23 Mart 2003
Çeşitli kimlik yakıştırmaları var George W. Bush için. Kimine göre ‘kendini beğenmiş, mağrur kovboy’ muhaliflerinin gözünde ‘İspanya’nın krallık mı cumhuriyet mi olduğunu bilmeyen, deneyim yoksunu acemi başkan.' Oysa ABD Başkanı yakın geçmişin en sert, inatçı, yargılarından sapmayan devlet lideri. Hafta başında ‘‘Gerçek anı geldi çattı’’ diyerek Irak harekatını başlatması Bush'un blöfe iltifat etmeyen gerçek kişiliğini ortaya koydu.
ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell geçen yılın ortasından bu yana BM Güvenlik Konseyi'ni kitle imha silahlarının yok edilmesine güçlük çıkaran Irak'a karşı askeri koalisyona razı etmeye çalıştı. Eski general BM'de gerekli destek sağlamayı başaramadı. ABD, Fransa, Almanya, Rusya, Meksika'nın da desteğini alamadı. Bush, Powell'ı geri plana çekti, dış politikanın dümenine geçti. Saddam'ı diplomasiyle yok edemeyeceğini idrak eden ABD Başkanı Körfez bölgesine asker yığımını başlattı.
Amerika'nın dost ve müttefiki bunca ülke, Arap-İslam alemi dahil, hiçbir yerde sevilmeyen Saddam'a karşı savaşta niye Washington ekseninde yer almaya yanaşmadılar? Bu sorunun cevabı belki de ilk Körfez Savaşı'na uzanıyor. Saddam Hüseyin ‘‘Kuveyt Irak'ın 28'inci eyaletidir’’ gerekçesiyle bu ülkeyi 2 Ağustos 1990'da işgal etti. ABD haftalarca bu işgale nasıl cevap vereceğini bilemedi. 10 Ekim'de Kongre İnsan Hakları Komitesi'nde Nayirah adlı 15 yaşında Kuveytli bir kızın açıklamaları geniş tepkiler uyandırdı. Nayirah ‘‘Silahlı Irak askerleri hastaneye geldiler. Yeni doğmuş bebekleri kuvözlerden çıkarıp soğuk betonda ölüme terk ettiler’’ diye ağlamaklı ifade verdi. Ölüme terk edilen bebeklerin hikayesini aynı gece NBC TV haber programında 35 milyon kişi izledi. Videolarla 700 TV istasyonuna taşınarak günlerce yayına girdi. Kongre müzakerelerinde Nayirah'ın hikayesi sürekli tekrarlandı. Başkan Bush (George W.nun babası) Irak'a askeri harekat için bu açıklamayı sık sık dile getirdi.
Nayirah'ı Kongre'ye Hür Kuveyt Vatandaşları adlı bir kuruluşun kiraladığı Hill and Knowlton (H and K) halkla ilişkiler şirketi getirdi. H and K 27 Kasım'da Güvenlik Konseyi'nde de bir şov yapmayı başardı. Filistin sorununu müzakereye gelen konsey üyeleri duvarlara asılı Irak askerlerinin Kuveytli esirlere işkence resimleriyle karşılaştılar. Sözde görgü şahitleri Konsey'e işkenceyi anlattılar. Şov etkili oldu, Konsey iki gün sonra Irak'ın Kuveyt'i terk etmesi için 15 Ocak 1991'e kadar mühlet kararı aldı. İki hafta sonra ABD Kongresi hala askeri harekatı tartışırken H and K yeni bir araştırma raporu çıkararak hastanede zemine bırakılıp ölen çocukların dramını Kongre Dışilişkiler Komitesi'ne getirdi. Uluslararası Af Örgütü (AI) bebek hikayesini doğruladı. Yoğun müzakereleri takiben Kongre Başkan Bush'a savaş yetkisi verdi. 18 Ocak 1991'de Irak'ın bombalanması başladı.
Harp bittikten hemen sonra ABC TV muhabiri John Martin Kuveyt'teki hastaneye giderek araştırmalar yaptı. Kuveytli doktorlar bebeklerin savaş kaosunda bakımsızlık, hemşire azlığından öldüklerini, Iraklı askerlerin tek bir bebeği dahi kuvözden çıkarmadığını bildirdiler. AI'nın hastaneye gönderdiği araştırmacılar da Kuveyt yetkililerinden aynı yanıtı alınca Uluslararası Af Örgütü özür dileyerek ilk bulgularını geri çekti.
H and K'nın düzmece senaryosunun kahramanı Kuveyt'teki hastanenin sözde görevlisi Nayirah aslında Kuveyt'in Washinton Büyükelçisi Saud Al-Nasser Al-Sabah'ın kızıydı. Dünya TV'lerinde milyonlarca kişiyi bebek ölümleri hikayesiyle ağlatan genç kız harp sırasında Amerika'daydı. Iraklıların işkence yaptığı sözde Kuveytlilerin de ‘sahte’ oldukları ortaya çıktı. Kuveyt Emirliği'nin Irak'a askeri harekatı teşvik için H and K şirketine 11.5 milyon dolar ödediği açıklandı. Tarihte ilk defa bir halkla ilişkiler şirketi harp başlatmış oldu. ABD'nin dostları bu kez belki de ‘Nayirah Olayı’nı anımsayarak silaha sarılmakta isteksiz kaldılar.
Yazının Devamını Oku 16 Mart 2003
‘‘Ne var, ne yok New York?’’ deseniz sorduğunuza pişman olursunuz. Telefonda saatlerce beni dinlemeniz lazım. Kağıda dökmeye kalksam editörümün bana sayfalar açması gerekecek. Tek cümleye döksem içimdekileri ‘‘Alıştığım New York, bildiğim Amerika değil bu’’ diyerek sıyrılacağım.
