1 Aralık 2002
Haber değişiyor, resim değişiyor, dostluk bağları, insanların bir diğerine saygısı, ahlak anlayışı, aile değerleri çok şey değişiyor Amerika'da. Tabular yıkılıyor. Olmaz olmaz denilen oluyor artık bu ülkede. Dünya liderliğini kimseye bırakmaya yanaşmayan Amerika ciddi bir sosyal değişim içinde. Ama sessiz süregelen bu değişim, içten içe toplum dokusunu kemiriyor.
Medyadan ticarete, politikadan finans kurumları, sanat, sinema, müzik ve eğlence alemine tüm yaşam para, seks, uyuşturucu üçgeninde gelişiyor.
Bu değişimin giderek kök saldığını Eminem'i izlemeye başladıktan sonra farkına vardım.
Bu Eminem başka Eminem. Samanlıkta basılanın erkeği. Oysa tek başına içinde yetiştiği ortama zehir aşılıyor. Doğum kütüğüne Marshall Bruce Mathers III diye geçen şatafatlı adının ilk ve sondan baş harflerini alıp ‘‘Eminem’’ diye ortaya çıkmış. Eğlence dünyasında ‘Rap’ denen müziksiz söylem türünde birkaç yıldır zirvede. Bu tür nasıl ve hangi ‘sanat’ dalına giriyor bilmiyorum ama ‘rap sanatçısı’ diye tanıtılıyor.
Arkasında bir hayranlar ordusu var Eminem'in. Çoğu 25 yaşın altında gençler. Orta direğin liseli çocukları da baba parası yiyen sosyete kızları da canını istese verecek Eminem için. Resimleri dergi kapaklarında, billboardlarda. Damat gibi süslü giysiler içine girecek servetine rağmen konserlerine tişört, fabrika bacası genişliğinde pantolonla çıkıyor.
Rap dizeleriyle CD'leri altın-platin haline gelen, Grammy ve MTV ödülleri kazanan 29 yaşındaki sözde sanatçı bu yıl Amerika'nın en iyi rapçısı seçildi. İşimiz güncelde önemli olayları, toplumu etkileyen gelişmeleri izlemek. Bunca genç insanı nasıl peşinden sürüklediğini de merak edip araştırdım. Hakkında çıkan haberleri, saygın kalemlerin köşe yazılarını okuyup, ardından bir kaç konserde ‘rap’lerini dinledikten sonra tüylerim diken diken oldu. Eminem ailesini terk eden babasını tanımıyor. Annesi de çocukluğunda ‘‘Sana bakamam, git para kazan’’ diyerek sokağa atmış. Hanım evlatlarının arabayla dahi geçmeye korktukları Detroit'in çete savaşlarına sahne olan sokaklarında büyümüş Eminem. Ardından zenci arkadaşlarından özenip bu ırk gençlerinin tekelinde olan ‘rap’e takılmış.
Ekranlarda ilk gösterisini dinlerken kulaklarıma inanamadım. Eminem sahnede bacakları ayrık, iki elinin baş ve işaret parmaklarıyla tabanca simgeleyip her cümlesi ana-avrat küfürle rap yapıyor. ‘‘Anası becerilmiş boğazını keseceğim...’’ ‘‘Kokain pompalıyorum kendime şimdi...’’, ‘‘S.... dünya umurumda değil...’’ ‘‘Beni sokakta görürsen kaçacak delik ara, yoksa vuracağım seni bilmemne çocuğu...’’, ‘‘Değişik adamım ben, gel.... öp (sansürle başım derde girmeyecek dahi olsa öp dediği yerleri kağıda dökemem.)
Bunlar bir yana yedi yaşındaki kızının anası, eski karısı Kim Mathers'ı nasıl öldüreceğini ‘rap'le anlatırken kolunda Kim'in adını taşıyan mezar taşı dövmesini de seyircilere gösteriyor. Popçu Christina Aguilera'nın kendisine yaptığı oral seksi, Mariah Carey ile sevişmesini de rap malzemesi olarak kullanıyor. Öz annesi ve kızkardeşini ihmal etmiyor bu zırvada. Emimen annesinin ırzına geçtikten sonra öldürmeyi, küçük kardeşine de gangster çetesinin topluca tecavüz edişini rap dizelerinde sıralamış.
Eminem'i istediği kadar ‘‘yılın rap'çisi’’ ilan etsinler, ödüllere boğsunlar ar damarı patlamış adamın öz anası, kızkardeşi, eski karısına yönelik niyetleri savcılığa ihbar edilse hakkında yasal işlemler gerekecek. Rap kralı zırdelinin teki. Peki ya hayranları, izleyici ve dinleyicileri. Adam onların da yüzüne karşı ağza alınmayacak küfürler sıralıyor, gözünü diktiği kızlara ‘‘O....u’’ diye hitap ediyor. Ana-bacılarının ‘hatırını' soruyor. Ama bu insanlar hayatından memnun, bu ağır lafları yutup üstüne üstlük avuçları patlayıncaya dek alkış tutuyorlar.
Fikir, düşünce, ifade özgürlüğü deyip geçiştirmek mümkün mü? Böyle sanat, böyle özgürlük olur mu? Starlardan kolayca etkilenen gençlerin aile değerlerine dönük duygu ve düşüncelerinin ne denli zehirlendiğini bir düşünün. Bir New York müzesinde sergilenen fil dışkısından Meryem Ana tablosu, bir galeride yere serili Amerikan bayrağına ‘üstüne basın' plakası da toplumu kemiren hastalığı ortaya koyuyor.
Eminem şimdilerde altın yumurtlayan bir tavuk. 91 bin dolar değer biçilen doğduğu ev internetteki bir artırmada 11 milyon dolara satıldı. Hollywood genç rapçinin şöhretini dikkate alıp başrole çıkardığı ‘8 Mile' filmiyle iki haftada 100 milyon dolarlık gişe hasılatı elde etti. Konuştuğum bazı genç kızlar Eminem'i ‘‘Hayat vurgunu yemiş bir masum ama çok seksi’’ diye nitelediler. Şöhretin zirvesindeki Spice Girls için ‘‘Bir yıl sonra balonları söner’’ kehanetim doğru çıktı. Eminem'e de iki yıl biçiyorum.
