10 Şubat 2002
Sabahın erken saati. NBC'den ilk haberleri izliyoruz. Sunucu Katie Couric, ‘‘Şimdi Chicago takımı karşımızda’’ anonsunu yaparak soruyor: ‘‘Ne kadar kaybettiniz bu hafta?’’ Ekranda oldukça besili görünen 10 kadın, hepsi eşofman içinde. Kameraya gülerek bakıyorlar. Yaşları 20 ile 50 arası. Ön planda Mike Tyson'ı andıran bir erkek. Antrenör olsa gerek ama ne takımı bu? Kadınların tenisçi olmadığı kesin. Güreşçi olabilirler ama ağır siklet. Tişörtü iri vücuduna yapışmış erkek, ‘‘28 kilo, elli iki santim’’ diye yanıt veriyor. Sunucu Couric yaygın bir tebessümle, ‘‘Tebrikler, diğer takımlarla birlikte dört haftanın kaybı bir ton ile sekiz metreyi geçti’’ müjdesini veriyor.
Neyin nesi bu takımlar, kayıba kim sevinir derken ekrana gıda uzmanı Ellie Krieger geliyor. ‘‘Çeşitli kentlerde oluşturulan Formuna Gir takımlarımız özel gıda ve egzersiz rejimini takip ederek dört haftada bir tonu aşkın yağ erittiler, bel ölçüleri sekiz metre küçüldü’’ açıklamasıyla merakımı gideriyor.
Geçenlerde gene bir TV sohbet toplantısında panelden gelen, ‘‘Para, şöhret veya güzellikten hangisini seçersiniz?’’ sorusuna salondan cevap veren kadınların çoğu, ‘‘Elle McPherson'un vücudu, Julie Roberts'ın yüzü’’ gibi cevaplar verdiler. ‘‘Para ve şöhreti dış görünüşle kazanmak kolay olur. Hiç olmazsa zengin koca buluruz.’’
Kadın milletini kim anladı ki biz anlayacağız. Özendikleri modellere bakın! Podyumlardaki mankenler kanaviçe iğnesi gibi öylesine ince ki sert rüzgarlı havada pardesü açsalar havalanacaklar. Özel yaşamlarında güldüklerini gören yok. Ağız çevresinde çizgi, gözaltında kırışıklık olmasından korkuyorlar. Üstelik çoğunun kafatası içi boş.
Sohbet toplantısında güzelliği para ve şöhretin önünde tutan kadınların görüşünü de yabana atmamak lazım. Manken ve aktrislerin Tanrı vergisi görünüşleri hem servete hem de şöhrete dönüşüyor. Kozmetik sanayi devlerinden Estee Lauder'in ürünlerini Elizabeth Hurley, L'Oreal'i Andie MacDowell pazarlıyor. Yıllarca ünlü mankenlerden Amber Valetta ve Vendela'yı kullanan Elizabeth Arden'in yeni tanıtma kampanyasında Catherine Zeta-Jones'a üç yılda beş milyon dolar ödenecek. Gizemli Fransız aktrisi Catherine Deneuve de Chanel parfümlerinin yüksek satış yapmasında büyük rol oynadı. Revlon grubu geçenlerde yıldızı yeni parlayan aktris Julianne Moore ile anlaştı.
Peki ya bu güzel kadınların evlenme şansı? Büyük kısmı temel eğitim görmeden modelliğe başlayan genç kızların çoğu çekim sırasında tanıştığı kameraman, fotoğrafçı, müzisyenlere takılıyor. Evlilikleri ise uzun sürmüyor. Çok kez astronomik kazançlarını da çılgın yaşam temposu içinde tüketiyorlar. Oysa kafası işleyen, gözü yukarıda olanların durumu farklı. Ünlü yapımcı Steven Spielberg'i baştan çıkarıp, karısını boşattıktan sonra evlenen Kate Capshaw, aynı şekilde Revlon'un milyarder sahibi Ron Perelman'a ikinci evliliğini yaptıran eski aktris Ellen Barkin diğer bir örnek.
En başarılı olan ise eski manken Lisa Bonder. Amerika'nın en zenginler listesindeki 84 yaşındaki Kirk Kerkorian'ı güzelliği ile kendisine bağlayan Lisa milyarder işadamıyla metres hayatı yaşadı. Evlenmeye karşı olan Kerkorian'ı çocuk doğurarak nikah masasına oturttu. 36 yaşındaki eski manken bir aylık evlilikten sonra boşandı. Kocasından araba dolusu para, malikaneler alarak boşanan genç kadın şimdi çocuk nafakası için mahkeme kapılarını aşındırıyor. Lisa üç yaşındaki kızları Kira'ya ayda 320 bin dolar bakım parası talep ediyor. Hakim kurnaz mankenin isteğini kabul ederse bu meblağ Amerika tarihinde üç yaşındaki bir çocuğa ödenen en yüksek bakım parası olacak.
Yazının Devamını Oku 3 Şubat 2002
New York'ta yükseğe çıkma, asansör, metro korkusu gibi fobiler aydın kesime musallat, mikrobu, virüsü olmayan bir tıp olayı. Oysa asansör olmasa Manhattan'da in cin top oynar. Dördüncü katta asansörün kapısı açılıyor. Benekli leopar kürk içinde orta yaşta, kumral, alımlı bir kadın. Girmeden önce dikkatli bakışla içeriyi süzüyor. Sonra ayakkabımdan başlayıp yukarı doğru beni. Gözgöze geliyoruz. Kapı kapanmadan önce yanıma geliyor, omuzu omuzumda. Oysa asansör bomboş. ‘‘Kolunuza girebilir miyim?’’ diyor hafif bir sesle. Sık muhatap olduğum bir istek değil bu. Üstelik işlek bir yol kavşağında karşıya geçmek için yardım isteyen görme özürlü birisinden gelmiyor teklif. ‘‘Hayır, olmaz’’ diyemiyoruz. Konuşmadan kolkola üç kat iniyoruz.
