7 Nisan 2002
Bizim de Türk ordusunda boks şampiyonu olan can dostumuz ‘koltukaltı’ Vasken, yoksuldan para almayan doktor Dikran, Sakızağacı Güzeli Takuhi dahil Bakırköylü Ermenilerle genç yaşlarımızda yüreğimize, belleğimize yerleşmiş hatıralarımız var. Gene de şikayetimiz bu Türk vatandaşı Ermenilerden değil. Nisan'la birlikte ilkbahara girdik. Havalar henüz ısınmış değil, kuzey rüzgarı hala koparılmış takvim sayfalarında kalan kıştan alıntılar getiriyor. Oysa ayın son haftasında daha sert rüzgarlar esecek New York'ta. Hem de İngilizler’in 1915 yılında Çanakkale'ye çıkarma yaptıkları, sonu hüsranla biten 24 Nisan'da. Bu Ermeniler’in sözde ‘soykırım günü’ ilan ettikleri tarih. Turistik Times Meydanı'nda bir kez daha Amerikalı Ermeniler toplanıp Osmanlı'ya, Türk'e ateş püskürecekler.
Türk-Ermeni ilişkileri anlaşılması güç bir ikilem içinde. Dostluk elini uzatan da var, kuyumuzu kazmak çabasını hala sürdüren de. Erivan yönetimi, yarısından fazlası yabancı ülkelere göç etmiş geri kalan 1.7 milyon vatandaşının ağır yaşam koşullarını düzlüğe çıkarmak için Türkiye ile iş ve ticaret ilişkileri kurmaya çabalıyor. Buna karşın Ankara ‘‘Bizimle siyasi ve ekonomik işbirliği istiyorsanız işgal altındaki Azeri topraklarını terkediniz.’’ yolunda mesajlar gönderiyor. Koçaryan hükümetinin ise bu mesajlara kulak asmaya hiç ama hiç niyeti yok. Gene de alt düzeyde gayrıresmi temaslar sürüyor.
Bir cemiyet kuran Türk ve Ermeni işadamları karşılıklı ticaret yollarını araştırıyorlar. Bir Türk kadın grubu geçenlerde Ermenistan'ı ziyaretlerinde oradaki hemcinsleriyle sözde soykırımını tarihe havale etmekte anlaşıp yeni kurdukları dostluklarını kutladılar. Grup Türkiye'ye döndükten sonra gazetelerde Ermeni kadınlarının pişirdiği Türk yemekleri, hálá dinledikleri klasik Türk müziği, Udi Hrant'ın ustalığı, İstanbul'un görkemi, karşılıklı nostaljik anılar tazelenirken yaşaran gözler köşe yazılarına yansıdı.
Hepsi güzel bunların. İtirazımız yok. Bizim de Türk ordusunda boks şampiyonu olan can dostumuz ‘koltukaltı’ Vasken, yoksuldan para almayan doktor Dikran, Sakızağacı Güzeli Takuhi dahil Bakırköylü Ermenilerle genç yaşlarımızda yüreğimize, belleğimize yerleşmiş hatıralarımız var. Gene de şikayetimiz bu Türk vatandaşı Ermenilerden değil. Sorun ‘diaspora’ ile başta Amerika, yabancı ülkelerde yaşayan Ermeniler’in politika militanlarından.
Artık 1970'lerde başlayan, 70 civarında resmi temsilcimizin canına kıyan ASALA terorizmi yok. Terör eylemleriyle uygar dünyanın nefretini çeken fanatik Ermeniler taktik değiştirip Osmanlılar’ın son döneminde üç kıtada varlığını koruma savaşı verirken meydana gelen olayları Türkiye'nin üstüne soykırımı lekesiyle oturtma gayretini sürdürüyorlar.
Başarısız bir gayret değil bu. Yunanistan'dan Uruguay'a on kadar ülke 1915 yılında Doğu Anadolu'daki Ermeniler’in harp bölgesinden çekilmesindeki insan kaybını soykırımı olarak tanıdı. Hem de hastalık, gıda yokluğu, iç çatışmalarda Ermeniler yanısıra yüzbinlerce Türk'ün de ölümünü gözardı ederek. Türk Hükümeti ‘soykırımı’ sözcüğü başına ‘sözde’ kelimesini getirerek toplu Ermeni katliamı suçlamalarını reddedip olayların tarih merceği altına alınmasını istiyor.
Başbakanlığa bağlı Osmanlı'nın devlet arşivlerinin açık olduğunu yalnızca Türk değil o dönemde Türkiye'de bulunmuş İngiliz, Rus, Alman ve Amerikalı diplomat ve tarihçilerin rapor, belge, vesika, görgü şahidi ifadelerinden araştırılmasını öneriyor. Son yıllarda açıklanan bazı istastiklerde Kafkaslar'dan Balkanlara süren savaşlarda Ermeniler’in Anadolu'da Türk köylerine baskınları, işkence, kurşuna dizme, yiyeceklerine zehir katma, toplu katliam ile kadın, çocuk, yaşlısıyla 518 bin 105 Türk'e kıydıkları belgelerle ortaya seriliyor. Oysa Ermeniler bu arşivlerde araştırmaya yanaşmıyorlar.
Kaliforniya'da Ermeniler’in Türkiye'yi karalama girişimlerine karşı yıllardır mücadele veren Ergün Kırlıkovalı ‘‘Fanatiklerin Türk düşmanlığında mola vereceği yok. ABD'de 26 şehirde soykırımının tanınmasını sağladılar. Amerika'daki Ermeni diasporası çok güçlü. Bu yıl Yahudileri de kullanarak Kamboçya, Ruanda örnekleriyle İnsandan İnsana Zulüm yasasını çıkartmaya uğraşıyorlar.’’ diyerek önemli bir gelişmeyi dile getiriyor. Sözde soykırımının tartışıldığı toplantı ve panellerde Ermeniler’in laflarını ağzına tıkayan Kırlıkovalı şöyle devam ediyor: ‘‘CA 2003 adlı bir yasa tasarısı eyalet meclisinden geçerse kuracakları ‘Mükemmeliyet Merkezi' adlı kurumlarda öğretmenleri eğitecekler, liselerde sözde Ermeni soykırımı okutulacak. Amerikan çocuklarına Türk'ten nefret tohumları aşılanacak. Kaliforniya'da bu Ermeni girişiminin öncüsü Yahudi kökenli eyalet milletvekili Paul Koretz. Washington Büyükelçiliğimizin Yahudi örgütleriyle temas ederek uyarıda bulunması lazım.’’
Ermenistan’ın nüfusu 1.7 milyon. Ermeni kökenli Amerikalılar’ın sayısı ise bir milyon civarında. Yunan lobisini de yanlarına alan politika militanları yoksul Erivan'ı buradan yönetiyor.
