Doğan Uluç

Maymun suratı Tanrı’dan, ben ne yapayım

26 Ocak 2003
Meltem ‘‘Sensiz nikah-düğün olmaz. Valla da evlenmem’’ diye yemini bastırınca bir düşüncedir aldı beni. İster misin benim yüzümden evde kalsın? Meltem, kızım kadar bana yakın iki yeğenimden biri. Elimiz mahkum, gardroptan koyu renk takım elbiseyi çıkarıp bavul hazırlığına giriştik. Ver elini J.F.K. Havaalanı. Gazete, dergi, Ludlum'un son casus romanı, iki kadeh içki, yemek derken kedi uykusuna yatıyorum. Tekerlekler piste değince rahat bir nefes alıyorum. Nihayet İstanbul.

Ziyaretim kısa. İkinci akşam Ritz'deki nikahta Amerikalı doktor damadın şahidiyim. Nikahı kıyacak olan Bakırköy Belediye Başkanı Ahmet Bahadırlı rutin konuşmaya başlamadan önce yanımdaki koltukta oturan gence soruyorum: ‘‘Siz tercüman mısınız?’’ Kibarca yanıtlıyor: ‘‘Hayır, gelinin şahidiyim.’’ Sonradan Meltem'in uzun yıllardır çalıştığı Sabah'ın sahibinin oğlu olduğunu öğreniyorum. Ufak bir pot kırmışız nikah-düğün telaşında. Kolay değil ilk kez aileden biri yabana gelin gidiyor.

Eş-dostla buluşma, gazetedeki arkadaşları ziyaret, akşamları tanıdıklarla yemek. Conrad'da bir dönemin ünlü işadamı Ömer Gündüz'ün 90'ıncı yaş günü davetinde İstanbul sosyetesinin ileri gelen bir grubuyla bir arada oluyoruz. Yaşlı delikanlı Gündüz'ün gençlik yılları, Almanya'da eğitimi, eşi Nursel'le evliliği, yurtdışı seyahatleri, resimlerle dev ekranda yansıyor. Sonra iki metre yükseklikte bir pasta geliyor. Ömer Gündüz pastayı kesmeye hazırlanırken içinden bir dansöz çıkıyor. Vücudu Jennifer Lopez'i, yüzü Monica Bellucci'yi kıskandıracak güzellikte.

Vatanın havasına, suyuna, toprağına, insanına özlemi bir nebze bastırıp New York'a dönüşe geçiyoruz.

New York'ta hava buz kesiyor. Sıfırın altında yedi-sekiz civarında. Beşinci Cadde'den ofise yürüyorum. Sabahın erken bir saati, ünlü cadde tenha. Gözlerim bir mağaza önündekilere takılıyor. Hemen hepsi de kadın. Açılış saatini bekliyorlarmış. Vitrinde ‘Ucuz Satış’ ilanı. Dondurucu soğukta ne işi var bunların derken mağazanın adına bakıyorum, ‘‘Manolo Blahnik.’’ Madonna'nın ‘‘Seksten daha iyi’’ dediği stiletto topukları, sivri uçlarına rağmen çok rahat giyildiği bildirilen Manolo iskarpinlerinin ucuz satışı başlamış. Bin dolara kadar satılan iskarpinler satışta 250-500 dolara indirilmiş. Sokak boyunu aşan kuyrukta üç tekerlekli arabalarda bebeklerini de getiren anneler de var.

İşbaşı yaptığım gün zenci haklarının önderi Martin Luther King'in doğum günü. Her yer tatil. TV'de politikacıların, zenci liderlerin konuşmalarına kısaca kulak kabartıyorum. Beyaz-siyah eşitliğinden, insan haklarından sözediyorlar. Birkaç konuşmacı yıllar sonra siyahların beyazlarla aynı düzeyde vatandaşlık hakkına sahip olduğunu söylüyor. Masamda bir kenara koyduğum gazete kupüründe bir araştırma yazısına gözüm ilişiyor. En yüksek tirajlı kadın dergisi Cosmopolitan 1964 den bu yana beş kez kapakta bir zenci modelin resmini yayınlamış. İlki 1990'da Naomi Campbell, sonuncusu 2002 de Halle Berry. Diğerleri esmer ve sarışınlar. Geçen yıl 31 kadın-erkek dergisinin 471'inde ancak beş kapaktan birinde beyazların dışında modellere yer verilmiş. Bunlar da Jennifer Lopez, golfçu Tiger Woods, tenisçi Williams kardeşler gibi gözardı edilmeyecek ünlüler. Oysa nüfusun yüzde 30'u zenci, hispanik ve Uzak Doğu kökenli. Nerede kaldı hak eşitliği?

New York Times karikatür sanatçısı Al Hirschfeld'in 99 yaşında öldüğünü birinci sayfadan vermiş. Hirschfeld özellikle tiyatro aktörleri, komedyen ve müzikal yıldızlarını kendine has stiliyle kağıda geçirmekle ünlü. 1970-80'li yıllarda en çok izlenen TV dizisi Candid Camera'nın sunucusu Alan Funt programı yayınlayan TV'nin genel müdürüne ‘‘Bu adam karikatürlerde beni hep maymun suratlı çiziyor. Önlemezseniz programı başka şirkete taşırım’’ tehdidinde bulunuyor. Kendisini arayan TV yöneticisine Hirschfeld'in yanıtı nefis: ‘‘Kabahat bende değil Tanrı ona maymun suratı ihsan etmiş, ben ne yapayım?’’
Yazının Devamını Oku