Giriş katına gelince evli bir çift gibi dışarı çıkıyoruz. Sağa sola bakınıyorum, tanıdık var mı diye. Birileri kolkola bu kadınla görse nasıl izah edeceğiz? Ya karşımıza kocası, sevgilisi aniden çıksa? Ben bile ilk kez gördüğüm bu kadının niye koluma girmek istediğini bilmiyorum.
FOBİLİ YAZARLAR
Binanın çıkışına yürürken kürklü kadın kolumu bırakıyor. ‘‘Teşekkür ederim, asansöre karşı alerjim var’’ açıklamasıyla yanımdan ayrılıyor. İnsanların çilek, kedi tüyü gibi alerjilerini biliyorum ama asansör alerjisini yeni duyuyorum. Ofise yürürken bu herhalde klostrofobi olmalı diye düşündüm. Kapalı yerlerde bulunma fobisi yalnızca asansörlerin tekelindeki korku değil, kapsamı geniş. Yüksek binalarda yaşama veya çalışma, uçakta, metroda, tren ve otobüste seyahat, kalabalık içine girme hep bu fobi kavramı içinde. Ama burası New York. Hem de gökdelenler ailesinin bulunduğu Manhattan. Avuçiçi adada 20 katın üstündeki bina sayısı yüzlerce. Beş-altı kat üstü binalar ise binlerce. Asansör olmasa Manhattan'da in, cin top oynar. İnsanların çoğu oturmasa dahi bu binalara çalışmaya geliyor veya iş ziyaretleri yapıyorlar.
Yerin üstü kadar altı da işlek New York'un. 468 metro istasyonu 1100 km.lik güzergahta her gün insanların sardalya dizisinde sıralandığı vagonlarda beş milyona yakın yolcu taşıyor. Manhattan'ı Queens ve Brooklyn gibi ilçelere birleştiren metro trenlerinin Doğu Nehri altındaki tünellerden işlemesi de cabası. Kalabalık desen gene burada. Kaldırımlarda itiş-kakış yürüme stiline yerlisi kadar turistler de alışık. Kolay değil fobi sahibi kimselerin New York'ta yaşaması.
Katherine Marsh fobili bir kadın yazar. New York'luların metro fobisiyle ilk karşılaştığı yılın 1912 olduğunu söylüyor. 27 yaşında bir metro mühendisi C.P. Oberndorf adlı bir sinir doktoruna giderek yeraltı trenlerini tamir için tünellere girme korkusuna düştüğünü, bu yüzden işinden istifa ettiğini açıklamış. Dr. Oberndorf iki yıl süren tedavi sonunda metro mühendisinin fobisinin çocuk yaşta başlayıp gelişen iktidarsız kalma kaygısından kaynaklandığını tesbit etmiş. Doktorun notlarına mühendisin tedavi edildiği, tekrar eski işine döndüğü yolunda kayıt düşülmüş.
Kapalı yer, yükseğe çıkma, asansör korkusu gibi fobiler genelde aydın kesime musallat, mikrobu, virüsü olmayan bir tıp olayı. Manhattan'lı psikiyatrist Barbara Milrod asansöre binmemek için 25 katı merdivenleri tırmanmaya katlanan hastaları olduğunu bildiriyor. Fobiye yakalanmış bazıları yoğun trafikte Manhattan'a köprüleri araçla aşmak istemediklerinden iş değiştirdiklerini, bir hastasının ise ofisine metroyla gitmek yerine Eminönü'nden Şişli'ye kadarlık mesafeyi hergün yürüyerek katetiğini belirtiyor. Bir başka ruh doktoru New York'un cürüm oranı en yüksek kesiminde görevli kadın polis hastasının, ‘‘Azılı katille karşılaşsam vız gelir. Ama asansöre beni kimse bindiremez’’ dediğini naklediyor.
The New Yorker dergisinin efsanevi editörü William Shawn klostrofobi ile yaşayan ünlülerden biri. Shawn ofis binasında ancak tek başına olduğu zaman asansör kullanıyor. Metroya hiç binmemiş editör bir kış akşamı taksiyle Central Park'tan geçerken trafiğin tıkanmasıyla bunalıma girip aracı terketmiş, kar tipisinde yarım saat yürüyerek evine ulaşmış.
DÖRT ASANSÖRDE
Klostrofobimiz yok ama biz de bir asansör korkusu geçirdik. 1970'lerin başında bir sonbahar akşamı beşinci kattaki ofisden bir arkadaşımla çıkarken asansörümüz son iki kat arasında kilitlendi. İçerde ışıklar söndü. Hücre boyu yerde kapkaranlıkta kaldık. Kapıyı tekmeleyip, bağırıp çağırmamız da fayda etmedi. O zamanlar cep telefonu olmadığı için durumu kimseye bildiremedik. Dört saat sonra bir itfaiye ekibi binaya gelerek bizi kurtardı. Dışarı çıktığımız zaman Manhattan'ın büyük kısmının elektrik hatlarının yanlışlıkla kesilmesi yüzünden karanlığa gömüldüğünü öğrendik. Tatsız bir tecrübeydi başımızdan geçen. Bir de fobi sahibi olsaydık herhalde aylarca psikiyatriste taşınmamız gerekecekti.