Kimsenin turistik, sıcak ilişki amaçlı gezilerde kebap, dolma, türkülü davetlerde kurduğu sıcak ilişkilerine sözümüz yok ama eline fırsat geçse Türk ırkının kökünü kurutmaya and içmişleri de akıldan çıkarmamak lazım.
Yazının Devamını Oku 31 Mart 2002
Michael Moore, ‘‘Ahmak Beyaz Adamlar’’ adlı kitabında Amerika'yı ahmaklar ülkesi olarak niteliyor. Bu kitaba göre Başkan Bush, Afrika'yı bir ülke sanıyor. Halk da ondan iyi durumda değil: 44 milyon Amerikalı ancak ilkokul düzeyinde okuma yazma biliyor. 200 milyon ise okuma biliyor ama okumuyor. Böyle cahil ve ahmak bir ulus dünyayı yönetmemeli, diyor yazar.
Amerika dünya birincisi. Hangi alanda derseniz akla gelen her alanda. Ama hepsi övünülecek birincilik değil. Tümünü sıralamaya kalksak bu köşenin yazı dizisine dönüşmesi gerekecek. Kısaca birkaç örnek verelim.
Dünyada en fazla milyoner ve milyarder Amerika'da. Askeri harcamalar, özel araç, sivil halkın sahip olduğu silahlar, ateşli silahlardan, trafik kazalarından ölüm, sığır eti tüketimi, cep telefonu, TV, kişi başına düşen enerji tüketimi, hava kirlenmesine sebep olan karbondioksit ihracı (Brezilya, İngiltere, Almanya, Fransa, İtalya, Kanada, Hindistan, Meksika ve Endonezya toplamından fazla), benzin ve doğal gaz tüketimi, bütçe açığı, ırza geçme, yoksul çocuklar sayısı, insan hakları anlaşmaları imzalamayan ülkeler sıralaması, seçimlerde en az oy kullanan ulus olarak ABD dünya birincisi.
İstatistiki rakamların çoğunu Michael Moore'un ‘‘Ahmak Beyaz Adamlar’’ kitabından aktardım. ‘‘Roger ve Ben’’ kitabı en çok satanlar listesine geçen, TV'de belgeselerinden çeşitli ödüller alan yazar bu son kitabında Amerika'yı ‘‘Ahmaklar Ülkesi’’ diye niteleyerek politikacılara, dev şirket yöneticilerine veryansın ediyor. Liste başına tırmanan kitabında Başkan George W. Bush'a acımasız eleştiriler sürdüren Moore şöyle yazıyor:
‘‘14 Haziran 2001'de İsveç Başbakanı Goran Perrson'a başkan seçiminden söz ederken bir TV kamerasının çalıştığından habersiz Bush ‘Şaşılacak şey. Kazandım. Hem de barışa, refaha, memurluk görevine karşı olmamama rağmen' dedi. Afrika'yı kıta değil ülke sanan, Yale Üniversitesi'nde 2001 eğitim yılı açılışında, öğrenciliği vasat üstüne çıkmadığından, cehaletini saklamak yerine iftiharla söz eden Bush, ‘Başarısız öğrencilere sesleniyorum! Siz de ABD başkanı olabilirsiniz' diyordu. 1999'da kokain kullanıp kullanmadığı sorulduğunda son 25 yıldır suç işlemedim yanıtını verdi. Peki 1974'den önce hangi suçları işledin George? Ulusal güvenliğimizi tehdit edecek, şantaj yapılmasına yol açacak derin sırların olduğundan kaygılıyım. İçkili araba kullanma, bir Noel süslemesini şaka için çalma, futbol maçında olay çıkarma nedeniyle üç kez tevkif edildiğini biliyoruz. Hepsi bu kadar mı?
Bush atom bombasına sahip Hindistan ve Pakistan liderlerinin adını da bilmiyor. (Bush için kitaptan kesip cepte saklanmak üzere dünyanın en büyük coğrafyasına sahip 50 ülkenin ve başkanlarının adlarını sıralamış. Listede 16'ıncı sırada Türkiye ve Ahmet Necdet Sezer'in adı yer alıyor.) Cehalet alanında yalnız değil. Başkan Eisenhower'ın Seylan'a (Sri Lanka) büyükelçi tayin ettiği Maxwell Gluck Senato'da ifade verirken bu ülkenin başkentinin ve başbakanının adını bilmediğini söylemişti. Reagan'ın Dışişleri Bakan yardımcısı William Clark da dış ilişkilerde bilgisi olmadığını itiraf etmişti. Sigara sanayinin danışma kurulu üyesi, Philip Morris'den seçim kampanyasında 72 bin dolar yardım alan Tommy Thompson daha sonra Sağlık Bakanı seçildi. (Chevron'a hizmetlerinden ötürü 130 bin tonluk benzin tankerine adı verilen Ulusal Güvenlik Danışmanı Condoleeza Rice'dan oto sanayiinden 700 bin dolar bağış alan Enerji Bakanı Spencer Abraham'a Bush yönetimi bakanlarının holdinglerle yakın ilişkileri sıralanıyor.)’’
AMERİKALI OKUMAYI SEVMİYOR
Moore sonunda ‘‘Kendi cebini doldurmak isteyenlerin rejimi yaşanıyor. Bu ahmak beyaz adamlar durdurulmalı’’ diyor.
Michael Moore mizahi üslupla yazdığı kitabın ‘‘Ahmaklar Ulusu’’ bölümünde Harvard, Yale, Princeton gibi Amerika'nın en saygın üniversitelerinde 556 son sınıf öğrencisine lise düzeyinde test yapıldığında ancak yüzde 53'ünün vasat üstünde yanıt verdiğine işaret ediyor: ‘‘Öğrencilerin yüzde 40'ı Amerikan İç Harbi'nin hangi yıllarda cereyan ettiği sorusuna bilmiyoruz yanıtını verdi. Aynı öğrenciler Snoop Doggy Dog (rap'çi), Beavis ve Butt-head (karikatür karakteri) kimdir sorusuna yüzde 98-99 oranda doğru cevap verdi. Pentagon'a dört yıl içinde 1.6 trilyon dolar ek yardım sağlanacak. Oysa 112 milyar dolarla ABD'deki tüm okulların eğitim düzeyi yükselebilir.
44 milyon Amerikalı ancak ilkokul dördüncü sınıf düzeyinde okuma, yazma biliyor. 200 milyon ise okuma biliyor ama okumuyor. Amerikalı yılda 99 saat kitap okuyor ama 1,460 saat TV izliyor. Halkın yüzde 11'i gazete okuyucusu. 1990'ları Monica'nın lekeli elbisesi, O. J.'in Bronco'yla kaçış denemesi, boğularak öldürülen altı yaşındaki güzellik kraliçesi, Hugh Grant'in sevgilileri haberleriyle geçirdik. Böylesine cahil ve ahmak bir ulus dünyayı yönetmemeli. Hiç olmazsa çoğunluk haritada Kosova veya bombaladığımız bir ülkenin yerini gösterebilmeli.’’
