Doğan Uluç

Plakamı hangi milyoner yapacak

11 Ağustos 2002
Ekranda günlük hava raporu veren Dr. unvanlı sunucunun kehaneti bu kez doğru çıktı. Güneş batışına bir kaç saat kala kurşun grisi bulutlar tepeye yerleşti. Meteoroloji uzmanının sabah söylediği yağmur çiselemeye başlarken adımlarımı sıklaştırdım. Arabama on metre mesafe kaldığında uzaktan kumandayı tuşladım. Asker nizamında birerli kol dizili araçlar sırasında benimki 'bip' sesiyle ışıklandı, kapı kilitleri çözüldü. İnsanları tembelliğe alıştırmasına rağmen keyif veren bir buluş bu.

İçeri girmeye hazırlanırken bagaj kapağında, radyo antenine yakın diklemesine duran bir çubuk gözüme çarptı. Araba anteni ancak kontağı çevirdiğimde çalıştığı için meraklandım. Hafif bükülü bir tükenmez kalemdi bagaja sıkışmış olan. Kalemi çekince altında bir kağıt parçası göründü. Bagajı açtım, içeriye düşen ortasından yırtılmış bir on dolardı. On dolar nasıl olup da bagaj kapağına sıkıştı? Tükenmez kalemin sahibi bütün on doları mı, yoksa yırtık yarısını mı çıkarmaya çalışıyordu? Niye bıraktı kalemi orada? Neyse ki kalemle araba boyasını çizmemiş.

Yağmur şiddetlenmeye başladı. Bu kez ön cam sileceğinin altında bir trafik cezası görüyorum. En hafif ceza elli beş dolar. Canım sıkıldı. Türkçe yüksek sesle ‘selam’ gönderdim ceza yazana. Arabam NYP işaretli basına ayrılmış park şeridinde. Ceza izahatında ‘‘Tek plakalı’’ yazıyor. Yağmura aldırmayıp dışarı fırlıyorum. Ön tampon bomboş, plaka yok. Hoppala! Kim söküp almış arabamın plakasını? Connecticut ve Florida'da tek plaka trafiğe çıkmak için yeterli ama New York'ta değil. Yırtık on dolarla, kayıp plaka arasında ilişki kurmaya çalışıyorum. Aklıma birşey gelmiyor.

Ertesi gün trafik müdürlüğünü arayıp durumu bildiriyorum. Hattın öbür ucunda konuşkan bir memure. Yeni plaka dört ile altı hafta arasında gönderilecekmiş. Daha çabuk olmaz mı? Hayır, çünkü plakaları cezaevlerindeki ‘kibar mahkumlar’ imal ediyor. Mahkumun kibarı nasıl oluyor? Vergi kaçakçılığı, sahtekarlık, yasadışı hisse satışından cezaevine düşmüş üst düzey yöneticilermiş bunlar. Sorularımı yanıtlayan trafik yetkilisi şakayı seven bir kadın. ‘‘Lotoyu kazanmak gibi bir şey bu. Şansın varsa yeni plakanı tornadan geçiren, bir holding sahibi olabilir. Bu iş için saatte 12 cent alıyorlar’’ diyerek kahkaha atıyor.

Son zamanlarda cezaevine gönderilenler sıradan insanlar değil. Şirketleri borsada üst sırada, yaşantıları dedikodu sütunlarında yankılanan sosyetik kişiler. Amerikan adli düzeninde sakatlık, çarpıklık, çifte standart uygulamasına rastlıyoruz. Ama son aylarda yoksul gibi süper zenginin de göz yaşına bakılmıyor. Zihnimde bu şöhretlerin geçit töreni başlıyor. 78 yaşındaki Alfred Taubman dünyaca ünlü müzayede şirketi Sotheby's'in baş hissedarı. Rakibi Christie's ile fiyat şişirmede anlaşarak müşterilerine sattıkları sanat eserlerinden 400 milyon doları aşkın para kaldırmışlar. 780 milyon dolarlık servet sahibi Al Taubman bir yıl artı bir günlük mahkumiyeti nedeniyle kelepçelenerek götürülmesini önlemek için 24 saat öncesinden cezaevine teslim olmuş.

Adelphia (Yunanca Kardeşler) TV şirketinin sahibi John Rigas ve iki oğlunun ekranlardaki görüntüleri, yazılı basındaki haberler içler acısı. Rum kökenli yaşlı milyarder Rigas, 48 ve 46 yaşındaki iki oğlu kelepçelenerek tutuklandı. New York Post gazetesi ‘‘FBI üç küçük domuzu ele geçirdi’’ başlığıyla olayı verdi. Post editörü ayıp etmiş diyemeyeceğim. Rigas'lar şirketin 18.6 milyar dolarlık borcu için iflas mahkemesine başvurmuşlar. Ama yıllardır özel uçakla Afrika'da safari turlarına çıkmaktan, çeşitli yerlerde ilçe büyüklüğünde araziler, kentlerde pahalı dubleks malikane satın almaktan, şirket parasını kumbara gibi boşaltmaktan geri kalmamışlar.

Oysa bu iki örnek buzdağının sivri ucu. Adalet Bakanlığı ve Senato 25'in üstünde dev şirketi mercek altına alıp soruşturmaya başladı. Biyo-teknoloji şirketi ImClone'un sahibi Dr. Sam Waksal hileli senet satışından, WorldCom yöneticileri de hissedarların parasını iç etmekten ötürü tevkif edilip kelepçeyle cezaevine gönderildi. Enron, Harken Energy, Tyco İntl., AOL Time Warner, Qwest, Halliburton gibi dev şirketlerin sahip ve yöneticilerinin soruşturulması sürüyor. Liste giderek uzuyor. Soruşturmaya hedef olan şirketlerin geçen yılki borsa değeri trilyon dolara yakın.

Ticaret ve finans dünyasını, sermaye piyasalarını altüst eden bu olaylar Başkan George W. Bush'un popülaritesini düşürdü. 15 eyalette halka güven turuna çıkan Bush ‘‘Hırsız yöneticilerin cezasını vereceğiz. Kolay para musluklarını kapatacağız’’ diye konuşuyor. John Hancock finans şirketi başkanı David D'Alessandro ‘‘Bu dolandırıcılar ekonomiye Usame bin Ladin ve Al Kaide'den fazla zarar verdi’’ diyor.

Hisse senedi, tahvil nedir bilmem. Merak ettiğim şu: Cezaevine gönderilen bu hırsız milyonerlerden hangisi arabamın çalınmış plakasının yenisini imal edecek?
Yazının Devamını Oku

George Washington'ın özel bira fabrikası varmış

4 Ağustos 2002
Doktor arkadaşımın doğum günü. Yemeğe çıkacağız. ‘‘Aman sosyetik bir yer olmasın, bağırmadan konuşacağımız sakin bir lokantaya gidelim’’ diyor. Manhattan'ın güney ucunda uzun yıllar New York süpermarketlerine toptan et satan ‘‘Meat Market’’e iniyoruz. Sanatçı taifesi, finans-borsa kuruluşlarının ve yeni zengin gençlerinin ilgisi üzerine mezbaha gözde bir yerleşim merkezine dönüşmüş. Et kesimi yapılan binaların yerinde şimdi apartman, sanat galerileri, butikler ve etnik lokantalar var.

