfağını, ipek çarşaflı yatağını, pahalı halılarını, garaj dışına taşan Bentley, Ferrari ve antika otomobillerini gösterdi.

Görgüsüzlüğün dik alasını sergileyen şoförün röportajından sonra civciv sesli J.Lo'ya kimse dil uzatmamalı kanaatine vardım. Jennifer Lopez ‘Amerika Rüyası’nı dişiyle, tırnağıyla gerçekleştirdi. Bugünkü şöhreti ve milyonlarını lotarya ile kazanmadı.
Yazının Devamını Oku

Kılıç-kalkan da bizim, bıyık da

21 Nisan 2002
KULAĞIMIZA çatlak sesler takılıyor. Radyoda cızırtı kabilinden. Ama ibreyi istasyon çizgisine oturtsak dahi düzelecek cinsten değil. Konu ilgi alanımız dışında bir tartışma olsa ses çıkartmayacağız. Oysa Anavatan'dakinden beş kıtadaki gurbetçimize tüm Türkler’in söz sahibi olması gereken bir iş bu.

New York'ta geleneksel Türk Günü Yürüyüşü nedeniyle başlayan tartışmadan bahsediyorum.

Basındaki haberlere göre Washington merkezli Atatürk Derneği'nin başkanı Hüdai Yavalar yürüyüşte Mehter Takımı'nın gösteri yapmasına karşı çıkmış. Yavalar Mehter Takımı'nın modern Türkiye'yi değil Osmanlı İmparatorluğu'nu temsil ettiğini söylemiş. ‘‘Kılıç-kalkanlı, dudakları kocaman bıyıklı bu insanlar yanlış imaj oluşturuyor’’ demiş. Bazı haberlerde Amerika'daki Türkler’in Mehter Takımı konusunda ikiye bölündüğü de bildiriliyor.

Derneğinin 20 yıldır düzenlenen Türk Günü Yürüyüşlerine katıldığına şahit olmadığımız Yavalar'ın aşkın Atatürk sevgisine söyleyeceğimiz bir şey yok. Paylaşmadığımız görüşlerine de saygımız var. Ama modern Türkiye Cumhuriyeti Anadolu'ya gökten paraşütle inmedi. Kurak, çorak, dağlık kesimiyle gölleri nehirleri, verimli topraklarında 79 yıldır egemen yaşayan Türkiye'nin temeli 500 yıllık Osmanlı İmparatorluğu'na dayanıyor. Türk ulusu örf, adet, gelenek ve kültürünü Avrupa veya Amerika'dan değil Osmanlı'dan miras aldı. Dünyanın en eski askeri bandosu olan Mehter Takımı'da bu mirasın bir parçası.

Bıyık, Türk erkeğinde yaygın bir adet. Amerikalı veya Avrupalı'nın göz zevkine ters düşüyorsa bu onların sorunu. Bıyık hangi nedenle Türklük hakkında Batı alemine yanlış imaj veriyormuş, birkaç bıyıksız açıklasa da merakımızı gidersek. Amerika'da erkeği kadınıyla koldan bacağa, göğüsten topuğa bedenleri yılan, akrep, ejderha desenli dövmelerle kaplı milyonlarca insan var. Bazıları öylesine tiksindirici ki bir keresinde havuzda serinlerken yanıbaşıma kolları, göğsü, tüm sırtı kömür siyahı dövmelerden ten rengi görünmeyen bir adam geldiğinde kendimi dışarı attım. Giderek yayılan bu damgalanmanın Amerika'lının görüntü imajını bozduğunu söylesek kulak veren olur mu?

Mehteran'ın kılıç-kalkanına gelince? Mehter Takımı Amerika'yı istila için mi New York'a gelmiş? Yerkürede kılıç-kalkanla savaşan ülke var mı artık? Kim çıkıp kılıç nedeniyle Türk'leri eleştirebilir? Bayrağında kılıç var diye Suudi Arabistan, Sri Lanka'nın imajından şikayet duydunuz mu? Kimseye hoş görünmek, kendimizi beğendirmek çabası gütmek mecburiyetinde değiliz. Edirne'nin batısına endeksli kompleks girdabından kurtulamazsak yakında ‘‘Avrupa Birliği'ne girmek için erkeklerimize bıyık yasağı getirelim, Mehter Takımı'nı lağvedelim’’ diyenler dahi çıkabilir.

Amerika'daki etnik grupların geleneksel yürüyüşleri kökenlerinin örf ve kültür geçmişlerini sergiliyor. Yunan'ın eteklikli, ponpon ayakkabılı Efzun askerleri, İskoç'ların kilt eteklikli, gaydalı bölükleri, Polonya, Meksika'lıların tarihlerinde asker liderlerinin tabloları törenle geçiyor. Uluslararası politik forada bazı ülkelerin askeri gücüne büyük önem veriliyor. Dünya ülkelerinin ısrarı üzerine Mehmetçikler sorunlu bölgelerde görev alıyor. Somali, Makedonya ve Afganistan'a göbek dansözü göndermedik.

18 Mayıs'ta yapılacak Türk Günü Yürüyüşü'nü 20 yıldır fiilen izliyorum. Yeni Dünya'daki ırkdaşlarımız sayısını misliyle katlayacak çoğunluktaki diğer azınlıklara rağmen köken zenginliğinin temsilinde Türk yürüyüşlerinin anlam ve görünümü yabana atılacak gibi değil. Tarih boyunca Türk'lerin kurduğu devletlerin sancakları, kardeş Türk cumhuriyetlerinin bayraklarının modern Türkiye'nin kurucusu Mustafa Kemal'in dev portreleriyle Türk gibi Osmanlıların görkemini sergiliyor.

Türk Yürüyüşü yurt dışında gerçekleşen en kalabalık, katılımı en fazla bir Türk etkinliği. Türkiye'den Devlet Halk Dansları, belediye ve üniversitelerin foklor ve bando gruplarının katıldığı yürüyüşte New York ve civarındaki Türk okullarının öğrencileri, Türk-Amerikan dernekleri saatler süren geçitte yer alıyor. Mehteranın ise ayrı bir önemi var yürüyüşte. Anavatan hasreti canlı binlerce insanımıza coşku ve moral veren, benliklerini hatırlatan Mehter Takımı'nı gören Amerika'lılar ‘‘Çok farklı bir grup bu. Türklük hakkında bilgimiz olmamasına rağmen heyecanladık’’ diyorlar.

Yürüyüşü düzenleyen Türk Amerikan Dernekleri Başkanı Egemen Bağış, ‘‘21 yıl önce ilk yürüyüş Ermeni terörünü tel'in etmek için yapıldı. Dünyanın ne demek istediğimizi idrak etmesi 21 yıl sonra binlerce can kaybından sonra gerçekleşti. Bu yıl teröre karşı verilen ortak savaş, uygarlıkların kesişme noktası Türkiye temalarını işleyeceğiz. 11 Eylül'de hayatını kaybeden tek Türk Zühtü İbiş'in resmi arkasında o gün saldırılarda ölen insanların ülkelerinin, Ermenistan ve Yunanistan dahil, bayraklarını geçireceğiz.’’ diyor.

18 Mayıs'ta Manhattan caddeleri ayyıldızlı bayraklarla gelincik tarlasına dönüşecek. ‘‘Türkiye, Türkiye’’ sloganları gökdelenlerde yansıyacak. Folklor ekipleri bandolar katılımcı ve izleyicileri coştururken Mehter Takımı'nın görkemi göz kamaştıracak. Çatlak seslerin haberi olsun.
Yazının Devamını Oku