Kitapta kadınların iş hayatında, yönetimde dışlandığı söyleniyor, zencilere karşı yapılan büyük haksızlıklar sıralanıyor, İsrail devlet terörüyle suçlanarak yılda üç milyar dolarlık ABD yardımının tümüyle kesilmesi öneriliyor: ‘‘İsrail'e bir yıl mühlet verip Batı Şeria, Gaza ile bazı kesimleri kapsayacak bir Filistin devleti kurulmasını sağlamasını istemeliyiz. Her gün maaşımızdan kesilen dört cent Filistin çocuklarını öldüren İsrail silahlarına gidiyor. ABD İsrail'e verdiğinin iki mislini Filistinliler'e vermeli.’’
Daha pek çok bilgi ve garip olaylar sıralıyor Moore kitabında. Amerikalılar bu kadar ahmaksa nasıl dünyaya hükmediyorlar acaba?
Yazının Devamını Oku 24 Mart 2002
Jöleli saçları itinayla arkaya taranmış genç adam ‘‘Otelimizde misafir misiniz?’’ diye soruyor. Hayır yanıtını verince rezervasyon defterine bakıp masa için yirmi dakika kadar bekleyeceğimi söylüyor. Ne zaman gelsem hep aynı şey. Güneş battıktan sonra ‘57-57’de yer bulmak imkansız. Burası New York'un en işlek barlarından biri. Çift eş numaralı adı ise içinde bulunduğu Four Seasons otelinin 57'inci sokakta olmasından kaynaklanıyor.
Jet sosyetenin yanısıra sinema ve eğlence aleminin şöhretleri, Avrupalı asil tabaka, Orta Doğulu tüccarlar, Güney Asyalı sanayicilerin New York ziyaretlerinde tercih ettiği otelin barı dar gelirli akşamcıların takılacağı cinsten değil. İki kadeh içki vasat işçinin yevmiyesi kadar. ‘57-57’de Amerikan hastaneleriyle iş anlaşması yapmak üzere New York'a gelen Prof. Cemşit Demiroğlu'yla buluşacağım. Bara yöneliyorum. Oturacak tabure şöyle dursun ayakta duracak yer yok. Tezgah önü etten duvar. Ama bu iş çıkışı stres atmak üzere toplanmış kalabalığa benzemiyor. Tek omuzu açıkta bırakan Mark Jacobs stili kokteyl kıyafeti, kruvaze ceket altında ipek gömlekli, göbek çukurunu sergileyen siyah jean pantolonlu genç kadınlarla koyu takım elbiseli erkekler burun buruna koyu sohbet içindeler. Arada bir eğilip parke zemindeki Prada, Louis Vuitton çantalarına uzanıp sigara alıyorlar.
Beklediğimi farkeden garsona önümdeki müşterilerin arasından sıyrılıp içki siparişimi veriyorum. Yanı başımda 30'lu yaşlarda bir erkek, elinde yarılanmış şarap kadehi. İlginç bir tip bu adam. Sırtında zeytin renkli bir kaban, dik yakalı süveter, rengi uçmuş blucin altında mokasen ayakkabı. Ama ilgimi çeken tarafı kıyafeti değil, bara gelen her kadınla senli-benli konuşmaya başlaması. Kadınlara kırk yıllık tanıdık havasında yaklaştığı için ‘57-57’nin müdavimlerinden biri diye düşünüyorum oysa yanıldığımı anlıyorum. Dik göğüsleri şeffaf bluzunu zorlayan çekik gözlü bir kıza yılışık tebessümle ‘‘Selam Laura nasılsın?’’ diyor. Daha önce iki kıza da ‘Laura’ diye hitap ettiğini hatırlıyorum. Uzakdoğulu kızın yüz hatları sertleşiyor. Bakışları etrafta gezinirken adının Laura olmadığını söylüyor. İlginç tip pes edecek cinsten değil, diretiyor. ‘‘Jennifer, değil mi?’’ Çekik gözlü yanıt vermiyor, adam hala konuşuyor. Kız barın diğer ucuna yürüyor. Omuz başımdaki azılı çapkın şikayete başlıyor: ‘‘Haspaya bak, altı ay önce ondan hastalık kaptım, şimdi beni tanımazlıktan geliyor.’’ Peki adı Laura mı? ‘‘Nerden bileyim, buradan çok kadın alıp götürdüm, isimler karışıyor. ‘57-57' bereketli yer. Boş çıktığım olmadı. Dört kişi hayır dese, beşinci tava düşüyor. Bara zengin avlamaya gelen hayat kadınları da geliyor ama onlarla işim yok. Kadının kişiliğini bir bakışta anlarım. Klası yoksa elimi sürmem’’ derken gözü arkamda birine takılıyor: ‘‘Merhaba, seninle Wyoming'de Rock Spring'de sazan avında karşılaşmıştık, hatırladın mı?’’ Ufak tefek genç bir kız bu. Kuzu derisi diz üstünde palto giymiş. Kız Texaslı, hayatında Wyoming’e gitmemiş ama sohbete hazır. Bizimki Dallas'ta rodeo yarışmasına girdiğini anlatıyor: ‘‘Azgın bir at verdiler, iki dakika sonra beni silkeyip fırlattı. Dallas'ta ana meydan karşısındaki McDonald's'ı biliyor musun, Big-Mac'leri harika?’’
New York'un kalbi Manhattan zampara erkekler için ideal yer. Resmi kayıtlara göre her 87 erkeğe düşen kadın sayısı 100. Manhattanlıların ancak yüzde 25'i evli. Geri kalanlar dul veya ‘single’ denilen bekar takımı. Erkek eşcinsellerin ikiyüz bini aştığı da dikkate alınırsa bu ünlü kentte yaşayan kadınların eş bulma şansı fazlaca yüksek değil.
Nüfus sayımcılar iki milyon nüfuslu minik adada yaptıkları araştırmalarda erkek veya kadın nüfus sayısına göre bazı mahalleleri ‘‘Piliç Mahallesi’’, ‘‘Testosteron Bölgesi’’, ‘‘Kadın Yağmuru’’, ‘‘Erkek Şovu’’ şeklinde argo sıfatlarla isimlendirmişler.