Yazının Devamını Oku 27 Ocak 2002
Mike Tyson yerde ama altın kaplama dişleri Lennox Lewis'in sol baldırına kitlenmiş. Havada yumruklar uçuşuyor. Dev yapılı korumalar, yardımcılar, organizatörler birbiriyle itiş-kakışta. Küfürlerin bini bir para. Muhabir, fotoğrafçı, kameraman kalabalığı şaşkınlık içinde. Gene de flaşlar çakıyor, motorlu kameralar şakırdıyor. Lewis ile Tyson'ın Nisan başında yapılacak dünya boks şampiyonluğu maçının lüks Millenium Oteli'ndeki sözde takdim toplantısı bu. Oysa mahalle kavgasına dönüşen toplantıda yalnızca yumruklar konuşuyor.
Boks eldiveni yerine deli gömleğine layık Mike Tyson'ın bacağını ısırdığı Lennox Lewis ‘‘Belki de kuduz aşısı olacağım’’ diye açıklama yapıyor. Daha önce de rakibi Holyfield'in iki kez kulağını ısırarak koparan Tyson gazetelere gönderdiği faks mesajında başlattığı kavgayı ‘‘Buraya maçın promosyonunu yapmaya geldim. Lewis'in koruması üzerime gelince kendimi korudum’’ şeklinde savunuyor.
Amerika'da herşey promosyon üstüne kurulu. Amerikalı süreceği aracı, okuyacağı kitabı, seyredeceği piyesi, traş olacağı jileti,bağış yapacağı kurumu, vergi uzmanı, borsa simsarı, doktoru gibi akla gelen her ihtiyacını gazete, dergi, radyo ve televizyonlarda izlediği reklam ve promosyonlarla sağlıyor. Milyarlarca dolarlık bir sanayi bu. Ama Tyson dahil promosyonları üstelik para harcamadan kendi çıkarları için yapanlar var. Nisan'daki yarım saatlik maçına 20 milyon doları garanti edilen çılgın boksör, film başına 10-15 milyon dolar alan Gwyneth Paltrow, Richard Gere, multimilyoner şarkıcı Madonna, Jane Fonda ve sinema-eğlence aleminin diğer şöhretleri ‘‘Afganistan'daki kadınlara, yetim çocuklara, Afrika'da yoksullara para gönderin’’ diye sağda solda nutuk atıyorlar. Buna karşın yardım kurumları bu ünlülerin hiçbirinden çek almadıklarını bildiriyor.
Oscar ödüllü Paltrow ekranda ‘‘Siz Afganistan'da yoksul dul kadınlara yardım yaptınız mı?’’ sorusuna ‘‘Konuya toplum olarak eğilmeliyiz, bir kişinin yardımı sorunu çözmez’’ yanıtını veriyor. Bebekliğinde gümüş kaşıkla beslenen, zengin aile çocuğu Gwyneth açlığın ıstırabını, boş mideyle bir köşeye büzülüp uyumaya çalışmanın güçlüğünü nasıl bilir?
Haftalar önce aldığım yeni yıl kartındaki mesaj aklıma geliyor: ‘‘Bir akil adam okyanus sahilinde öğle üzeri yürürken az ilerisinde kumlardan tek tek topladığı deniz yıldızlarını yumuşak kol hareketiyle okyanusa atan bir genci görüyor. Yanına yaklaştığında 'Hayırlı günler! Niye atıyorsun bunları denize' diyor. Genç adam 'Güneş tepede, birazdan sular çekilecek, denize atmazsam ölecekler' cevabını veriyor. 'Peki ama bu sahil kilometrelerce uzun. Her taraf deniz yıldızıyla dolu. Ne değiştirecek senin yaptığın?' diye konuşmasını genç nezaketle dinliyor. Ardından tekrar kuma eğilip bir deniz yıldızını parmaklarıyla incitmeden tutup aynı şekilde denize fırlatırken akil adamı yanıtlıyor: 'Suya attığım bu denizyıldızı için çok şey değişti şimdi.’’'
New York sakinlerine yakıştırılacak bir örnek bu. Aradan dört ay geçmesine rağmen New York'lular itfaiyeci, polis, ofis personeli gibi 11 Eylül terör saldırılarında can veren üç bine yakın insanın geride kalan ailelerine yardımda yarışıyorlar. Devlet desteğiyle bugüne kadar toplanan para altı milyar doları aştı. Ölenlere aile başına ödenecek miktar ise bir milyon 650 bin dolar. Ödemeler bu meblağ ile bitmiyor. Hala çeşitli sanat etkinliklerinin hasılatından önemli kısmı ‘‘Terör Kurbanlarına Yardım Fonu’’na aktarılıyor. Manhattan'da New York İtfaiye Müdürlüğü Müzesi'nde fona destek için ‘‘Aramızdaki Kahramanlar’’ adlı bir sergi açıldı. Sergide Süperman, Captain America, Thor, İron Man, Spider Man gibi karikatür macera kahramanlarının saldırıya uğrayan Dünya Ticaret Merkezi'ndeki hayali işlevleri büyük boy tablolarda gösteriliyor. Sergiye çok sayıda tablo bağışlayan Marvel Comics tasarımcısı Matty Ryan yakınıyor: ‘‘Bu karakterlerin hepsi New York kökenli. Ama süpergüçlerine rağmen onlar da herkes gibi terörü önlemekte çaresiz kaldı.’’ Sergide satışa sunulan 100 tablonun parası da yardım fonuna gidecek.
Teröre kurban gidenlerin ailelerine yönelik yardım-bağış kampanyaları süregelirken dramı kazanca dönüştürmekten kaçınmayanlar da yok değil. Dünya Ticaret Merkezi'nin eski hali, Ground Zero denilen çöküntü mahalinin resimlerini yol kavşaklarında, kaldırım üstünde turistlere pazarlayan satıcıların sayısı da kabarık. Bir de New York polis ve itfaiye elemanlarının kullandığı NYPD-FDNY logolu taklit şapka ve kasklar peynir-ekmek gibi satılıyor. New York'lular trajediyi ticarete çeviren işportacılardan şikayete başlayınca çoğu kaçak göçmen olan satıcılar tezgah kapamaya mecbur kaldılar.