İlk James Bond'un kulağı çınlasın

19 Ocak 2003
İstanbul Hilton'un resepsiyon şefi Moris'in, ‘‘Hemen Ayazağa'nın yolunu tut. Connery oraya golf oynamaya gitti. Bu kıyağı da unutma’’ demesi üzerine otelin kapısına seğirtirken lobide rakip gazetelerin Beyoğlu muhabirlerini uyandırmamak için fotomuhabirine de gözle işaret gönderiyorum. Beyazperdede başrole çıktığı ilk filmi ‘‘Dr.No’’ ile şöhret kapısını aralayan Sean Connery ikinci Bond filmi ‘‘Rusya'dan Sevgilerle’’nin çekimi için Türkiye'de. Ama gazetecilerden kaçıyor. Atlatma haber mutluluğu içinde Ayazağa'ya geldiğimizde iri yapısı ile İskoç aktör Connery gözüme takılıyor. Ayrık bacakları arasında iki yana salladığı golf sopasıyla beyaz topa yükleniyor. Top yeşil çimler üstünden göğe tırmanıp ilerdeki kum yatağa düşüyor. Ian Fleming'in gizli ajan 007 karakterini canlandıran oyuncunun yüzü asılıyor. Aynı filmde yer alan, sinemaseverlerin Jaws'dan tanıdığı yakın arkadaşı Robert Shaw, kötü vuruşu espriyle iğnelerken yaklaşıp kendimi tanıtıyorum. Ardından ‘Sean’un nasıl telaffuz edildiğini soruyorum. Suratı hala asık ‘‘Şohn’’ diyor. Büyük tutkusu golf oyununu kestiğim için sorularıma kısa yanıtlar veriyor. Resim çekimi bitince veda ederek ayrılıyoruz.

Connery ile ikinci kez Londra'da bir bale galasında karşılaşıyorum. Covent Garden'da Nureyev'in performansından sonra ünlü baletin sahne arkasında odasına giderken burun buruna geliyoruz. James Bond'un yanında eşi var. İkisini görüntülemek için kamera kaldırdığımda keyfi kaçıyor, eliyle objektifi kapıyor. Nefes nefese konuşuyorum: ‘‘Bay Connery, sizinle İstanbul'da golf oynarken konuşan gazeteciyim. Şöhretiniz Rusya'dan Sevgilerle ile tırmanışa geçti. Memleketim size uğurlu geldi.’’ Sert çehresi anında yumuşuyor. Kadınların aklını başından alan gülümsemesiyle iki elini omuzuma koyuyor: ‘‘Sen adımın nasıl okunduğunu sormuştun. Ama ben de Türkiye'ye yararlı oldum. O filmden sonra ülkenize giden turistlerin sayısı artmış. Kadro tespit edilirken Türk aktörlerine rol verilmesinde ısrar ettim. Yapımcı İngiliz, İtalyan oyuncularını kiralamaktan vazgeçti. Ben tüm Bond'larda gerçekleri titizlikte korumaya özen gösterdim.’’ İlkin eşiyle sonra Nureyev'le resimlerini çekerek işimizi tamamlıyoruz.

Connery'nin James Bond rolündeki ilk filmi Dr. No üzerinden tam 40 yıl geçti. Fleming'in İngiliz ajanı 007'i oynayan bir dizi aktör arasında yalnızca Roger Moore İngiliz kökenli idi. Connery İskoç, George Lazenby Avustralyalı, Timothy Dalton Galli, Pierce Brosnan ise İrlandalı. Son James Bond Brosnan'ın Die Another Day'ini New York'taki galasında izlediğimde Sean Connery'nin çekim titizliğinin gözardı edildiğini farkettim.

Türkiye'de bu hafta gösterime başlayan son filmde Dr.No'da Ursula Andress'in bikini ile denizden çıkış sahnesini bu kez Oscar ödüllü Halle Berry yineliyor. Ursula'nın aksine Jinx rolündeki Berry gizli ajan Brosnan'ın karşısına geldiğinde vücudunda tek su damlası yok. Üstelik gözü, kaşı, dudakları tam makyajlı. Filmde Bond'la yatağa giren sarışın sevgilisi Miranda Frost'un sabah uyandığında saç rengi kumral. Bir araba kovalama sahnesinde Bond'un Aston Martin arabasının sağ kapısındaki ayna kopuyor. Kovalamaca devam ederken ayna yeniden yerinde beliriyor. Arabanın açık tepesi uçup gidiyor, sonraki sahnede yine tepede. Aston Martin takla atmaya başlarken James Bond Brosnan otomatik düğmeye basınca koltuk havaya uçuyor. Bond, ajan Jinx Halle Berry'yi kurtardıktan sonra koltuk tekrar arabanın içinde görünüyor. Brosnan'ın sevgilisi Frost, Berry'nin karnını bıçakla deşiyor, kanlar fışkırıyor. Ama birkaç sahne sonra Halle Berry'nin çıplak karnında yara izi görünmüyor.

Ama son yıllarda Hollywood yapımlarını gözönüne getirdiğimizde şişkin bütçeli filmlerdeki çekim hataları, birbirini izleyen sahnelerdeki tutarsızlık konusunda yapımcılar kadar sinemaseverleri de suçlamak mümkün. Die Another Day'i birlikte seyrettiğim Arjantinli film eleştirmeni ‘‘Millet gözboyacılığı yapan, gerçekleri dışlamış fimlere giderek merak duyuyor. Herkes güncel stresten kurtulmak için hayal alemini yaşamak peşinde. Detaylar kimsenin umurunda değil. Star Wars, Spider Man, Harry Potter, Tolkien'in Yüzüklerin Efendisi üçlüsü, Aslan Kral gibi filmlere rağbet gösteriyor. Bunlar 500 milyon doların üstünde gişe hasılatı getiren filmler. İnsanlar, düşündürücü filmlere artık ilgi duymuyor. Çünkü düşünmek güç geliyor’’ diye bir değerlendirme yapıyor.