Güneş Hudson Nehri ardında kaybolmasına rağmen sıcaklık rahat 35 derece. Neyse ki rutubet yok. Markt Lokantası'nın kaldırımüstü masalarından birine yerleşiyoruz. Midyesi, haşlama balıklarıyla ünlü bir Belçika lokantası Markt. Nehirden gelen esinti lokantanın yüksek klimalı kapalı salonunu aratmıyor.

Garson yemek mönüsüyle birlikte içki listesi getiriyor. Sayfalar baştan aşağı bira isimleriyle dolu. Doktor sevinç çığlığı atıyor: ‘‘İyi seçim yapmışsın buraya gelmekle. En sevdiğim içki bira.’’ Bira merakım yok. Yılda iki bardak içiyorum desem yalan olmaz. Üstelik markalar Çince gibi, hiçbirini duymadım bu güne kadar. Tümü de Belçika birası.

İncelemeyi bitiren dostum bir çırpıda bilgi veriyor: ‘‘Ben Duvel içeceğim, sen Rochefort 10 numarayı dene. Amber renkli, ipek gibi yumuşak, meyva maltlı, derin bira bu, beğeneceksin.’’ İzahatından bir şey anlamadım ama keyfini kaçırmaya da niyetim yok. ‘‘Tamam’’ diyorum. Sanki şişe şarap ısmarlıyoruz, 10 numaralının fiyatı 19 dolar. Kürdan vücutlu doktor biranın sağlığa yararlarını sıralamaya başlıyor: ‘‘Kalp hastalıkları için bire bir. Vücutta zehirleri temizler. Kolesterolü düşürür. Kalp damarlarını açar. Bira içenlerde rakı, şarap, viski tüketenlere kıyasla böbrek taşı olasılığı yüzde 40 daha az. Felce sebep olan beyin zedelenmesini büyük ölçüde önler. Yaşlılarda erken bunamanın gecikmesine yardım eder. 70 bin hemşirede yapılan bir denemede haftada üç bardak bira içenlerin yüksek tansiyonlarında önemli düşme tesbit edildi. Bira sudan daha sağlıklı. Mayayla kaynatılırken içindeki mikroplar temizleniyor. Mayalanma sırasında ayrıca çeşitli vitaminler katılıyor.’’ Bıraksam gece boyunca biranın nimetlerini dinleyeceğim. ‘‘Nice yıllara, sağlığına’’ diyerek 19 dolarlık bira bardağını kaldırıyorum.

Ertesi gün üreticilerden başlayıp giriştiğim araştırmada biranın ‘Buzlu su yerine serinletici’ tanımı dışında çeşitli özellikleriyle karşılaşıyorum. Texas Tech Üniversitesi'nden Prof. Linda Raley ‘Biranın Tarihi’ adlı kitabında tarih öncesi göçebe insanların ekmek yapmasını öğrenmeden önce tahılla suyu karıştırıp bira ürettiklerini bildiriyor. Hz. Nuh dünyayı basan büyük selden korunmak için imal ettiği gemiye yiyecek yanı sıra küpler içinde bira da yüklemiş. M.Ö. 4300 yılından kalan Babil yazıtlarında 20 kadar bira tarifesi verilmiş. Eski insanlar tahıl kabuklarını yutmamak için birayı kamışla içerlermiş. Bira Babil, Asur, Mısır, İbrani, Çin ve İnka kültürlerinde başlıca içki olarak geçiyor. Asırlar önce bira Afrika'da mısırdan Meksika'da agave'den, Güney Amerika'da tatlı patatesten, Japonya'da pirinç, Çin'de buğdaydan, Asya ülkelerinde süpürge darısı, Rusya'da çavdardan üretilmiş.

Biranın sağlığa yararları ilk kez Mısır'da M.Ö. 1600 yılına ait 100 kadar tıp reçetesinde bildiriliyor. Eski Romalılar Tarım Tanrıçası Ceres ile Latince kuvvet anlamına gelen ‘vis’ sözcüğünü birleştirip 'Cerevisa' adlı bira üretmişler. M.Ö. 55 tarihinde Romalı lejyonerler birayı Kuzey Avrupa'ya tanıtmışlar. Orta Çağ'ın ilk yarısında 500-1000 yıllarında zengin aileler manastırlarda bira üretmeye başlamışlar. Bira 1200 yılında Almanya, Avusturya ve İngiltere'de bir ticari ürüne dönüşmüş. 1500 sonlarında tahta geçen Kraliçe I. Elizabeth kahvaltıda sert bira içermiş.

Amerika'ya birayı 1587 yılında ilk getiren İngiliz kaptan Sir Walter Raleigh. New York'ta ilk bira fabrikası 1612 yılında faaliyete geçmiş. ABD'nin birinci ve üçüncü başkanları George Washington ile Thomas Jefferson'un kendi özel bira fabrikaları varmış. Bira uzun yıllar dünya ticaretinde para yerine kullanılmış. Bira üreticileri gıda maddeleri, giyecek, tekerlekli araba alışverişinde satıcıya karşılık olarak bira dolu varillerle ödeme yapmışlar.

Şimdilerde dünyada binlerce bira çeşidi var. Bira üretimine sonradan girmesine rağmen Amerika üretimde dünya birincisi. Başta Anheuser-Busch, Miller, Coors, Stroh ve Pabst olmak üzere liste başı on şirketin yıllık üretimi beş milyar litre. Amerikan üreticiler birliği ‘Hep Bira Hakkında’ adlı bir dergi yayımlıyor. Genç ve orta yaşlıların başlıca içkisi bira.