Kentin finansman ve bankacılık kesiminde, moda, halkla ilişkiler, hukuk dallarında çalışan profesyonel evli olmayan bazı kadınlarla konuştuğumda garip şeyler öğreniyorum: ‘‘New York'ta koca bulmak güç. Mesleğimizde erkeklerin çoğu evli veya çeşitli sebeplerle evlenme niyetinde değil. Geç saatlere kadar çalıştıktan sonra yorgun argın evin yolunu tutuyoruz. Hafta sonunda kız arkadaşlarla müzelere, tiyatrolara gidiyoruz. Genç olanlarımız pazar sabahları kahvehanelere, Barnes and Noble gibi kitapçılara gidiyor. Oralarda bekar erkekler var ama çoğu erkek arayışında. Son zamanlarda lokal gazetelere ilan verip hayat arkadaşı aramaya başladık. İnternet kanalıyla bekarlarla temas kuruyoruz. Bıktırıcı bir iş bu. İlanlarla, ekran yoluyla haberleştiğimiz erkeklerle buluştuğumuzda garip kişiler çıkıyor karşımıza. Beş dakika geçmeden ‘Gel, yatalım', ‘Geçen hafta işimi kaybettim, sende kalabilir miyim?' diye teklifte bulunuyorlar. Bir çift laf ettikten sonra ‘Akşam yemeğine annem gelecek' bahanesiyle kaçıyoruz. New York'ta birlikte hayat kuracak erkek, dört yapraklı yonca bulmak kadar güç.’’
Yazının Devamını Oku 17 Mart 2002
Sırtımdaki pardesü ince, gecenin ayazıyla başedecek gibi değil. Karşı sahilden esen batı rüzgarı içime işliyor, ama üşüdüğümü hissetmiyorum. Gözlerim gökdelenler dairesi ortasında diklemesine göğe tırmanan çivit mavisi iki ışık huzmesine kitlenmiş. Geçen yılın 11 Eylül sabahında yerle bir olan ikiz kulelerin sembolü bu ışık huzmeleri. Teröristler intihar uçaklarıyla gelseler ancak delip geçerler, iz bırakmadan. Anılarım altı ay öncesine gidiyor. Usame'nin fedailerinin eylemleri zihnimde canlanıyor. Yanarak çöken binalar, olup-biteni anlamadan ölen insanlar, toz toprak içinde kaçışan kadın-erkekler, enkaz altından kaldırılan cesetler. Üşümeye başlıyorum ama soğuktan değil.
Kafeteryada sabah kahvesinde Al-Akhbar'ın Mısırlı muhabirine bir gece önceki gözlemlerimi anlattıktan sonra, ‘‘New York bir daha 11 Eylül terörünü yaşayabilir mi?’’ diye soruyorum. Tecrübeli gazeteci duraksamadan cevap veriyor: ‘‘Son gelişmeler Filistin devletinin yakında kurulacağı yönünde. Eğer bu iş altı ay önce gerçekleşseydi Amerika bu terörü yaşamazdı. Filistinlilerin ıstırabı eylemleri körüklüyor. Bir de Amerika, Arabistan'daki askerlerini geri çekse terör biter. Usame eylemlerini haklı gösterecek sebep bulamayacak.’’
Arap gazeteci Amerika'nın İsrail'e kayıtsız şartsız destek vererek El-Kaide, Hizbullah gibi kolları Avrupa'dan Güneydoğu Asya'ya uzanan Ortadoğu kökenli terör örgütlerine Amerikan hedeflerine yönelik eylemlere davetiye çıkardığını söylüyor. Meslekdaşım, ‘‘9 Eylül'den sonra Amerikalıların gözü açıldı. Bir Gallup anketinde halkın yüzde 30'u terör saldırılarının İsrail'in Filistinlilere yapılanlara Amerika'nın göz yummasından kaynaklandığını belirttiler’’ diye ekledi.
Bu değerlendirmede hakikat payı büyük. Kanlı eylemlerin altından Filistin sorunu çıkıyor. Şubat başında Floridalı varlıklı bir ailenin 15 yaşındaki oğlu Charles Bishop tek motorlu Cessna uçağıyla Tampa'da bir banka binasına intihar uçuşundan sonra geride bıraktığı mektupta Filistin halkına korkunç eylemler yapan canavar diye nitelediği Amerika'yı İsrail'le işbirliği yapmakla suçladı.
Arap aleminin tümü 11 Eylül terör saldırılarının kökeninde Filistin sorununun yattığı hususunda görüş birliğinde. Başkan Bush 19 Arab'ın intihar eylemlerini, ‘‘Özgürlüğümüzü, demokrasimizi kıskanıyorlar’’ şeklinde nitelemesini yeni bulgular neticesinde değiştirmeye mecbur kaldı. ABD ve Batı ülkeleri artık çeşitli ülkelere sıçramış terörün nedenlerini arama eğilimine girdi.
Yazılı ve görüntülü Amerikan basınında son haftalarda İsrail'in Filistin politikası eleştirilmeye başlandı. Filistinli teröristlerin intihar eylemlerine karşı İsrail tanklarının sivil halkın meskenlerini yıkması, çoluk-çocuklu ailelerin yaşadığı mülteci kamplarının F-16'larla bombalanması da ekranlara getiriliyor. Yahudi kökenli yazarlar işgal altındaki Arap topraklarında konut siteleri inşasına devam edilmesini, Başbakan Şaron'un diyalog yerine çatışmaları yeğlemesini kınıyorlar.
54 yıllık tarihinde ilk kez bir grup İsrailli subay ve asker hükümet politikasına karşı çıktılar. ‘‘Yesh Gvul’’ adlı isyancı grubun başkanı Yarbay İshai Menuchin, ‘‘İsrail'i savunmaya hazırım. Ama askeri işgalde görev almayı reddediyorum. 3,5 milyon işgal altındaki Filistinlinin eşitlik ve özgürlükten yoksun durumu antidemokratik. Filistin topraklarını işgale devam etmemiz İsrail'i daha güvensiz ve daha az insancıl hale soktu. Şiddetin giderek artması bu gerçeğin kanıtı. Son birbuçuk yılda askerlerimiz 178'i çocuk olmak üzere 850 Filistin'liyi öldürdü, 55 kişiyi idam etti. Terör ve harp korkusu içinde yaşıyoruz ama işgal altındaki Filistinliler saat başı öldükleri için daha fazla korku duyuyorlar’’ diyor.
Yemen başkentinden bir Amerikalı yazar korkuya dayalı İsrail politikasına şöyle değiniyor: ‘‘Romalı devlet adamı, filozof Çiçero'nun sözüdür: İstedikleri kadar nefret etsinler, yeter ki bizden korksunlar.’’ Tarafsızlığıyla ünlü BM Genel Sekreteri Kofi Annan hafta ortasında İsrail'in Filistin topraklarını işgalinden 'yasadışı' diye söz etti. Annan ‘‘İlk defa yasadışı lafını kullandınız, niye?’’ sorusuna ‘‘Ekranlardaki vahşeti seyretmek kolay değil. Halkın yoğun yaşadığı yerlere ağır silahlarla saldırılar büyük çapta ölüme sebep oluyor. Başbakan Şaron'a bu konuda mektup yazdım’’ yanıtını verdi.