Times Square'den geçerken üç tarafı kapalı bir otobüs durağındaki cama yapıştırılmış ilanı gösteriyor: ‘‘Bu memlekette zeka seviyesi de giderek düşüyor, şuna baksana.’’ İlanda iki cümle: ‘‘Okumasını bilmeyen yetişkin bir insan mısınız? Eğer öyleyseniz bizi arayın, size yardım edebiliriz.’’ Adam okumasını bilmiyorsa bu ilanı nasıl okuyup da arasın? Son zamanlarda Amerika'da zeka düzeyi ile ilgili bir araştırmaya rastlamadım. Gene de kamyon dolusu kazanç sağlayan filmleri düşününce Arjantinli eleştirmeni de fazlaca haksız bulmam güç.
Yazının Devamını Oku

Kapitalizme vur ama hakkını yeme

12 Ocak 2003
Mutfaktaki mikro dalgalı fırına kağıt torba içinde koyduğum taş sertliğinde mısır taneleri altmış saniyede patlayıp açıldılar. Kaseye koyup bilgisayar başına geçtim. Alıştığım tuşlara basmaya başladım. Dakikası dolmadan internette rengarenk resimli Hürriyet sayfaları ekrana geldi. İstanbullu okurlarımızla gazetemizi aynı anda baştan sona tarıyorum. İki dakika içinde patlamış mısır da, bugünün gazetesi de önümde. Uygarlık güzel bir şey, keyifli bir meşgale bu.

Yeni yılın biteviye günceline alışma sürecindeyken, geçen yüzyılın insanlığa neler getirip neler götürdüğü çok kez haberler arasında kaynayıp gidiyor. Bilim adamları, sosyal tarihçiler, ciddi konularda kalem oynatan yazarların bu konuyu açık-seçik olarak ele aldıkları dikkatimi çekmedi. Sözünü ettiğim konu harp, ihtilal, toplu katliamlar gibi tarihin her döneminde yaşanmış kanlı olaylar değil, sonu ‘izm’le biten kavramlar.

Bir ilkeler sistemi olan ‘izm’lerde karakter niteliğinde kahramanlık (heroism), dış etkilere karşı hareketsizlik (pasifism) gibilerini ayırırsak son yüzyılda tüm insanlığı temelinden etkileyen Nazizm, Faşizm, Komünizm, Kapitalizm ve bu sistemlerin dolaylı sebep olduğu Terörizm'le karşılaşıyoruz. Bu ‘izm’lerin bir diğeriyle varolma mücadelesi sonunda yalnızca kapitalizm 2000'li yıllara gücünü hala sürdürerek girdi.

Amerika'nın ünlü kapitalist dergisi Forbes'un yan yayını Forbes Global ‘‘Yıllar ve Fikirler’’ başlıklı bir araştırmasında ‘‘Forbes, Bolşevik İhtilali ile aynı yıl yayın hayatına başladı. Bu ihtilal 12 yıl önce yaşamını yitirdi, biz hala ayaktayız. Kapitalist girişimcilere kapısını açan Çin Komünist Partisi ise yalnızca isimde komünist. Geçen 85 yılda iki güç, ‘Yenilik ve Kapitalizm', dünya ülkelerini birbirine yaklaştırdı’’ diyor.

Zengin sınıfın düzeni diyebileceğim kapitalizmi diğer ‘izm'lerle kıyaslayıp ‘‘Bunun kötü yönleri şunlar, ötekinin iyileri şöyle’’ diye ahkam kesmek bana düşmez. Ama Forbes Global sayfalarına göz gezdirince özellikle kalkınmış ülkelerde alışılagelen yenilik ve buluşların bu düzenin eseri olduğunu da inkar etmek mümkün değil.

85 yıldan bu yana yenilik ve fikirler listesi spor aleminde ‘keds' diye bilinen kauçuk tabanlı lastik ayakkabıyla başlıyor. Liste şöyle devam ediyor: Sürekli zarar eden General Motors'un başına 1923'de getirilen Alfred P. Sloan sorumluluk dağılımına dayanan yeni iş idaresi yönetimiyle GM'yi dünyanın en güçlü şirketi haline getirdi.

1924'de Adams, Learoyd ve Carr üçlüsünün 50 bin dolar sermaye ile kurduğu yatırım fonu ilk beş yılda 14 milyon dolara yükseldi. Bugün bu fonlardaki yatırımların toplamı 6.1 trilyon dolar. Başkanlığını yaptığı AT -T ile Western Electric'in mühendislik birimlerini 1925'de Bell Telephone Laboratories adı altında birleştiren Theodore Newton Vail transistör, dijital sinyal, optik iletişim gibi buluşlarla bu kurumdan insanların altı Nobel ödülü kazanmasını sağladı.

Çocukluğunda H.G. Wells'in ‘‘Dünyalar Savaşı’’ romanından esinlenen fizik hocası Robert Goddard 1926'da roket motorunu keşfetti. 15 yaşındaki lise öğrencisi Philo Taylor Farsworth 1927'de hocasına görünümleri elektronik iletişimle uzak mesafelere göndermeyi başaran bir proje sundu. Bu proje bugün dünyanın en ücra köşelerine yayılan TV'nin başlangıcı oldu.