Araştırmalarımı bitirdikten sonra Markt Lokantası'nda denediğim Rochefort'u anımsadım. Tadı garip, içimi zevk verici değildi. Sağlık meziyetlerine rağmen biraya merak salmam kolay olmayacağa benziyor.
Yazının Devamını Oku

Sibel Can'ın evi de Miami turunun geçtiği güzergahta

28 Temmuz 2002
Millet kuzeye kaçarken biz güneye indik. Kuzeye kaçanlar Florida sakinleri. İstanbul, Ankaralılar'ın yaz başında Ege, Akdeniz sahillerini istilası gibi Amerika'nın karakıştan bunalmış yukarı eyaletleri halkı tatil sezonunda dört mevsim yaz yaşayan Florida'ya akın ediyorlar. Biz de yıllık izinden istifade Florida'nın incisi, şöhretler uğrağı Miami'yi ziyarete karar verdik. Meksika Körfezi ile Atlantik Okyanusu'nu ayıran Florida yarımadası ucundaki Miami tipik bir tatil kenti. Palmiyeler boyunca ince kumlu plajları göz alabildiğine uzanıyor. Tepede altın sarısı güneş. Havaalanından otele, taksimetrenin yazdığı para ile haftalığına araba kiralamak mümkün. Ana caddelerde her keseye uygun otel ve lokantalar dizi halinde. Erken saatte çıktığım kent gezisinde aniden çöl sıcağı bastırınca kapağı Delona Hotel'e atıyorum. Madonna, bu otelin ilk ortaklarından. Lobiden salonlara heryerde bikinili kızlar, bronz vücutlu gençler. Klimalı lokantada kahvemi yudumlarken yan masada aşina bir çehreyle gözgöze geliyorum. Tebessümüne karşılık verdiğim kişi yakın geçmişin ünlü şarkıcısı Lionel Ritchie. Bir erkek arkadaşıyla oturuyor. Lokantadan ayrılırken Ritchi'ye ‘Merhaba’ deyip Los Angeles Olimpiyatları'nın kapanış gecesinde uzun zaman dillerden düşmeyen şovunu izlediğimi söylüyorum. ‘‘Aman Tanrım, 18 yıl geçmiş aradan. O gece okuduğum ‘All Night Long' altın plak kazandı’’ diyor. Kucaklıyor beni, vedalaşırken.

Öğle üzeri Miami ile karşısında plajla çevrili Miami Beach’i kapsayan bir feribot turuna katılıyorum. Turları işleten Kübalı göçmenler. Bayside doklarından kalkan ‘‘Island Queen’’ (Ada Kraliçesi) feribotuna birbuçuk saatlik tur için 15 dolar ödüyorum. Yolcuların hemen hepsi İspanyol kökenli Miamili aileler ile dışardan gelen turistler. ‘Island Queen’, Miami Körfezi'nde sinema, müzik, eğlence dünyası ile zenginlerin villalarını tanıtma turu yapıyor. 200 kadar yolcu var feribotta.

Palamarlar çözülüp denize açılırken karşıda art-deco mimarisinde bir gökdelene gözüm takılıyor. Miami Beach'in güney ucunda Portofina adlı lüks binada birkaç yıl öncesine kadar Kıbrıslı işadamı Asil Nadir'in eski eşi Ayşegül Tecimer oturuyordu. Kalabalık bir aile arasında güçlükle boş bir iskemleye yerleşiyorum. Kaptan yardımcısı mikrofondan yolculara bilgi vermeye başlıyor: ‘‘İleride ‘Hard Rock Cafe', tepesinde dünyanın en büyük gitarı var. Dev gitarın bir eşi de şimdi Las Vegas'da bir kumarhane üstünde. Spor meraklılarının dikkatine. Miami Heat basketbol takımının stadı American Airlines Arena, şu yuvarlak yapı. Turistler fotoğraf, video kameralarıyla sürekli görüntü alıyorlar.

16 YAPAY ADA

Çevre görkemli binalar, öğle güneşinin çelik-cam karışımı cephelerinde ışıldayarak yansıdığı gökdelenlerden geçilmiyor. Mikrofondan anonslar devam ediyor: ‘‘Fisher Adası'na yaklaşıyoruz. Adadaki tüm apartman ve villalar bir golf sahasını çevreliyor. Sinema aleminden Tom Cruise, Sophia Loren, Paul Newman, şampiyon tenisçi Andre Agassi, Steffi Graf, Boris Becker villa sahipleri arasında. Kara ile bağlantı yalnızca deniz yoluyla olduğu için herkes yat, tekne sahibi. Stüdyo daire fiyatı 500 bin dolar, dört-beş yatak odalı apartmanlar beş milyon doların üstünde.’’ Aklımda yanlış kalmadıysa Sibel Can'ın da bu adada bir dairesi var.

Çalkantısız denizde seyrederken Miami Körfezi'nde yapay 16 ada olduğunu öğreniyoruz. Okyanus açılımında denizi kaya dağlarıyla doldurup adaya dönüştüren müteşebbisler milyarlarca doları aşkın yerleşim birimleri kurmuşlar. ‘Star Island'a geliyoruz. Hispanic gençliğinin gözdesi Gloria Estefan'ın yalısı oldukça görkemli. Turistler ‘‘Estefan, Estefan’’ diye çığlık çığlığa sesleniyorlar. Oysa ne palmiye ağaçları gölgesindeki sıralarda ne de yüzme havuzunda kimseler yok.

Arkadan ‘Palm Island'a yöneliyoruz. Önde minik çift katlı sarı bir ev, ardında yaygın bir villa. Şişman kadın oğluna dönüp ‘‘Çok çalış, iyi oku senin de böyle evin olur’’ diyor. Aynı anda kaptan yardımcısı ‘‘Burası ünlü gangster Al Capone'un villası. Öndeki sarı ev ise korumalarının’’ açıklamasını yapıyor. Şişman kadın farkında olmadan oğluna yanlış adres vermiş.

Adalar sıra sıra. Biscayne Island, Hibiscus Island, Belle Island birbirini takip ediyor. Yalı stili villalar yeşil çimler, tropikal ağaçlarla çevrili. Sharon Stone - Sylvester Stallone'nun ‘‘Assassins’’, Frank Sinatra'nın Marlon Brando'yla başrolleri paylaştığı ‘‘Guys and Dolls’’ filmlerini çevirdiği villaları görüyoruz. Elizabeth Taylor'ın şarkıcı Eddie Fisher'la balayını geçirdiği ‘Pembe Villa'da 14 yatak odası varmış. Parker kalemleri sahibi Edward Parker'in süslemeli villası nefis. Basketbolcu Ron Seikaly, Miami Heat'ten ayrılınca villasını dokuz milyon dolara satmış. Nikaragua'nın darbeyle düşürülen diktatörü Anastasio Somoza ülkesinden kaçtıktan sonra Alto Island'de dört milyon dolar ödediği villada geçirdiği beşinci günde ölmüş.

Yılda üç bin yüzen şehir gemisinin 4 milyon turist bıraktığı Miami doklarına yanaşırken hoparlörden ‘‘90 mil ötede Küba var. Yanlış seçim yapmamışsınız, değil mi?’’ anonsuyla Kübalı göçmenlere gönderme yapılıyor.
Yazının Devamını Oku

Dini bağnazlığı bir de Amerika’da görün

21 Temmuz 2002
Coğrafi olarak dış dünyadan tecrit edilmiş ABD'de 11 Eylül'den sonra ırk düşmanlığı ve yabancıya nefret dalga dalga yayılıyor. Hıristiyan koalisyonu liderleri Pat Robertson ya da Jerry Falwell'e kıyasla, Erbakan ve Tayyip Erdoğan'ı laikliğin savunucuları olarak görmek lazım. Minik gölün etrafı iki katlı tek tip villalarla çevrili. Villaları, duvar ya da çit yerine palmiye, portakal, mango ağaçları birbirinden ayırıyor. Her taraf yeşil çimle kaplı. Amerikan standartlarında mütevazı bir yerleşim yeri burası. Doğa güzelliğine sözüm yok ama New York'la kıyasladığımda sanatoryum kadar sessiz, sakin bir mahalle. Bahçede, sokakta güneş tepeye tırmanırken insan görmek mümkün değil.