Ortadoğu'da hala kan gövdeyi götürüyor ama Başkan Bush Batı Şeria'ya saldırılardan ötürü İsrail Başbakanı'nı sert dille ikaz etti. BM acil bir ateşkes ile barış görüşmelerinin başlaması, Filistin devletinin kurulması yolunda karar aldı. Altı milyonluk İsrail, bir milyar Arap-Müslüman dünyasının desteklediği Filistin'i silah zoruyla dize getiremeyeceğini idrak ediyor. Dış dünyada yalnızlığa itilen, kendi içinde çatlak sesler yükselen İsrail yakında bir Filistin devletiyle sınır paylaşmaya mecbur kalacak. Yeni Filistin devleti kurulunca taraflar silahlara veda edecek ve 11 Eylül tipi terör tarihe gömülecek.
Yazının Devamını Oku 10 Mart 2002
<B>Dolmabahçe</B>'den inerken Jayson Williams karşınıza çıksa Boğaz'ı göremezsiniz. Jayson kapı gibi dedikleri cinsten. Boyu iki metre beş santim, kilosu 120. Bu dev azmanı şubat ayının ilk yarısında 12 arkadaşını evine davet ediyor. Ev dediğimiz yer dostlar başına. New Jersey'de 10 bin m2'lik 57 odalı bir malikane. 280 bin m2'lik arazinin ortasında. Yüzme havuzundan, açık, kapalı basketbol ve tenis kortları, konuk villaları, at ahırına kadar her şey var içinde.
Sabaha karşı yerel polise, malikaneye konukları getiren limuzin şoförünün intihar ettiği bildiriliyor. Polisler şoför Costas Christofi'yi yanında çift namlulu, 12 kalibrelik bir tüfekle kana gömülmüş buluyorlar. Rum Costas ambulansla hastane yolunda hayata veda ediyor. Uzmanlara göre böyle uzun bir tüfekle intihar etme olanağı imkansız. Evde on iki konuk, iki de çocuk var. Polise telefon eden bir konuk intihar değil kaza diye ifade değiştiriyor ancak bilgi vermiyor. Oturma odası boş şampanya, pahalı şarap şişeleriyle dolu. Kimse görgü şahitliğine yanaşmadığı için polis ifade alamıyor. Konuklar zil zurna ama alkol testi yapılamıyor. Karakola dahi çağırmıyorlar. Jayson kör, sağır ve dilsizi oynuyor. Savcı durumu incelediğini söylüyor.
POLİS İFADE ALAMIYOR
Olacak şey mi bu? Ortada kanlı bir ceset var. Nasıl öldüğü belli değil. Koca tüfeğin kendiliğinden ateş almadığı kesin. Polis evdekilerden ifade almaktan aciz. Ev sahibine niye konuşmuyorsun diyen çıkmıyor. Kara mizah bir durum. Bu iş Uganda'da olsa cinayet rüşvetle örtbas ediliyor diyeceğiz oysa burası Amerika. Hak ve adaletiyle ün salmış ülke.
Jayson Williams sıradan biri değil. Sakatlığı yüzünden iki yıl önce potalara veda eden yıldız bir basketbolcu. NBC'de basketbol yorumculuğu yapıyor. Mültimilyoner sporcu malikanesinde validen, hakim, başsavcı gibi önemli kişileri ağırlamış, bahçesinde düzenlediği partilerde polis vakfı için araba yükü para toplamış. Çeşitli kez ruhsatsız silah taşıma, barda adam dövme nedeniyle başı derde girmiş, gelen polisler ünlü basketbolcunun imzalı resmini alıp olayı kapatmışlar. Jason şöhretini kalkan olarak kullanmış.
Böyle bir ortamda arayıp soranı olmasa Rum şoför kim vurduya gidecek. Yunan mitolojisinde bir elinde kılıç, diğerinde terazi, gözü bez parçasıyla kapalı kadın tanrıça Themis, adaleti temsil ediyor. Hem de ABD Anayasa Mahkemesi'nin tepesinde. Bekar Costa'nın yeğenleri gazetelerin kapısını aşındırırken polis ve savcıyı da sıkıştırıyorlar. Ve olaydan iki hafta sonra Jayson Williams ilk kez hakim karşısında ifade vermeye mecbur kalıyor.
Amerika'da adalet düzeni sağlam ama para, şöhret ve makam gücü de yabana atılacak gibi değil. Özellikle müzik, sinema ve spor aleminde gazete ve dergilerden adı düşmeyen kişiler suç işlediğinde adalet bazen geri vites takıyor. Belleğimizde yakın geçmişi kapsayan şöyle örnekler var:
SUÇU YARDIMCI ÜSTLENDİ
Ünlü futbolcu O. J. Simpson boşandığı karısı ve bir garsonu öldürmekten ötürü tutuklandı. Yakalanmadan önce bolca nakit para, pasaportu ve bir tabanca ile düzinelerle polis arabası peşinde kaçma teşebbüsünü milyonlarca kişi ekranlarda izledi. Evinde, giysilerinde maktul iki kişinin kan izleri tespit edilen popüler sporcu güçlü avukat kadrosu sayesinde müebbet hapisten yakasını sıyırdı. Şimdilerde golf oynayarak gününü gün ediyor, fotoğrafçılara sırıtarak poz veriyor.
Empire State gökdeleninden oteller zincirine sayısız mülk sahibi olan Leone Helmsley'in büyük çapta vergi kaçaklığı ortaya çıkarıldı. Milyarder kadın nüfuzlu tanıdıkları, güçlü avukatlarının savunmasıyla 20 yıl hüküm yerine üç ay açık cezaevinde kaldıktan sonra serbest bırakıldı.
Pop kraliçesi Jennifer Lopez, sevgilisi rap şarkıcısı Puff Daddy'nin bir kulüpte silahla adam yaralamasından sonra polisten kaçarken tutuklandı. Karakolda polislere imzalı resim veren seksi yıldız ve Puff Daddy şoförlerini olayı üslenmeye razı edemediler. Rap'çinin bir yardımcısı işlemediği suçu kabullenerek cezaevine girdi.
Long Island sosyetesinden, eğlence aleminin tanınmış kişilerinin menajeri Lizzie Grubman bir kulüp girişinde park izni verilmeyişine kızarak arazi aracını kalabalığa sürdü, 16 kişiyi yaralayıp kaçtı. Aşırı sarhoş olan Lizzie'ye alkol testi yapılamadı. Hollywood şöhretlerinin avukatı olan babası devreye girerek kızının tevkif edilmesini önledi. Yaralıların açtığı davada Lizzie'nin para tazminatıyla yakayı sıyırması bekleniyor.