EN BÜYÜK İCATLAR

Birinci Dünya Harbi'nde askerlerin kurşundan ziyade mikrop kapma yüzünden öldüğü savından hareket eden Alexander Fleming 1928'de bakteriyi yok eden penisilini keşfetti. 1945'de Nobel'le ödüllendirildi. İngiliz Hava Kuvvetleri'nde yedek subay olan Frank Whittle 1930'da jet motorunu geliştirerek havacılık tarihinde olay yarattı. 1941'de deneme uçuşunda ilk jet motorlu uçak 595 km. sürate erişerek pervaneli uçakların önüne geçti. 1934'te Wallace Carothers ipek çorapların pabucunu dama atan naylonu icat etti. 1937'de Kan Bankası kuruldu, 1938'de kopya makinesi Xerox'u Chester Carlson piyasaya sürdü. 1939'da otolarda otomatik vitesi Earl Thompson geliştirdi. Bolşevik ihtilalindan kaçıp ABD'ye sığınan İgor Sikorsky 1939'da helikopteri, İskoç Robert Watson-Watts 1940'da radarı, John Atanasoff 1942'de dijital bilgisayarı, D.H. Ring 1947'de cep telefonunu, Percy Spencer mikrodalgalı fırını, Herber Land şipşak kamerayı, Bell laboratuarının üç fizikçisi transistörü, 1948'de Carl Goldmark uzun çalar (LP) plağı, Frank McNamara ilk kredi kartını, 1951'de iki kadın araştırmacı doğum kontrol hapını, 1954'de Salk ve Sabin felç aşısını, 1955'de Ray Kroc çabuk yemek zinciri McDonalds'ı, 1958'de Kumar Patel lazeri, 1961'de Victor Mills bir kez kullanılan çocuk bezini, 1962'de Bell Lab. modemi geliştirdi. 1969'da İnternet, 1972'de bilgisayarlı tomografi cihazı, 1976'da DNA teknolojisi, 1987 ve 1998 de Prozac ve Viagra ilaçları geliştirildi.

Özetlediğim listedeki buluşların yaşama büyük kolaylıklar getirdiği aşikar. Canımı sıkan tek husus bunların çoğunluğu Türkiye gibi kalkınma sürecindeki ülkelere çok geç ulaştı. Kapitalizmin cilvesi olsa gerek.
Yazının Devamını Oku

Yılbaşı gecesinde timsah avı

5 Ocak 2003
Alem bu Amerikan milleti. Herkes yeni yıl şenliklerine hazırlanırken balığa çıkmanın anlamı ne ola ki? ‘‘Selam, ne balığı var?’’ diyorum. Yüzlerinde hayret ifadesi. Yaşlı olanı yanıtlıyor: ‘‘Bu nehirde avlanacak balık yok, timsah ihbarı aldık bugün. Burada yenisin herhalde. İlerdeki levhayı okumadın mı?’’ Levhada ‘‘Çöp atmayın’’ şeklinde bir ikaz var sanıyordum. Meğer ‘‘Timsahlara dikkat’’ yazılıymış.

Yeşil çimler bir boy kesilmiş, palmiye ağaçları tek katlı evleri birbirinden ayıran doğal sınır. Önümde kavis çizerek uzanan nehir Atlantik'e açılıyor. Yılın son güneşi her geçen dakika aşağı çekiliyor. Bahçede kahvemi yudumlarken geçmiş yılın bir muhasebesini yapıyorum. Amerikan ekonomisini sarsan dev şirket iflasları, El-Kaide eylemleri, Başkan Bush'un Irak tutkusu, AK Parti iktidarı, Türkiye'nin AB üyeliği, isimleri belleklerden silinmeye başlayan Ecevit-Yılmaz-Çiller-Bahçeli, Denktaş'ın sağlığı, Kıbrıs'ın geleceği, sinema fragmanları gibi gözümün önünden geçiyor. Dalmışım.

Hışırtılı bir motor sesi ufuk turumu kesiyor. Krom şasili bir cip çimleri ezerek nehir kıyısında duruyor. Palmiye yapraklarından süzülen akşam güneşi son model cipin gövdesinde yansıyor. Üstü açık kasasında çelik saplı dört olta. Arazi aracının orta yaşlı şoförü ile yanındaki genç oltaları alarak çimlerin nehirle buluştuğu yere yürüyorlar. Dalları iç içe girmiş bir kauçuk ağacının iki yanından kanlı et görünümlü yemi nehre savuruyorlar.

TİMSAHLARA DİKKAT

Alem bu Amerikan milleti. Herkes yeni yıl şenliklerine hazırlanırken balığa çıkmanın anlamı ne ola ki? ‘‘Selam, ne balığı var bu mevsimde?’’ diyorum. Yüzlerinde hayret ifadesi. Bakışıyorlar. Yaşlı olanı yanıtlıyor: ‘‘Bu nehirde avlanacak balık yok, timsah ihbarı aldık bugün. İki metrelik bir canavar yeşilliklerde gezinirken görülmüş. Kauçuk ağacının gölgesinde yuva kurar timsahlar.’’ Şaşkınlığım dikkatini çekmiş olmalı. ‘‘Burada yenisin herhalde. İlerdeki levhayı okumadın mı?’’ Levha elli metre ilerde. ‘‘Çimlerde yürümeyin. Çöp atmayın’’ şeklinde alışık olduğum ikazlar olduğunu sanıyordum. Meğer ‘‘Timsahlara dikkat’’ yazılıymış.