Yazının Devamını Oku 24 Kasım 2002
Otuz yılı aşkın Kıbrıs sorununu izliyorum. Kıbrıs, adanın Türk ve Rum halkları arasında ciddi sorun olduğu 39 yıllık geçmişinde, 1974 Barış Harekatı ile KKTC kurulması dışında, en tarihi dönemini yaşıyor.
BM Genel Sekreteri Kofi Annan 11 Kasım'da Kıbrıs Türk ve Rum liderlerine eş zamanlı olarak çözüme yönelik bir öneriler dizisi sundu. KKTC Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş'a New York'ta ve Genel Sekreterin Özel Temsilcisi Alvaro DeSoto'nun Kıbrıs Rum yönetimi lideri Glafkos Klerides'e Lefkoşe'de verdiği öneriler dizisine ilk değerlendirme yanıtlarının bir hafta içinde verilmesi istendi.
Klerides'ten 18 Kasım'da ‘‘Ben görüşmelere gecikme olmadan başlamaya hazırım’’ yanıtı geldi. Denktaş'ın yanıtı ise ‘‘Henüz iyileşmedim, hastanedeyim. Zamanlama kötü. Kibar bir jest değil bu. Ada'ya dönüp danışmanlarımla, Meclis'imle, Türkiye ile istişare sürdürmem gerekiyor. Zaman konusunda esneklik gösterin’’ oldu. Annan ziyaret ettiği Belgrad'dan yaptığı bir açıklamada ‘‘Gecikme bu fırsatın kaçmasına yol açabilir. Çok kaygılıyım. Sorundaki ana meselelerin AB Konseyi toplantısından önce çözülmesi gerekiyor’’ ihtarında bulundu. Türk tarafının yanıtı geciktirmesi doğru olmadı.
Kıbrıs Türk kesiminin Annan'ın önerilerine ‘‘Müzakere edilebilir’’ cevabı gelirse esas çözüm süreci başlamış olacak. Denktaş ve Klerides basında ‘‘Çözüm Planı’’ diye isimlendirilen 150 sayfalık öneri dizisi üzerinde seri müzakereler sürdürüp yanıtlarını, rezerv de koyarak imzaladıktan sonra Kopenhag'da 12-13 Aralık'ta yapılacak AB Konseyi toplantıları başlamadan önce Konsey sekreterliğine teslim etmeleri gerekiyor.
Kıbrıs'ta iki ‘parça’ devletin ortaklaşa oluşturacağı ‘Yeni Kıbrıs Devleti’ kuruluş planı üzerinde taraflar 28 Şubat 2003 tarihine kadar müzakereleri tamamlayıp 31 Mart 2003 günü Kıbrıs Türk ve Rum halklarının referandurumuna başvuracaklar. Bir taraf halkının yeni devlete ‘hayır’ demesi halinde tüm plan suya düşecek. İki halkın kabul etmesi halinde 16 Nisan 2003 tarihinde Atina'da yapılacak AB Konsey toplantısında yeni devletin AB üyeliğine kabul sürecinin başladığı açıklanacak. Kıbrıs Türkleri şimdi bir yol kavşağında ve köşeye sıkışmış görünümünde. Taraflar arasında denge kurulmuş olmasına rağmen plan karışık. BM Güvenlik Konseyi'nin ‘‘İyi Niyet' misyonuna atadığı Genel Sekreter'in taraflara ‘Plan' sunma yetkisi yok. BM eski genel sekreteri Butros Gali de ‘Fikirler Dizisi’ adıyla sunduğu ‘plan’ı rahatsızlık yarattığı için geriye çekmeye mecbur kalmıştı. Annan'ın aslında plan olan ‘‘Öneriler dizisi’’ne eklediği haritalara KKTC yönetimi hazırlık safhasında muhalefet etti.
Plan Kıbrıs Türk kesiminin yüzde 20 civarında toprakları Rum yönetimine terketmesini öngörüyor. İçeriye girintili, verimli araziyi kapsayan topraklar 50-55 bin Kıbrıslı Türk'ü bir kez daha evinden, tarlasından göçe zorlayacak. 20 bine yakın Rum da kuzeye dönüp KKTC topraklarına yerleşecekler. Bir Türk diplomatı ‘‘Bu toprakları Rumlara vermeye razı olan lider, adı Denktaş dahi olsa koltuğundan olur. Onaylayan hükümet, meclis anında düşer’’ diye konuşuyor.
Kişiliği kanıtlanmış Rauf Denktaş'ın durumu ise soru işareti. Türk Kıbrıs sancağını kaldıran usta devlet adamı kalp ameliyatının üzerinden bir buçuk ay geçmesine rağmen hala sağlığına kavuşmuş değil. KKTC'nin dışlanmış statüsü ile Türkiye'nin AB üyeliği açısından sonuçları büyük önem taşıyan bu plana ‘Evet-Hayır’ yanıtı safhasında Denktaş'ın devre dışı bırakılmasını düşünmek de zor.
Verilen sayısız ödünlere rağmen plan Rumlar açısından da pek parlak değil. Rum yönetimi planda önerilen ‘Yeni Devlet’ teriminden nefret ediyor. Yeni Devlet'in yeni bayrağı, yeni milli marşı, aralarında Kıbrıs Türkleri dahil yeni yöneticileri olacak. Rumlar ‘Sözde Başkan’ diye sürekli sataştığı Denktaş'ın Klerides veya halefiyle eşcumhurbaşkanlığını kabule mecbur kalacak. Ada'nın işgalinden bir daha söz edemeyecekler, Kıbrıslı Türkler büyükelçiliklere de atanacak. Uluslararası arenada Türkiye'yi karalama fırsatını kaybedecekler. Rumların da işi güç. Şimdi iki taraf bu ciddi dönüm noktasında karşı karşıya. Bakalım BM ve AB'ye hangi taraf kafa tutacak?
Yazının Devamını Oku 17 Kasım 2002
New York'u kapı komşusu yapan İstanbullu bir dostum fotoğraf çekmeye meraklı. Ama her seferinde istediği görüntüleri objektife sığdıramadığından şikayet eder, durur: ‘‘Köşe başını tutmuş işportacı, kaldırımdaki dilenci, butik vitrinleri, Hürriyet Abidesi, Central Park'ta yoga yapan kadınları hep resimledim. Memlekete dönünce eş-dost bu kez de nerede gökdelenler diye soracaklar. Haksız da değiller. New York denince herkesin aklına ilk gelen bu dev binalar. Oysa kaç kere Empire State, Chrysler gibi gökdelenleri bir kare içine almayı denedim, başaramadım. Yarıdan keserek fotoğraflarını çektim.’’