Ana yola çıkmadan önce gözüme ‘‘Garaj satışı. Hoşgeldiniz’’ yazılı bir tabela ilişiyor. Kanarya sarısı villanın önünde arabalar dizili. Garaj kapısından yola uzanan şerit eskici panayırını andırıyor. Çelik masalar, külahı sararmış abajurlar, yapay çiçek vazoları, poplin ceket, çocuk pantolonları, pastel rengi etekler, desenli bluzlar, oyuncak çeşitleri, portatif radyolar, soluk iç çamaşırları, mayolar, kap-kacak, mutfak levazımatı yanyana dizili. Etiket üstüne siyah kalemle fiyatları yazılı. Kadın-erkek, çoluk-çocuk ilgi yelpazesine giren eşya arayışında. Eskilerini satışa çıkaran villa sahibi konu komşusuna kolalı meşrubat ikram ediyor.

Paslanmaya yüz tutmuş tost makinesini evirip çevirip inceleyen yaşlıca bir adam ‘‘Üç dolara ucuz değil mi?’’ diyerek fikrimi soruyor. ‘‘Fena değil’’ cevabım üzerine konuşmaya başlıyoruz. Bazı ihtiyacını ‘garaj satışı’ ile karşılıyormuş. Beni bu satışlarda hiç görmediğini söylüyor. Sohbetimiz yoğunlaşırken yanımıza diğerleri geliyor. Çoğu emekli, çabuk dostluk kurabilen insanlar bunlar. Yaşamları kış mevsimini yaşamayan Florida'da geçiyor. Sıra kişisel özelliklere geliyor. Aralarında Meksika, Avrupa, Uzak Doğu şöyle dursun, New York'u, California'yı görmemiş olanlar var. Türkiye deyince sessizlik çöküyor sohbete. Dini inancımı öğrenince emekli ayakkabı satıcısı tepeden tırnağa süzüyor beni. ‘‘Bizden farklı görünmüyorsunuz. Yahudilere, hıristiyanlara nefret duyuyor musunuz? Müslüman teröristlerin 11 Eylül saldırılarını nasıl karşılıyorsunuz?’’ diye sorgulamaya başlıyor. Gerekli cevabı veriyorum ama köken, dini inanç ayrılığının yarattığı tereddüt çehrelerinden okunuyor.

Bağnazlık tüm dinlere musallat, yaygın bir akım. Despot Müslüman rejimlerde tepeden tabana inen bu illet özgürlük önderi Amerika'da tutucu din ve tarikat mensupları tarafından körükleniyor. Kıta ülke Amerika'da 280 milyonluk nüfusun çoğunluğu Hıristiyan. Coğrafi olarak dış dünyadan tecrit edilmiş ülkede özellikle 11 Eylül'den sonra ırk düşmanlığı ve yabancıya nefret dalga dalga yayılıyor. Aşırı dincilerin özel TV kanallarında izlediğimiz konuşmaları, koyu muhafazakar sözde aydınların makale ve kitaplarındaki beyanları, Usame bin Ladin teroristlerinin eylemleri kadar korkunç.

Washington'da yaşayan tanınmış kadın hukukçu Ann Coulter çeşitli gazetelerde yayımlanan köşe yazılarında, TV programlarında İslam dünyasına zehir kusarak ‘‘Amerika'daki tüm Müslümanları sınırdışı edelim. Milyonlarca dindaşlarını resmi makamlara ispiyon etmeyi kabul edenleri bu uygulamanın dışında tutabiliriz’’ diyor. Coulter Earlham Koleji'nde bir konferansta daha da sapıtıyor: ‘‘Müslüman ülkelerini istila edelim. Liderlerini öldürüp halklarını Hıristiyanlığa geçmeye mecbur edelim.’’ Bir öğrencinin ‘‘ABD ve Batı müttefiki Türkiye'ye ne olacak?’’ sorusuna kadın hukukçu ‘‘Türkiye'yi köktendinciler yönetmiyor’’ yanıtını veriyor.

Dini konularda Richard Nixon dahil son dönem Amerikan başkanlarının akıl hocası Billy Graham'ın kendisi gibi papaz oğlu Franklin Graham Müslümanlığı ‘‘Şeytan dini’’ diye tanımlamaktan çekinmiyor. Graham, Yahudilerin Filistinlileri, Hint askerlerinin Keşmir'de Müslümanları kırmasına tepki göstermediği gibi Oklahama'da Hıristiyan köktendinci terörist Timothy McVeigh'in yüzlerce Amerikalı'yı öldürmesini de kınamıyor. Farklı dinlere düşman papaz ‘‘İslam'ın Tanrısı ile bizim Tanrı'mız ayrı’’ diyerek Başkan Bush'u tüm İslam alemine savaş ilan etmeye çağırıyor.

Güney eyaletlerinde Baptist Kilisesi lideri Jerry Vines konuşmalarında Hz. Muhammed hakkında, İranlı mollaların Salman Rüşdü için çıkardığı ölüm fetvasındaki zırvalıklardan aşağı kalmayan, tekrarlamaktan kaçındığımız ağır laflar kullanıyor.

Aşırı muhafazakar iki yazar Paul Weyrich ve William Lind son yayımladıkları ‘‘İslamiyet Amerika ve Batı için niye tehlike?’’ adlı bir kitapçıkta Amerikalı Müslümanlara veryansın ederek ‘‘Amerika'daki Müslümanlar ülkemizde bir düşman topluluğu. Yok edilmeleri gerekli’’ diyorlar. Hristiyan koalisyonu liderleri Pat Robertson ya da Jerry Falwell'e kıyasla, Erbakan ve Tayyip Erdoğan'ı laikliğin savunucuları olarak görmek lazım. Hıristiyan köktendinciler sayısının bir kaç milyon civarında olmasına rağmen devlet politikasında güç ve nüfuzları yüksek. Başkan Bush dahi örneklerini sıraladığımız deli saçmalıklarına tepki göstermeye yanaşmıyor. ABD'de din siyaseti ciddi bir sorun.
Yazının Devamını Oku

Sen de bu çeki alsan her filmde oynarsın

7 Temmuz 2002
Geçen hafta New York'ta film yıldızlarıyla birlikteydik. Hepsi de para para diyor. Harrison Ford mesela: ‘‘Rol seçmiyorum, aldığım para önemli.’’ Men In Black filminde oynayan Tommy Lee, niye bu çocuk filminde rol aldınız deyince kızıyor: ‘‘Sana da böyle bol sıfırlı çek verseler üzerine atlarsın!’’ Aynı filmin kadın yıldızı Lara Flynn Boyle da aynı fikirde: ‘‘Hiç senaryo tartışması yapmam yeter ki verilecek para iyi olsun.’’