Kaliforniya milletvekili Gary Condit'in kızı yaşındaki sevgilisi Chandra Levy geçen yıl ortasında kayboldu. Polis ve savcılar Levy ailesinin tüm suçlamalarına rağmen popüler milletvekilini ilişki hakkında konuşmaya razı edemediler. Condit yeni seçimler için tekrar aday olduğunu açıkladı.
Başkan Bush'un ikiz kızları Jenna ile Barbara rüştüne erişmeden barda içki içerken çıkan olayı korumalar bastırdı. Başkan'ın yeğeni, Florida Valisi Jeb Bush'un kızı Noelle'in sahte doktor reçetesi düzenleyip uyuşturucu ilaç alırken yakalanması da örtbas edildi.
Bu olaylara sokaktaki birileri karışmış olsaydı yıllarca güneş yüzü görmezdi. Amerika'da adaletin gözü kör değil ama şaşı.
Yazının Devamını Oku 3 Mart 2002
Warner Music Group'un tarihini anlatan kitap Ahmet Ertegün'ün iki kulağı olduğunu öğreniyoruz. Ertegün şöyle diyor: ‘‘Bu işte iki kulağın olması lazım. Birinci kulağın kişisel zevkine hitap ediyor, duygulanıyorsun. İkinci kulağına göre dinlediğin müzik bir felaket ama satış yönünden harika. Tamam bu şarkı halkın zevkine uygun diyorsun.’’
Bayram tatilini fırsat bilip kara kıştan birkaç günlüğüne dahi kaçmak için New York'u seçen Türklerin sayısı az değil. İstanbul'dan gelen dostlarımızla ufak bir şehir turu yaparken soruyorlar: ‘‘Değişti New York, değil mi?’’ Sorunun zaman dilimi yalnızca beş ayı kapsıyor. Bir kent tarihinde kısa bir yaprak bu. New York'un tüm binalarını kanarya sarısına boyamış olsalar görünümün değiştiğini söyleyeceğiz. Oysa öğrenmek istedikleri 11 Eylül terör saldırısının getirdiği değişim.
Kolay yanıtlanacak bir soru değil bu. İçinde yaşayanlardan ziyade New York'a sık gelenlerin gözlemleri belki de daha gerçekçi olacak. Bir gün öncesi kentin merkezinde gezerken caddelerin eskisine kıyasla daha tenha olduğu dikkatlerini çekmiş. Günlerden cumartesi. Yahudilerin kutsal ‘sebt’ tatil günü, dükkanların bir kısmı kapalı. Şehirde her beş kişiden biri yahudi, hepsi evlerinde. Issız tablonun nedeni bu mu? Ama pazar günü de etraf kalabalık değil. Yoksa bana mı öyle geliyor, 11 Eylül öncesi de böyle miydi? Hatırlamıyorum.
Ofis köşesinden aşağılara baktığımda artık ikiz kuleleri göremiyorum. Yerle bir olmuş bir kaç bina görkemli yapılarıyla ünlü New York'u hangi boyutta değiştirebilir? Kenti ilk kez ziyaret edenlerin fark edecekleri bir husus değil bu. Her mahallede işyeri, apartman, dev mağaza inşaatları süregeliyor. Oysa Ada'da çadır kuracak yer yok, eski yapıları yıkıp yenilerini çıkıyorlar. New York'lular için beş ay uzun zaman. Manhattan'ın güney ucunda mini park büyüklüğündeki boşluğa şehir halkının alışmış olması lazım. Oysa konu ikiz kulelerin fiziksel yokluğu değil yokluğa neden olan terör saldırısının kent halkının ruhsal düzeninde yarattığı psikolojik etkileri.
Kurban Bayramı'ndan istifadeyle minik Manhattan adasında enine boyuna, gecenin geç saatlerine uzanan bir geziye çıkıyorum. Times Square'da insanlar kuyruk halinde. Broadway tiyatrolarına ucuz bilet almak için bekleşiyorlar. ‘The Producers’ hálá kapalı gişe oynuyor. Hem de 100 dolarlık biletle. 110 katlı ikiz kuleler yok ama 102 katlı Empire State var. Beş aydır şehrin en yüksek gökdeleni unvanını yeniden kazanan gökdelenin girişinden başlayan ziyaretçi kuyruğu köşe dönüşüne uzuyor. Çocuklu aileler, yabancı turistler kuşbakışıyla dört eyaletin gözlendiği bina tepesine çıkarken ikiz kulelerin akıbetinden kaygılanmadıklarını kanıtlıyorlar. Zenginlerin mağazası Saks Fifth Avenue eskisi gibi tıklım tıklım. Ucuz satışta olmamasına rağmen. Her keseye hitap eden GAP, Old Navy gibi dükkanlar da adam almıyor.
Tek çatı altında bir düzine film gösteren sinemalara rağbet eskisinden az değil. Sürrealist ustaların eserlerini sergileyen Metropolitan Müzesine giriş için rahat bir saat soğukta beklemek lazım. Tribeca'daki Nobu'dan Harlem'in Rao'suna gözde lokantalara rezervasyonsuz girmek hálá imkansız. Menacerin dayıoğlu olması hariç. Köşe başını tutmuş seyyar sandviç tezgahları önünde dahi kuyruk var. Starbucks, İnternet kahvelerinde masalar gençlerle dolu dolu. Washington Square parkında Doğu Avrupalı göçmenler Puerto Ricolular’la satranç maçlarına devam ediyorlar.
New York'un, esasında Amerika'nın simgesi Hürriyet Abidesi yeniden ziyarete açıldı. Sabaha kadar dans edilen Soho gece kulüpleri, usta müzisyenlerin boy gösterdiği Greenwich Village caz kulüpleri, Chelsea'nın sanat galerileri, Radio City Music Hall şovları yeniden revaçta. Robert de Niro belgesel, Sandra Bullock ile Hugh Grant Manhattan'da bir komedi filmi çalışması sürdürüyorlar.
Bu arada kitap okuma merakının da arttığını müşahade ediyorum. Barnes and Noble, Borders gibi kitap mağazaları zincirine ilgi büyük. Her yaşta insanlar Migros'tan haftalık alışveriş yaparcasına yeni yayınları satın alıyorlar. Her yıl 50 bin kitabın piyasaya sürüldüğü ülkede bu yayınları izlemek mümkün değil. Müzik raflarında sayfalarını karıştırdığım ‘Exploding’ başlıklı kitapta tanıdık bir isim gözüme çarpıyor. Warner Music Group'un tarihçesini içeren kitapta Ahmet Ertegün'ün ‘iki kulağı’ olduğunu öğreniyoruz. Kurduğu Atlantic Records'u Warner Bros.'a satan Ertegün şöyle konuşuyor: ‘‘Bu işte iki kulağın olması lazım. Birinci kulağın kişisel zevkine hitap ediyor, duygulanıyorsun. İkinci kulağına göre dinlediğin müzik parçası bir felaket ama satış yönünden harika. Tamam bu şarkı halkın zevkine uygun diyorsun.’’