Dostuma lafta da olsa iyilik yapacak zaman geldi. Kağıt üzerine adresini yazıyorum. ‘‘Git Flatiron'ı resimle. Gökdelen yavrusu o. Üstelik 100 yaşına bastı bir kaç hafta önce.’’
Flatiron, adı üzerinde, geçen yüzyılda kor ateş doldurularak kullanılan ütülerin dış şekli örnek alınarak inşa edilmiş bir bina. Denizcilikle uğraşanlara göre gemi pruvasını andırıyor. Kayıtlarda Manhattan'ın en eski gökdelenlerinden biri diye geçiyor. Ve muhtemelen New York'ta 100 metrelik boyu ile fotoğraf filminde bir kareye sığan tek yüksek bina.
Akşamları önünden sık geçtiğim Flatiron, yerli-yabancı turistlerin adını ezbere bildiği Fifth Avenue ile Broadway'in birbirini kestiği köşede; iki cephesi bu iki ünlü caddeye bakıyor. Binanın iki yüzünün birleştiği yerde ise tüm katlar bir pencere ile dışarıya açılıyor.
JOAN COLLINS KORKTU
Gökdelen mimarisi varlığını asansörlere borçlu. Minik Manhattan Adası'nda sisli havalarda tepesi bulutları delip geçen yüzü aşkın gökdelen, asansörün icadını takiben inşa edilmeye başladı. Geçen yüzyıl başında elektrikle işleyen asansör olmadığı için yüksekliği 21 katta dondurulan çelik yapılı binanın kiracıları, uzun yıllar hidrolikle çalışan asansöre binerek ofislerine inip çıktılar. Flatiron'un karşısındaki Madison Square Park'ın tarihçesini yazmak üzere 20 yıl süreyle bilgi toplayan grafik sanatçısı Miriam Berman ‘‘Flatiron'ın asansörleri azap vericiydi. Hoplayarak çıkardı üst katlara. Herkes korka korka binerdi. Bir keresinde 15. kattaki St. Martin Yayınevi'ne iş görüşmesi yapmaya gelen film yıldızı Joan Collins asansörün sallanmasından ve çıkardığı sesten öylesine korktu ki görüşmesi bitince 15 katı yürüyerek indi. Genç işçiler genelde asansör yerine merdivenleri tırmanıp ofislerine çıkarlardı. Bu yüzden o yıllarda New York'un en atletik insanları Flatiron'da çalışanlardı’’ diye anlatıyor.
1959'da binaya taşınan St. Martin'in direktörlerinden John J. Murphy ‘‘Evim Flatiron'ın tam karşısında. Ama elektrikli asansörler gelmeden, on yıl öncesine kadar her gün ofise çıkmak için 20 dakika harcardım’’ diyor.
KADINLARI SEYRETTİLER
Geometrik bakışla mükemmel bir üçgeni anımsatan gökdelen yavrusu, uzun yıllar sokak röntgencilerinin, göz banyosu yapmaya meraklı erkeklerin toplantı yeri olarak da ün yaptı. Flatiron Manhattan'ın en rüzgarlı yerini işgal ediyor. Fifth Avenue-Broadway ile 23'üncü sokağın kesiştiği köşeyi yaz-kış savurup geçen rüzgara ilaveten kaldırım mazgallarından çıkan basınçlı hava gelip geçen kadınların eteklerini yüz hizasına kaldırıyor. 1900'lü yılların ortalarında mahalle karakolunun polisleri günün en işlek saatlerinde Flatiron'un önüne birikmiş sokak röntgencilerini dağıtarak kadınların rahatça gelip geçmelerini sağlamış. Amerikalılar için doğum günleri, yıldönümleri çok önemli. Yalnız tarihi günler, kişiler, aile bireyleri, eş-dost, ofis çalışanları, ev hayvanlarına yönelik değil bu kutlamalar. Şirketler, binalar ve önemli yapılar da kuruluş yıldönümlerinde anılıyor.
KUTLAMA YAPILMADI
Yerkürenin ilk asma köprüsü olarak ün yapan görkemli Brooklyn Bridge'in inşasının 100'üncü yıldönümü 1983'de şenliklerle kutlandı. Köprünün ana direkleri bayraklarla donandı, sütunları, kabloları, tel işlemeleri Amerikan bayrağının üç rengini taşıyan onbinlerce ampul ile ışıklandırıldı. Gövdesinin ortasından da aşağıdaki Doğu Nehri'ne dev bir bayrak sallandırıldı. Trafiğe kapatılan köprünün üstündeki içkili partilerde yüz bini aşkın insan sabaha kadar içip eğlendi.
Oysa Flatiron'ın 100'üncü yıldönümü sakin geçti. Üçgen binanın en eski kiracısı, süslemeli fes imalatçısı Anthony Nizzardini ‘‘Kendi aramızda mumlu pastayla bir kutlama yaptık. 1950'de taşındım buraya. Flatiron ikinci evim. Çok anılarım var bu binada’’ diyor.
89 yaşındaki Nizzardini'nin tek şikayeti kira artışı. 11 Eylül terör saldırısını takiben Manhattan'daki gökdelenlere rağbet azalınca, kontrat yenilenirken kiralar misliyle katlanmış. Manhattan'ın ‘ütü’lü yapısının 18 katını halen basın devi Bertellsmann'ın ofisleri işgal ediyor.
Yazının Devamını Oku 10 Kasım 2002
Diskonun en ünlü parçası bitince masaya dönüyoruz. Bir garson kız boynuna asılı bir tepsiyle önümüze geliyor. Benny'nin mankenleri ufak paketlere uzanıp tepsiye para bırakıyorlar. Dansa kalktığım Danimarkalı ‘‘Coke alır mısın?’’ deyince ‘‘Mersi, ben şarap içiyorum’’ yanıtını veriyorum. Konuşmamıza kulak kabartan Benny'nin kahkahasıyla ayılıyorum. Mankenin bahsettiği Coke, meşrubat değil.