Bir yıldız sağanağına tutulduk geçen hafta. Gökten yıldız yağmadı tabiatıyla, sözünü ettiğimiz Hollywood şöhretleri. Yaz mevsiminde vizyona girecek filmlerin oyuncuları, rejisörleri yardım kuruluşlarında görev alan sinema-eğlence aleminin yeni-eski şöhretleri New York'ta boy gösterdiler. Bu şöhretlerin bir kısmıyla davet, toplantılarda birlikte olduk.

Ingrid Bergman'dan Paul Newman'a, Anthony Quinn'den Brigitte Bardot'ya, Sophia Loren'den Alec Guinness'e, beyazperde ünlüleriyle yaptığım düzinelerle röportajı gözönüne getirdiğimde, yeni kuşak yıldızların önemli bir kabuk değişimi geçirdiği kanısına varıyorum. Şimdilerde Humphrey Bogart, Spencer Tracy, Gregory Peck, Marlon Brando, James Dean, Elizabeth Taylor, Bette Davis, Katherine Hepburn, Vanessa Redgrave, Merryl Streep klasında oyuncu, Alain Delon, Burt Lancaster, Montgomery Cliff, Ava Gardner, Marilyn Monroe, Rita Hayworth, Ursula Andress, Linda Evans karizmasına sahip aktris ve aktör çok az. Nostalji etkisinde değiliz ama sokakta rastladığınızda tanımakta zorlanacağınız yeni Hollywood yıldızlarının çoğu makyaj güzeli.

FORD: ÖNEMLİ OLAN PARA

Son bir haftada buluştuğumuz bazı şöhretlerinin iç dünyaları hakkında da fikir sahibi olduk. Hemen hepsi kamera karşısına geçme nedenini para ile açıklıyor. Aktörlüğü sanat olarak görmek gibi bir huyları yok!

Birbuçuk milyar izleyicisiyle filmleri en fazla seyredilen aktör Harrison Ford'a soruyoruz: Son bir kaç yıl içinde Yüzyılın Aktörü, En Seksi Erkek vb. seçildiniz, kahraman rolleriyle ün yaptınız. Bu değerlendirmeleri nasıl karşılıyorsunuz?

Popüler oyuncu sol kulağındaki küpeyle oynayarak ‘‘Hiç tepki göstermedim’’ diyor. ‘‘Bunlar bazı gazete ve dergilerin yaptığı seçimler. Tiraj nedeniyle basın beni şişirmek istemiş. Herhangi bir kimse gölde tesadüfen yüzme bilmeyen birine el uzattığı için kahraman olabilir. Bu ünvanların hiç anlamı yok.’’

Ford'un bizimle buluşma nedeni 36'ncı filmi K-19'un tanıtımını yapmak. ABD ile Sovyetler Birliği'ni nükleer savaş eşiğine getiren gerçek bir olayı anlatan filmde Harrison Ford nükleer bir Rus denizaltısının komutanlığını Liam Neeson'dan devralan bir Rus kaptanı canlandırıyor.

Harrison Ford gençliğinde hiçbir işte dikiş tutturamadığı için şansını sinemada denemek üzere oyunculuk dersleri almış. Star Wars (Yıldız Savaşları) ile dikkati çekip Indiana Jones dizisi, Patriot Games, Clear and Present Danger gibi filmlerle şöhretini perçinlemiş. Rol seçimi yapıyor musunuz sorusuna ‘‘Hayır, aldığım para önemli’’ diyor.

TOMMY LEE: PARA PARA

Sıcak sezonun en fazla reklamı yapılan filmi Men in Black II. Tommy Lee bu filmde dünyaya hükmetmek isteyen uzay yaratıklarıyla didişen bir ajan. Harrison Ford'la başrolleri paylaştığı, Oscar'a layık görüldüğü ‘‘Kaçak’’ filmindeki oyununu beğenmiştim. Oysa bir grup gazeteciyle birlikte katıldığı sohbet toplantısında düş kırıklığına uğradım. Kendini beğenmiş, küstah, gazetecileri azarlayan Tommy Lee, filmlerinde olduğu gibi saldırgan.

‘‘Filmlerinizde derin karakterler canlandırıyorsunuz. Oysa bu çocukların ilgi duyacağı bir film. Bu rolü niye kabul ettiniz?’’ diyen bir kadın gazeteciye ‘‘Kazandığım parayı biliyor musun? Sana da böyle bol sıfırlı çek verseler üzerine atlarsın. Men in Black II 590 milyon dolar hasılat sağladı. Üçüncüsü çevrilse derhal kabul ederim’’ diye cevap veriyor.

Tommy Lee rol tekliflerini senaryodan ziyade ödenen paranın miktarı nedeniyle seçtiğini ekliyor. Men in Black filminde başrol Will Smith'in. Rap şarkıcılığından beyazperdeye geçen, son filmi Ali'deki rolüyle Oscar'a aday gösterilen zenci aktör Will Smith, Tommy Lee'nin yarattığı soğuk ortamı esprilerle yumuşatmaya çalışıyor, ‘‘Men in Black II'yi tüm sinemaseverlere tavsiye ederim. En zevk aldığım filmlerden biri’’ diyor.

Ünlü oyuncu Jack Nicholson'ın uzatmalı sevgilisi Lara Flynn Boyle filmde kötü kadın rolünde. Beğendiği erkekler, yaşam stili vb. sorulunca ‘‘Beni güldürsün yeter. Komik erkekler çok zeki oluyor’’ diyor. Ona göre de sanatın pek bir önemi yok: ‘‘Hiç senaryo tartışması yapmam, yeter ki verilecek para iyi olsun!’’


REJİSÖR YILDIZIN GÖĞÜSLERİNİ NASIL BÜYÜTTÜ?

Men In Black filminin kadın yıldızı Lara Flynn alımlı bir kadın ama kolları, bacakları kibrit gibi ince. Filmin yönetmeni Barry Sonnenfeld'e ‘‘Lara'nın önü dümdüz. Oysa filmde göğüsleri sütyenden taşıyor. Bu nasıl iş?’’ diyoruz. Adams Ailesi filmiyle ün yapan Sonnenfeld ‘‘Çekimden önce bir masaya yatırıyoruz. İki masör ayak bileklerinden başlayıp yukarıya doğru kasları sıvazlamaya başlıyor. Göğüs nahiyesine gelince iki güzel toparlak ortaya çıkıyor. Destekli bir sütyene oturtunca kameraya başla emrini veriyorum’’ diyor. Dalga mı geçiyor, ciddi mi bilmiyorum.