Kitap 470 sayfa. Dışarda hava kararmış. Sayfaları karıştırmaya dahi zamanımız yok, daha ziyaret edeceğimiz yerler var. Caddelerde alıştığımız trafik eskisi gibi. Arabalar, otobüsler, kamyonlar tampon tampona. Boş taksi bulmak için gün ağarmadan sokağa çıkmak lazım. Karşıdan gelen beyaz bir Cadillac'a gözüm takılıyor. Plakasında rakamların yerine tek bir isim ‘İstanbul’ okunuyor. New York'ta biz de varız diyorum.
Yazının Devamını Oku 24 Şubat 2002
Bilgisayardan Türk alemine girdiğimde içimi öfke basıyor. Amerika kaynaklı ‘Turkish Forum’unun sitesinde hemen her gün Ermeni gruplarının Türkiye ve Türkler aleyhindeki kampanyalarından örnekler veriliyor. Ermenistan'la harp halinde miyiz? Azeri toprağı Dağlık Karabağ'ı işgal ettikleri için bölgeye asker mi gönderdik? Komandolarımız Ermeni topraklarında terorist avı mı sürdürüyor? Türkiye'de Ermeni kökenli vatandaşlarımıza baskı mı var? Din, dil özgürlükleri kısıtlanmış mı? Hepsine yanıt, hayır. Öyleyse niye?
Ermeni kuruluşları yıllardır süregelen kin-nefret kampanyasını 87 yıl öncesinde karşılıklı trajedinin yaşandığı olaylara bağlıyorlar. Türk ve Ermeni ‘Akil Adamlar’ı özel toplantılarda ilişkilerin nasıl normalleşeceğini tartışıyorlar. İş adamları ticaret, yatırım görüşmeleri yapıyor. Ama tek taraflı nefret kampanyasının duracağı yok. Karşı taraf ‘‘Tavşana kaç, tazıya tut’’ darbımeselinde olduğu gibi Türk ulusunu dünya kamuoyu önünde karalama girişimlerine devam ediyor.
Şimdilerde Ermeniler, Atom Egoyan'ın Cannes festivalinde vizyona çıkaracağı ‘Ararat’ filminin promosyonuna uğraşıyor. İçeriği hakkında gelen bilgilere inanmak gerekiyorsa Superman'in gökyüzünde jumbojetin yanında uçmasına, nükleer füzeyi bir yumrukla havada imha etmesine, kovboy aktör John Wayne'nin iki tabancayla yüzlerce Apache'yi öldürmesine inanmamız lazım. Ama gözünü nefret bürümüş bazı Ermeni grupları yalan-dolan iddialar, düzmece belgelerle dünyayı kandırma çabasından vazgeçeceğe benzemiyor.
‘Ararat’a karşı Türkler ne yapıyor? Haberimiz yok. Oysa bir Amerikalı, Ermeniler’in tarihi saptırmasına karşı bayrak açtı. Arkansaslı eski hakim, savcı Sam Weems ‘‘Büyük Hile: Bir Hıristiyan Terorist Devletin Sırları’’ adlı 480 sayfalık kitabında 1850'lerden bu yana Ermeni ırkının kin ve terör kampanyalarını dile getiriyor. Kaliforniya'da son 20 yıldır Türkiye'ye yönelik karalama girişimlerini karşı çıkan kimyager Ergün Kırlıkovalı ‘‘Bu kitap Ermeniler’le lobi savaşlarımızı tersyüz edecek nitelikte güçlü. İlk kez Hıristiyan dünyasının kandırılmasına saygın bir hristiyan hukukçu başkaldırıyor. Weems'in kitabı ABD Kongresi, Beyaz Saray ve binlerce kiliseye ulaşacak’’ diyor.
Dindar, Baptist bir Hıristiyan olan hukukçu Weems yıllardır üstünde çalıştığı kitabında Ermeniler’in sözde 1915 olaylarına gerçekleri yansıtarak ışık tutarken soykırım iddialarını çürütüyor. Amerikan Kongresi'nin arşivlerinden, o dönemde Türkiye'de bulunan yabancı görgü şahitlerinden, Amerikalı tarihçilerden ve Ermeni tarihçi Prof. Hovanessian'ın dört ciltlik kitabından alıntılar yapıyor.
Weems bizimle yaptığı konuşmada ‘‘Hovanessian kitabında Doğu Anadolu'da 2 milyona yakın Ermeninin yaşadığını, Rusların Anadolu'yu işgalinde Rus üniforması giyerek Türkler’le savaştıklarını, 1915'li yıllarda 1,5 milyon Ermeni’nin Suriye, Irak, Kafkaslar, Gürcistan ve şimdiki Ermenistan'ın bulunduğu bölgeye göç ettiklerini bildiriyor’’ diyerek ‘‘Hani bir buçuk milyon insan ölmüştü?’’ sorusunu yöneltiyor. Weems kitabında ‘Holly Terror’ (Kutsal Terör) başlıklı bölümde Ermeni kilisesinin Türkler’e karşı terör desteğini de örnekler vererek anlatıyor.
Hakim ve savcılığı sırasında yolsuzlukların üstüne gittiği için ABD Kongresi'nin takdir belgesini kazanan Sam Weems'in kitabı 6 Nisan 2002 tarihinde piyasaya çıkacak. ‘‘Büyük Hile’’nin gerçek olayların tarihi belgelere dayanarak hazırlandığını haber alan militan Ermeniler Weems'i ölümle tehdit etmeye başlamışlar. ‘‘Sözde soykırımın gerçek olmadığını bildiren pek çok tarihçiyi tehditle susturmuşlar, beni sindiremezler. Arkansas polisi gerekli önlemleri aldı’’ diyen Sam Weems şöyle ekliyor: ‘‘Çok yönlü araştırma ve çalışmalar sonucu yazdığım kitabı kendi imkanlarımla bastırıyorum. Bu kitap için Türkler’den para almadım. Bu husus banka hesaplarımdan doğrulanabilir. Hayatımda ilk kez geçen yıl Türkiye'ye gittim. İncil'e göre dünyada ilk yedi Hıristiyan kilisesinden altısı Türkiye'de. Amacım bu kiliseleri görmek idi.’’