Yazının Devamını Oku 20 Ocak 2002
İnsan hayatı pamuk ipliğine bağlı. Alın yazısı diye felsefi anlamda kullandığımız yaşam gerçeği azgın kış soğuğunda han kapısında geceleyen garibanlar gibi ikametgahında minik klinik bulunduran, emrinde 24 saat doktor ve hemşireye sahip Amerika Birleşik Devletleri Başkanı için de geçerli. George W.Bush'un Amerikan gazetelerde resimlerine bir göz atarsanız ne demek istediğimi anlarsınız.
Bush'un sol yanağı üstünde irice kırmızı bir darbe izi, dudaklarında yarık var. Minyatür yanardağ ağzını andıran kırmızı izin nedeni bir kraker parçası. Yerkürenin en güçlü insanı iki kuruşluk bir kraker nedeniyle ‘‘gitti-geldi.’’
ABD Başkanı Beyaz Saray'daki yatak odasında yarı final futbol finalini seyrederken maç heyecanına kapılan Bush'un ardı ardına yuttuğu minik krakerlerden biri rotasını şaşırdı. Yemek borusu yerine nefes borusuna girdi. Gençlik yıllarından sonra içkiye veda eden, sigara nedir bilmeyen sportmen Başkan'ın bir anda gözleri karardı, baygın yere düştü.
George W.Bush gözlerini açtığı zaman karşısında iki köpeğini başucunda gördüğünü söylüyor: ‘‘Birkaç saniye sonra kendime geldim. Barney ile Spot kaygıyla beni izliyorlardı. Aynaya baktığımda yanağımdaki izi, üst dudağımın yarıldığını gördüm. Ama ne krakerin nefes boruma takıldığını ne de bayıldığımı hatırlıyorum.’’
Banyoda yüzünü soğuk suyla yıkayıp yatak odasından çıkan ABD Başkanı'nı yanağında kırmızı leke, dudağı çatlamış halde gören korumaları telaşlandılar. Birkaç dakika sonra Başkan'ın odasına gelen doktoru Richard J. Tubb muayenesi sonunda krakerin yanlış boruya girmesinin ani tansiyon düşüklüğü ile baygınlığa sebeb olduğunu bildirdi. Sağlık raporu iyi çıkan Başkan ertesi gün ziyaret ettiği John Deere traktör fabrikasında işçilere Amerikan ekonomisi hakkında bilgi vermeden önce '' Yüzüme bakın annesinin öğüdünü dinlemeyen çocuğun başına ne geldiğini görün. Annem krakerini yutmadan önce iyi çiğne derdi. Fazlaca önemsememiştim. Dersimi aldım.'' dedi.
Oysa olay göründüğü kadar basit değil. Amerika'nın ileri gelen sağlık merkezlerinden John Hopkins'deki hekimler katı veya yapışkan bir yemek parçasının nefes borusunu kapatmasının zamanında müdahale edilmediği takdirde tehlikeli sonuçlara yol açacağını ifade ediyorlar. Bush'un anne ve babası tiroid bezlerinin fazla çalışmasından kaynaklanan Graves hastalığını taşıyorlar. Bu hastalık süratli ve düzensiz kalp atışlarına sebeb oluyor. Doktorlar George W. Bush'un olayı atlatmasında tiroid bezlerinin normal çalışmasının etkili olduğuna işaret ediyorlar.
Gene de sağlık kuruluşlarının istatistiklerinde Amerika'da her yıl binlerce insanın boğazlarına takılan gıda parçaları yüzünden öldükleri belirtiliyor. New York, Chicago ve Los Angeles gibi çok nüfuslu kentlerde binlerce lokantada Sağlık Bakanlığı'nın hazırladığı ikaz posterleri asılı. Bu posterlerde resim ve şemalarla yemek sırasında boğazına tavuk kılçığı takılan, iyice çiğnenmeden yutulan yemek parçaları nedeniyle boğulma tehlikesi geçirenlere tıpta Heimlich Manevrası diye adlandırılan bir müdahalenin nasıl yapılacağı gösteriliyor.
Bu konuda bir tecrübe de bizim başımızdan geçti. Hürriyet'in New York bürosundan Razi Canikligil bir öğle üzeri Ranch One adlı lokanta zincirinden ısmarladığı kızarmış patatesi çalışma masasında yerken anide yere yığıldı. Yanına geldiğimizde genç arkadaşımızın burnu ve yanağını kanlar içinde gördüğümüzde telaşa düştük. Razi bayılarak düşerken yüzünü metal masanın açık çekmecesine çarpmıştı. Bir yandan telefonla ambulans çağırıp öte yanda Heimlich Manevrası denerken Razi kendine geldi. Bayıldığını bilmiyordu. Boğazına takılan patates parçası düşme sırasında ağzından fırlamıştı. Ofisimize beş dakika içinde gelen New York İtfaiyesi sağlık memurları ambulansla Canikligil'i hastaneye götürdüler. Doktorlar iğneyle ilaç zerkederek kalbini durdurup elektroşok ile kalp atış ritmini normale kavuşturdular. Doktorlar üç gün süreyle kontrol altında tuttukları Razi'nin ciddi bir tehlike atlattığını, boğazına takılan parçanın kalp atışlarının düzenini bozduğunu söylediler. Haftalar süren ilaç tedavisiyle arkadaşımızın sağlığı düzeldi.
Kızarmış patates parçası, kraker, yapışkan yer fıstığından ne zarar gelir diye kaygısızlığa kapılmamak lazım. George W. Bush bu işi kolay atlattı.