Irak haftalardır gündemin başında. Dünya liderliğini sürdüren Amerika Saddam'a yönelik politikasında giderek yalnızlığa itiliyor. Son yüzyılda her girişimine destek almış lider ülke bu kez dıştan olduğu gibi iç muhalefetle de karşı karşıya. Politikası Irak'a saldırıda kilitlenmiş Başkan Bush, dost ülkeler bir yana kendi halkına dahi Saddam'ın Amerika için nasıl tehlike arzettiğini izah edebilmiş değil. Başkanlığı döneminde ilk defa ‘seçilmiş’ gazetecilere soru sorma hakkı tanıdığı basın toplantısında Bush'un yanıtları Amerikan ‘Bab-ı Ali’sinde hálá konuşuluyor. Birkaç örnek vereyim. ‘‘Müttefiklerimiz niye harp istemiyor?’’ Saddam bir tehlike. 11 Eylül Amerikan halkına savaş meydanında olduğumuzu gösterdi’’, ‘‘Dünya kamuoyu niye size karşı çıkıyor?’’, ‘‘Saddam bir tehlike. 12 yıldır inkar etmeye ve meydan okumaya devam ediyor’’, ‘‘Harp kaç paraya mal olacak?’’, ‘‘Üç bin insan öldü.’’
Soru sahipleri üstelik Bush'a yakın gazeteciler. Bush ayrıca basın toplantılarında ilk soru hakkı verilen Beyaz Saray muhabirlerinin en kıdemlisi Helen Thomas'ı, geleneği gözardı ederek konuşturmadı. 82 yaşındaki Thomas daha sonra ‘‘Kendi ülkesinde binlerce insanı öldürmeden barış sağlamak için başka yol yok mu?’’ diyeceğini açıkladı.
Bush'un, senaryosu önceden tespit edilmiş basın toplantısını kıstas alırsak Türkiye'deki basın özgürlüğünün Amerika'dan geri kalmadığını söylemek mümkün. Harp karşıtı sivil örgütlerin, Bush'u kınayan açıklamaları gazetelerde yer almıyor. Saddam'ın yarattığı kriz, söz ve ifade özgürlüğü Anayasa güvencesinde olan bu ülkede, bu ilkelerin ihlal edilebileceğini de ortaya koyuyor. 60 yıllık yaşamında hiç harp protestolarına katılmamış New York'lu avukat Stephen F. Downs bir markette ‘‘Dünyada Sulh’’ yazılı tişörtünü çıkarmayı kabul etmediği için tevkif edildi. Ünlü aktör ve şarkıcılar harp karşıtı oldukları için ‘kara liste’ye alınıp işsizlikle tehdit ediliyor.
Ama Bush yönetiminin Irak harbinden vazgeçmesi de mümkün görünmüyor. Oysa bunu ‘harp’ diye isimlendirmek de yanlış. Durum ABD önderliğinde tek taraflı bir askeri harekat şeklinde. Savunma uzmanları Irak'ın ‘‘carpet bombing’’ denilen ülkeyi açık otopark gibi dümdüz edecek bombalamaya karşı koyacak güçte olmadığını vurguluyor. Geçen gün denenen ‘‘Tüm Bombaların Anası’’ 10 tonluk bombanın Irak birliklerinin moralini kıracağı, onların da savaşmadan teslim olacakları ileri sürülüyor. Beyaz Saray ‘‘Bu iş bir haftada biter’’ diyor.
Harekatın uzaması ve Amerikan askerlerinin zayiatı Beyaz Saray'ı en çok kaygılandıran husus. Toplumda ve Amerikan Kongresi'nde başlayacak tepkilerin yanısıra çeşitli iş sektöründe de krizler yaşanacak. New York'ta müzikallerin perde indirdiği üç günlük grevi takiben sanatçılar sendikası başkanı Jed Bernstein ‘‘Broadway 4.5 milyar dolarlık bir sanayi. Grev kentin otel, lokanta, ulaşım gibi sektörlerine darbe vurdu. Harp patlarsa işimiz çok güçleşecek’’ diyor. Kongre'de harbe karşı çıkanlar ‘‘Irak harekatıyla 11 Eylül saldırılarını aşan bir ekonomik krize gireceğiz. Turizm, borsa, finansman, alışveriş olmak üzere tüm sektörler etkilenecek. 450 bin kişi işsiz kalacak. Bütçe büyük çapta açık verecek. Halk yeniden terörist saldırısı korkusuna kapılacak’’ diye yakınıyorlar.
ABD, Irak saldırısını meşru kılacak BM onayını sağlamaya çalıştığı sırada İngiltere ucuz komedi senaryosunu andıran evlere şenlik bir karar tasarısı sundu. Kendi partisinde muhalefetle karşılaşan İngiliz Başbakanı Blair erik çalarken yakalanan çocuğun ‘‘Valla, billa bir daha yapmıycam. Alın eriklerinizi’’ demesi gibi Saddam'ın TV'de günah çıkarmasını bekliyor. Tanrı kimseyi böylesine çaresizlikle karşı karşıya getirmesin.
Yazının Devamını Oku 9 Mart 2003
Bu acele niye? Neyi kastettiğim malum. Amerika'nın Irak'a harp harekatından söz ediyorum. Yerkürenin tek lideri ülkenin yönetildiği Beyaz Saray'dan sokak arası meyhaneye, finans borsasından Hollywood stüdyosuna her yerde baş konu Saddam ve Irak. Gazetelerde sayfa dolusu yazılar, kocasını, babasını Körfez bölgesine gözyaşı dökerek uğurlayan anaların, çocukların görüntüleri ekranlarda.
Şu ana kadar Başkan Bush'un Saddam'ı devirmekte sergilediği aciliyetin nedenini anlamış değilim. Amerika Vietnam'dan sonra tarihinde ilk kez saldırıya uğramadığı halde savaşa girmekte sabırsızlanıyor. Oysa halk tedirgin. Düzmece sandığım bazı nabız yoklamaları Amerikalıların yüzde 65'inin Irak'a saldırıyı desteklediği yönünde. Fikrini sorduğum çeşitli meslekten insana göre Beyaz Saray'ın öne sürdüğü gerekçeler harp nedeni değil. Ünlü yazar Thomas L. Friedman, New York Times'daki köşesinde ‘‘Anketlere inanmayın. Son iki haftada 20 eyalet dolaştım, harp yanlısı bir kişiye rastlamadım’’ diyor. Halkın önemli kesiminin harbe yönelik görüşleri belli. New York'tan Los Angeles'a yüzlerce kentte Aristophanes'in 2500 yıl önce yazdığı ‘Lysistrata’ sahneleniyor. Julie Christie, Kevin Bacon gibi aktörler harpten vazgeçene kadar kocalarıyla aşk yapmamakta kararlı Yunan kadınlarının direnişini sergileyerek Beyaz Saray'a gönderme yapıyorlar. Deniz piyadesi oğulları Körfez bölgesinde savaş emri bekleyen bazı aileler Kongre kararı almadan Irak'a karşı harbe girmeyi hazırlanan Başkan Bush ve Savunma Bakanı Rumsfeld aleyhine dava açtılar.
