6 Ekim 2002
BEYZBOL ne anladığım ne de izlediğim bir spor türü. Gene de son günlerde gazetelerde New York Yankees'in ünlü beyzbolcusu David Wells'in başından geçenleri takip ederken şaşırmadım dersem yalan olur.<br> Yankees, bizde Fenerbahçe ne kadar popülerse Amerika'da aynı derecede taraftarı olan bir beyzbol takımı. Şampiyon takımın as oyuncularından Wells geçenlerde bir arkadaşıyla sabaha karşı gittiği lokantada yemek yerken Yankees hayranı bir genç tarafından yumruklanarak dudağı patladığı gibi iki dişini kaybetmiş. Ne olur bundan demeyin? As beyzbolcu David 1.90 boyunda yüz kiloya yakın bir insan azmanı. Dayak yediği kişi ise 1.62 boyunda orta siklet bir genç. Gazetede basılan resimlere bakıyorum, Wells kazara üstüne düşse bu genci yerden jiletle kazımaları gerekecek. Yarısı kadar gençten nasıl dayak yemiş, anlaşılır gibi değil.
New York'a ayak bastığım tarihte gerçekten bulutları delip geçen gökdelenlere, bol şeritli karayollarında yayla gibi arabaların bolluğuna, lokantada tabak dışına taşan bifteklerin büyüklüğüne şaşırıp kalmıştım. En fazla dikkatimi çeken husus ise insan bedeninin iriliği oldu. Beyzbol oyuncuları ve futbolcular bir yana, cadde-sokakta rastladığım tipler boyu ve kilosuyla hep ağır sıklet. Bazıları öylesine iri kıyım ki karşıdan gelirken kaldırım değiştirmeyi düşünürsünüz. Ama iş kavga-dövüşe gelince bu azmanlar gerçekten vurduğu yerden ses getirecek kadar güçlü mü? Yoksa kof veya yüreksiz mi? Bilmiyorum, denemeye hiç de niyetim yok.
Gene de bu işte bir gariplik var. Bir film galasında Arnold Schwarzenegger'a, bir otel lobisinde de Sylvester Stallone'a rastlamıştım. Vurdulu-kırdılı filmlerin kralı Arnold ile ringde rakiplerini perişan eden ünlü Rocky-Rambo Sylvester Stallone'un etrafında iki-üç bodyguard vardı. Ekranlarda yakın geçmişin en korkulu boksörü Mike Tyson'ın da yarım düzine koruma ile gezdiğini çok gördüm. Mikelanj heykellerini andıran bedenleri sert kaslarla örülü bu ünlüler niye korumayla geziyorlar, kimden korkuyorlar? Arnold, Sylvester veya Tyson'a sataşmayı aklından geçirenin zırdeli olması lazım. Bu sorulara cevap veremiyorum. Bizce meçhul korkularla dolu bir dünyada yaşıyor olsalar gerek.
Aklıma 1990'lı yıllarda filmleri kapalı gişe oynayan Steven Seagal geliyor. Seagal'ın geçmişi muamma. Gençliği Japonya'da geçmiş. CIA hesabına eylemlere girdiği, Japon eşinden iki çocuğu olduğu söyleniyor. Tibet'te bir süre kaldıktan sonra inanç olarak Budizm'i seçmiş, Dalai Lama ile yakın dostluk kurmuş. Budist aleminde insan bedenine giren Tanrı ‘Tulku’ konumunu kazanmış. Ardından Amerika'ya gelerek Hollywood'un gözdesi olmuş. Arka arkaya çevirdiği filmlerde tek başına düzinelerle kanun kaçağı bıçkını vaktinden önce öbür dünyaya götürdüğü için uluslararası şöhrete ulaşmış.
Oysa geçen yıldan bu yana Steven Seagal'ı görene aşk olsun! Nerede olduğunu bilen yok. Beyazperdede teröristlerin, uyuşturucu kaçakçılarının amansız düşmanı Steven şimdilerde yakın korumaları güvencesinde eski iş ortağı Jules Nasso'nın şerrinden canını kurtarmaya uğraşıyor. Ancak bu kez film çevirmiyor, gerçek hayatını yaşıyor.
Seagal savcılığa yaptığı başvuruda yirmi yıl birlikte çalıştığı Jules Nasso'nun Gambino adlı mafya ailesiyle yakın ilişkisi olduğunu, çevirdiği her filmde 150 bin dolar haraç vermeye mecbur kaldığını, kazandığı paranın çoğunun mafyaya gittiğini bildirdi. Soruşturmaya başlayan FBI, Seagal ile Nasso arasında konuşmalarını içeren 2200 ses kaydını dinledikten sonra cezaevinde ölen John Gotti'nin yerine 'Baba'lığı üslenen Peter Gotti'yi, Jules Nasso'yu ve Gambino ile Genovese ailelerinden 16 gangsteri tevkif etti.
Hollywood'u dehşete sürükleyen bu olayı işleyen Los Angeles Times muhabiri ile Vanity Fair dergisi yazarı mafyadan ölüm tehdidi alınca savcılıktan korunma talep ettiler. 1.5 milyon dolar kefaletle serbest bırakılan Jules Nasso ‘‘Seagal Cengiz Han filmini çevirecekti benim için. Vazgeçti, zarara girdim’’ diyerek 60 milyon dolarlık tazminat davası açtı. Seagal bodyguard sayısını katlayıp gizli bir yere taşınmasına rağmen eski ortağının serbest bırakılması üzerine ‘‘Nasso'dan korkuyorum. Beni öldürecek’’ diye FBI'dan yeniden yardım istedi.
Steven Seagal iki metreye yaklaşan boyu ile pehlivan cüsseli biri. Karate ve aikidoda siyah kemer kazanmış. martial arts denilen silahsız kavga türünde çeşitli şampiyonlukları var. Sürekli Colt 45 ve 9mm Browning tabanca taşıyor. Sinema alemini anlatan bir TV programında yan yana gördüğüm minik yapılı Jules Nasso'nun başı Steven Seagal'ın ancak omuzuna ulaşıyor. Ama can korkusunda olan çocuk görünümündeki Nasso değil karate uzmanı, çift tabancalı, dev yapılı Seagal.
Sahnede, ekranda, spor sahalarında gördüğümüz şöhretlerin iri kıyım bedenleri, şişkin pazuları, afili pozları ardındaki tablo işte bu.