Yeni yıla New York'un soğuğu yerine güneyin ılımlı havası içinde girmek için Florida'ya atmıştım kendimi. Bir kaç saat önce çimlerde güneşlendiğim yerde timsahların tur attığını nereden bileyim. 2003'e giriş yaptığım yer Amerika'nın ideal on kenti arasında. Oysa 11 Eylül eylemlerinde yer alan El-Kaide teröristlerinden beşi bu kentte yaşamış bir süre. Usame taifesi artık buralara uzanmaz derken timsah sorunu çıktı karşımıza. Kaldığım eve dönüp bahçe-sokak kapılarını tek tek kilitledim. Yeni yıla girerken boyumdan uzun timsahla karşılaşmaya hiç meraklı değilim.

ESKİ EŞYALARINI ATTILAR

2003'ün ilk sabahı günlük gazeteleri alacağım bayiye giderken kaldırım üstünde rengi atmış kanepe-koltuk, küçük masa, kumaş kaplı valizler görüyorum. Taşınan var diyeceğim ama aklım yatmıyor. Bir, iki değil onlarca evin önüne yığılmış bu eşyalar. Bayiye soruyorum, gülüyor: ‘‘Haitili onlar. Geçen yılda yaşadıkları dert ve sorunlardan eski eşyaları atarak kurtulacaklarına inanıyorlar.’’ Kentin dışında Latin Amerikalıların mahallelerinde çeşitli batıl itikat uygulamaları sürüyor. Küba göçmenleri geride kalan yılın kötü olaylarından kurtulmak için geceyarısı evin arka kapısından sokağa bir kova su döküyorlar. Panamalı aileler gece saat 12'yi vurunca gelecek 12 ayı temsil eden oniki üzüm tanesi yerken dua ediyorlar. Ekvatorlu erkekler hasırdan örülmüş başında şapka, şişman ve kederli yüzlü bir maketi yılın son akşamında omuzlarında taşıyıp mahallede gezdiriyorlar. Saat 12'de yolun ortasına koyup gaz dökerek yakıyorlar. Böylece geçmiş yılın kötülüklerinden sıyrılmış oluyorlar. Hasır adam yandıktan sonra mahalle çocukları en yeni elbiselerini giyerek sokağa çıkıyorlar. Sabaha kadar eğlence başlıyor. Venezuelalılar ise refah ve sağlık sembolü olan mercimek çorbası yiyerek yeni yıla giriyorlar. Brezilyalılar Aralık ayının son gününü samba grupları eşliğinde saatlerce dans ederek geçiriyorlar, gençler uğur getirsin diye plajlarda kümelenip yeni yılın ilk güneş doğuşunu izliyorlar.

EN ÇILGINI LONDRA'DA

Bunlar, olumlu sonuç verdiği kanıtlanmamış dahi olsa, zararsız itikatlar. Yeni yıla giriş etkinliklerinin en görkemlisi muhtemelen New York'ta oluyor. Amerikalısı ve yabancı turistiyle yüzbinlerce kişi Manhattan'ın göbeğinde Times Meydanı'nda şenlikleri izlemek için bir gün öncesinden yer tutuyorlar. Oysa soğuk, yağmur veya kara ilaveten son yıllardaki terör korkusu, müzikli, eğlenceli şenliğin manzarasını harbe gidecekmiş gibi silahlı asker ve polislerin görüntüsüyle bozuluyor.

Yeni yıl kutlamalarının en çılgını bence Londra'da. Bir kez Trafalgar Meydanı'nda Big-Ben 12'yi vurduktan sonra, erkeğin gömleğini, kadının bluzunu sütyenini fora edip meydanın ortasındaki havuza atladıklarına şahit oldum. İnsanın kanını donduran soğuğa aldırış etmeyen gençler dakikalarca buz gibi suda hoplayıp zıpladılar, şarkı söylediler. Kalın paltoma, kaşkolüme rağmen beni bir üşüme aldı. Eve döndükten sonra iki gün soğuk algınlığından yatakta yattım. Belki de gördüğün manzaranın psikolojik etkisiyle vücudum soğuğa direncini kaybetmişti.

2002, günahı-sevabıyla artık geride kaldı. Son 12 yılda iki defa (1991-2002) baştan sondan aynı rakamlı iki yıl geçirdik. Gelecek kuşaklar bu şansa ancak 2112'de sahip olacaklar. Sağlıklı, huzurlu, hayırlı nice yıllara.
Yazının Devamını Oku

Postayla 1 milyar hediye taşındı

29 Aralık 2002
Aralık ayının ikinci yarısı en çok kartpostal, mektup, faks, e-posta mesajı aldığım dönem. Yabancı tanıdıklardan Noel, Yeni Yıl tebriklerine eş-dosttan Kurban Bayramı kutlamaları da katılınca tam bir mesaj trafiğinin içine düştüm. Dışarda lapa lapa kar, ofis masamdaki zarfları sıraya koyup açmaya başlıyorum. Beyaz, renkli, değişik boyda kartlar, mektuplar arasında irice bir zarf. Açıyorum, içinde iki mektup, çiçek desenli uzunca kağıt tabak altı ve cüzdan boyunda katlanmış kahverengi garip görünümlü bir zarf. Önde adım, adresim yazılı. Üstte enlemesine yapışık zamklı kağıdı kesiyorum. Ortaya mahalle bakkalının un, pirinç koyduğu bir kağıt torba çıkıyor. Katlı torbanın arkasında iri puntolu bir mesaj: ‘‘Bu yemek torbasına yiyecek doldurmak muhtemelen sizin için bir sorun olmamalı. Ama herkes sizin gibi şanslı değil.’’ Altında ‘‘Aziz Dost’’ hitabıyla ufak puntolu yeni bir mesaj:

‘‘Bu torbayı doldurmak için iki kere düşünmeyeceksiniz. New York'ta her dört kişiden biri yoksulluk çizgisi altında yaşıyor. Bu insanlar her ay kirayı mı ödesem yiyecek mi alsam diye tercih yapmak zorunda. Biz kentin beş ilçesinde 700 gıda programıyla yoksullara frigofirik kamyonlarla bedava gıda dağıtıp 200 bin insanı doyuruyoruz. 40 dolar bağış yaparsanız 37 çocuğun bir hafta beslenmesini karşılarsınız. İlişikteki tabak altı kağıda adınızı yazdığınızda çocuklar yiyeceğin kimden geldiğini görecekler.’’ Mesajın altında ‘City Harvest’ adıyla direktörü Julia Erickson'ın imzası.