Amerikalı değilim ama bu ülkede yaşıyorum. Ben de tedirginim. Kaygım Irak hudutları ötesine ulaşmasından dahi şüphe ettiğim Al Samud füzelerinden değil, terörizmden. Uluslararası terorizmle mücadele için kurulan ‘Yurtiçi Güvenliği Bakanlığı’nın sorumlusu Tom Ridge ‘‘Harp başladığında terörizm tırmanışa geçebilir’’ ikazında bulunuyor. CIA, FBI, Ulusal Güvenlik kurumlarını birleştiren bakanlığın başındaki Ridge birkaç aydır ‘portakal, sarı’ gibi renklerle terörizmin yükseklik çizgisini açıklıyor. Bush'un yakın arkadaşı Ridge geçen ay teröristlerin kullanacağı kimyasal ve biyolojik silahlara karşı plastik çarşaf, zamklı bantlarla korunmasını önerdiğinde 11 Eylül saldırılarından bu yana görülmemiş paniğe sebep oldu. Yaşam devam ediyor, ama korku hálá yaygın.
BUSH SÖZÜNÜ TUTMUYOR
Temel sorun, Bush'un yok etme tutkusu haline gelen Saddam değil, harple birlikte ateşlenecek uluslararası terörizm. Körfez'de konuşlandırılmış, 250 bin mevcutlu Amerikan ordusunun hedefi Saddam'ı ortadan kaldırmak. Peki terörizme ne olacak? Washington'un 21'inci asrın vebasını kökünden kazıyacak bir planı yok. 25 milyon dolarlık ödül sayesinde hafta başında ele geçirilen Halid Şeyh Muhammed'in soruşturmasında El-Kaide'nin Amerika'da asma köprüler, benzin istasyonları, Empire State gibi ünlü yapılara intihar saldırıları planlandığı ifade ediliyor.
Yolda rastgele birini çevirip sorun: ‘‘Irak'taki El-Samud'lardan mı, El-Kaide teröristlerinin Amerika'daki eylemlerinden mi korku duyuyorsunuz?’’ Ne yanıt alacağınızı biliyorsunuzdur. Bir de Amerika'nın ihtarına rağmen nükleer silah üretimini sürdürmekte devam eden Kuzey Kore konusu var. CNN'in son yaptığı bir nabız yoklamasında halkın yüzde 24'e karşı yüzde 76'sının K. Kore'yi Irak'tan daha büyük tehlike gördüğü ortaya çıktı. CIA, K. Kore'nin egzantrik lideri Kim Jong İI'in 20 milyon kişiyi öldürecek sinir gazı ve şarbon başlıklı silaha, yılda 60 kadar nükleer bomba üretecek kapasiteye sahip olduğunu bildirdi. ABD Savunma Bakanlığı, K.Kore'deki toplu imha silahlarının Irak, İran, Libya, Suriye ve El-Kaide'ye satılacağından endişe duyuyor. Kaçınılmaz görünen Irak harbinden sonra Başkan Bush K. Kore'deki nükleer tesislerin bombalanması emrini verirse ikinci bir Kore harbi muhakkak.
Irak- Uluslararası Terörizm - Kuzey Kore üçgeninde sıkışmış Türkiye'nin durumu kritik. ABD medyası Türkiye'nin harp zararlarının karşılanması nedeniyle Beyaz Saray'la yaptığı müzakereleri ‘Çarşı pazarlığı’, ‘Cüzdan Diplomasisi’ diye niteledi. TBMM'deki oylamayı takiben ‘Ankara’nın İhaneti' başlıklı başyazılar dahi çıktı. The New Republic editörü Peter Beinart ise ‘‘Türkiye ABD'ye niye güvensin?’’ başlıklı makalesinde Ankara'ya destek verirken, Bush'un yakın müttefiki Müşerref'e, Meksika Cumhurbaşkanı Fox'a, Afganistan lideri Karzai'ye verdiği sözlerden caydığını anlatıyor. Beinart, Türkiye'de 1990’da yüzde 9.5 olan ekonomik büyümenin Körfez Savaşı'nın ilk yılında yüzde 0.5'e düştüğüne, Irak savaşında onlarca milyar dolar zarar ettiğine, 500 bin Iraklı Kürt'ün Türkiye'ye geçerek sorunlar yarattığına işaret ediyor. Dış politika yazarı ‘‘Baba Bush yönetimi Türkiye'ye yalnızca 200 milyon dolar verdi. Şimdi Türkler Başkan Bush'tan finansman anlaşması imzalamasını istiyor. Kabahat kimde?’’ diye soruyor. Gene de Amerika'ya ‘hayır’ demek kolay değil. Abdullah Gül hükümetinin işi güç.
Yazının Devamını Oku 2 Mart 2003
Çehresini hayal meyal hatırlıyorum. Akşamları arabamı almak üzere yanından geçerken tel parmaklıklı çit arkasında siluetini görürdüm. Taşımacılık şirketi Josef'in donuk görünüşlü ofislerinin kapısını mekan edinmiş bir evsizdi. Kapı önündeki mukavva kutu içinde gecelerdi. Boyuna kısa geldiği için ayaklarını karnına çekmesine rağmen lastik ayakkabıları gene dışarda kalırdı. Zaman zaman yatak niyetine kullandığı kutu önündeki bardaklara buruşturup attığım kağıt paraların dahi farkında olduğuna emin değilim. Birkaç laf etmeye dahi teşebbüsten çekindim. Kainatın en önemli kentinde yaşanan dramının suçluluk utancını paylaşmaya gönlüm razı olmadı hiç.
Önceki akşam bir kez daha Josef'in önünden geçerken içim ezildi. Mukavva kutunun arkasındaki kapı üstüne karakalemle yazılı bir duyuru asmışlar. ‘‘Dino'nun Anısına’’ diye başlayan duyuru şöyle devam ediyor: ‘‘Evsiz'di. 15 Ocak '03 de öldü. 49 yaşında idi. İyi insan, iyi arkadaştı. Canı, soğuğu ve imkansızlıklarıyla bütünleşmiş New York yaşamına daha fazla dayanmadı.’’