Yazının Devamını Oku 13 Ocak 2002
Sırtım bar taburesine dayalı, gözlerim içki şişeleri rafları üstünde sıralanmış bir düzine televizyon ekranında. Akşam haberleri yayında. İstasyon zap'lamaya gerek yok, başımı sağa-sola çevirmem kafi. Kandahar'ı bombalayan uçaklar, özel komando timlerinin Tora Bora mağaralarında Taliban avı, Kandahar varoşlarında mayın kurbanı sakat çocukların hastane görüntüleri yanyana. Sonra hakim karşısında kelepçeleri çözülen zayıf bedenli bir kadın. Beş çocuğunun kafalarını banyo küvetine sokarak öldürmüş. Bir diğerinde müebbed hapse mahkum polis katili Amerikalı zenci militan Rap Brown. Cezaevinde islamiyete sarılmış katilin başında kefiye, elinde tesbih. Davası yeniden görülüyor. Milyoner emlakçi Robert Durst'un resmi ekran köşesinde beliriyor. Sunucu karısını öldürmekle suçlanan Durst'un ayrıca yaşlı bir adamı testereyle parçalara ayırıp denize attığını, polise açıklama yapacak eski kız arkadaşının da evinde ölü bulduğunu anlatıyor. Gene bir mahkeme salonu, buz hokeyinde oğlunu döven takım arkadaşının babasını yumruklayarak öldüren adamın savunması naklediliyor.
BİSHOP’UN MACERASI
Günün yorgunluğunu atmak için iki kadeh içeceğiz ama akşam haberleri gerginliği alıp götürecek yerde katmerleştiriyor. Ekrana gelen bir doktor 2001 yılında tütünden 500 bin kişinin öldüğünü açıklıyor. Yeni yaktığım sigaranın tadı acı geliyor, söndürüyorum. Sol uçta iki ayrı istasyonda aynı haber. Portre resimde sevimli bir erkek çocuğu gülümsüyor. Ardında Tampa kentinde 42 katlı Bank of America binasına asılı bir uçak görüntüsü geliyor. 15 yaşındaki Charles Bishop uçuş eğitimi gördüğü okuldan kaçırdığı tek motorlu Cessna 172R ile binaya dalıp intihar etmiş.
Amerikalı kanıksamış perde indirmeyen bu trajedilere. Yeni Dünya'nın ilk milyarderi John Davison Rockefeller kanlı olaylardan fazlasıyla rahatsız olduğu için ailesi yaşlılık yıllarında 'Baba' Rockefeller için çevreyi yalnızca toz pembe gösteren, harp-cinayet olmayan haberleri içeren özel bir gazete bastırmaya başlamış. Bizim ne böyle bir seçeneğimiz ne de gerçekleri örtbas eden yaşam düzeni sürmeye niyetimiz var.
Son olaylarda Amerikan sosyal sistemini, aile düzenini en iyi yansıtan örnek orta sekizinci sınıf öğrencisi Charles Bishop'un intihar uçuşu. 11 Eylül terör saldırılarından sonra uçağa tırnak makası, cımbızla dahi girmek yasaklanmışken bacak kadar çocuk okuldan uçak kaçırmayı beceriyor. Araba ehliyeti alamayacak yaştaki çocuğa uçak teslim ediliyor. Charles ana-baba şefkati görmemiş. Arkadaşları kedi ve köpeği dışında kimseye sevgi duymadığını anlatıyorlar. Olayın tatsız yanı ise toplumda kendini dışlanmış hisseden, aile bağları zayıf gençlerin kanlı olayları kopyalama eğiliminde olması. Amerika'da uçuş okulları ile zenginlerin sahip olduğu uçak sayısı 250 bin. Charles'ın çılgınlığını örnek almak isteyenlerin uçak tedariki fazlaca güç olmayacak.
Hala Türkiye'den arayıp, ‘‘New York'ta yaşamaya korkmuyor musun?’’ diyenlere ‘‘Alıştık’’ yanıtını veriyorum. Başkan Yardımcısı Dick Cheney dahi yeraltı sığınağında yaşıyor. Gene de Amerika 2002'ye eskiye kıyasla çok daha güvenle girdi. Alınan sıkı güvenlik yöntemleri bir polis devletini anımsatıyor. Arjantin dönüşü havaalanında gazını boşalttığım çakmağıma el koymak istediler. Geri dönüp postaneden zarf içinde evime postalamaya mecbur kaldım. Makosenimin sol teki metal cızırtısı verdiği için astarı kaldırılıp incelendi. Ama bu yeni düzende ayrıcalık yok. Kontrolda bakandan senatöre kimsenin gözyaşına bakılmıyor. Michigan milletvekili John Dingell başkent havaalanında elektronik aygıtlar alarm verdiği için külotuna kadar soyuldu
TERÖRİST AVI
ABD eski Başkan Yardımcısı Dan Quayle minik makası, Ulaştırma Bakanı Norman Mineta iç cebindeki aluminyum kağıda sarılı nane şekeri yüzünden tepeden tırnağa arandılar. New Jersey Senatörü Robert Torricelli resimli kimliğini unuttuğu için, California milletvekili Darrell İssa büyük babası Lübnanlı olduğu gerekçesiyle uçağa bindirilmediler.
New York'ta cadde başlarında Pakistanlı, Nijeryalı satıcılar, taksilerde Afgan şoförler, çarşı-pazarda Ortadoğulu esnaf, türbanlı Sihler, İslam ülkelerinden top sakallı tezgahtarlar gibi yerkürenin her bucağından insan var. Kent halkının yüzde 36'sı göçmen. Bunca yabancı kökenli arasında terörist avı uzun süreceğe benziyor.