Yazının Devamını Oku 29 Eylül 2002
Masamın üstüne yayılı büyük takvimden sonbahara girdiğimizi öğreniyorum. Dört mevsimden yazı tercih etmeme rağmen şikayetim yok. Bulutlardan arınmış mavi gök tepede, hava ılık, cadde-sokak insandan geçilmiyor, New York eskisi gibi cıvıl cıvıl. Newsweek yazarı Lally Graham Weymouth ile öğle yemeğinde bir araya geleceğiz. Lally, The Washington Post-Newsweek sahibi efsanevi Katharine Graham'ın kızı. Columbus Avenue'de taksiden inip buluşacağımız lokantaya yürürken siren sesleri duyuyorum. Bir düzine polis arabası caddeyi, ara sokakları trafiğe kapatmaya başlıyor. Lally cep telefonumdan arıyor, kordona alınan Newsweek binasından çıkamadığını söylüyor. Bir başkomiser iki-üç dakika önce yandaki inşaat tepesinden düşen portrelin aşağıda çalışan bir işçinin ölümüne sebeb olduğunu söylüyor. Geç kaldığıma şükrediyorum. Yoğun insan trafiğinden basın kartlarımla sıyrılıp Newsweek'e geliyorum. Lally Weymouth kapıda beni bekliyor. Düzinelerle devlet-hükümet başkanlarıyla görüşen ünlü yazar dışarda olup bitenlerden habersiz. Yemek keyfini kaçırmamak için yan binadaki kazayı açıklamıyorum.
New York'ta inşaat sektörü altın yılını yaşıyor. Nereden geçsem yeni inşaatla karşılaşıyorum. Yıkılan cüce binalar yerinde yüksek yapılar, gökdelen, apartmanlar yükseliyor. Kentin güney ucunda ‘Ground Zero’ denilen ikiz kulelerin çöktüğü bölgede üç milyar doları aşkın yeni bir yapı planı hazırlığı planlanırken Otelciler Kralı Donald Trump Hudson Nehri yakasında kuracağı mültimilyar dolarlık ‘Trump Kenti’ için inşa ruhsatını almaya çalışıyor. Gelecek on yılda minik Manhattan'da inşaat sektörüne 50 milyar dolar civarında harcama yapılacak. Az gelişmiş bir ülkenin milli hasıla gelirini aşan bir meblağ bu.
Amerika'da bu rakam cümbüşüne alışamadığım gibi yüklü meblağlara saygım da kalmadı. Hangi işe, hangi konuya göz atarsam karşıma bol sıfırlı rakamlar çıkıyor. Mesela Katar Emiri Şeyh Hamad bin Khalifa al-Thani geçenlerde 72'inci sokakta 1896 da inşa edilen dört katlı Lycee Francais okulunu 26 milyon dolar ödeyerek satın aldı. Para Şeyh'in parası. Niye aldın diyecek değilim. Ama bazı konularda el değiştiren astronomik meblağlardan rahatsız olduğum da gerçek. MGM film şirketi sahibi Kirk Kerkorian kendisinden 47 yaş genç Lisa Bonder'le 1998'de yaptığı evlilik bir ay sürmüş. Boşanma davası devam ederken Lisa bir çocuk doğurmuş. Ama baba Kerkorian değil, aktris Elizabeth Hurley'den de evlilik dışı çocuğu olan Steve Bing adlı playboy. Lisa'nın ar damarı çatlamış. Boynuzladığı yetmiyorumuş gibi 84 yaşındaki Kerkorian'ın verdiği ayda 50 bin dolar nafaka üstüne Bing'den peydahladığı dört yaşındaki Kira için 320 bin dolar aylık bakım parası istemiş. Mahkeme hakimi Lee Edmon benim gibi bu astronomik talepten rahatsız olup küçük Kira'ya Kerkorian'ın yalnızca 316 dolar ödemesine karar vermiş.
Bir başka para arsızı da eski striptizci Anne Nicole Smith. 90 yaşındaki Teksas'lı sanayici Pierce Marshall 1994'de yıldırım nikahı yaptığı 26 yaşındaki Anne Nicole ile on dört ay evlilikten sonra hayata veda etti. Gülle göğüslü striptizciye vasiyetinde 450 milyon dolar çıkınca kıyamet koptu. Milyarderin büyük oğlu vasiyetteki imzanın sahte olduğunu ileri sürüp dava açtı. Duruşmada dinlenen eski bir hizmetkár Anne Nicole ile Teksaslı babanın bir kez dahi aynı yatağı paylaşmadığını, striptizcinin Marshall'ın gözü önünde sevgilisiyle aşk yaptığını açıklayınca mahkeme vasiyeti geçerli saymadı. Ailenin 30 milyon dolar suspayı verdiği iri göğüslü striptizci 500 milyon doları almak için yeniden dava açtı.
Son haftalarda hangi kanalı çevirsem reklamlarda ekrana orta yaşlı, kıvırcık saçlı bir adam çıkıyor. Güleç yüzüyle işsizlere iş, yaşlılara ucuz sağlık bakımı ve ilaç vaat eden adamın adı Tom Golisano. 5 Kasım seçimlerinde New York valiliğine adaylığını koyan Golisano son nabız yoklamasında şimdiki Vali Pataki'yi geride bıraktı. Amerikalı bir meslekdaşıma ‘‘Bu kişiyi daha önceden hiç duymadım. Pataki'nin önüne geçmeyi nasıl başardı?’’ diyorum. Gazeteci ‘‘Rochester’lı milyarder bir sanayici Golisano. Kendisini tanıtmak için TV, radyo ve gazetelerdeki reklamlarına 100 milyon dolar harcadı. Rekor bir meblağ bu. Vali seçilirse şaşmam’’yanıtını veriyor.
Önceki gün bu rakam çılgınlığına biz de muhatap olduk. Dev Vivendi Universal şirketi başkanı milyarder Edgar Bronfman Jr.'dan 7 Kasım'da yapılacak ‘Fiesta de Gala’ adlı bir balo daveti aldık. ‘Endeavor’ adlı uluslararası müteşebbislere desteği teşvik eden kuruluş yararına düzenlenen müzikli geceye katılmak için 1.500 dolar ödemem gerekiyormuş. Eğer önde masa kapatmak istiyorsam fiyatı 100 bin dolar. Baloda 2003 modeli Porsche Boxter arabası lotarya çekilişinde, bilet ücreti ayrıca 1000 dolar. Milyonerlerle haşır neşir olma fırsatı veren bu galaya davet edilmek hoş bir şey ama banka hesabımdaki sıfırların sayısı davete hayli ters düşüyor.