Kim yazdı?
Yazılar kalp şeklinde çerçeveye alınmış. Yan tarafında ‘barış’ simgesi. Mukavva kutu önünde boynu bükük krizantemler, uzun saplarında hala dik duran kırmızı güller vazo içinde. Kapı köşesinde tel süpürge, bir de adam boyu kauçuk bitkisi.
Rüzgar rotasını hesaplayıp arkamdaki beton sütunun arkasına sığınarak bir sigara yakıyorum. Tekrar okuyorum Dino için yazılmış birkaç satırlık ağıdı. Herhalde kendi gibi evsiz arkadaşı yazmış olmalı. Yarım asırlık bir ömrün böylesine özetlenmesine gönlüm razı olmuyor ama yapacak bir şey de yok artık. Acaba nasıl bir ailede dünyaya geldi? Ana-babası kimdi? Başından evlilik geçti mi? Eğitimi neydi, bir işte çalıştı mı? Nasıl evsizler ordusuna katıldı? Çoluk-çocuk, yakın akrabaları, eğer varsa, Dino'nun akıbetini biliyorlar mı? Keşke tanışıp konuşsaydım diye hayıflanıyorum.
BM'NİN KOMŞUSU
Dino'nun kapı aralığındaki mekanı BM binasından bir sokak aşağısında. Dünya toplumlarının sorunlarına çözüm bulmak amacıyla kurulmuş bu örgütün katlarından dondurucu soğuk ile bunaltıcı sıcağı kutu içinde geçiren kader mahkumunun yaşamını noktaladığı mekanı görmek mümkün. Ama kimin umurunda? Evsizler, yoksullukla kıvranıp McDonalds önündeki çöp sepetlerinde köfte-ekmek artığı arayanlara sıcak aş, başını sokacağı bir çatı bulmak BM'nin işi değil ki? Zenginliği, refah düzeyi dillerden düşmeyen Amerika'nın dışlanmış insanlarına el uzatması lazım.
Gözümün önünde Dino'nun siluetiyle Saddam'ın görüntüleri canlanıyor. Amerika Birleşik Devletleri Başkanı George W. Bush uluslararası camiayı sürekli tehdit ederek Saddam'ı ortadan kaldıracak bir savaşın desteklenmesini istiyor. Amerika'nın yeni bir Irak harekatı için harcayacağı meblağ yüz milyar dolara yakın. Bush ‘‘Saddam insanlık düşmanı. Güvenliğimiz için bu sorunu yok etmeliyiz’’ diyor. Kara mizahın dik alası bu.
Amerika nerde, Saddam nerde? Arada bir düzine memleket, koca bir okyanus var. Saddam rejimi büyüteç altında izleniyor. Karadan havadan, geceli gündüzlü gözaltında. Çevresindeki ülkeler için Saddam tehlike bir yana sorun dahi değil uzun zamandır. Gel de Bush'a anlat!
Teksas gelenekleriyle yetişen Bush tipik bir kovboy. BM tarihinde benzerini hatırlamadığım kabadayılık üslubunu uluslararası diplomasiye yerleştirmeye çalışıyor. Oysa Bağdat yolunda sarfedeceği onca milyar doların faiziyle öz vatandaşı Dino gibilerini kapı aralıkları, kuytu köşelerden çekip insan gibi yaşam düzenine sokması işten bile değil.
Amerikalılar doğuştan kabadayı bir millet. Kovboylara da düşkün. Ünlü politikacı, ABD'nin eski dışişleri bakanlarından Dr. Henry Kissinger dahi bir röportaj sırasında tekrar hayata geldiğinde hangi mesleği seçmek istediği sorusuna ‘‘Belimde bir çift tabancayla, at üzerinde bir Teksas kasabasına giren kovboy olmak isterdim’’ diye yanıt vermişti.
KOVBOYLARIN ASIL İŞİ
Kovboyların esas işi sığır gütmek. Hollywood çoban karakterlerine bir çift tabanca verip beyazperdeye getirmiş. Kızılderili neslinin kökünü kazıdıkları da masal. Esas çatışmalar toplu, tüfekli askerlerle semersiz at üstünde silahı ok-yay olan yerliler arasında geçmiş. Modern çağda yoksulluk, sefalet gibi sorunları çözüm getirmesi gerekenler kovboy değil. New York ve diğer kentlerde Dino ve benzeri gariban takımının ızdırabına son verecek kişiler belediye başkanları.
New York'un çiçeği burnunda belediye başkanı Michael Bloomberg, adını taşıyan dev bir medya kuruluşunun sahibi. Milyarder işadamı Bloomberg'in hayatında bir gün dahi kavurucu soğukta sokakta kaldığını, yarım gününü aç geçirdiğini sanmıyorum. Manhattan'da inşası bitmek üzere olan iş merkezinin maliyeti 100 milyon doları aşıyor. Çevresindeki gökdelenlerin servis kapılarında evsizlerin yan yana gecelediğine çok şahit oldum. Bloomberg limuzininden sokağa inip haşmetli binaların çevresini mesken edinen unutulmuş insan manzaralarını görerek harekete geçerse Dino'nun ruhu şad olur.
Yazının Devamını Oku 23 Şubat 2003
Kuzu derisi siyah palto ayak bileğime kadar iniyor. Kauçuk çizme ise dizime uzanıyor. Başımda kulaklarımı kapatan yünlü şapka, boynumu çevreleyen kaşkol, muflonlu eldivenler ve gözlüklerim. Palto altında ceket, dik yakalı balıkçı kazağı. Kar fırtınasının üstesinden geleceğimi sanıyorum. Bir kaç merdivenden sonra apartman holüne geliyorum. Daha şimdiden terlemeye başlamışım. Binanın emektar kapıcısı ilk kez ismimle hitap ederek ‘‘Günaydın’’ demiyor. Beni tanıyamadığı muhakkak. Görünüşüm Antartika fatihi James Cook'u andırıyor olmalı.