İDEALİM ZENCİ BOND OLMAK

Boksör Muhammed Ali'yi canlandırdığı rolle Oscar'a aday olan, Men In Black II filminin yıldızı, sevimli aktör, rap yıldızı Will Smith şöyle diyor: ‘‘İdealim zenci Bond olmak. Bond filmlerini çok seviyorum. Ama gerçekten istesem ABD Başkanı da seçilirim. İnsanlar bana inanıyor.’’


HOLLYWOOD'UN EN ZEKİ KÖPEĞİ İLE KAHVALTI ETTİM

Men In Black II filminde Frank the Pug adlı bir köpeğe gizli ajan rolü verilmiş. Dört ayaklı, siyah gözlüklü, gizli ajan The Pug puro içip, biftek yiyor, son model Mercedes'le seyahat ediyor. Üstelik konuşuyor. Hollywood'un en yetenekli köpeğiyle masada karşılıklı oturup resim çektirdik.
Yazının Devamını Oku

Osman Bengür'e sahip çıkalım

30 Haziran 2002
Osman Bengür ender görülen niteliklere sahip. Princeton ve Cambridge mezunu. Önemli bir finansman şirketinin kurucusu, lokanta zinciri sahibi. Maine'de desteklediği savcının vali seçilmesini başarmış, Vali Brennan'ın üç yıl özel yardımcılığını yapmış. Bu yıl Amerika'nın beyni olan Kongre'de ‘Türkiye’nin, Türk'ün sesi' olmayı düşlüyor. Oysa kolay bir iş değil bu.


TAKSİ şoförü kömür karası. Tesadüfen yolu Tokyo'dan geçse zenciliğine, uzun boyuna aldanıp bir Japon takımına basketbolcu diye transfere kalkacaklar. Sırım gibi bir genç, oturduğu yerde saçları tavana değiyor. Daha arka koltuğa yerleşmeden ‘‘Dünya Kupası'nı izliyor musun?’’ diyor. ‘‘Evet’’ yanıtıyla gideceğim adresi veriyorum.

Gözü dikiz aynasından bakışlarımı yakalayıp konuşmaya başlıyor: ‘‘Bizim, yani Nijerya'nın hakkını yediler. Aslında biz Senegal'den çok daha iyiyiz. Finali bile oynardık. Eski futbolcuyum ben, bu işin uzmanıyım.’’ Şampiyonada Nijerya'nın başından geçenleri bilmediğim için söylediklerini baş sallayıp tasdik ediyorum. Tuttuğum takımı soruyor, Türkiye deyince çığlık atıyor: ‘‘Yaşasın Türkiye! Brezilya'ya şanssızlıktan kaybettiniz. Senegal'e de beş gol atmanız lazımdı. Takım ruhu var siz Türklerde.’’

ABD KONGRESİNDE İLK TÜRK

Ofiste ilkin Nikkei muhabiri Japon, sonra DPA büro şefi Alman, ANSA yazarı İtalyan, Yunan basın müşaviri yardımcısı, ardından Faslı meslekdaşım arka arkaya tebrike geliyorlar. Hepsi onbir gencimizin bir amaç hedefleyerek kilitlendiğinden, ayyıldızlı bayrağı yücelttiğinden söz ediyorlar. ‘‘Başabaş oynadınız Brezilya'ya karşı. Türklerin el ele verdiğinde imkansızı başaracağını ispat ettiniz’’ diyorlar.

Futbol defterini bir süre için kapadık, adımız dünya devleri arasında tepelerde. Gençlerimizin başarısıyla gurur duyuyoruz, mutluyuz. Şimdi Türkiye'nin gündeminde, özellikle Amerika'daki Türklerin önünde yeni bir mücadele var. Anası-babası Türk Osman Bengür Amerikan Kongresi'ne milletvekili seçilmek üzere yoğun çalışma sürdürüyor.

Amerikan siyasi tarihinde kongrede görev yapan 11 bin milletvekili arasında ilk kez bir Türk seçime giriyor. ABD Kongresi yalnızca bu ülkenin değil tüm dünya ülkelerinin kaderini büyük ölçüde etkileyen kararların alındığı politika merkezi. Körfez Savaşı, Bosna-Hersek, Afganistan'da askeri harekat, nükleer silahsızlanma, AIDS'le savaş, yoksul ülkelere yardım, IMF-Dünya Bankası kredi tespiti, terör destekçilerine yaptırımlar gibi konularda hep ABD Kongresi öncülük yapıyor. Kıbrıs çıkarmasından sonra Türkiye'ye uygulanan silah ambargosu da gene Kongre'nin eseri.

LOBİLERİN ETKİSİ

Küresel politikaların oluştuğu Amerikan Kongresi'ne bizden biri olan genç Osman Bengür'ün girmesi Türkiye açısından büyük önem taşıyor. Türkiye'ye hasım lobilerin etkin olduğu Kongre'de bir Türk kökenlinin yer almasının uzun vadede ulusumuzun yararlarının savunulmasına yol açacağı şüphesiz. Yunan kökenli Senatör Paul Sarbanes Kıbrıs çıkarmasından sonra Türkiye'ye uygulanan silah ambargosunda olduğu gibi geçenlerde Türkiye'ye helikopter teslimini engelleyerek hasımlarımızın gücünü bir kez daha sergiledi.

Kağıt üzerinde Anavatan'dan Yeni Dünya'ya damarlarında Türk kanı dolaşan herkes Osman Bengür'ün ABD Kongresi'ne seçilmesini arzuluyor. Kulaklarımız yıllardır New York'a gelen devlet büyüklerimiz, bakan ve milletvekillerimizin sohbet toplantılarında ‘‘Birleşin, örgütlenin, oy kullanma hakkınızı kazanın. Günün birinde Kongre'ye bir milletvekili gönderin’’ çağrılarıyla dolu. Bu ülkede hasımlarımız dahil etnik gruplar arasında sayımız çok az. Ancak milliyet duyguları hesaba katıldığında Türkler en üst sırada.

Önümüzde büyük, kaçırılmaması gereken bir fırsat var. Osman Bengür poltika adayları arasında ender görülen niteliklere sahip. Princeton ve Cambridge gibi iki saygın üniversite mezunu. Önemli bir finansman şirketinin kurucusu, lokanta zinciri sahibi. Maine'de görev aldığı kampanya ile desteklediği savcının vali seçilmesini başarmış, Vali Brennan'ın üç yıl özel yardımcılığını yapmış. Bu yıl seçim kazanıp Amerika'nın beyni olan Kongre'de ‘Türkiye’nin, Türk'ün sesi' olmayı düşlüyor. Oysa kolay bir iş değil bu. Maryland 2'nci bölgesinde sürdürdüğü kampanya için para desteği gerek. Şahsi servetinden 300 bin dolarla başladığı kampanyada Türk soydaşlarının maddi yardımına ihtiyacı var.