Yazının Devamını Oku 22 Eylül 2002
Dışişleri Bakanı Gürel New York'tan ayrılmadan önce basın toplantısında ‘‘CNN, Fox News, Reuters’’ diyerek görüştüğü beş-altı basın örgütünü sıralıyor. Bir İngiliz veya Japon dışişleri bakanının röportaj verdiği ajanslardan önem vererek söz ettiğini hiç duymadım. MUHABİRLİK mi beyin cerrahlığı mı zor derseniz düşünmeden birincisi yanıtı veririm. İnsan beyninin yapısı, ağırlığı, arazları İspanya'dan Çin'e hemen her yerde aynı. Hasta testlerden sonra ameliyat masasına yattığında cerrah ve ekibinin ne yapacağı da çoğu zaman önceden belli.
Oysa gazete sayfasında kartvizit boyu haberin yayım hazırlığı dahi sabır, dikkat, titizlik, koşuşturma isteyen bir uğraş gerektiriyor. Konuların farklılığı, kaynaklara ulaşım, söylentilerin doğrulanması, saat farkıyla yarışarak haberin tamamlanması, yazı işlerine iletilmesi de ayrı sorunlar.
Size tipik bir örnek vermeden önce şu tabloyu zihninizde canlandırın!
BM’ DE KUŞATMA
BM Genel Merkez binası son on gündür kuşatma altında. Doğu cephesi nehir kıyısındaki bina, kütüphane, Genel Kurul ve bahçesiyle altı sokak, iki cadde trafiğe kapalı. Karadan bomba saldırısını önlemek için kum dolu kamyonlar bina girişlerini kesmiş. Nehirde devriye botları, havada helikopterler, karada düzinelerle polis aracı, yüksek yapılarda FBI'ın keskin nişancıları, ikibini aşkın resmi, sivil polis çevrede kuş uçurtmuyor. BM'ye basının da giriş-çıkışı mesele.
Tüm bunlar 190 ülkenin üst düzey yetkililerinin katıldığı BM Genel Kurul toplantılarının olaysız geçmesi için alınan önlemler. Bina içinde dahi muhabirlerin görev sahası kısıtlı. Bizim esas işimiz Türk Dışişleri Bakanı'nın temaslarını, katıldığı toplantıları, ikili görüşmelerini izlemek. Yıllardır yaptığımız bu çalışmada bu yıl hayli zorlandık.
Dışişleri Bakanı Şükrü Sina Gürel ilk kez BM'ye geliyor. Prof. Gürel'in gündeminde Kıbrıs sorunu, AB üyeliği, uluslararası terörizmle mücadelede işbirliği gibi temel konular var. Bakan, AB Dönem Başkanı olan Danimarka'nın Dışişleri Bakanı, BM Genel Sekreteri, Yunan Dışişleri Bakanı ile görüşüyor. Kendi ağzından bilgi almaya çalışıyoruz. Ayaküstü söyledikleri çoğu kere fazlaca haber niteliği içermiyor. İş Prof. Gürel'in temaslarını basına aktaracak sözcüye kalıyor. Bakanın sözcüsünün bir brifingi için bildirilen saatte Türkevi'ne gidiyoruz. Hürriyet ile A.A. muhabiri sözcüyü beklerken Türk misyonu basın müşaviri ‘‘Sözcü az gazeteci olduğu için brifingi iptal etti’’ mesajını getiriyor. Türkiye'nin BM Daimi Delegesi'ni arıyoruz. Sekreteri ‘‘Toplantıda, çok meşgul’’ haberini iletiyor. Gel de işin içinden çık.
GEÇİCİ BAKAN
Prof. Gürel New York'tan ayrılmadan önce düzenlediği bir basın toplantısında son bir haftadır BM'de yaptıklarını özetliyor. ‘‘CNN, Fox News, Reuters’’ diyerek görüştüğü beş-altı basın örgütünü sıralıyor. Türk basını üvey evlat mı? Kendi bakanımızın söylediklerini yabancı ajanslara mı sorup öğreneceğiz? Ayrıca bir İngiliz veya Japon dışişleri bakanının röportaj verdiği ajanslardan önem vererek söz ettiğini de hiç duymadım.
Yunanistan Dışişleri Bakanı Yorgo Papandreu ile ilk buluşmasında ‘‘iyi dost’’ olduklarını, ilişkilerini uzun süre sürdürme iradesini paylaştıklarını bildiriyor Gürel. Ülkesiyle Türkiye'nin bir dizi çözülmemiş sorunu olan Papandreu ile ilk buluşmada nasıl ‘‘iyi dost’’ olabiliyor, bilemiyorum. Kişisel ‘dostluğa’ fazla istekli değil Yunan bakan. Bu konudaki sorumu diplomatik lisanla geçiştiriyor. Bir haber kaynağım ‘‘Papandreu İsmail Cem'i özlüyor. Gürel'e geçici bakan gözüyle bakıyor’’ diye konuşuyor. Belki fazlaca bir ayrıntı ama basına verilen günlük faaliyetler listesinde, onuruna düzenlenen davetiyede Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı Gürel'in adından önce ‘Sayın’ sözcüğü de ‘Sn.’ diye kısaltılarak geçiyor.
BM Genel Sekreteri Kofi Annan ile kısa görüşmesinde ise Prof. Gürel'in Kıbrıs Rum kesiminin AB üyeliğine karşı konuşmasının rahatsızlık yarattığını, Annan'ın konuyu değiştirip ‘‘Kıbrıs'ta çözüm ‘Biraz al, biraz ver' gerektiriyor. Bu yolda gayret göstermeniz gerekir’’ şeklinde telkinde bulunduğunu öğrendik.
LİMUZİNLER
Dikkatimizi çeken bir husus da lojistik nitelikli. Dışişleri Bakanı Gürel BM ziyaretinde eşiyle birlikte New York’un ününe yakışır pahalılıktaki The Pierre Oteli'nde bir süitte kaldı. Oysa bazı selefleri gibi BM'ye aynı mesafede, Doğu Nehri kıyısındaki büyükelçilik rezidansını tercih etseydi Türk hazinesi binlerce dolar tasarruf edecekti. Gürel tüm görüşme ve temaslarını BM ile karşısındaki Türkevi'nde gerçekleştirdi. Amerikan makamları kendisine bir araba tahsis etti. Buna rağmen Türk temsilciliği, birisi Bakanın eşine tahsis edilen saati 42 dolardan başlayan dört limuzin kiraladı. Türkiye daimi temsilciliğinde onca araç varken bu limuzinlerin niye ve hangi amaçla kullanıldığı da ayrı bir sorun.