Listeye bakıyorum garip isimler sıralanmış. Buddha Bar, Sessa, Crowbar, Ohm, Capitale, Powder, Limelight. Bunlar Manhattan'ın yeni diskoları. Bir kısmı açılmış, diğerleri Aralık ve Şubat'ta. Birkaç yıl önce Ahmet Ertegün ile bir görüşmemizde ‘‘Disko tekrar gelir mi?’’ diye sorduğumu anımsıyorum. Müzik aleminin otoritesi ‘‘Sırasını savdı disko. Gençlik hip-hop ve rap'in peşinde’’ yanıtını vermişti. Peki bu yeni açılışlar ne oluyor? Ertegün'le müzik tartışmasına girişecek kadar aklımı yitirmedim. Ama acaba bu kez tahmininde yanıldı mı? Akabinde bu türün Amiral Gemisi ‘Studio 54’e kayıyor anılarım.
1970'lerin sonunda bir model ajansı sahibi arkadaşım Benny'nin kadrosundaki altı genç mankenle birlikte o yılların en ünlü diskoteği Studio 54'e gitmiştik. Adı 54 diye kısaltılan diskoya girebilmek Pentagon'un Harp Odası'na girmekten dahi güçtü. Sahipleri Schrager ile Rubell'in kapıdaki insan azmanı korumalarına verdiği direktif üzerine 54'ün önündeki kalabalığı yararak içeriye alındık. Birkaç tenis kortu büyüklüğündeki kulübün balkonunda, bir masada yerimizi aldığımızda böylesine renkli, hareketli bir ortamı, kadın-erkek türünün en ilginç tiplerini izlemek fırsatını bulduğum için çok mutluydum. Kulakları sağır edecek güçteki müzikten dahi rahatsız olmadım.
New York gece hayatının müdavimi Benny yanardöner spot ışıklarıyla yıkanan pistte dans edenleri, çevremizdeki şöhretleri parmağıyla gösterirken isimleri bağırarak tanıtıyordu. Mick Jagger'in eski eşi Bianca'yı, Liza Minelli’yi, tasarımcı Halston ve Andy Warhol'u ilk kez orada gördüm. Kulübün DJ'i art arda disko parçaları çalmaya başladığında masamızdaki modeller koltuklarda fıkır fıkır kıpırdanmaya başladılar.
Benny ‘‘İstersen bir ikisini dansa kaldır, midem rahatsız çıkıp oynayamam’’ dedi. Kızların gözü üstümde. Cevabımı bekliyorlar. Oysa tango'nun slow'u dışındakilere aşinalığım yok. Evet desem az sonra kıza mahçup düşeceğim, hayır desem herkese ayıp olacak. Elimiz mahkum, yanımda oturan Danimarkalı'yla piste iniyorum. Aynı anda Donna Summer'ın altın plak kazandığı ‘‘Last Dance’’ başlıyor. Tanrı'nın şanslı kuluyum herhalde yanıbaşımda Nureyev olsa benden farklı figür yapacak hali yok, pist öylesine kalabalık, kımıldayacak yer yok.
Diskonun bu en ünlü parçası bitince masaya dönüyoruz. Yarı çıplak bir garson kız boynuna asılı bir tepsiyle önümüze geliyor. Benny'nin mankenleri ufak paketlere uzandıktan sonra tepsiye para bırakıyorlar. Dansa kalktığım Danimarkalı ‘‘Coke alır mısın?’’ deyince ‘‘Mersi, ben şarap içiyorum’’ yanıtını veriyorum. Konuşmamıza kulak kabartan Benny'nin kahkahasıyla ayılıyorum. Mankenin bahsettiği Coke, meşrubat değil.
KİPRİYANU’YU ALMADILAR
Sonraki haftalarda gazete ve dergilerde Studio 54'le ilgili haberleri, dedikodu yazılarını okumaya başladım. Mick Jagger'ın Bianca'sının, çıplak bir gencin dizginini tuttuğu bir beyaz ata binmiş, anadan üryan haliyle pistteki resimlerini gördüm. 54'ün şöhreti giderek artıyordu. Studio 54 New York'ta girilmesi en güç kulüptü. Kıbrıs Rum yönetimi lideri Kipriyanu içeri alınmayınca yanındaki adamlarından birinin ‘‘Cyprus (Kıbrıs) Cumhurbaşkanı’’ diye tanıtarak israr ettiği, Cyprus'ı Cypress adlı mezarlık sanan kapıdaki korumaların ise ‘‘Burası size göre değil’’ diyerek kovaladıkları gazetelere geçti.
Gördüğü inanılmaz rağbete rağmen Studio 54 uzun ömürlü olmadı. 1977'de açılan ünlü diskoda uyuşturucu satışını önleyemeyen polis FBI ile birlikte yaptığı baskında kokainden mariuanaya kadar bol miktarda uyuşturucu ele geçirdi. Kulübün kasasında bulunan yüzbinlerce dolara da el koyduktan sonra vergi kaçakçılığı yaptığı belirlenen iki sahibinden Rubell 1980 başında tevkif edilerek cezaevine gönderildi. 54 aynı yıl Mart ayında kapandı.
Şimdi New York'ta yeni bir disko dönemi başlıyor. Bir düzineye yakın yeni bitme kulüpler Studio 54'ün bıraktığı yerden diskoyu canlandırma girişiminde.
John Travolta'nın ‘‘Saturday Night Fever’’ çılgınlığının eli kulağında. Bakalım disko bu kez uzun ömürlü olacak mı?
Yazının Devamını Oku 3 Kasım 2002
Seçim günü bugün. Üstelik Pazar. Günlerdir yazılı-görüntülü basında vatanı, milleti kurtarmaya soyunan adayların nutuklarından içinize fenalık geldiği muhakkak. Sandıktan kimin çıkacağını beklerken sizi hayal alemine götürecek, tatil keyfinizi kaçırmayacak bir yazı sunmak istiyorum. Başlangıçtaki birkaç satırın ciddiyetine kulak asmayın. Amerika'nın çeşitli tıp merkezlerinde araştırmacılar insan beyninin sırlarını çözmeye uğraşıyorlar. New York'ta geçenlerde düzenlenen bir sempozyumda Iowa Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Profesörü Nancy Andreasen ‘‘Son teknolojik buluşlar sayesinde artık insan kafasının içini okuyacak, moleküler beyin yapısının, kan dolaşımının, hücrelerinin, sinir sisteminin işlemesini inceleyecek duruma geldik’’ dedi. Sempozyum şizofreni ve depresyon üzerinde sürdürülen araştırma sonuçlarının paylaşılması için düzenlenmiş.