Yazının Devamını Oku 6 Ocak 2002
Bugün Yeni Yıl'ın ilk Pazar'ı. Rakamsal görünüşüyle 2002 dengeli bir yıl. 1900'den bu yana ikinci kez bir yılı başından ve sonundan aynı rakamlarla okuyabiliyoruz. Bu durumla 1991 yılında karşılaşmıştık. Roma mitolojisinin geçmişe ve geleceğe dönük çift yüzlü tanrısı Janus'u anımsarken belleğimizde geride bıraktığımız karanlık yıldan bazı görüntüler canlanıyor. İnsanın can kutsallığına, korkudan azade yaşam hakkına saygı duyan toplumların 2000 yılını özlemle hatırlamayacağına eminiz.
2000 yılı hesabı görülmemiş kanlı bir miras devretti dünyaya. Amerika'dan Avrupa, Ortadoğu ve Güneydoğu Asya'ya pekçok ülke sosyal yapısını, ekonomik gelişmesini ağır şekilde zedeleyen terörizmin üstesinden nasıl geleceğini hala keşfetmiş değil.
Kirli niyetler, kişisel hırslarını İslamiyet kisvesi ardında yürüten Usame bin Ladin ve çevresindeki sapık grubun 14 hafta önce New York ve Washington'da gerçekleştirdiği eylemler fanatik dinciliğin tüm yerkürede güncel yaşam düzeninin pamuk ipliğine bağlı olduğunu ortaya koydu. 11 Eylül ve sonrası olaylarını göz önüne getirdiğimizde önümüze ‘‘Taş Devri-Uzay Devri’’ kıyaslamasını andıran bir kuvvet dengesi çıkıyor. Nükleer gücü yanısıra ‘‘akıllı füze’’leri, düzinelerle hava filosu taşıyan uçak taşıt gemileri, silah altında 1.5 milyon askeri, bir trilyon doları aşkın bütçe fazlasına sahip ekonomi gücüne rağmen Amerika'nın başına gelenlere inanmakta zorlanıyoruz. Dünya lideri bu ülke silahı yalnızca bir karış boyu bıçak olan 19 fanatik din kurbanının suikast eylemleriyle ruhsal ve ekonomik buhrana girdi.
İNTİHAR TERÖRİZMİ
‘‘Taş Devri’’nden kalma kafa yapılı fanatik dincilerin Amerika'dan Avrupa'ya sıçrayan uçaklı terörizm eylemlerinin yaydığı korku hala canlılığını koruyor. Amerika ile müttefiklerinin ‘‘Usame-El Kaide ve Taliban’’ üçlüsüne karşı Afganistan'da sürdürdüğü askeri harekat sona ermek üzere. Ama İslam köktendinciliğinin kökünün kazılacağını kimse garanti edemiyor. Batı lehinde çok farklı askeri ve ekonomik güç dengesi beyni yıkanmış fanatiklerin eylemlerini durdurmaya yeterli görünmüyor. Geçen yüzyılda çok uluslu dünya harpleri, Kore ve Vietnam savaşlarında milyonlarca can kaybı cephelerde, silahlı kuvvetler arasında cereyan etti. Oysa 11 Eylül olayları harplerin cepheler yerine uçaklara taşınacağını, sivil halka yönelik eylemlerin ordular arasındaki savaşlardan daha etkili olacağını ortaya koydu. 21'inci yüzyılın bu yeni ve tek taraflı insan kıyımının adı harp değil, intihar terörizmi. Gelişmiş ülkelerin silahlı kuvvetlerinin alışageldiği modern harp tekniği, yeri ve kimliği bilinmeyen düşmanla baş etme becerisine henüz ulaşmış değil. Yeni düşmanın kullandığı silah canlı bombalar.
Geçen yüzyıl Lenin ve Mao ekseninde Batı'yla savaşa girmeden süregelen ‘‘komünist-kapitalist’’ çatışmasını son 20 yıldır zengin evladı Usame bin Ladin Müslüman ve Hıristiyanlar arasında din savaşına döndürme çabasında. Zengin-yoksul kışkırtmasıyla yola çıkan Usame az gelişmiş, İslam ülkeleri halklarına Amerika'yı baş düşman olarak sunuyor. Suudi kökenli terörist lideri Kuveyt'ten sonra doğduğu ülkeyi işgale hazırlanan Saddam'ı engellediği, Kral Fahd'ın isteği üzerine bu ülkede asker bulundurduğu için Amerika'yı suçluyor. Oysa dünya Müslümanları liderliğine soyunan, her fırsatta cihad çağrısında bulunan Usame aynı Amerika'nın gecikmeli de olsa Hıristiyan Yugoslavların Bosna'daki soykırımını, Kosova'daki Müslüman katliamını askeri harekat ile önlediğini görmezlikten geliyor.
Dünya siyaset tarihinde Amerika'nın Rusya ve Çin'le ilk kez vardığı terörizmle savaş işbirliğine, Afganistan'da taş, taş üstüne kalmayan bombalamaya rağmen Usame ile Molla Ömer hala ele geçirilmedi. Batı ülkelerinde terör korkusu devam ediyor. Bavulsuz Paris-Miami uçağına binen bir İngiliz pasaportlu terörist lastik ayakkabısı topuğundaki patlayıcı maddeyi oturduğu koltuk yerine tuvalette ateşlemeyi düşünseydi yeni bir felakete sebep olacaktı. İki uçak seyahatini takiben üçüncü seferde durdurulan bir Amerika'lının sırt çantasında otomatik tabanca, bir diğer yolcunun el çantasında ise kırk santimlik kama ele geçirildi. Amerika'da tüm uçakların pilot kabin kapıları kurşun geçmez çelik levhalarla güçlendiriliyor. Uzun yol seferlerinde silahlı polisler güvenlik sağlayacak. Müzeler, büyük alışveriş merkezleri, Disneyland gibi turistik yerlerde koruma görevlileri büyük ölçüde artırıldı. New York'ta B.M. Genel Merkezi çevresindeki sokak ve caddeler aylardır trafiğe kapalı. Lider Amerika'da işsiz oranı son 40 yıldır görülmemiş düzeyde. 11 Eylül'den bu yana ekonomi kaybı 500 milyar doların üstünde.