Döner kapıdan dışarı çıkıyorum. Sert batı rüzgarı bir anda helezoni kıvraklığıyla beni kucaklıyor. Kuru soğuğu damarlarımda hissedince tersyüzü döner kapıdan tekrar içeri giriyorum. Çaresiz eve kapanıyoruz.
BAŞKANLAR GÜNÜ ARAŞTIRMASI
Ekranlarda Atlantik yakasında altı eyalette hayatı felç eden kar fırtınası baş haber. Havaalanları kapanmış, karayollarında tampon tampona trafik, yerini tek tük gelip geçen araçlara terk etmiş. Parkların yanısıra caddelerde kayakla gezenleri görüyoruz. New York'un göbeğinde kar kalınlığı 50 cm. Belediye Başkanı Bloomberg 2.5 cm. karın temizlenme maliyetinin bir milyon dolar olduğunu söylüyor. Milyarder başkanın hesabından bir şey anlamadım. Kaç paraya mal olacak tüm New York'un kardan temizlenmesi?
Neyse fazlaca iş kaybımız yok, fırtına ‘‘Başkanlar Günü’’ne rastladı. Resmi tatil bugün, her yer kapalı. Elime geçen bir araştırmayı okuyorum ABD'nin eski başkanları hakkında. İlginç özellikleri var başkanların. James Madison çok ufak yapılıymış, kilosu ise 44. William Taft ise aşırı şişman, göbeği direksiyona yapıştığı için araba kullanamıyor. Andrew Jackson'ın cenazesinde sürekli küfreden papağanını alıp götürmüşler. Federalist John Tyler yeminli düşmanı olduğu ABD'ye başkan seçilmiş. Martin Van Buren ile eşi evde Flemenkçe, Herbert Hoover kimse anlamasın diye eşiyle Çince konuşurlardı. 1878'de Başkan William H.Harrison'ın oğlu John'un cesedini mezar hırsızları çalıp Cincinnati'de bir tıp okuluna sattılar. John'ın oğlu tesadüfen gittiği okul laboratuarında babasının iple asılı cesediyle karşılaştı. Boston Belediye Başkanı, başkan seçilmeden önce eyalet valisi olan Calvin Cooledge'ın gözünü yumrukla şişirdi. Harry Truman'ın eşi Bess Beyaz Saray'da takma dişlerini tuvalete düşürdü, muslukçu boruları keserek dişleri çıkarıp başkan eşine teslim etti. Çabuk öfkelenen Franklin Pierce bir kızgınlık anında atını üstüne sürerek bir kadını çiğnedi. Ulysses S.Grant'a arkadaşları evlilik hediyesi olarak genç bir kız verdiler. Mesleği terzilik olan Andrew Johnson kendi elbiselerini dikerdi. Giyime düşkün, 80 pantolunu olan Chester Arthur günde beş kez pantolon değiştirirdi. Grover Cleveland iki katili bizzat ipe çekip astı. Teddy Roosevelt'in azgın köpeği Pete Beyaz Saray'da bir davette Fransız büyükelçisinin pantolonunu parçaladı. Gerald Ford Müzesi'nde James Dean'in motosikleti, Lindbergh'in uçuş kıyafeti, Bonnie ve Clyde'ın kurşunla delik deşik olmuş şapkaları, Saigon'da helikopterle kurtarılan son Amerikalıların kullandığı merdiven bulunuyor. James Madison dinsizdi. John Quincy Adams Beyaz Saray'daki çalışma odasında timsah beslerdi. Tek bekar ABD Başkanı James Buchanan'ın nişanlısı intihar etmiş. Jimmy Carter'ın en beğendiği pop grubu Led Zeppelin. Dwight Eisenhower korumalarına Gettysburg malikanesinde kedi gördüklerinde kurşunlanması emrini vermiş. James Garfield deha düzeyinde amatör matematikçi idi. Abraham Lincoln ileri derecede depresyon içindeymiş. Yakınları intihar etmesini önlemek için bıçak ve jiletleri sürekli saklamışlar. 1849'da başkan seçilen Zachary Taylor'ın yemin günü pazara rastladığı için Senato Başkanı David Rice Atchinson bir gün başkanlık yapmış. Bill Clinton santraldaki kızların şuh sesle ‘‘Evet Bay Başkan’’ demesinden usandığı için ofisine direkt hat çektirmiş. Çapkınlığıyla ünlü Clinton, Monica'yı santral kanalıyla arayacak değil ya! ABD'nin şimdiki başkanı George W.Bush ise çocukların gözdesi ‘Kickers’ adlı karamelaya düşkünmüş.
ÜNLÜ TIP BİLGİNİ ÖLDÜ
Sıra gazetelerde. New York Times 93 yaşındaki Prof.Dr. Landrum Shettles'ın ölüm haberini veriyor. Geçen yarım asrın en önemli tıp bilginlerinden, tüp bebeğin öncüsü, ‘‘Çocuğunuzun Cinsini Seçin’’ adlı satış rekoru kıran kitabın yazarı Shettles ile dizi röportaj yapmıştım. Bir yıl sonra Türkiye'den arayan evli çiftler Shettles'ın önerilerini uygulayarak kız veya erkek çocuk sahibi olmayı başardıklarını söylediler. Üç kız sahibi İzmirli bir anne nihayet sahip olduğu oğlan çocuğuna adımı koyduğunu bildirdi. Denemelerinden ötürü Papa Paul'un afarozla tehdit ettiği Dr. Shettles'ın toprağı bol olsun.
Yazının Devamını Oku 16 Şubat 2003
Kaygılarım uçup gidiverdi. Zsa Zsa Gabor ‘‘Geçmiş olsun’’ mesajıma hasta yatağından ‘‘İyiyim, daha iyiyim’’ diye haber gönderdi. Hayranı sayılmam ama defaatçe görüştüğüm, Türklere sevgisi nedeniyle sempati duyduğum bir insan Zsa Zsa. Geçen Kasım sonunda Beverly Hills'de kuaförünün kullandığı araba elektrik direğine çarptığında ağır yara alarak hastanede günlerce yoğun bakımda kaldı. Sonra yaşlı aktörlerin hastanesine kaldırıldı. Şubatın ilk haftasında doğum gününü kutlarken ‘‘Kocam bana ışıldayan bir hediye verecek’’ dediğinde takı düşkünlüğünü anımsayıp ‘‘Tamam artık iyileşti’’ dedim.