Beyinle ilgili ne zaman bir makale okusam insan vücudunun bu en gizemli organı üzerine senaryolar üretmeye yöneliyorum. Vasat insan beyni iki avuç büyüklüğünde cranium denilen kafatasının içinde ve ensede omurilikle birleşen bir organ. İnsanı diğer yaratıklardan üstün kılan beyin bir sır küpü. Zeka, öğrenim yeteneği, muhakeme mekanizması, anı birikimi, önsezi, sevgi-nefret, acı-ıstırap gibi duygular dahil kişinin tüm yaşamını düzenleyen beynin işlemlerine akıl erdirmek kolay değil. Ve yaşam sona erince beyin tüm birikimleriyle yok oluyor. Oysa çok büyük bir kayıp ve israf bu. Hayal aleminde turum zaten bu noktada başlıyor.
Dünya tıbbı 1950'lerden bu yana süratli bir gelişme içinde. Önemli tıp merkezlerinde organ nakilleri yapılıyor. Kadavralardan alınan böbrek, karaciğer, kalp gibi organlar altı ay, bir yıl ancak yaşar denilen hastalara yeni yaşamlar sağlıyor. İlk kalp naklini başaran ünlü cerrah Christian Barnard'a beyin naklini sorduğumda ‘‘Kafayı tümüyle nakletmek daha kolay’’ yanıtını almıştım. Ancak o günden bugüne ameliyat teknolojisinde öylesine gelişmeler oldu ki yakın bir gelecekte beynin bazı kısımlarından alınan dokuların bir diğer insanın beynine yerleştirilmesi hatta beynin tümüyle nakli de gerçekleşse şaşmayacağım. Peki beyin dokularının nakli, karaciğer nakli gibi mümkün olsa ne olacak?
Tüm devletlerin ölen vatandaşlarının organ ve gen nakli konusunda uluslararası alanda işleyecek bir anlaşma imzaladıklarını düşünün. Ailelerinin, bir ödeme karşılığında da olsa, muvafakatı alınarak ölenin beyninin özel kesimlerinden hücre ve molekül biyolojisi tekniğiyle alınan kesitlerin bir başkasına nakledilme imkanı doğacak.
Beyin bilgi, kültür, duygu, yetenek deposu halinde. Kompüterlerdeki çipler kadar güçlü. Tıp kitaplarındaki şemalarda beyin fonksiyonlarının işlediği yerler gösteriliyor. Çok az sayıda insan Tanrı vergisi yeteneklerle dünyaya geliyor. Beyinde toplanan bu hazinenin ölümle kaybolması önlenemez mi? Örneğin ölen bir Fransız, İspanyol veya İngiliz'in beyninde lisan bilgisini içeren kısım bir Malezyalı, Tayvanlı, Rus'a nakledilmesiyle bu insanlar hiç bilmedikleri dilleri üç beş saat sonra ana lisanı gibi konuşmaya, okuyup yazmaya başlayacak. Dillerden düşmeyen şarkıları besteleyen bir müzisyen, parmakları tuşlar üstünde süzülen bir piyanist öldüğünde beyninde bu niteliklerinin bulunduğu kısımlardan alınan parça, jen, kromozom, moleküller müziğe düşkün ama zaman, imkan ve kabiliyet yoksunlarına nakledilebilecek.
Örnekleri daha daha genişletebiliriz. Ünlü edebiyatçı, romancı, şairler, sanatçılar, iktisatçılar, bilim adamlarının da nitelik ve yetenek beyin zenginlikleri aynı uygulamayla israf olmadan başkalarına taşınacak. Fiziksel görünümü hoş, atletik yapılı çiftlerin genleri bu alanda şanslı olmayan hamile kadınların ceninlerine aşılandığında dünyaya güzel, sağlıklı, çeşitli alanda yetenek sahibi bebekler gelmesi sağlanacak.
Eğer tıp tekniği şimdi bahsettiğimiz işlevleri yıllar önce gerçekleştirmeye başlanmış olsaydı eski dönemlerin Rembrandt, Michaelangelo, Picasso, Rodin, Darwin, Shakespeare, Dostoyevski, Hugo, Freud, Schopenhauer, Keynes, Einstein, Curie, Mozart ve Galileo gibi alanlarında zirveye çıkmış devlerin dehaları yitirilmeden yeni bedenlere aktarılacaktı.
Gelecek on yıl içinde, kan bankası gibi organ bankaları kurulacağına, hastaların, oto tamirhanesinde araçların motordan boyaya yenilenmesinde olduğu gibi iş görmez hale gelen iç organlarının değiştirileceğine inanıyorum. Daha sonraki yıllarda ise belki de tıp merkezlerinden yabancı lisan dahil çeşitli yeteneklerin insanlara aşılanması mümkün olacak. Süper insanların sayısı artacak, donuk toplumlar renk kazanacak.
Başıma çatıdan kiremit düştü sanmayın, bilimde olmaz sandığımız pek çok şeyin gerçekleştiğini gördük. Ya olursa diye düşünün. Hayırlı pazarlar.
Yazının Devamını Oku 27 Ekim 2002
Topuğuna uzanan şifon eteklerini bir eliyle yukarı çeken orta yaşlı kadının gerdanı Kapalıçarşı vitrini gibi pırıl pırıl. Boynundan dekoltesine inen gerdanlık gerçek pırlanta ise rahat bir daire parası. Bakışları önündeki minik karelerle örülü demir mazgalda. Sivri topuklarının takılmasından çekindiği için sekerek yürüyor. Kaldırımda yol veriyorum. Yanımdan süzülüp Waldorf Astoria'ya giriyor. Ünlü otelde balo olsa gerek bu akşam.
Köşeyi dönen bir taksiye hamle yaparken demir mazgal yukarı açılıyor. Son anda tökezlemeyi önlüyorum. Sokak seviyesinde ilkin bir baş çıkıyor, ardından iki kol. Saçı başı birbirine karışmış, yüzü kir pas içinde bir adam kendini yukarı çekiyor. Bir film sahnesi diyeceğim ama etrafta kamera filan yok. Yerin altından çıkan mağara adamı görüntülü kişi mazgalı kapatıp duvar dibine çöküyor. Önünde teneke kutu, Waldorf Astoria kalabalığından iane beklemeye başlıyor.