Tüm yerkürede zenginlerin yanı sıra yoksul kesimin üstüne çöken bu kabusun 19 intihar fedaisinin birkaç saatlik eyleminden kaynaklandığına inanmakta güçlük çekiyoruz.
Yazının Devamını Oku 30 Aralık 2001
Yıllar sonra tekrar Arjantin'deyim. Allende darbesini izlemek için Şili hudutunun açılmasını beklemek üzere ilk kez geldiğim bu ülkede daha sonra Falkland-Malvinas Savaşı sırasında aylarca kaldım. Şimdi ekonomik kriz açısından Türkiye ile ikiz kardeş benzerliğindeki ülkede siyasi ve sosyal patlama eşiğine gelmiş olayları incelemek üzere buradayım. Yabancısı olmadığım Buenos Aires'te ilişki tazelenecek tanıdıklar, et yemekleriyle ünlü halk lokantaları, politik tartışmaları gözlediğimiz entel kahvehaneleri var. Ama aklım başka yerde, ilk görmek istediğim küçük bir meydan ve ortasındaki saat kulesi.
Sheraton Oteli karşısındaki meydana gelirken heyecanım doruğunda. Meydanın dört köşesinde direklere asılı çelik levhalarda hep aynı ibare. Renkli harfleri tekrar tekrar okuyorum ‘‘Plaza Fuerza Aereo Argentina’’ (Arjantin Hava Kuvvetleri Meydanı). Yüreğimin kabardığını hissediyorum.
Ceviz ağaçlarıyla çevrili meydan ortasına yürüyorum. Londra'nın ünlü Big-Ben saat kulesinin ufak çapta kopyası karşımda. Parmaklıkla çevrili kule girişindeki levhada ‘‘Torre Monumental’’ (Anıt Kulesi) ve hemen altında ‘‘Ex-Torre de Los İngleses’’ ( Eski İngiltere Kulesi) yazılı. Meydan ile kulenin isim babası benim. Açılışında verilen isimlerin 70 yıl sonra değiştirilmesine ben sebep oldum. Duygulanmamın nedeni bu. Olayı kısaca özetleyeyim:
19 yıl önce Arjantin ile İngiltere arasında Malvinas-Falkland Savaşı'nı izliyorum. Devlet Başkanı General Galtieri işsizlik ve enflasyondan kıvranan Arjantinlilerin dikkatini dağıtmak üzere İngiliz kolonisi Falkland Adaları'nı işgal etmiş. Adalar ülkenin güney doğusunda. Askeri birliklerin üslendiği Patagonya'yı ziyaret ettikten sonra döndüğümüz başkentte hergün resmi brifinglere katılıyoruz. Arjantin askeri kuvvetlerinin sözcüsü Albay Juan, Sheraton Oteli'ndeki gazeteci kalabalığı karşısında brifing verirken İngiliz muhabirlerin sataşmasına hedef olurdu. Meydanda futbol oynadıktan sonra kirli eşofman ve topla brifinge gelen İngiliz muhabirler, Juan her seferinde ‘‘Malvinas ve başkenti Puerto Argentino’’ dedikçe ‘‘Hayır orası Falkland, başkent ise Port Stanley’’ diye çıkışırlardı. Daha sonra Arjantinli subayın askeri harekat hakkında verdiği bilgileri ‘‘Gerçekleri saklıyorsun, bugün iki uçağınızı düşürdük’’ diye yalanlamaya çalışırlardı.
20 dakikalık brifinglerde Albay Juan tercüman kullandığı için zamanın yarısı tercüme ve tartışmayla sürerdi. İçime bıkkınlık geldiği için iyi dostluk kurduğum Juan'a tüm muhabirlere haksızlık edildiğinden şikayetçi oldum. Ertesi gün sözcü İngilizlere ‘‘Eğer tartışmaya devam ederseniz sorularınızı yanıtlamayacağım’’ diyerek konuyu kesip attı. Aynı anda bana bakarak hafifçe tebessüm etti. Ama işgali hatalı Falkland'da tek taraflı, ‘dev ile cüce’ arasında bir harp başlamıştı. Falkland Adaları'na liselerden toplanıp gönderilen liseli Arjantinli gençler silah tutmasını dahi bilmiyorlardı. Seçme İngiliz komandaları tarafından savaşta yok edilirken bir İngiliz denizaltısı açık denizde eğitim gemisi General Bregano'yu topilleyerek yüzlerce bahriye öğrencisinin ölümüne sebep oldu.
Ertesi gün brifinge gelmek üzere meydandan geçerken bir tabelada adının ‘‘İngiltere Meydanı’’, ortasındaki saat kulesinin ise ‘‘İngiltere Kulesi ’’ olduğunu görünce içim cız etti. Brifingden sonra Albay Juan'ın ofisine kahve içmeye gittiğimde selam-sabahsız konuya girdim. ‘‘Türkiye'nin harp ettiği bir ülkenin muhabirleri başkent Ankara'da askeri sözcüyle kesin böyle tartışamaz. Daha da önemlisi İngiliz kuvvetleri 16-17 yaşındaki gençlerinizi öldürüyor. Okul geminizi batırıyor, bazı muhabirler Buenos Aires'in dahi bombalanacağını söylüyor. Karşıdaki meydanın, ortasındaki kulenin adları İngiliz. Biz de olsa bir gecede halkımız indirir bu tabelaları. Nasıl oluyor da buna gönlünüz razı oluyor?’’ dedim. Juan'ın çehresi renkten renge girdi.