Tüm bu hengame içinde görev yapmaya çalıştık. Bu örneği muhabirliğin beyin cerrahlığından daha kolay olmadığını sergilemek için verdik.
Yazının Devamını Oku 15 Eylül 2002
Rauf Denktaş ile kadim dostu Glafkos Klerides giderek jet sosyete yaşamına ayak uydurmaya başladı. Lefkoşe, New York, Troubeck, Grion'da yemekli-içkili toplantılar kafi değilmiş gibi geçen hafta Paris'te buluştular. Aşıklar Şehri'nin lüks oteli Bristol'da BM Genel Sekreteri Kofi Annan'la birlikte çalışma yemeğinde tekrar bir araya geldiler.
Şimdi sıra New York'ta. Ekim başında New York'ta buluşup Kıbrıs sorununu tartışacaklar. Denktaş ile Klerides yaşını başını almış iki kurt devlet adamı. Uzun yolculukları bünyeleri kaldıracak olsa Klerides ‘‘Vre Rauf, boş ver New York'u, Paris'i. Gelecek sefer Bali'de buluşalım, ben orasını görmedim’’ diyecek. Fotoğraf ustası Denktaş belki de ‘‘Tamam Glafkos. Ama yeni makineler çıkmış Hong Kong'da. Sonraki görüşmemizi de orada yapalım’’ teklifinde bulunacak.
Şaka bir yana Kıbrıs gibi sorun dostlar başına. İşgal altındaki topraklarda devlet kurma mücadelesi veren Yaser Arafat yıllardır suikaste kurban gitme korkusuyla yaşıyor. Bir yandan kurduğu FKÖ'deki muhaliflerini öte yandan İsrail'in Mossad'ını gözlüyor. Şaron'la cebelleşen Arafat'ın Denktaş-Klerides ikilisine gıpta ettiği kesin.
Aslında Kıbrıs diye sorun yok. Gene de BM Genel Kurulu'nun 57'nci dönem toplantıları gündeminde Kıbrıs baş sıralarda. Komiklik bu noktada başlıyor. BM'ye üye 190 ülkenin tartışacağı 168 maddeli gündemde en eski üç sorundan biri Kıbrıs. Kıbrıs 39 yıldır Genel Kurul önüne geliyor. Akdeniz'in bu turist uğrağı adasında bunca yıl, zorunlu 1974 harekatı hariç, Türk ve Rum toplumları arasında savaş, silahlı çatışma şöyle dursun sokak kavgası dahi çıkmamış. Rum kesimi Batı'nın en yüksek gelir düzeyine sahip. BM ambargosu yüzünden Türk kesiminin durumu fazlaca parlak değil ama ırk, din farkına rağmen Ada sakinlerinin can kaygısı içinde yaşadıkları söylenemez. Bosna, Ruanda, Burundi, Kongo, Zimbabve ve Keşmir'deki insan kıyımının Kıbrıs'ta sergilenmesi mümkün değil. Tam donanımlı İngiliz üsleri, BM Barış Gücü, Türk ve Yunan askeri birlikleriyle Türk ve Rum halklarının güvenliği zaten garanti altında. Öyleyse Kıbrıs hangi gerekçeyle sorun?
Kıbrıs'ı BM gündemine girdiği tarihten beri izliyorum. Hep aynı şeyleri yazıp-çizmekten usanmadım dersem yalan söylemiş olurum. Dört kez karşılıklı görüştüğüm Makarios'tan Klerides'e tüm Rum liderleriyle sayısız konuşmalar yaptım. Sampson darbesiyle Kıbrıs'tan kaçan Makarios'la ilk görüşen gazeteci olarak ‘‘Türkiye olmasaydı Ada Yunanistan'a ilhak edilecekti. Türkiye'ye teşekkür ediyorum’’ itirafı hala belleğimde.
İki toplum arasında Lefkoşe'den Cenevre, Viyana, New York'a uzanan görüşmelerin tarihi 1968'e gidiyor. O tarihten bu yana Denktaş'ın Makarios ve Kipriyanu ile başlayan zirveler, ikili toplantılar, dolaylı görüşmelerinin sayısı yüzleri aşıyor. Yalnızca Ocak 2002'de başlayan zirve toplantıları daha yıl dolmadan 60'ı geçti. Ama çözümde öze yönelik arpa boyu ilerleme kaydedilmedi. Karşı kesimde liderlerin değiştiği görüşmelerde Kıbrıs Türk tezinin temsilcisi Rauf Denktaş'ın sabrını kutlamak gerek.
Dört genel sekreter eskiten BM gözetiminde 40 yıldır süregelen görüşmelerin kısırlığı ‘‘Ada yalnızca bizim - Hayır ikimizin’’ tartışmasından kaynaklanıyor. EOKA'lı dönemin acılarını unutmayan Denktaş, Hıristiyan Batı'nın arka çıkmasıyla 1959-60 Londra ve Zürih anlaşmalarını çiğneyerek devlet konumunu ele geçiren Rumlarla müzakereye siyasal eşitlikte ortak devlet olarak katılmak istiyor. Oysa Rum tarafı azınlık gördüğü Türklerle devleti paylaşmaya niyetli değil. 1990'lı yıllarda Rum yönetimi başkanı Vasiliu, ardından Klerides bize ‘‘Kıbrıs küçük bir ada. Türk devletine yer yok’’ diye gerçek niyetlerini açıklamışlardı.
İki tarafın da geri adım atmasını beklemek safdillik olur. Bu meseleyi artık BM dışına taşımak lazım. Avrupa Parlamentosu Dış İlişkiler ve İnsan Hakları Komitesi Başkanı Brok'un 25 Temmuz'da bu bağlamda yaptığı davete Denktaş yazılı olarak olumlu yanıt verdi. Klerides yanaşmadı.
Havanda su dövmeyi, renkli kentlerde yemekli buluşmaları bırakıp Kıbrıs davasını ‘bağlayıcı’ karar verecek akil adamlar, uluslararası siyasi mahkemeler önüne çıkarmak gerekiyor. Yılan hikayesi ancak böyle son bulur.