YERALTINDAN NOTLAR
Citicorp'un türkuaz mavisi gökdeleni iki sokak ötede. Taş atımı mesafedeki Fifth Avenue'nün ışıltılı mağazaları, Broadway'in renkli neonları, Rockefeller'in görkemli binaları, Art-Deco mimarisinin önderi Chrysler Building'in huzmeli ışıklarının buluştuğu bu kesim New York'un zengin, gözde adreslerinden biri. Oysa refahın sokak seviyesinde bittiği çizgide yerin hemen altında alışık olmadığımız görünümlü insanlar yaşıyor. Aşırı yoksul bunlar.
İnsan yığınları Kalküta'da sokak ortasında, kaldırımlarda geceliyor. Filipinliler her gün çöplüklerde artık yiyecek arıyorlar. Nijerli çocukların kolları açlıktan kibrit inceliğine dönüşmüş. Peki New York? Şöhreti okyanus, kıtaları aşkın bu şehirde direklerin tepesinde ‘‘Dünyanın Başkenti’’ panoları asılı. Gazete ve dergilerde ‘‘New York-Yerkürenin Kalbi’’ diye reklamları yapılıyor. Finans, borsa merkezi dersen burada, iş-ticaret-bankacılık, iletişim, medya sektörü devlerini ararsan gene New York'ta. Ya yoksullar, aç-sefiller, evsizler? Onlar da burada. Hem de ordu kalabalığında. Böyle bir zenginlik deryasının göbeğinde sersefil insanların manzarası ürkütücü.
İnanılmaz tezatlar şehri New York. Kirası 20 bin dolardan başlayan dubleks apartmanların köşesinde bir yatakta geceleme zevkini yıllardır tatmamış evsiz New Yorklular'ın sergilediği tablo iç karartıcı. Çoğuna aşina olduk yıllardır. Ofisimizden bir kaç sokak ötede pahalı kadın giyim eşyalarının satıldığı bir butiğin yanında sık karşılaştığım adamın yüzünü hiç görmedim. Başı sürekli dizleri arasına gömülü bu evsizin önündeki kartona ‘‘HIV-AIDS hastasıyım. Gidecek yerim yok’’ çiziktirilmiş kara kalemle. Paralı turistlerin uğrağı Tiffany's'in yanıbaşında omuzuna düşen saçları uzun zamandır tarak görmemiş genç bir kadın ‘‘Alabama'ya gideceğim, bilet param yok’’yazılı bir levhayı duvara dayamış, bekliyor. Sarışın kadını aylar önce başka yerlerde gördüğümü hatırlıyorum. En çok etkilendiğim ise gene Fifth Avenue ile işlek bir sokak kavşağında geçen hafta içinde rastladığım bir baba ile oğlu idi. Sırtı duvara dayalı adam gelip geçene ‘‘Oğlum ve ben açız’’ yazılı bir kağıt gösterip para istiyordu. 9-10 yaşlarındaki çocuğun donuk bakışlarındaki umutsuz ifade soluk yanaklarına vurmuştu. Çocuklu bir çift eğilerek dilencilik yapan baba ile bir süre konuşup ayrıldılar. Yaşıtını gördükten sonra soluk yanaklı çocuğun ruh aleminin daha da karıştığını sanıyorum. Elimi cebime atıp teneke kutusuna para bıraktım. Bir çift hamburger parasıydı bu. Yürek ezikliğiyle ayrıldım.
New York belediyesinde sosyal işlerde çalışan bir tanıdığıma mazgaldan çıkan adamı anlattığımda ‘‘Bunlar yeraltı insanları. Metro tünellerinde sokak seviyesinden 10-15 metre aşağıda malzeme depoları girişini mesken tutmuşlar. Sokağa atılmış yatak, yorganı yüklenip tünele indiriyorlar. TV ekranı getirenler dahi var aralarında. Depolar fazla kullanılmadığı için sorun çıkmıyor. Metro işçileri bu evsizlere hoşgörüyle bakıyorlar. Bazıları tren trafiği gürültüsünden rahatsız olmadan uyuduklarını söylediler’’ diye bilgi verdi.
NEW YORK’TA TAŞ DEVRİ
Milyonlarca insanın gelmeye can attığı görkemli kentin altında Taş Devri'nden kalma bir yaşam sürüyor. Peki bu yeraltı insanları kim? Çoğu doğma büyüme New Yorklu. Asgari ücretle çalışırken giderek artan ev kirasını ödeyemedikleri için ev sahibi sokağa atmış. Park, han-apartman girişlerinde, kilise merdivenlerinde gecelemeye başlamışlar, bir kısmı metro depolarına inmiş. Bu arada çoğu işini de kaybetmiş. Akıl hastaları da fazla evsizler de.
İstatistiklere göre New York'ta 38 bin civarında evsiz var. Bu rakamın 16 bin 384'ü çocuk. Yeraltını mesken edinenlerin sayısı ise iki bini aşkın. Bir o kadarı da gece metroya binip sabaha kadar şehrin altını tren sıralarında turlayarak geçiriyor. Bir metro kondüktörü dert yanıyor: ‘‘Evsiz ana-babaların bazısı çocuklu. Çocuklar gecenin üçünde bana ‘Daha gelmedik mi? Ne kadar yolumuz var?' diye soruyorlar. Üzülüyorum ama ne yapabilirim ki?’’
Evsizler için barınaklar yok değil. Oysa evsizlerin bir kısmı ilk geceden sonra barınakları öldürülme korkusu yüzünden terk ediyor. ‘‘Dünya Başkenti’’ hesabına refah deryası ortasında yoksulluğun korkunçluğu utanç verici.
Yazının Devamını Oku 20 Ekim 2002
KADIN okuyucum ağlamaklı. Telefonda sesi titriyor: ‘‘New York Valisi Pataki bir ferman yayımlamış, 9 Eylül'ü Türklerin İzmir'i yakıp yüzbinlerce Rum'a soykırımı yaptığı tarihin 80'inci anma günü ilan etmiş. Bu bir rezalet. Elçilik, konsolosluk, resmi temsilcilerimiz neyle meşgul? Niye N.Y. Times'a bir sayfa ilan verip gerçekleri Amerikan kamuoyuna duyurmuyorlar? Sizi dinlerler yazın bunu’’ diyor.