Gözümün önünde Charles Dickens romanlarında mideleri küçülmüş, pişmiş et kokusundan habersiz, bedenleri kürdan inceliğinde çocukların görüntüsü canlanıyor. Yemekte iken bu mesajı okumuş olsam lokmalar boğazımda dizilecek. TV'lerde Şükran Günü'nde kuzu boyu kızarmış hindiler, Noel'de somun ekmek, biftek, tatlılarla donanmış masaların etrafında besili çocukların mutluluk tablolarından geçilmiyor. Oysa City Harvest için gönüllü çalışanlar her dört New Yorkludan birinin geceleri aç karnına yatağa girdiğini vurguluyor. Refah düzeyi en yüksekte olan bir ülke hesabına utanç verici bir istatistik bu.

Defalarca yinelediğim gibi Amerika bir tezatlar ülkesi. Aylardır Irak'a karşı harp çığırtkanlığına şimdi Kuzey Kore'yi de ilave eden Bush yönetiminin muhalifleri ‘‘İki cephede sürdüreceğimiz savaşın maliyeti bir trilyon doları aşar’’ diye konuşuyorlar. Trilyonun kaç lira edeceğini hesap makinesine vursak ortaya çıkan meblağın Türkçe karşılığını söyleyemezsiniz. Savunma Bakanı Donald Rumsfeld gözünü kırpmadan Saddam'ın yanısıra K.Kore lideri Kim Jong İI'i tehdit ediyor ama New York'un yoksullarını niye doyuramadığından söz etmeye yanaşmıyor. Oysa Amerika gerçekten istediğinde yalnızca New York'taki değil yerküredeki tüm aç karınları doyuracak zenginliğe sahip.

HERKES ALIŞVERİŞTE

Hıristiyan Batı aleminde Noel ve Yeni Yılı içeren bayram-tatil döneminde kısa bir gözlem turuna çıkarsak Amerika'nın servet ve yoksulluk ikilemindeki muamma ile karşılaşıyoruz. Belirli kesimlerinde süper zenginlerin yaşadığı Manhattan'da, zenci mahallesi Harlem'de, cinayet-soygun gibi ağır suçların işlendiği Bronx'da dükkan, mağaza ve butikler müşterilerle dolup taşıyor. Yüz bin dolarlık keşmir yatak kaplaması, bol sıfırlı inci kolye, tek taş pırlanta yüzük, polis maaşını aşkın Kelly çantası, timsah derisi Gucci loferleri, Armani, Dolce Gabbana takım elbiselerin satıldığı özel butiklerden üç-beş durak ötedeki dar gelirli yerlerde mütevazı de olsa alışveriş furyası devam ediyor. Mağaza gezmekten üşenenler resimli Neiman Marcus kataloglarından 90 bin dolara Cadillac 2004 XLR ısmarlayıp Tahiti'de okyanus üstünde bambu villalarda 80 bin dolara birkaç haftalık tatil rezervasyonu yaptırıyorlar.

Geçen yılın son ayının aksine bu Aralık'ta tiyatro, sinema, bale, müzik ve eğlence aleminde görülen canlanma yabana atılır gibi değil. Broadway'de yüz dolara yakın tiyatro ve konser biletleri kapış kapışa gidiyor. Üç yüz milyon doları aşan lotarya biletlerini milyonerlik düşleyenler düzinelerle satın alıyorlar. Herkes harcayacak parayı, öyle de böyle olsa bulmuş durumda. Gene de Amerikalıların söylediği gibi ‘‘Rockefeller'e ağlayan gözsüz kalır’’ misali zenginin yakınması bitmiyor. Perakende iş yapan tüccarlar bu yıl da piyasa durgunluğundan şikayet ediyorlar. Ticaret Bakanlığı perakendecilerin son bir haftada 150 milyar dolarlık satış yaptığını bildiriyor. Tarım sektörünün sözcüleri 2002'de süt, peynir gibi gıda maddelerinde bir milyar doları aşkın ihtiyaç fazlasını imha edeceklerini söylüyor. ABD'nin resmi ve özel posta hizmetleri sektöründe taşınan hediye paketlerinin sayısı bir milyarı geçiyor.

Refah simgesi bu rakam cümbüşünde aç insanların işi ne?
Yazının Devamını Oku

Mavi kanlı asillerin içyüzü

22 Aralık 2002
Avrupalılık bir başka nitelik. Meriç'in sol tarafına geçseniz otomatikman Avrupalı olamıyorsunuz. Hele kafa kağıdı, pasaport dediğimiz belgelerde köken yeri doğu adresli ise. Aş, iş arayışı veya düzene ters düşen inanç ve politik eğilimlerle Almanya, Fransa, İngiltere gibi batı ülkelerine sığınmayı başarmışların dahi ‘‘Türk, Arap, Hintli, Pakistanlı’’ gibi kişilik damgasından kurtulması mümkün değil. Avrupalının, bu minik kıtanın asırlar önce çizilmiş sınırları dışından gelenlere ırkçı gözlükle bakmakta devam ettiğini yinelemeye gerek yok. Son birkaç haftadır AB zirve öncesi-sonrasında batılı liderlerin ‘‘Tavşana kaç, tazıya tut’’ telkinlerini hatırlayın, yeter. Hele bir de Avrupa'nın ‘‘Mavi Kan’’ tabir edilen kremanın kaymağı sınıfı var ki evlere şenlik. Belleğimden silinmeyen bir anımı tekrar nakletmek istiyorum.