9 EVLİLİK YAPTI
Zsa Zsa orta yaşı geçmişlerin hatırlayacağı bir Hollywood yıldızı. Sinema alemine has tanımlamayla şöhreti ‘şöhret’ olmaktan ileri geliyor. 40'a yakın filmdeki irili-ufaklı rolleriyle değil görkemli fiziği, alımlı görünüşü, dokuz evliliği, karıştığı skandallardan kaynaklanıyor şöhreti. 1951'de olumlu not aldığı Moulin Rouge'u elli yıl sonra Nicole Kidman ikinci kez sinemalara getirdi. Adı Marilyn Monroe ile dönemin seks kraliçesi olarak anılan Macar asıllı Zsa Zsa ile tanışıklığımız yıllar öncesine uzanıyor.
Londra Büyükelçiliğimizde Atatürk'ün 10 Kasım anma töreni arifesindeki görüşmemizde Zsa Zsa'nın ‘Kemal Paşa’ adlı atıyla Green Park'ta her gün geziye çıktığı haberi resimli yayınlandığında Ankara'dan şiddetli tepki gelmişti. Büyükelçi Zeki Kuneralp'in ‘‘Atatürk'ün adı bir ata verilemez. İsmin değiştirilmesine yardımcı olun’’ isteğini ilettiğimde Zsa Zsa ‘‘Avrupalılar kedi, köpeklerine sevdiklerinin adlarını koyar. Türklere ve Mustafa Kemal'e sevgim büyük. Ama madem sorun yarattı, değiştireyim. Sen ne isim öneriyorsun?’’ diye sordu. Yerinde duramayan İngiliz kısrağına bakıp ‘‘Thunderbolt (Yıldırım)’’ dedim. Zsa Zsa beğenmedi. Fırtına veya Rüzgar gibi bir ad koydu.
Dokuz evlilik ile Elizabeth Taylor'ı dahi geride bırakan güzel Macar kadını ilk evliliğini Budapeşte Büyükelçimiz Burhan Belge ile yapmış. ‘‘Burhan aile dostumuz idi. 1936 da Macaristan Güzeli seçildikten sonra beni istedi. Evlendik. Balayımızı İstanbul'a giderken Simplon Ekpresi'nde geçirdik. Benden çok yaşlıydı. Cinsel birleşmemiz olmadı’’ diyor. Atatürk'e yakın olduğunu duymuştum. ‘‘Evet. Ankara'da ilkin bir baloda tanıştırıldım. Dans ettik. Birkaç kere de birlikte yemek yedik. Gözleri hálá belleğimde. Unutamayacağım bir erkekti Mustafa Kemal.’’ Peki, nereye kadar gitti bu ilişki? Anılarınızda başka neler var? ‘‘Mükemmel bir erkekti’’ dışında ayrıntıya girmedi.
TÜRK MODACIDAN KAFTAN
New York'a geldikten bir süre sonra Zsa Zsa'yı aradım. Broadway'de Kırk Karat adlı bir piyeste oynuyordu. ‘‘Gel oyunumu gör, sonra konuşuruz’’ dedi. Oyunu izledikten sonra buluştuk. Ertesi gün Waldorf Towers'daki dairesine gittiğimde çıplak ayaklarına inen uzun kaftanı gösterip ‘‘Bak bu bir Türk modacısının eseri’’ dedi. Saatlerce sohbet ettik, terzisi elbiselerinde düzeltmeler yapıyordu.
İki gün sonra tabloid New York Post'un kapağında Zsa Zsa kapak konusu olmuştu. Tiyatro dönüşü dairesine çıkarken iki soyguncu asansörde pırlanta kolyesini çalmış. Telefon ettiğimde ‘‘Şansım varmış bana bir şey yapmadılar. Geldiğinde resmini çektiğin kolye Rubirosa'nın hediyesi idi, sigorta 250 bin dolar ödeyecek’’ dedi. Yeni bir haber yapıp kolye resmini tekrar Hürriyet'e gönderdim.
Sinema tarihinde yaşamı Zsa Zsa gibi renkli, skandalla dolu başkaca bir şöhret olduğunu sanmıyorum. Burhan Belge'den sonra aktör George Sanders ile evlendi. Life, Colliers, Paris Match dahil çeşitli dergilere kapak oldu. Evlendiği ve yaşadığı tüm erkekler milyonerdi. Dominikli milyoner playboy Porfirio Rubirosa ile birlikteliği yıllarca magazin basınına malzeme sağladı. Ünlü çapkın, Zsa Zsa'yı takılara, kürklere boğdu, spor Mercedes hediyesini özel uçağıyla Los Angeles'e gönderdi. Ama bir keresinde sürekli kavga ettiği Macar güzelinin gözünü yumrukla da şişirdi. Rubirosa, Woolworth varisi milyarder Barbara Hutton'la evlendiğinde balayının bir kısmını gene Zsa Zsa'nın yatağında geçirdi. Zsa Zsa Hilton zinciri sahibi Conrad Hilton, Barbie bebekleri, Sparrow füzeleri mucidi Jack Ryan, Teksaslı petrolcu Joshua Cosder, sanayiciler Hal Hays ve Herbert Hutner, Meksikalı milyarder Felipe De Alba ve son kez Alman Prensi Frederick von Anhalt ile evledi. Dominik Cumhurbaşkanı'nın oğlu, evli ve altı çocuk babası Rafael Trujillo sırılsıklam aşık olduğu Zsa Zsa'ya yüz binlerce dolarlık mücevher, Rolls Royce hediye edince yoksul ülkesine 1,5 milyon dolar yardım yapan Amerikan Kongresi'nin protestosu üzerine ilişki sona erdi.
ÜÇ KİTAP YAZDI
Zsa Zsa, yıllar önce boşadığı ve kızkardeşi Magda ile evlendirdiği ikinci eşi George Sanders ile yeniden aşk tazelerken Sanders, ‘‘Bu hayat çekilmez’’ notu bırakarak intihar etti. Hayatı ve erkekler hakkında üç kitap yazan Zsa Zsa Gabor'un suikaste kurban giden ABD Başkanı JFK ile birlikteliği bir süre dünya basınını işgal etti. Polis tokatlamaktan hapse girdi. Aktris Elke Sommer'e fahişe dediği için 2 milyon dolar tazminat ödedi.