Okurlardan en fazla tepki aldığım konulardan biri bu. New York Valisi daha önce de Ermeni kilisesi için yayımladığı bir fermanda sözde soykırım nedeniyle Türkleri suçlamıştı. Son fermanda sözü geçen olay Mustafa Kemal'in İstiklal Harbi'nde Yunan işgalindeki İzmir ve Batı Anadolu'yu kurtarma mücadelesi. Türkiye'nin New York'taki temsilcileri Türk dernekleriyle elele verip niye tarih bilgisi yoksunu Pataki'nin gerçekleri saptıran suçlamalarına N.Y. Times'da ilanla, mektupla cevap vermiyor? Türk'ü, Türkiye'yi siz değil de Japonlar mı savunacak? Başbakan, Dışişleri Bakanı'nın Pataki'nın fermanlarına karşı ‘‘Uğraşmayın, unutulur’’ diye resmi temsilcilerimize mesaj mı gönderiyor? Sanmıyorum.
Ankara'nın ABD ve bu ülkedeki Türklerle ilişkisinin ilginç hikayesi şöyle:
LAFTA KALANLAR
Ankara-İstanbul-New York-Washington aynı enlemde yer alan dört kent. Bakandan milletvekiline, politikacıdan bürokrata üst düzey Türk devlet adamları bu işlek çizgi üzerinde gelirler ve giderler. Dışişleri Bakanı veya Başbakan BM Genel Kurulu'na katılır, yabancı meslekdaşlarıyla görüşmeler yapar, Maliye Bakanı ABD başkentinde IMF-Dünya Bankası'nda temaslar sürdürür, bankacılarla buluşur. Turizm'den Kültür'e diğer bakanlar bazı etkinliklerde hazır bulunmaya, milletvekilleri de Türk Günü törenlerini izlemeye gelirler.
Devletin daha alt düzeyinde vali, kaymakamlar Amerikan sistemini görmek için bazı eyaletleri ziyaret eder, başkomiserler eğitim kursları görürler.
Geziler temaslar sona erince New York'ta resepsiyonlar, sohbet toplantıları düzenlenir. Devlet adamlarımız konuşma yapıp Amerika'daki Türk insan varlığının gücüne işaret ederek Türkiye yararları doğrultusunda hizmetlerini överler. Arada bir aşka gelip ‘‘Diasporadaki soydaşlarınıza kıyasla en yetenekli Türkler sizsiniz’’ derler. Akabinde ‘‘Sayınız diğer azınlıklardan az ama eğitim, kültür, bilgi seviyenizle açığı kapatıyorsunuz. Anavatana vereceğiniz desteğe ihtiyacımız var’’ şeklinde övgüler sıralanır.
Yıllardır kulaklarımızı dolduran bu konuşmalar lafta güzel ama o kadar.
Türkiye için ABD dünyada en önemli ülke konumundadır, Amerikan çıkarları için de Türkiye benzeri öneme sahip. Bu ilişki ikileminde Amerika'daki Türklerin Rum'dan Filipinli'ye Brezilyalı'dan Dominikli'ye temsil gücünde geri kaldığı sır değil. Kalabalık Yahudi, İtalyan, İrlandalı, Hispanik, Polonya kökenlilerle ayni çizgiye koyulmamıza imkan olmadığı da besbelli.
GÖREV ANKARA’NIN
Sayıca gerçekten ufak bir azınlığa sahibiz Yeni Dünya'da. Hangi büyüteçten baksanız bir kaç yüzbini geçmiyoruz. 280 milyon nüfuslu ülke içinde minik bir rakam bu. Kıta ülkenin orasına burasına serpiştirilmiş Türk kökenliler içinde doktor, mühendis, bankacı, sanayici gibi meslek mensuplarının sayısı az, Amerika standartlarında zengin sayılacaklar da yok denecek kadar.
Ama sayımız az diye ümitsizliğe düşüp içe kapanmaya da gerek yok. Çokuluslu bu mozaikte tüm azınlıkların sesi duyuluyor. Türk ırkına yönelik sonu gelmeyecek görünen karalama kampanyalarına Amerika'da Türklerin handikaplardan yılmayıp karşı koymalarının zamanı geldi, geçiyor. Doğru ama kim önayak olacak bu girişimlere?
HAYAL DEĞİL
Bu bağlamda Amerika'daki Türklerden fazla Ankara'ya görev düşüyor. ‘‘Amerikan vatandaşı olup Türkiye'nin yararlarını koruyun’’ diye nutuk atan devlet büyüklerimizin ABD'de Türk etkinliğini gerçekleştirme yolunda bir yapılanmaya öncülük etmesi lazım. Türk Evleri kurulması bu yolda önemli bir adım olacak. Kurulacak ‘‘Araştırma ve Bilgilendirme’ Bürolarıyla anavatanın tanıtımı yapılırken Türkiye ve Türkler aleyhinde karalama, yalan-iftira kampanyaları izlenerek bilimsel, gerçekçi yanıtların verilmesi sağlanacak.
Kağıda döktüğümüz bu önerinin eski dille ‘kuvveden fiile’ dönüşmesinin kolay olmadığının farkındayım. Ama bir ABD başkanının ‘‘Ay'a insan çıkaracağız’’ dediğinde de şüphecilerin sayısı milyonları aşıyordu. Türkiye'nin ABD ve BM ofislerinde personel sayısını üçte bir azaltıp, dış arpalık haline gelen bazı müşavir ve ataşeliklerin kapatılmasıyla ortaya çıkacak tasarrufa Amerikalı Türklerin bağışları eklenirse bir yılda bir Türk Evi açılması mümkün olur.
Ermeniler her eyalette sözde soykırımı yasayla kabul ettirmek, okul kitaplarına geçirmek uğraşısını başarıyla sürdürüyor. Türkiye, düşman istilasına karşı savaş vermekle suçlanıyor. ‘‘Geceyarısı Ekpresi’’ hala sinemalarda gösteriliyor. Bizler ise pasif savunmanın ötesine geçemedik.
Kahredici sessizlik dayanılmaz noktaya geldi.
Yazının Devamını Oku 13 Ekim 2002
KATE Moss moda aleminin yakından tanıdığı ünlü bir model. New York'tan Paris ve Milano'ya moda haftalarında kadın giyimine öncülük eden tanınmış tasarımcıların giysilerini podyumlara çıkararak sergiliyor. Kate erkeklerin arzu, hemcinslerinin ise gıpta ile seyrettikleri bir vücuda sahip. Baygın bakışlı, dolgun dudaklı, dik göğüslü, ince belli, kalçanın birleştiği yerden başlayan uzun bacaklarıyla genç mankenin görünümü iç gıcıklayıcı.