Yazının Devamını Oku 8 Eylül 2002
ÖĞLE üzeri Popeye'da tavuk bacağını çiğnerken, geçen ay bu gıda zincirinin Florida'daki dükkanında denediğimiz tavuğun lezzetinden hiç farkı olmadığını düşünüyorum. New York'tan 1500 km. uzakta dahi kalite kontrolünün böylesine mükemmel işlemesinden memnun oluyorum. Amerika gerçek bir standartlar ülkesi. Ölçü ve ayarlar Atlantik yakasında milyon nüfuslu şehirden Pasifik'te seksen haneli köye değişmezlik kimliği taşıyor. Hamburgerin, kolalı meşrubatın tadı her yerde aynı. Ekmeğin dilim sayısı, takım elbisenin ölçüsü, buzdolabının ayak sayısı, benzinin oktan derecesi, lavabo musluğunun uzunluğu, paket kutuların hacmi gibi tüm ihtiyaç maddeleri tespit edilmiş ‘‘standart’’lara uygun imalat sonucu piyasaya sürülüyor. Yaşamı kolaylaştıran ‘‘standart’’ sistemi ne güzel, değil mi? Sözcük anında çağrışım yapıyor. Peki ya ''Çifte Standart?'', ‘‘Masum Fügen'in hali?’’ diye kendime soruyorum. Keyfim kaçıyor, yarısına gelmediğim tavuk porsiyonunu masada bırakıyorum.
Fügen Gülertekin anılarımda canlanıyor. Fügen, çoğumuzun unuttuğu, hatırlamak istemediği, insanlarımızın ‘‘Tanrı yardımcısı olsun’’, ‘‘Vah, vah’’ diyerek geçiştirdiği bir Türk kadını. Kamuya ‘‘Prangalı Dadı’’ nitelemesiyle tanıtılan iki çocuk, bir torun anası, Amerikan adaletinin ‘‘Çifte Standart’’ kurbanı. Dört yıldır çelik tellerle çevrili, kale görünümlü bir cezaevinde çile dolduruyor.
Amerika'nın pek az yerinde Fügen Gülertekin gibi iki üniversite mezunu, master eğitimi görmüş, bilgi ve kültür düzeyi yüksek mahkum var. ODTÜ mezunu kocası Erdal ile 1979 yılında bu ülkeye master yapmaya gelmişler. Sıkıntılı yıllardan sonra, Fügen Ohio'nun Columbus kentinde eğitimini gördüğü bir alanda, Geri Zekalı Çocuklar Kurulu'nda görev almış. 1993 yılında aile dostlarının sağladığı krediyle aldıkları evde bir çocuk yuvası açmış.
İlk görüşmemizde, ‘‘Zahmetli günleri geride bırakmıştık. İki aylıktan dört yaşına kadar altı çocuğa bakıyordum yuvada. Durumumuz düzelsin, evin borçlarını ödeyelim, Türkiye'ye dönüp büyükçe bir yuva açalım diye plan yapıyorduk. Lape olayı herşeyi değiştirdi’’ diyordu Fügen.
1997 Mart'ında Yunan asıllı Christine Lape, iki aylık oğlu Patrick'i yuvaya getirdi. Lape, sağlık sorunlarıyla doğan bir çocuktu. Haziran'da mama yerken boğazında tıkanma oldu. Fügen birikmiş lapayı çıkarmaya uğraşırken, kızı Zeliş ilkyardıma telefon etti. Gelen ekip bebeklere yardımı bilmiyordu. Boğazına kalın tüp sokarak hastaneye götürdüler. Kısa müdahaleyi takiben, Lape evine gönderildi.
Sonraki günlerde Lape ailesi, Fügen'i dava ederek tıpta ‘‘Shaken Baby Syndrome’’ denilen, şiddetli sarsmayla Patrick'in kafatasında yarık meydana gelmesinden suçladılar. Ohio'da Time Warner medya grubu temsilcisi, Columbus Dispatch gazetesi editörünün yakın arkadaşı baba Lape, bölgede hayli nüfuzlu bir kişi. Lape ailesi yazılı-görüntülü basında gücünü kullanıp, seçime girecek hakime, savcıya baskı yoluyla davanın gidişini değiştirtti. Adli hatalar, yalan ifadeler, savunma avukatına verilmeyen araştırma dosyaları ve bilirkişinin dışlanması sonucu, Fügen Gülertekin 8 yıl hapse 10 milyon dolar para cezasına çarptırıldı. Temyiz süresinde 46 yaşındaki kadının ayak bileğine kaçmasını önlemek için ‘‘elektronik pranga’’ takıldı.
Fügen davası, benzerleriyle karşılaştırıldığında ortaya acı mizah tabloları çıkıyor. Gene Columbus'da aynı yıl, 21 aylık bir çocuğu sarsarak ölümüne sebeb olan Betty Jones adlı kadın yedi yıl hapse olduktan sonra, dava temyizden döndü. Uyuşturucu bağımlısı Jones cezaevine girmeden beraat etti. Boston'da Louise Woodward adlı dadı, gene ‘‘Shaken Baby’’ ile baktığı çocuğun ölmesi üzerine tevkif edildi. İrlanda kökenlilerin yoğun kampanyasıyla serbest bırakıldı. Geçen Temmuz'da Fügen'in evi yakınında baktığı çocuğa sakatlayan bir dadı, yalnızca bir ay hapis cezası aldı.
Demir parmaklıklar ardında dört yılını dolduran Türk kadınının eşi Erdal Gülertekin, ‘‘Fügen'in Ohio Valisi'nden af isteyerek cezasını indirme teklifi yapıldı. Fügen'in affı, suçu kabul etmek demek. Ben suçlu değilim. Vicdanım rahat diyerek reddetti. Çocukları sakat bırakan, öldüren caniler yakayı sıyırıyor. Patrick şimdi beş yaşında ama Fügen sekiz yıl hapse mahkum. Ohio ırk ayrımının en yoğun olduğu eyaletlerden biri. Yabancı olduğumuz için ‘Çifte Standart'a kurban gittik, ailece perişan olduk’’diye derdini döküyor. Çalıştığı bankanın Rum asıllı yeni müdürü Türk olduğu öğrendiği Erdal’ı işten çıkarmış.
Gülertekinler'in kızı Zeliş 15 yaşına bastı. En başarılı öğrenci olarak üniversite bursu kazandı. Cezaevini her ziyaretinde annesinin kucağına uzanarak ağlıyor. Babası kahır içinde.
Fügen, Türklerin unuttuğu bir mahkum. Dışişleri eski Bakanı İsmail Cem'den yeni Bakan Tayyibe Gülek'e maddi-manevi destek vaadi gelmiş. Ama arkası çıkmamış. Amerika'da isimleri görkemli Türk cemiyetleri, Türk kökenlilerin büyük çoğunluğu da konuya sırt çevirmişler. Dertli konuları dışlama alışkınlığında bir milletiz.