Kısa süre sonra harp sona erdi, üç aya yakın kaldığım Arjantin'den ayrıldım. Ne kadar zaman geçtiğini hatırlamıyorum, Albay Juan beni telefonla arayıp hoşbeşten sonra ‘‘Uyarınıza teşekkür ederim, yetkililerle konuştum, meydanın ve saatin isimlerini değiştireceğiz’’ dedi. Meydan ve 24 Mayıs 1916'da İngiliz mimarlık firması Hopkins and Gordon Ltd'nin tüm malzemelerini Londra'dan getirerek diktiği saat kulesi hala yerinde ama İngiliz isimler kaldırılmış. Artık her ikisi de Arjantin adlarını taşıyor.
Yazının Devamını Oku 23 Aralık 2001
Amerika'da ailenin mutlak hakimi kadın. En maço erkek dahi evde son sözün eşinin ağzından çıkacağı bilincinde. Niyetimiz karşı cinsi kötülemek değil. Erkek yaşamında kadın uçsuz bucaksız çöl ortasında rengarenk güllerin yeşerdiği vaha, kuruyan gölde salınarak yüzen manolya.
Peki kadına kıyasla ‘erkek milleti’ sütten çıkmış ak kaşık mı? Son iki haftadır New York'ta dillerden düşmeyen bir olayı nakledelim, kararı siz verin.
Sanford Asher mesleğinin zirvesinde bir hukukçu. 56 yaşında, evli ve üç çocuk babası. Harvard mezunu mülti-milyoner hukukçu, Manhattan'da dubleks apartman katında oturuyor. Zengin kesimin yaşadığı Scarsdale'de malikanesi, Florida'da yazlık villası var. Marinada lüks yatı demirli. Spor Bentley arabası 250 bin dolar.
Bir eli yağda, diğeri balda yaşayan ünlü avukat, erkeklerin buhranlı dönemine giriyor. Geçen yıl ahu gibi güzellerin anadan üryan dans gösterileri yaptığı Paradise Club'ı ziyaret ediyor. Sanford'un dikkati Line Grosjean adlı dansçıda toplanınca olaylar birbirini izliyor. Jean kusursuz vücutlu, kalçaları dolgun 18 yaşında bir İsviçreli striptizci. İlgiyi farkeder etmez babası yaşındaki müşterinin önünde gösteriye başlıyor. Göbek, kalça kıvırarak yaptığı standart dansını iri göğüslerini milyoner avukatın yüzüne dayıyarak bitiriyor.
O günden sonra orta yaşlı avukatın yaşamında yeni bir fasıl açılıyor. Sırılsıklam aşık olduğu Line Grosjean için Manhattan'ın göbeğinde bir aşk yuvası tutuyor. Haftanın dört gününü orada geçirmeye başlıyor. Arkadan hediye yağmuru geliyor. 18 karat pırlantalarla bezenmiş 30 bin dolarlık altın Rolex saati, 80 bin dolarlık kırmızı BMW araba, marka elbiseler, beş bin dolarlık Hermes çantalar, pırlanta takılar, alışveriş yapması için platin kredi kardı takip ediyor. Karısını boşayıp Line'le evlenme hazırlığına giren Sanford iki ay önce striptizciye 11 karatlık pırlanta nişan yüzüğü hediye ediyor. Avukatın 20 yıllık eşi Jayne'nin kulağına gelen söylentiler evde sürekli kavgalara sebep oluyor.
Line hayli muhteris, üşütük genç bir kadın. Annesiyle İsviçre'de tanışıp evlenen kuyumcu üvey babasıyla birlikte on yıl önce New York'a gelmiş. Liseden mezuniyet gününde okul müdürünün elinden diploması aldıktan sonra paltosu açıp kırmızı külotu üstünde çıplak göğüslerini teşhir ederek skandal yaratmış.
Zenginlerin uğrağı kulüpte striptizci olarak işe başlayan Line, kısa sürede bizim aşık avukat Asher'den bıkınca eski sevgilisi esrarkeş James Johnerson'a şeytani plánını açıklıyor: ‘‘Birini bul, avukatın karısını öldürsün. Sanford'un gözlüğünü cesedin yanına bırakacağım. Onu hapse gönderirler, tüm serveti bize kalır!’’ 10 bin dolar para veriyor. Parayı bir gecede kumarda tüketen esrarkeş, avukatın karısı Jayne'e gidip striptizcinin planını açıklayarak para istiyor. Karısından sonra da Sanford'u arayıp tren istasyonunda buluşuyor. Ona da 25 bin dolar karşılığında cinayet planının delillerini vermeyi teklif ediyor. Dehşet içinde kalan Sanford aşk yuvasına dönüp onu öldürmeyi planlayan sevgilisiyle tartışıyor. Bunun üzerine Line bir avuç uyku hapı yutuyor ve hastaneye kaldırılıyor. Sanford evdeki bilgisayardan Line-James haberleşmesini tespit ederek polise başvuruyor. Striptizci ve esrarkeş dostu akıl dengelerinin tesbiti için hastanede izlenmeye alınıyor. Sevgilisinin ihaneti avukatı ruhi bunalıma sokarken eşi Jayne boşanma davası açıyor.
Karışık ilişki yumağının dosyası şimdi savcılıkta. Striptizci Line'i New York'un en güçlü hukukçuları savunacak. Avukat parasını kim ödüyor derseniz, 19 yaşındaki sevgilisine hálá çılgınca bağlı Sanford Asher!
Yazının Devamını Oku