Kate yazlık veya kışlık birkaç kıyafet teşhir etmek üzere moda yazarları karşısına her çıkışında 20 bin dolar civarında para alıyor. Peki kucağında kundak içinde yalnızca bir avuçluk yüzü görünen bebeği ile fotoğrafçıya poz vermesi için ünlü mankene yapılan ücret teklifi ne kadar dersiniz? 500 bin dolar. Kate Moss'un yarım milyon dolarlık teklife cevabı ise ‘Hayır.’ Yakınları alımlı mankenin bir üniversite profesörünün hayat boyunca biriktiremeyeceği bu meblağı ‘az’ bulduğunu söylüyorlar.
Gene podyumların süperlerinden Claudia Schiffer'a, Cindy Crawford'a, şarap örneği yıllanmasıyla değeri artan Joan Collins, Madonna, Michael Douglas ve Catherine Zeta-Jones gibi starlara evlilik-doğum vesilesiyle ödenen milyonlarca doların ışığında, Kate Moss'a yapılan teklif belki de fazlaca cazip değil. Karnı giderek büyüyen Claudia daha şimdiden bir dergiye yıl sonunda beklediği bebeğiyle resmi için yeniden astronomik meblağ karşılığında anlaşma imzalamış.
Gazete ve dergi okurlarının ilgi odağının nasıl tesbit edildiğini hala keşfedebilmiş değilim. Sinema ve eğlence aleminin şöhretleri hayal gücüne fırsat bırakmayan kıyafetler içinde gala, parti ve açılış törenlerinde kameralara poz veriyorlar. Mankenler podyumlarda şeffaf giysiler altında sütyensiz ve zaman zaman külotsuz boy gösteriyorlar. Ama doğumu takiben bir haftalık bebekleriyle resim çektirdiklerinde niye bol sıfırlı ücret ödeniyor? Madonna, fotoğrafçı karşısına yeni doğan çocuğu yerine apartman kapıcısının bebeğini kucağına alıp çıksa kim farkedecek? Üç günlük bebeğin gazete-dergi sayfalarını süslemesinin ne özelliği var?
Amerikan yazılı basın editörlerinin ödeme cömertliğine bakarsak benimle aynı görüşü paylaşmadıkları ortaya çıkıyor. İleri gelen gazete-dergi editörlerine kimsenin çıkıp da ödediğiniz bunca parayla satış artışı sağlıyor musunuz diyeceği de yok. Bu konuda pazar araştırması da gördüğümü hatırlamıyorum ama Amerika'nın yüksek tirajlı on gazetesi hakkında eğlenceli bulduğum bir değerlendirmeyi size aktaracağım.
GAZETEMİ BIRAKIN
The Wall Street Journal ülkeyi yöneten insanlar tarafından okunuyor. The New York Times'ı ülkeyi yönettiğini zannedenler okuyor. The Washington Post Amerika'yı biz yönetmeliyiz diyen, USA Today ise The Washington Post'u anlamadan ülke yönetimini üstlenmeye hazır kişilerce okunuyor. The Los Angeles Times okurları eğer zaman bulurlarsa ülkeyi yönetmekten kaçınmayacaklarını söylüyor. The Boston Globe'u ecdadı Amerika'yı yönetenler okuyor. The New York Daily News okuyucuları ülkeyi kimin yönettiğinden emin olmayanlar, The New York Post okuyucuları ise, sık sık skandala karışmaları halinde ülke yöneticilerinin kim olduğuna aldırış etmeyenler. The San Francisco Chronicle'ı yöneticiler şöyle dursun, ortada bir ülke olup olmadığından emin olmayanlar okuyorlar. The Miami Herald'ın okuyucuları ise başka ülkeleri yönetenler.
Diğer ülkelerde ciddi satış düşüşüne sebep olan elektronik medya devrimi her nedense Amerika'yı fazlaca etkilemiş değil. Televizyon yayınlarını takiben İnternet kanalıyla beş kıtada olup bitenlerin bilgisayarlara aktarılmasının meydana getirdiği haber bolluğuna rağmen yazılı basının gücü eskisi gibi. Amerikan halkı genelde ekranlarda, bilgisayarlarda izlediği yerel ve küresel olayların perde arkası ayrıntılarını, köşe yazarlarının analizlerini gazetelerde izlemeye tercih ediyorlar. Gelmiş geçmiş en ünlü mizah yazarı Will Smith'in ‘‘Gazetesiz bir kahvaltı semersiz at gibidir. Çıplak at sırtında rahat edebilir misiniz? Salamı, yumurtayı, hatta baharatlı fasulyamı alın ama gazetemi bırakın’’ şeklindeki derlemesi onca yıldan sonra bugün bile geçerli.
Will Smith'in memleketinde The New York Times (NYT) en etkili gazeteler listesinde başı çekiyor. ‘‘Basılmaya layık tüm haberler’’ sloganıyla ünlü bu gazete.
Oysa ‘haberi tanımlayan’ genel bir değer ölçüsü olduğunu da duymadım. Hemen her ülkede tüm editörlerin haber değerlendirilmesinde ortak görüş birliğine sahip olmadıkları da malum. Doğrusu ‘‘Gazeteler neyi basıyorsa haber odur’’ şeklinde olsa daha gerçekçi bir tanımlama olurdu.
Dünyada her gün milyonlarca insanı ilgilendiren binlerce olay cereyan ediyor. NYT'da yayımlanan haberlerin toplamı 400'ü geçmiyor. Papa'nın 27 yıl önce ölen bir İspanyol papazını ‘aziz’ mertebesine yükseltmesi haberi iki gün yarım sayfada yayımlanıyor, AIDS'den ölen yüzbinlerce Afrikalı'yla ilgili bir haber ise kartvizit boyunu aşmıyor. Haber boyutlanmasının çeşitli gerekçeleri var. Yerkürede tüm olup bitenleri, herkese ilginç gelen haberleri yayımlamaya kalksalar NYT'ın her gün ansiklopedi kalınlığında çıkması gerekirdi. Editörlere de fazla yüklenmemek lazım.
Yazının Devamını Oku