Yazının Devamını Oku 1 Eylül 2002
GÖĞE kurşuni bulutlar çöker, gün ortasında hava aniden kararırsa keyfim kaçar kendimi bildim bileli. Bugün de tepemde yağmur bulutları kümelenmiş. Ofisime başını uzatan bir arkadaşım ‘‘Hayrola, dertli görünüyorsun?’’ diyor. Derdim dışardaki hava, canım sıkkın, konuşmaya da niyetim yok. Suratım asık olmalı, beni güldürmek için ‘‘Cheese’’ diyor. Meslekten olan bilir, kameraya güleryüzle poz verdirmek için fotoğrafçıların kullandığı bir sözcük bu. ‘‘İşim var, sonra...’’ diye başımdan savıyorum.
Anılarım geriye, şarkıcı Françoise Hardy ile yaptığım bir röportaja uzanıyor. Eski kuşakların hatırlayacağı Fransız popçusuyla puslu bir günde Londra'nın Savoy Oteli'nde röportaja gittiğimde genç şarkıcı lüks dairenin kapısını açtıktan sonra pencere kenarındaki geniş koltuğa bacaklarını büzerek oturdu. Yarıda bıraktığı kitabını okumaya başladı. Herhalde birilerini bekliyor ama gelen giden yok. Üç beş dakika geçti. ‘‘Yağmur yağacağa benziyor’’ diyorum. Gözleri kitapta başıyla tasdik ediyor. Son plağı Avrupa'da liste başı, mutlu mu? Yanıtı ‘‘evet’’. Ağzından laf dirhemle çıkıyor. Ne sorsam cevabı iki kelimeyi geçmiyor. Tatsız tuzsuz bir görüşme. İki kare resim çekip gideceğim. Karşısına geçip kamerayı ayarlıyorum. Başı hala öne eğik. ‘‘Miss Hardy, cheese’’ diyorum. İlk kez başını kitaptan kaldırıyor, gözgöze geliyoruz. Çehresi donuk ‘‘Gülmem gerekli mi?’’ Evet, iyi olur. ‘‘Siz hiç sebep olmadan gülen normal bir insan gördünüz mü?’’ Ne cevap verdiğimi hatırlamıyorum. Kameramı, not defterimi toplayıp süitten ayrılırken Françoise Hardy hala koltuğunda.
Telefon çalıyor, sabah hatırımı soran arkadaşım ‘‘E-postana bak’’ diyor. Uzunca bir yazı, Guardian gazetesinden alınma. İnek-insan karşılaştırması var yazıda. Meğer inekler dünya insan nüfusunun yarısından daha iyi yaşıyormuş. Avrupalı inekler en şanslısı. Devlet inek başına günde 2.2 dolar yardım parası ödüyormuş. Oysa yerkürede 2.8 milyar insanın günlük kazancı iki doların altında. Aklıma başka rakamlar da geliyor. Dünyada sağlıklı içme suyuna sahip olmayanların sayısı bir milyarın üstünde. Çiftçiler ineklerine su sorunu çıkarmıyor. İneklerin okuma-yazması yok ama dünyada aynı derecede kör cahil 854 milyon insan yaşıyor. Amerika'nın en zengin üç adamının serveti yoksul 36 ülkenin tüm gelir toplamından fazla. Besili ineklerin aksine bu yoksullar aç, sefil bir hayat sürüyor. Afrika'de her on çocuktan üçü beş yaşına gelmeden açlık ve hastalıktan ölüyor. İnekler bu dönemi semizlenerek geçiriyor. Şanslı inekleri düşünüyorum, inek deyip geçmemek lazım.
E-postada yeni bir mektup daha var. Nijerya'da petrol ihracatı bölge direktörü Bello Jacob Bankole ‘‘Sizinle temas etmek benim için zevk. Güvenilir bir kaynak adınızı verdi’’ diye başlayıp milyon dolarlık bir teklifte bulunuyor. Bankole Nijerya'nın petrol ürünleri satışında, ithalatçılardan 36.8 milyon dolar geri almış. Resmi kazanç dışında olduğu için hükümet bu parayı direktör ve ekibine bırakmış. Nijerya'da devlet memurlarının yüzbin doların üstünde para çekemediğini söyleyen Bankole ‘‘Size yabancı ortak olmanızı teklif ediyorum. Yüzde yüz risksiz bir iş bu. Buluşup bir iş anlaşması yapalım. Parayı paylaşalım’’ teklifinde bulunuyor.
Satır aralarından çıkan teklif basit. Adını ilk kez duyduğum Bankole'ye ‘‘evet’’ desem benden tutturabildiği kadar bir parayı banka hesabına yatırmamı isteyecek, karşılığında milyonlar vaad edecek. Oturduğu yerde kim milyoner olmuş ki ben olacağım? Üşenmesem ‘‘Amerika'da mektup ve e-posta ile her yıl 40 milyar dolarlık dolandırıcılık yapılıyor. Böyle üç kağıtçılığa kurban olacak saflardan değilim’’ diye mesaj göndereceğim. Kuş beyinli Nijeryalı acaba adresimi nereden bulmuş?
Şanslı inekler, dilini kedi yutmuş Fransız popçu, açıkgöz Nijeryalı derken keyfimin yerine geldiğini hissediyorum. Sabah gündemimde konsolosluğu aramak var. Gene huzursuz olacağım. Büyükelçi Mehmet Ezen New York'a başkonsolos olduğunda Türk gazetecilerine bir yemek vermişti. Yemek sonunda isteği üzerine gazeteciler dilek, öneri ve şikayetlerini sıraladılar. Sıra bana gelince cep telefonundan konsolosluk numarasını çevirip kulağına uzattım. ‘‘Karşına insan çıkarsa bana ver’’ dedim. Ezen ‘‘Burası T.C. New York Başkonsolosluğu, Türkçe istiyorsanız bire, İngilizce için ikiye basın’’la başlayıp bitmek bilmeyen ses kaydını dinledi. Arka arkaya tuşlara bastı, çaresiz kapattı. Mahçup tonla ‘‘Mesajını aldım, düzelteceğim’’ dedi.
O günden bu yana üç yıl geçti. Mehmet Ezen büyükelçi olarak Meksika'ya gitti Temmuz ayında. Yeni başkonsolosun göreve başlamasını bekliyorum. Bizlerle buluşursa aynı telefon örneğini tekrarlayacağım. Amerika'daki Türklere azap olan bu uygulamayı belki o değiştirir.