86 yaşındaki Zsa Zsa şimdi hastanede. Son kocası Prens Frederick ile Conrad Hilton'dan olan kızı Francesca miras paylaşımı kavgası içindeler. Mücevherlerine paha biçilmeyen, hatırı sayılır nakit ve emlaka sahip olan Zsa Zsa'nın vasiyetinde kimler var, kimse bilmiyor. Atatürk'le ilişkisi sırrı gibi.
Yazının Devamını Oku 9 Şubat 2003
SOLUK pembe duvarda karakalemle çizili bir kalbin içinden ok geçiyor. Altında ‘‘Bucks, teşekkür ederim’’ yazıyor. İlk sözcük liseli, kolejli öğrencilerin dilinde ‘‘Starbucks’’ın kısaltmış şekli. Amerika'da bizim ‘kahve’ dediğimiz yer yok. Hele pişpirik, konken, tavla masalarının üstüne Londra'nın sisi gibi kat kat çöken sigara dumanlı mekanlar hak getire. Ama son 10 yılda mantar gibi üreyen Starbucks'lar geçmiş yılların İstanbul'undaki kıraathaneleri andırıyor. Kahvenin çeşitli türlerinin yanısıra kurabiyenin, pastanın dilimle satıldığı Bucks'lar gençler için kıraathane. Bir bardak sütlü kahve, tadımlık şekerlemeyle bir köşeye çekilip saatlerce kitap okuyor, ertesi gün hocaya sunacakları yazılı ödevleri hazırlıyorlar.
Ocak boyunca süregelen aşırı soğuğun aniden kırılması, cıvanın artı ikiye yükselmesiyle ‘‘Yaşasın, sıcak dalgası bu’’ diyerek Manhattan'da yürüyüşe çıktık. Union Square'e gelince, Starbucks'da kahve molası verdik.
Cam kenarında bulduğum masada kahvemi yudumlarken Union adlı meydanı izliyorum. Manhattan'ın en kalabalık kesimlerinden biri burası. Karşımda New York Film Akademisi, yan tarafta spor malzemelerinin satıldığı Nike Town, kedi-köpek besleyenlerin alışveriş mağazası Petco, kış sporlarına düşkünlerin uğrağı Paragon, Salman Rüşdü, Tommy Hilfiger gibi şöhretlerin konuşmalarını izlediğimiz kitabevi Barnes and Noble.
Gecenin ileri saatlerine kadar işlek bu meydan. Çevredeki kolejler nedeniyle öğrencilerin gezi, alışveriş ve buluşma yerleri de burada. Son yıllarda gurme yazarların liste başına çıkardığı Union Square Cafe, Blue Water Grill, Olives restoranları sayesinde sosyete uğrağına da dönüştü.
Hafta sonunda ayrı bir manzara ortaya çıkıyor, açık hava pazarına dönüşüyor Union Meydanı. New Jersey ve Philadelhia'dan gelen çiftçiler taze meyve ve sebzelerini, kümeste beslenen tavukları meydana kurdukları tezgahlarda satıyorlar.
Dördüncü Sokak ile Broadway'ın kesiştiği köşedeki meydan 19'uncu yüzyılda New York'un tiyatro merkeziymiş. Tiyatrolar Broadway'in kuzeyine taşınınca, Union Square düzene başkaldıran anarşistlerin siyasi mitinglerine sahne olmuş. 1927'de Italyan kökenli anarşistler Sacco ile Vanzetti düzmece delille cinayet suçlusu bulunup asıldığında, Amerika'da en kalabalık protesto gösterisi gene bu meydanda gerçekleşmiş.
Köşe başı direklerinde ampuller yanmaya başladığında Starbucks'daki molaya son verip, yeniden yola koyuluyoruz. Giyim mağazaları kar-kış devam ederken bahar modellerini de vitrine sürmüşler. Camlarda ucuzluk ilanları. Çalışma saati bittiği için dükkanlar kalabalık. Gazetelerde perakende esnafın şikayetleri yer alıyor. Abartılı sandığım ekonomik durgunluk halkın gerekli ihtiyaç maddeleri dışında harcamalarını kısıtlamış. Bazı tesbitlere göre, geçen yıla kıyasla satışlar yüzde dört düşmüş. Oysa her Noel ve yeni yıl akabinde böylesine düşüşler görülüyor piyasada. Bu Amerikan milleti Türkiye'nin buhranlı dönemlerinde satışların yarı yarıya düştüğünü duysa, kesin şoka girip hastanelik olur.
Daha da garibime giden bir diğer husus minik Manhattan'ın güney ucunda bankacılık-finans kurumlarının bulunduğu kesimdeki şirketlerde çalışanların hali. Wall Street denilen bu mahallede sene sonu ikramiyeleri yüzde 37 kısılınca yakınmaya başlamışlar. 2001 yılında 12.6 milyar dolar tutarında ikramiye alan şirket personeline geçen yıl sonunda sadece 7.9 milyar dolar prim ödenmiş. Kaldırımlarda el açan yoksulları, kış soğuğunda mazgallarında uyuyan evsizleri göz önüne getirdiğimde, süper maaşlı bu ofis işçilerinin haline üzülmek içimden gelmiyor.
Esasında primleri kısıldığı için iki gözü iki çeşme olan Wall Street personeline şaşmamak lazım. Amerika'nın dini, imanı para. Amerikalı hemen her durumda ‘‘bu işten ne kadar para cebime girer’’ hesabı yapıyor. Dolara yönelik doymak bilmez bir iştihası var Amerikalıların.
Sundel Judson, gençlerin moda haline getirdiği yünlü bereleri, ‘bandana’ denilen alın bantlarını satarak milyoner olan bir işadamı. ‘Sunny’ lakaplı adam geçen aralıkta süper lotodan 165 milyon dolar kazandı. Sunny'ye lotarya biletini satan bayi, talihli milyonerin kendisine bir kuruş dahi bahşiş vermeye yanaşmadığını söylüyor. Yalnızca kendisinden okula gitmek için bir araba isteyen torununa kullanılmış bir Volkswagen hediye eden milyoner işadamı, hálá ayni bayiden loto bileti almaya devam ediyor. Sunny, tonla parası olmasına rağmen niye lotaryadan vazgeçmediğini soranlara ‘‘Paranın çoğu olmaz. Bakarsın gene büyük ikramiye çarpar bana’’ diye yanıt veriyor.