ASİL SINIFIN ADETİ

Londra'da Kraliyet Drama Sanatları Akademisi'nin (RADA) mezunlar törenini izliyorum. RADA ünlü tiyatro ve sinema oyuncularının başlangıçta eğitim gördüğü akademi. Kraliçe Elizabeth mezuniyet töreninin şeref misafiri. Okulu birincilikle bitiren bir Türk öğrencisi Kraliçe'yi karşılayıp buket verecek.

İlan edilen zaman geliyor. Akademinin kapısından sokağa kırmızı halı seriliyor. Siyah Rolls Royce'undan inen Kraliçe akademi holüne gelince İzmirli genç kızımız kendisine öğretildiği üzere Elizabeth'in önünde dizini zemine değdirip doğruluyor, çiçeği sunuyor. Aralarında kısa bir konuşma geçiyor. Alelacele deklanşöre basıp görüntüleri filme kaydediyorum.

RADA'nın tek tip jaketatay giyimli yönetim kurulu hilal çizerek sıralanmış. Küçük holde sığınacak yer yok, okul hoca ve personel kadrosundan geçilmiyor. Hilalin son ucuna ilişiyorum. Elizabeth tek tek yaşlı yöneticilerle tokalaşıp birkaç laf ediyor. Yanı başımdaki hocadan sonra sıra bende. Elini bana uzatırken bakışları spor ceketim, fitilli siyah kadife pantolonumda dolaşıyor. Yaşım-başım yöneticiliğe uygun değil. Kıyafetime ilaveten omuzumdan sarkan kameram faul (!) görünüşümün üzerine tuz biber ekiyor. Göz göze geliyoruz. Elini geri çekiyor. İngiltere Kraliçesi ‘avam’dan biriyle niye tokalaşsın! Arkasına dönüp akademi müdürüne yöneliyor.

Aynı akşam konuştuğum bir İngiliz meslektaşım ‘‘Onlar ‘Blue Blood' (Mavi Kanlı). Yakında alışırsın asil sınıfın adetlerine’’ diye gönlümü almaya çalıştı. Bu terimin aslı İspanyolca’da ‘Sangre Azul.’ Güneşten kaçınan beyaz tenli İspanyol aristokratlarının kollarında mavi damarlar daha belirgin görünüyor. Yakıcı sıcakta tarlada çalışan köylülerin vücudu güneş yanığı içinde. Mavi damarlar soyluları köylülerden ayırmak üzere batı dillerine girmiş. Bu terime İspanyolları takiben ilk sahip çıkan ise İngilizler.

İnsanlar arasında sınıf farkına oldum olası akıl erdiremedim. Bence kral-kraliçeler yalnızca oyun kartlarında kalmalı. Oysa Avrupa'da hala prens-prenses, dük-düşes, baron-barones, kont-kontes unvanlı, asilzade gözüyle bakılan bir sürü insan var. Kimlerdir bunlar, ne iş yaparlar, bu şatafatlı ünvanlara nasıl sahip olmuşlar bilmiyorum, merak da etmiyorum.

Tekrar İngiltere'ye dönüyorum. Son 10 yılda Buckingham Sarayı odaklı kraliyet ailesine bir göz atın. Prenses Margaret'in oğlu yaşındaki bir hippi müzisyeni Mystique Adası'na kapatması, Prenses Anne'in evliyken korumasını baştan çıkartıp ikinci evliliğini yapması, Prens Edward'ın eski eşi Sarah Ferguson'un skandalları, tahtın varisi Prens Charles'ın Diana'nın üstüne eski metresi Camille Parker'ı kuma alması, Prenses Diana'nın dizi aşkları ve TV'de Charles'ı boynuzlattığını açıklaması yıllardır magazin basınına ihtiyaç fazlası malzeme çıkarttı. Bunlar Avrupa'nın asilzade sınıfı. Eğer asalet kriteri koldaki mavi damar ise.

Son günlerde Kraliyet Muhafız Kıtası'nda soylu sınıfından binbaşı James Hewitt'e Prenses Diana'nın gönderdiği aşk mektuplarına en yüksek fiyatı verecek alıcı aradığını duyduğumda midem bulandı. Bu mu asillik? Bırakın her şeyi erkeklik bu kadar ayağa mı düştü?

Gene de burnu Kaf Dağı'nda İngiliz halkının. Film, TV dizileri, romanlara sürekli konu olan kraliyet ailesine hala taparcasına bağlılar. Başta Türkiye pek çok ülkenin Avrupa Birliği'ne aday olmakta can atmasına rağmen İngilizler kendilerini Avrupalı dahi görmeyi zul addediyor. Avrupa'yı küçümsemek için Manş Denizi ile Ege arasını Continent (Kıta) diye tanımlıyorlar.

Avrupa basınında polis-adliye haberlerini, sosyete dedikodularını okursanız bizi Avrupalılığa layık görmeyenlerin içyüzünü öğreneceksiniz. Avrupa ailesine girmek için Kopenhag anlaşmasındaki demokrasi, insan haklarına saygı gibi kriterlere ırkı, dini farklılar arasında gerçekten insan eşitliği, ahlak ve onur kavramlarının da ilave edilmesi gerekiyor.