Yazının Devamını Oku 25 Ağustos 2002
Önümüzde seçimler var. Ama yasal hakkımıza rağmen gerekli kanunlar çıkmadığı için biz Amerika'daki Türkler oy kullanamayacağız. Yurt dışında yaşayan dört milyona yakın soydaşımız gibi. Maryland eyaletinde Osman Bengür ABD Kongresi'ne, Ankaralı Tarkan Öcal, İstanbullu Jak Karako Florida ve New York eyalet meclislerine aday olarak seçim yarışı sürdürüyor. Türk kökenini kaybetmemiş bu adaylara destek vermek Türk kimliğiyle gurur duyan herkes için bir vatan borcu.
Türkiye'nin uluslararası her başarısında, bireylerimizin yabancı diyarlardaki her atılımında olduğu gibi, hasım güçler gene karşımıza dikiliyor. Sözde soykırımını Amerika çapında kabul ettirmeye ant içmiş ‘Ermeni Ulusal Komitesi’ Osman Bengür'den başlayıp adaylarımızı karalayarak önlerini kesmeye uğraşıyor. ‘‘Turkish Forum’’un kurucusu Kaya Büyükataman, T.A.D. Federasyonu Başkanı Egemen Bağış ekibiyle yüz binlerce ırkdaşımıza aylardır güç birliği çağrısını yineliyorlar.
Amerika'da Kongre ve mahalli seçimler kasımda. Ankara'nın AB üyeliği için gerekli reform sürecinin sonuna yaklaşırken Hollanda'da ‘‘Teröre Pasaport’’ adlı bir film ekranlara geldi. Türkiye'nin üyelik takviminde yer almasını geciktirmeyi hedefleyen düşmanca bir girişim bu. Kasım seçimleri arefesinde Amerika'da da Türkiye'yi kötülemek amacıyla yıllar önce hazırlanan filmlerin ortaya çıkması sürpriz olmayacak.
Bu filmler ağızda sakız gibi çiğnenen ‘‘Türk'ün Türk'ten başka dostu yok’’ derlemesini bir yerde haklı çıkarıyor. Jeneriklerde Rum, daha da fazlası Ermeni isimler perde arkası niyetleri açığa vuruyor. Türk'e zalim, barbar imajını yerleştirme çabasındaki hasımlarımız uygar alemde geçerli yasaları uygulayan ülkemizi karalamak için düzmece senaryolar üretiyorlar.
‘‘Teröre Pasaport’’ Gene La Pere adlı New York'lu bir Amerikalı kadının Türkiye'yi ziyaretinde ülke dışına çıkarılması yasak olan tarihi eserleri satın alması üzerine tutuklanmasını hikaye eden bir film. Başından geçenleri ‘‘Kara Tatil’’ isimli hatırat kitabında anlatan La Pere ofisimizde görüştüğümüzde ‘‘Türkiye'yi ve Türkler’i çok sevdim. Ama yasalarınız çok sert’’ diye içini dökmüştü. Dul kadın daha sonra Hollywood'da bir yapımcının satışı yok denecek kadar az kitabını TV filmine dönüştürüp gerçekleri saptırdığını belirterek bizden özür diledi. Hollandalı dostlarımızın (!) sansasyonel başlıkla ekrana getirdikleri ‘Teröre Pasaport’ bu.
‘Geceyarısı Ekspresi’ bir ırkı kötüleyen en iğrenç filmlerin başında geliyor. 1970 Ekim ayında Atatürk Havalimanı'nda gömleğinin altına sakladığı iki kilo haşhaşla yakalanıp cezaevine gönderilen Billy Hayes beş yıl hapis yattıktan sonra CIA ve MİT işbirliğiyle İmralı'dan kaçması sağlandı. Esrarkeş Amerikalı cezaevi macerasını bir kitapta topladığını basında ilk kez bana açıkladı. Billy daha sonra Hollywood'un konuyla ilgilendiğini, Oliver Stone'un kitabını senaryo haline getirdiğini söyledi. ‘Geceyarısı Ekpresi’ lokal birkaç sinemada gösterildiğinde Türkler’in şiddetli tepkisi sonucu dikkatleri üstüne çekti. New York ve Los Angeles'ta özel görüşmelerimizde Billy Hayes ‘‘Senaryo çok şişirildi, haksız ithamlar, gerçek dışı sahneler eklendi. Oliver Stone'a ‘Bunlar doğru değil, çıkartın' dediğimde beni ‘O zaman filmi kimse seyretmez, o sahneler kalacak' diye azarladı’’ diye içini döktü. Billy kendisine ödenen 450 bin dolarla Türkiye'deki avukat masrafları için babasının evine koyduğu ipoteği kaldırdığını, okul bursunu ödediğini, Hollywood'da iş imkanlarının engellenmesinden korktuğu için ses çıkaramadığını itiraf etti. Türkiye'nin filmin yasaklanması yönünde baskısının yayılmasıyla ‘‘Geceyarısı Ekpsresi’’ sık sık TV ekranlarında yer aldı.
Ünlü Uluslararası Af Örgütü'nün desteğiyle 1990 sonunda hazırlanan ‘‘Unutulmuş Mahkumlar’’ gene Türk cezaevlerinde hayali olaylar üzerine kurulu bir başka kötü film. Londra merkezli örgütün New York direktörüne ‘‘Son raporunuzda dünyada 134 ülke cezaevlerinde yaşamın korkunç olduğunu bildiriyorsunuz. İkisi kadın dört Amerikalı esrarkeş, suçlu iadesi anlaşmasıyla Antalya cezaevinden Teksas'a transfer edildikten bir hafta sonra ‘Burada kalırsak ölürüz. Bizi geri gönderin. Cezamızı Türkiye'de tamamlamak istiyoruz' başvurusunda bulundular. Gene de bunca ülke arasında film yapmak için niye Türkiye'yi seçtiniz?’’ diye sordum. Yanıtı ‘‘Prodüktör ticari amaçla olayın Avrupa'da geçmesini istedi. Türkiye'nin seçilmesi bu yüzden’’ oldu.
Şimdi gündemde ‘Ararat' var. Ermeni kökenli yapımcı Atom Egoyan'ın Cannes Festivali'nde ilgi görmeyen filmi sonbaharda Kanada ve ABD'de bazı sinemalarda gösterilecek. Aleyhte kampanya ile ‘Ararat'ı yasaklatamayız, aksine reklamına alet oluruz. Diğerleri gibi ‘Ararat' da yaprak kımıldatmayan yel gibi gelip, geçecek. Kendi kendimizi dolduruşa getirmeyelim.