Yazının Devamını Oku 2 Şubat 2003
Ünlü Fransız şef Dainel Boulud'ün New York'taki lokantasında ‘‘Burger Royale’’ 50 dolar. Çocuk karışı kadar kalın olan bu köfte ekmeğin içinde neler yok ki? Havyar eklenirse fiyatı artıyor. Arkadaşım ofise soğuktan kızarmış ellerini oğuşturarak girdi. ‘‘Çay, kahve ikram etmeye kalkma, biraz ısınayım yemeğe gideceğiz.’’ Ofislere servis yapan bir lokantadan sandviç ısmarlamayı öneriyorum. Anında itiraz ediyor: ‘‘Korkma donmazsın, iki sokak yürüyeceğiz.’’ Peki nereye gidiyoruz? DB'ye. DB ne ola ki? Bunca yıldır New York'taymışım, nasıl olur da DB'yi, Daniel Boulud'u bilmezmişim?
Boulud, vatandaşları Alain Ducasse, Paul Bocus, David Bouley gibi şöhreti yaygın bir Fransız aşçı. Manhattan'da Cafe gibi mütevazı bir sözcüğe ters düşen restoranı hayli pahalı. Bizim binaya yakın, ‘Bistro Moderne’ adlı son lokantasını geçen yıl açtığını biliyorum. Rezervasyonumuz yok, yer bulamayız gibi itirazlarım fayda etmiyor. Şanslı olmalıyız, peşin bahşişe gerek kalmadan bir masa buluyoruz.
Başımıza dikilen garson ağzını açmadan bizimki ‘‘Burger Royale’’ diye hamburger siparişi veriyor. Mecbur kalmadıkça erimiş peynirle ıslanmış pizza, hot dog denen sosisli sandviç ve cıvık cıvık McDonald's köfte-ekmeğine itibar etmediğim için siparişi bana cazip gelmiyor. Sebze çorbası istiyorum garsondan.
Ünlü usta nasıl olur da bunca Fransız yemeği dururken Amerikalıların fast-food dedikleri çabuk kızartılıp müşteriye sunulan köfteyi mönüye koymuş. Merakım uzun sürmüyor. Masaya az sonra siparişlerimiz geliyor. Burger Royale adı üstünde ‘‘Kral Köfte.’’ Kalınlığı çocuk karışı, içi tıka basa dolu. Nedir bunlar diyorum. Gözlerini kısıp düşünüyor sonra saymaya başlıyor: ‘‘Yuvarlak ekmeğin içinde minik soğan dilimiyle karışık Parmesan peyniri var. Kıyması 250 gr. Sığırın boyun etiyle filetosu üç katlı. Yer mantarı, kaz ciğeri ezmesi, kırmızı soğan, taze ve kuru domates, yaban turpu, hindiba, şarapta dinlenmiş kaburga eti kıyması, çeşitli sebze parçaları, Fransız hardalı.’’
Bıçakla ortasından kesip ikiye ayırıyor. Sıkılı yumruk gibi toplu hamburgerin az pişmiş kanlı kıymalı köftesi ortaya çıkıyor. Saydıkları doğru olsa gerek içinde bir ben eksiğim. Tarifesini nerden bildiğini sorunca ‘‘Otel odamdaki New York dergisinde okudum, ağzım sulandı. Ben hamburgeri çok severim. Onun için seni zorladım’’ diyor. Kaç para bu? Parayı önemsemediği belli: ‘‘50 dolar. Havyar da ilave edilmesini istersen fiyatı artıyor.’’ Çorba kaşığı neredeyse elimden düşecek. 10 dolar da bahşiş eklesen 60 dolar. Oysa hamburger dediğin nedir ki? Köfte-ekmek üzerinde yağda kızartılmış bir kaç soğan dilimi yeşil salatalık parçaları.
Tarihçesi 1800'lü yılların sonuna uzanıyor. Hamburg'dan Baltık Denizi'ne sefere çıkan Alman gemiciler dönüşte Rus limanlarından aldıkları kıyılmış sığır etlerini soğan ve yeşil salatalıkla takviye edip sandviç yapmışlar. Hamburger adı da Hamburg limanından geliyor.
İlk kez Amerika'da 1904 St. Louis Fuarı'nda Alman göçmenleri sığırdan kıyma çekip açıkhava tezgahlarında köfte-ekmekli bu sandviçi ‘hamburger’ adıyla satışa çıkarmışlar. İkinci Dünya Harbi'nden sonra hamburger McDonald's, Burger King, Wendy's gibi lokanta zincirleriyle Amerikalıların baş yemeği haline gelmiş. Genelde öğle yemeği saati kısıtlı Amerikalıların, küçük çocukların gözdesi hamburger denen köfte-ekmek.
Ama Fransız şef Boulud'un ‘‘Burger Royale’’ı gerçek hamburger değil. Tek kelime ile ‘marka’ köfte-ekmek bu. DKNY (Donna Karan New York), RL (Ralph Loren), CD (Christian Dior), DG (Dolce & Gabbana) gibi damgalarla fiyatı üç, dörde katlanan markalı giysilerde olduğu gibi. Üstelik fiyatı müstehcen. Boulud'un Burger Royale'ı 50 dolar. Bu rakam köfte-ekmek piyasasında bir dünya rekoru olsa gerek. McDonald's'da ise köftesi, kızarmış soğan, salatalık, özel sos ve az erimiş peyniri ile klasik Big Mac hamburgeri 3.20 dolar. Yani Boulud'un köftesine ödenecek parayla onbeş kişi Big Mac ile karnını doyurur.
Anlaşılan şimdilerde ‘marka köfte’ yarışı başlamış New York'ta. New York'un en eski lokantası Old Homestead 41 dolar, 21 Club 26 dolardan hamburgerleri mönülere alınmış. New York'ta 20 bini aşkın restoran var. Yakında lüks restoranların da rakiplerinden geride kalmamak için egzotik, görkemli isimlerle köfte-ekmek rekabetine katıldıklarını duysam şaşmam.
Yazının Devamını Oku