MADDİ DESTEK GEREK

10 Eylül'deki ön seçimde rakibi Dutch Rupersberg karizmatik kişiliğe sahip Osman Bengür'ün sivrilmesinden kaygı duyarak hafta başında çirkin bir kampanya başlattı. Saldırıya uğrayan Dünya Ticaret Merkezi'nin resmiyle dağıtılan bir bildiride ırk-din düşmanlığı ima ediliyor.

Dünya Futbol Kupası'ndaki gibi tüm Türkler kenetlenip yekvücut olarak Osman Bengür'e sahip çıkmalıyız. Demokrat aday Osman'ın partisinden beklediği destek Amerika'daki soydaşlarının parasal yardımıyla orantılı. Ama bugüne kadar gelen yardımlar beklentilerin çok altında. Amerika'daki resmi temsilcilerimiz ile Ankara sebebi anlaşılamayan bir suskunluk içinde.

Futbolda başarılarımızla yakaladığımız rüzgara yelken basıp şimdiye kadar erişilmez görünen ufuklara ulaşmamız mümkün. ‘Oz Bengur for Congress’ adına postayla çek veya www.ozbengurforcongress.com'a kredi kartıyla bağışta bulunup Osman Bengür'e destek verdiğimizi gösterelim. 200 küsur yıldır ABD Kongresi'nde Türk'ün sesini duymak yolunda hedefe bu kadar yaklaştığımız bir seçim olmadı.
Yazının Devamını Oku

Şişe su servet kanıtı mı?

23 Haziran 2002
NEW York kar fırtınasıyla boğuşurken Rio de Janeiro'dayım. Brezilya'ya ilk gidişim karnaval zamanına rastlamış. Kar, soğuk, fırtınayla oldum olası başım hoş olmadığı için şubat sonunda güneşle yıkanan Rio yerkürede cennet gibi görünüyor. Haftalar geçireceğim ünlü kentte The Meridien Oteli'nde kalıyorum. Otelin karşısında Copacabana plajı, bitişiğinde üzerine şarkılar bestelenen İpanema var. Kendimi en fazla mutlu hissettiğim dış gezilerden biri bu.

Sabahları Meridien'in dördüncü katındaki havuz başında kahvaltı ederken gazeteleri okuyorum. Öğle üzeri otelin dansçıları samba gösterileri sunuyor müşterilere. Havuz müdavimleri ise ilginç tipler. Yakıcı sıcağa rağmen şezlonglara takım elbiseyle uzanmış Avrupalılar, hasır şapka altında çiçek desenli emprime etek, ipek bluzlu kadınlar, kafası usturayla kazınmış, mayoları göbek altına düşen genç erkekler havuz çevresinde öbeklenmişler.

Hafta dolmadan ufak bir grupla dostluk kuruyorum. Brezilya'ya Fransız şarapları ithal eden bir Romanya göçmeni, Pamela Anderson'ın esmeri Lübnan'lı sevgilisi, manşetli gömleğin açık yakasını fularla kapayan orta yaşlı bir İngiliz, Marsilya'da butik sahibi dul bir sarışın, uzun şortlu bir Danimarka'lı sabahları havuza birlikte geliyorlar. Bu grup dört yıldızlı Meridien'e yakın bir pansiyonda kalıyor.

Birkaç gün sonra mendil boyu sütyen, tanga mayolu kızlar boy göstermeye başlıyor havuzda. Gözleri havuza çömbekleme atlayıp etrafı suya boğan koca göbekli erkeklerde. Arada bir laf atıyorlar ama otelin iri vücutlu müşterilerinin yüz verdiği yok. ‘‘Bizim tarafa bakmaya dahi üşeniyorlar. Çıplak kafalıların peşinden ayrılmıyorlar. Kim bu kızlar?’’ diye sorduğumda Romanyalı şarapçı gülüyor: ‘‘Zengin turist avına çıkmış hayat kadınları.’’ hálá anlamış değilim: ‘‘Nereden biliyorlar zengin olduklarını?’’ Anında cevap geliyor: ‘‘Kalın altın zincirli kolye, su geçmez Rolex saatlerinden.’’

Bizim grupta kolyeli de yok, havuza saatle giren de.

Yolda spor Porsche, üstü açık Mercedes'lere sürücünün bir işaretiyle ön koltuğa atlayan genç kadınları görmüştüm ama Rolex'in zengini, yoksuldan ayırmasına ilk kez tanık oluyordum. Sonraları Las Vegas'da kumar makineleri etrafında çoğunluğu blucinli erkekler arasında yalnızca bin dolarlık timsah, yılan derisi çizme giyenlere de kadınların musallat olduğunu müşahade ettim.

Son bir kaç yıldır Amerika'da başlayan ‘şişe su’ modasına baktığımda acaba yakın gelecekte bu ilgi servet göstergesi olur mu suali aklıma takılıyor. Bildiğimiz suyun şişe içinde de olsa zenginliği yansıtması mümkün mü diyeceksiniz? ‘Evet’ diyerek sudan bir cevap vermek istemiyorum ama niye olmasın? Şişe suyun litresi bakkalda asgari iki dolar. Arabaya pompalanan benzinin dört misli. Lokantada masaya getirilen şişe suyunun fiyatı beş dolar. Bir işçiye ödenen asgari saat ücreti de bu kadar.

New York süpermarketlerinde düzinelerle değişik markalı şişe suları satılıyor. Amerika'nın Atlantik yakasında Maine'den gelen Poland Spring ile Pasifik ortasındaki Fiji kaynaklı şişe sularıyla, Avrupa'da Alp dağlarından inen Evian'ı da dahil ettiğimiz yerli-ithal malı yüzlerce su çeşidi var. Sağlıklı yaşama düşkün Amerikalıların 1980 sonlarında başlattığı bu merak son yıllarda moda haline dönüştü. Artık caddede sokakta elinde, çantasında şişe su taşıyan, maçları, konserleri izlerken su yudumlayan insanların sayısı her geçen gün artıyor.

Peki, Amerika'da musluk suyunun kaynağı kurudu veya kaynaklara zehir mi katıldı söylentisiyle şişedeki suya böylesine ilgi var? Hayır. Üstelik Amerika bizim Terkos dediğimiz musluktan gelen su alanında muhtemelen yerkürenin en temiz suyuna sahip. Ama tüm yeniliklerde olduğu gibi Amerika da suyun modaya dönüşmesinin öncülüğünü yapıyor. Şişe su tüketiminin moda haline geldiği son 10-12 yıldır musluk suyu kullanımı yüzde 24 oranında düşmüş. Bu oran giderek düşüş kaydederken şişe su tüketimi 1900 başlarından bu yana her yıl ikiye katlanarak artıyor.