Yazının Devamını Oku 18 Ağustos 2002
Sabahları çöp toplayan temizlik işçisinden üniversite profesörüne kime sorsanız aldığı paranın azlığından şikayet eder. Peki ücretinin, maaşının fazla olduğunu söyleyene rastladınız mı? Ben rastlamadım. Kelly Ripa geçenlerde ‘‘Bizim iş kolunda herkese çok para ödeniyor. Ben dahil’’ diyerek dikkatleri üstüne çekti. Kelly ABC TV'de Regis Philbin ile sabahları sohbet şovuna çıkan bir aktris. Minyon yapılı cıvıl cıvıl genç kadın aynı zamanda ‘‘All My Children’’ dizisinin yıldızı. Bu iki programdan yılda kazandığı 1.4 milyon dolar.
‘‘Aşağısı sakal, yukarısı bıyık’’ kaygısı olmadan aklından geçeni dobra dobra söyleyen Kelly, West Wing dizisinde haftalığı 300 bin dolara çıkarılmadığı için istifa eden aktör Rob Lowe'a da alaycı gönderme yapıyor: ‘‘Bir aktör haftada bu kadar para ile nasıl geçinir?’’ Akabinde ciddileşip program arkadaşı Regis'in sekiz milyon dolarlık ücretinin yüksekliğini de eleştirerek ‘‘Bu parayla on aktörün maaşı ödenir’’ diyor.
Sinema ve televizyon sanayiinde yıllardır kafamı işgal eden bir konu bu. Amerika'da her şey aile boyu. Ülke yaşamı bir rakam cümbüşünde. Hollywood alemini yönetenler göğsü iri, kalçası dolgun, gözleri büyüleyici diye ailesi dışında kimsenin tanımadığı ‘isimsiz’lere yatırım yapıyorlar. İlkin ‘yeni kişilik’ süreci başlıyor. Kulağa hoş gelen isimler seçiliyor. Ardından makyaj ustası, saç stilisti, masaj, egzersiz uzmanı, iyi konuşma hocası devreye giriyor. Basın sözcüleri gizemli yaşam geçmişi düzenleyerek sinema yazarlarına malzeme sağlıyor. Yoğun reklam ve tanıtım kampanyalarıyla şişirilen süslü yıldızlar perdeye, ekrana getiriliyor. Sinemaseverler bir süre sonra ahuya dönüşen yapay güzelleri iç çekerek izlemeye başlıyorlar.
Yaz başında Soho'da bir galeri ziyaretinden çıktığımda yanımdaki arkadaşım kolumu dürterek ‘‘Bak kim geliyor?’’ dedi. Aksi istikamette hasır şapkası öne eğik, sıcağa rağmen pardesüsü lastik ayakkabısı üstüne inen genç kadını tanımaya çalıştım ama çıkaramadım. Boynunda çaprazlama asılı şişkin çantasıyla bir evsize benziyordu. Arkadaşım ‘‘Julia Roberts’’ deyince ağzım açık kaldı. Julia Roberts film başına yirmi milyon dolar kazanan ilk kadın oyuncu. Erkeklerin düşüne giren cazibeli bir kadın. Kılık kıyafet evlere şenlik. Yüzünde makyajı, ara ki bulasın! Rahatça dolaşmak için tanınmayacağı görünüme girmiş. Yani doğal haline.
Aklıma gerçek bir Marilyn Monroe olayı geliyor. Sinemanın gelmiş geçmiş en ünlü seks sembolü M.M. özel fotoğrafçısı Bert Stern'i arayıp ‘‘Yalnızım, bir içkiye gelsene’’ diyor. Bert ‘‘Bir dostumun partisine davetliyim, seni de götüreyim’’ teklifinde bulunuyor. Birlikte davete gidiyorlar. Kapıyı açan ev sahibinin elini sıkan seksi yıldız kendisini tanıtıyor: ‘‘Merhaba, ben Marilyn.’’ Adam saçları çift at kuyruğu, çilli yüzü makyajsız, yün kazak ve blucinli kadını yukardan aşağı süzmesine rağmen tanımıyor: ‘‘Marilyn ne?’’ Şöhretli yıldız tedirgin, ekliyor: ‘‘Marilyn Monroe.’’ Ev sahibi kahkahayla karşılık veriyor: ‘‘Aman ne güzel, ben de Clark Gable'ım.’’
Geçen hafta yeni sevgilisi aktör Ben Affleck'i annesiyle tanıştırmaya giden sinemanın yeni seks ilahesi Jennifer Lopez evden çıkışta bir fotoğrafçıya yakalandı. Ertesi gün yayımlanan resmini hayranları tanımakta hayli zorlandı. Marilyn örneğinde, Julia Roberts'la karşılaşmamızda olduğu gibi J'Lo da kamera karşısına hazırlıksız çıkmıştı. Silikonlarını çekip alın, boya sarışını kısa boylu Pamela Anderson'ı da bir süpermarkette tanıyan olmaz.
Sinema aleminin allanıp pullanmış yıldızlarının dış görünüşlerini eleştirmede haksızlık etmiyorum. Ortada bir gerçek var. Bu süslü bebeklere ödenen astronomik ücretlere gönlüm razı olmuyor. Cameron Diaz'ın film başına son fiyatı 40 milyon dolar. Jennifer Lopez 37 milyon, Sandra Bullock 30 milyon, Nicole Kidman 15 milyon, isimleri size fazla aşina gelmeyen Lisa Kudrow 26 milyon, Courtney Cox 24 milyon dolar. Bu şöhretlerin yaptığı iş kaç paralık? İnsanlar sinemada güzel yüzler, seksi vücutlar seyretmek istiyor. Bunun farkında olan filmciler özel hayatında vasat görünüme sahip kadınları süsleme tekniğiyle güzelleştirip seks sembolüne dönüştürüyorlar. Oysa kamera karşısında doğal haliyle rol kesmeye kalksalar millet filmin yarısında çeker gider. Kimsenin parasında pulunda, aldığı ücrette gözümüz yok ama iki saatlik film başına ödenen milyonlarca doları oldukça aşırı buluyorum.
Görevini her gün kelle koltukta sürdüren New Yorklu aile babası polisin yıllık maaşı 49 bin dolar. Haftada 70 saat çalışan stajyer doktor 44 bin dolar, 16 yıl eğitim görmüş okul öğretmeninin en yüksek maaşı 70 bin dolar, gece karanlığında hastalara bakan hemşireninki ise 51 bin dolar. Yani bir öğretmen yüz yıl çalışsa Sandra Bullock'un bir filmden aldığı parayı kazanamaz. ‘‘Bize çok para ödeniyor’’ diyen Kelly Ripa bir yarayı deşti. Birilerine haksızlık edildiği muhakkak.
Yazının Devamını Oku