Ortada yıllardır yoğun ve sistematik iftira yoluyla karalama kampanyasına hedef olmuş bir Türkiye var. Ermeniler’in mesnetsiz, düzmece iddialarına gerekli yanıtı dünya kamuoyuna duyuramadığımız da bir gerçek. Haklarımızı savunmak için bayrak açan Hakim-Savcı Weems şimdi Amerika'daki Ermeni terörü ve ASALA hakkında yeni bir kitap çalışmasına başlamış. Neyse ki bizi bizden fazla düşünenler çıkıyor.
Yazının Devamını Oku 17 Şubat 2002
Dükkan duvarları boydan boya önü camlı buzdolabıyla kaplı. Hepsi de tabandan tavana uzanıyor. İçerisi rengarenk çiçek dolu. Hastanede ameliyat geçirmiş bir dostumuza çiçek göndereceğiz. Her seferinde olduğu gibi seçim yaparken bu kez da zorlanıyoruz. Rum çiçekçi beyaz güllere baktığımı farkediyor: ‘‘Hislerini anlatmasını biliyorsun, beyaz gül ‘Ben sana layığım' demek.’’ Bakışlarımın yandaki vazonun içindeki menekşelere takıldığını görünce ekliyor: ‘‘Sana sadık kalacağım, mesajını veriyorsun. Hanım arkadaşın çok memnun olacak.’’
Dükkan sahibine ‘‘Çiçek göndereceğim kimse yaşlı bir erkek, yoğun bakımdan bugün çıktı’’ diyorum. Rum çiçekçi, ‘‘Kusura bakma Valentine (Sevgililer Günü) için bakındığını sandım’’ yanıtını veriyor. Ardından sarı güllerin ihtirasın söndüğünü, portakal renkli leylakların aşırı nefreti yansıttığını, uzun saplı leylakların ise cenazeye gönderildiğini ekliyor.
Çiçekçide iki saat kalsak botanik uzmanı olup çıkacağız. Arkamda sipariş kuyruğunun uzadığını görünce, ‘‘Sen hastaya gidecek çiçeklerden karma bir buket yap, sağlık dileği dışında mesaj veren cinsten olmasın’’ dedikten sonra isim ve adres kartını doldurmaya başlıyorum.
Amerika’da Noel, yeni yıl, Şükran Günü gibi resmi tatillerin yanı sıra ‘‘Anneler, Babalar, Sekreterler’’e ithaf edilen çok sayıda ‘‘Gün’’ var. Küçük esnafı sevindiren bu özel günlerde milyarlarca dolarlık çiçek, çikolata, hediye, kutlama kartları el değiştiriyor. Sevgililer Günü bu grup arasında en gösterişli olanı. Lokantalar yılda yalnız 14 Şubat için ‘‘Sevgililer Menü’’sü hazırlıyorlar. Dar gelirli aşıklar karşı cinse çikolata, oyuncak ayı, çiçek buketi gönderirken zengin erkekler pahalı restoranlarda sevgilileriyle içine tek taş pırlanta yüzük koydukları şampanya kadehleri tokuşturuyorlar.
New York'ta ‘‘singles’’ diye tanımlanan bekarlar ‘‘Valentine Day’’in evlilik yolunda ilk adım olduğunu söylüyorlar. Erkek-kadın arasında aşkların yinelendiği bugünde gazeteler özel eklerle kalp sembolü içinde ‘‘Valentine Day’’ mesajları yayımlıyor. Sevgililer birbirlerine gazete sütunlarında, ‘‘Hayat boyunca seninle aynı yatağı paylaşmaya hazırım. 'Evet' dediğin takdirde dünyalar benim olacak' şeklinde evlenme teklif ediyorlar. Bazıları ise telefon numarası taşıyan ilanlarda, ‘‘Yalnızım, gel benim Valentine'im (sevgilim) ol’’ diyerek eş aradıklarını bildiriyorlar.
ABD Kongresi Ortadoğu ve Güney Asya Komitesi üyesi New York milletvekili Gary Ackerman haftalık Village Voice'da bazı Filistinlilerin Yahudi kızlarına, ‘‘Buluşalım, tanışalım, birlikte Filistin'de romantik bir tatil geçirelim. Barış sürecine katkıda bulunalım’’ şeklindeki ilanların tehlike sinyali verdiğine işaret ediyor. Ackerman ‘‘Tuzağa düşmeyin. Geçen yıl 16 yaşındaki İsrail genci Ofir Rahum, Faslı yahudi olduğunu söyleyen bir kadınla İnternet'te tanıştı. Buluşmaya gittiğinde El Fetih teröristlerinin suikastine hedef oldu’’ uyarısında bulunuyor.
Sevgililer Günü geçmişi yüzyıllar ötesine uzanan bir gelenek. Başlama tarihi hakkında birkaç teori var. Bazıları Valentine Day'in M.S. 3. yüzyılda Roma İmparatoru Cladius II'nin Hıristiyanlara zulmü sırasında Valentine adlı bir papazın katledilmesinden kaynaklandığı ileri sürülüyor. Oysa 14 Şubat'ın yazılı belgelere geçmesi ilk kez 1800'li yıllara rastlıyor. ‘‘Valentine Day’’ geleneğinin Ortaçağ'ın en büyük şairi olarak ün yapmış İngiliz Geoffrey Chaucer'ın başlattığı en yaygın inanç. The Canterbury Tales'in yazarı Chaucer 1380 yılında kaleme aldığı Parliament of Foules'da (Budalalar Meclisi), ‘‘14 Şubat Saint Valentines Günü. Bugün budalaların eşlerini seçtikleri gün’’ diyerek hemcinslerine ağır gönderme yapıyor.
Ünlü şair Chaucer'ın erkeklerin eş seçmesine niye karşı çıktığını bilmiyorum. Anlaşılan kadınlardan ağzı yanmış olmalı. Oysa milyonlarca insanın İngiliz yazara kulak asmadığı da ortada. Çiçek, çikolata, kartpostal, hediyelik eşya sektörü yılın en büyük satışlarını 14 Şubat'ta gerçekleştiriyor.
Ofis çıkışı cadde başında ışıkların değişmesini beklerken önümde duran sarı taksinin tepesinde çerçeve içindeki ışıklı reklama gözüm takılıyor. Köşelerinde pırıltılı kalp dizaynı yanında, ‘‘Esther, Mutlu Valentine'ler. Thomas’’ yazıyor. Muhabbet tellallığı yapan taksi şoförüne, ‘‘Nedir bu?’’ diye soruyorum. Pakistanlı sürücü, ‘‘25 dolara iki saatliğine ışıklı levhamızı kiralıyorlar. Arkadan bir yenisini yayımlıyorum’’ yanıtını veriyor. ‘‘Peki Esther bu mesajı görüyor mu?’’ Sürücü kahkaha atıyor, ‘‘Nerden bileyim, bu onun sorunu’’ diyor.
Yazının Devamını Oku