Meşrubat dergisi ‘Beverage Digest’in sahibi John Sicher ‘Şişe su yılda altı milyar dolarlık bir sanayi konumuna girdi. Gelecek on yılda bu rakam üç misline çıkarsa şaşmam’ diyor. Sicher bu kehanetinde haklı olsa gerek. Amerikan ürünlerinin iki sembolü Coca Cola ‘Dasani’, Pepsi Cola ‘Aquafina’ adlı markalarla şişe su piyasasına girdiler. Bazı firmalar ise ‘çilek, kayısı, vanilya’ tadı taşıyan su satımına başladı.

Şişe su içen bazı tanıdıklara ‘‘Niye?' diye sorduğumda ‘‘Temiz, berrak, tadı hoş’’ diye yanıt veriyorlar. Geçen gün bardak altını işaretlediğim dört marka şişe suyu ile musluk suyuna gözüm kapalı tad testi yaptığımda fark bulamadım. Aspirin alma dışında suya karşı özel merakım da yok. Şişe su Amerikalıların sorunu. Şahsen ne yolda su hammallığı yapmaya ne de lokantada yarım tank benzin dolduracak fiyatla şişe su ısmarlamaya niyetim var.
Yazının Devamını Oku

Masası 20 bin dolara lokanta

16 Haziran 2002
Harlem'de Frank Pellegrino'nun lokantası Rao'da 2003 sonbaharına kadar yer yok. Amerikan Ulusal Vakfı'nın toplantısında lokantada bir masa açık arttırmayla 20 bin 500 dolara müşteri buldu. Manhattan'ın güney ucu labirent gibi. Birbiriyle kesişip sonra birleşen caddeler, mahalle arasını andıran dar sokaklar, karışık isim levhaları ve üstüne üstlük trafik karmaşası. İzlediğim bir dava için ABD Devlet Mahkemesi'ne gitmem lazım. Arabama atlayıp adanın güney ucuna ulaşıyorum. Garaj mahkemenin bitişiğinde. Mahkeme katibinden aldığım dosyayı kopya makinesinde çoğaltıp geriye veriyorum. Tekrar garaja dönüyorum.

Porto Rico'lu genç ‘‘Çok çabuk döndün’’ diyerek ofisi karşısına park ettiği arabamı getiriyor. Kaç para ödeyeceğimi sorduğumda ‘‘20 dolar’’ yanıtını veriyor. ‘‘Yarım saat bile olmadı bırakalı’’ itirazıma karşı duvardaki ücret levhasını işaret ediyor. Levhada asgari park ücreti 20 dolardan başlıyor. Tartışmanın anlamı yok, istediği miktarı veriyorum. Bu bölgede 09.00'la 17.00 arası çalışıyor olsam asgari işçi ücreti kadar park parası ödemem gerekecek. Buna da şükür diyorum.

Ofisimden bir kaç blok yukarda bir apartmanın zemin katında gecelik park ücretinin ayda bin dolar olduğu aklıma geliyor. Son birkaç yıl içinde New York'a gelenler yatak, mutfak, banyosu tek oda içinde ‘‘stüdyo’’ denen dairelerin bin beş yüz dolardan başladığını, bir-iki yatak odalı daire fiyatlarının ise 3-4 bin dolardan aşağı olmadığını söylüyorlar.

Ev, apartman, dükkan kiraları, daire satış fiyatları, garajların para makinesine dönüşmesini New York'un tarihi içinde incelersek Amerikan kapitalizminin emlakçılıkla başladığı ortaya çıkıyor. Manhattan'daki Hollanda sömürge yönetimi başı Peter Minuit 1626 yılında Algonquin Kızılderililerine 60 guilder (24 dolar) değerinde incik-boncuk vererek bu minik adayı satın almış. Oysa şimdi o parayla Manhattan'da bir posta pulunun kapladığı yer almak mümkün değil.

Avrupalı beyaz sömürgecilerin eline düşmeden önce Kızılderililerin at koşturduğu ve sonradan Manahata kabilesinin adını alan minik adada şimdilerde yalnızca maddi düzeyi ortanın üstündeki kesimin yaşam sürmesi mümkün bir yer haline geldi.

Manhattan'da hayatın pahalılığı sadece astronomik kiralardan kaynaklanmıyor. Amerika'nın Los Angeles, Chicago, başkent Washington gibi ileri gelen kentlerinde geceliği 250 dolar civarında otel fiyatları Manhattan'da iki misli. Deniz mahsulleriyle ünlü Maine'de bir lokantada tonozdan yeni çekilen istakozu 10 dolara yemeniz mümkünken Manhattan'da rahatça 30 doları gözden çıkarmanız gerekiyor. Gene bu kentte bir parça sığır pirzolasına ödeyeceğiniz para ile Houston'da en lezzetli Angus bifteğini üç kişi yiyebilir. İşin garip tarafı araba yükü paranız dahi olsa isim yapmış bir sürü lokantaya çat kapı gidip masa istediğinizde ‘‘Rezervasyonunuz yok, doluyuz’’ cevabıyla geri çevriliyorsunuz. Zenci mahallesi Harlem'de Frank Pellegrino'nun lokantası Rao'yu arayıp ‘‘Dört kişilik rezervasyon istiyorum’’ derseniz ‘‘2003 sonbaharına kadar yerimiz yok’’ cevabı alacaksınız. Abartmıyoruz, isterseniz deneyin. Geçen hafta İtalyan-Amerikan Ulusal Vakfı'nın toplantısında Rao'da dört kişilik bir masa açık artırmayla 20 bin 500 dolara müşteri buldu.

Gene de zengin tabaka, New York yaşamının zorunlu hale getirdiği aşırı yüksek fiyatlardan şikayetçi değil. Armani'nin takım elbiseleri, Ralph Lauren ceketleri, Boss'dan gömlekleri, Calvin Klein pantolonları, Chanel döpiyesleri, Gucci ayakkabıları, Prada çantaları New York dışındaki kentlerde yüzde 40 düşük etiketle satılıyor. Kimse de ‘‘New Jersey'e, Connecticut veya Florida'ya gidip mevsimlik ihtiyaçlarımızı ucuza sağlayalım’’ diye düşünmüyor. Her nedense Uzakdoğulu, Güney Amerikalı, Avrupa ve Ortadoğulu turistler markalı mal alışverişi için onca yol ve masrafa katlanıp buraya geliyorlar.

New York'a yerleşen bir Cezayirli ‘‘Herşey demek olan bir şehirde bilinmeyen bir insan olarak yaşamayı hiçbir şey olmayan bir kentte şöhret sahibi olmaya yeğlerim’’ diye konuşuyor.

Ayrıcalıklı bir kent Manhattan. Gene de yarım saat için garaja ödediğim parayla satın alınmış olması garibime gidiyor.
Yazının Devamını Oku