Kralın Hitler'le fotoğrafını alan olmadı


1938'de boşanmış bir kadın olan Mrs. Simpson'la evlenmek için tahttan feragat eden İngiltere Kralı VIII. Edward'ı Adolf Hitler'le el sıkışırken gösteren bir fotoğraf geçen hafta satışa çıktı ama kimse almadı. Kralın yakınlarından Sir Dudley Forwood, müzayedeye çıkardığı fotoğraf için 8 bin sterlin istemişti. Savaş öncesi Kral Edward'ın Nazilere duyduğu hayranlık İngiltere'nin epeyce başını ağrıtmıştı.
Yazının Devamını Oku

Et pazarının alıcı satıcısı

15 Aralık 2002
Geçen haftaki yazımda göğüs, apış arası teşhiriyle mal, mülk, servet sahibi olan striptizci Atom Rita'yla görüşmemi naklettim. Tek koca namzedi peşinde binlerce kızın seçmelere girdiğini, finalistlerin ekranlarda ter dökerek çekişmesini, güzelliğini kanıtlamak için yarışmalara girenleri anlattım. Akabinde bir hayli telefon, e-posta mesajı aldım. Paris'ten Londra'dan okurlar ‘Soho Gülü’ Atom Rita'nın adresini sordular, ‘‘Gelip görün burada da ‘hızlı' dilberler var’’ dediler. Oysa bunca yıldır göreceğimizden fazlasını gördük. Niyetimiz soyunmakla hayat kazanmanın, genç kızların Tanrı’nın bahşettiği güzelliklerini yarışmalarda kanıtlamasının gurur verici bir iş olmadığını vurgulamak idi.

Aslında hedefimiz yalnızca vücut sergileyen kadınlar değil. Erkekler de bu işin içinde. Londra'da saygın konuma sahip devlet memuru kocası, para-pul sahibi olmak için anadan üryan karısını her gece erkeklerin önüne sürmese Atom Rita belki de striptize yanaşmayacaktı. Beyazperdede, ekranda, podyumda, özel kulüplerde çıplaklık kökeninde erkeklerin şehvet arzularını gözle de olsa tatmin ihtiyacı yatıyor. Playboy ve benzeri dergilerin milyonluk tirajları da aynı sebebten.

Teşhir hastaları hariç, kadınlar erkeklere kendilerini beğendirmek için soyunuyorlar. Erkekler doğuştan polygamist (çok eşli) eğilimli. Durumu elverenler dost-metres tutuyor, hayat kadınlarına takılıyor, diğerleri seks şovları, kadın dergileriyle yetiniyor. Seks dürtüsü bazen öylesine ağır basıyor ki akıl almaz ilişkilere giriyorlar. New York'ta yaşadığım sürece bu kentte cereyan eden olaylara herkes gibi ‘‘Bu da olur mu?’’ diye hayret etmemeyi öğrendim. Gene de şaşkınlığa düştüğüm çok oldu. Şimdi aşağıdaki satırları okumaya devam edin.

Aralık ayının son günü Florida'da bir şatoda bir nikah kıyılacak. Damat Sanford Asher 60'ına merdiven dayamış ünlü bir avukat. Gelin Line Grosjean 21 yaşında İsviçreli çıplak dansöz. Milyoner avukat Sanford iki yıl önce kızların çırılçıplak şov yaptığı Paradise Club'de turist vizesiyle kaçak çalışan Line'a ilk görüşte tutuluyor. Grosjean iri göğüsleri, top kalçaları, seksi dansıyla babasından yaşlı avukatın aklını başından alıyor. Şovların daimi izleyicisi Asher'in ardı ardına şampanyalar ısmarladığı ilişki süratle gelişiyor. Haftası dolmadan Grosjean'la birlikte Manhattan'da dubleks bir dairede yaşamaya başlıyor.

Saçları dökülmüş milyoner avukat evli, iki kızı da İsviçreli dansözden yaşlı. Scarsdale'deki malikanesini terkeden Asher torunu yaşındaki Grosjean'i vizon kürkler, pırlanta takılarla donatıp spor araba hediye ederken otuz yıllık eşi Jayne Asher'e boşanma davası açıyor. Striptizci metresiyle evlenme hazırlığına giriyor.

Oysa 19 yaşındaki çıplak dansözün gönlünde Johnerson James adlı 32 yaşında bir zenci dostu var. Grosjean ile James ilkin zengin avukatı öldürmeyi tasarlıyorlar. Arkadan fikir değiştirip karısı Jayne'i yok etmeyi planlıyorlar. Dansöz kara sevdaya tutulmuş avukattan sızdırdığı 10 bin doları James'e vererek bir tetikçi bulmasını istiyor. Şeytani planda Jayne'in cesedi yanına kocasının parmak izleri bulunan bir içki kadehi bırakıp cinayeti milyoner avukata yüklemeyi düşünüyorlar. Son anda dansözün sevgilisi korkup durumu polise ihbar ediyor. Tevkif edilen Grosjean cezaevine gönderiliyor. Zenci sevgilisi, dansözle avukatın sevişme fotoğraflarını Jayne Asher'a satmayı teklif ediyor. Asher teklifi reddediyor.

Peki, ilkin kendisini sonra karısını öldürtüp cinayeti yaşlı sevgilisine yükleme planı yapan dansöz hapse girince olay bitiyor mu? Hayır. Striptizciden ‘‘Bana çılgınca sevişme zevkini veren kadın. İstese Papa'yı dahi baştan çıkarır’’ diye bahseden milyoner avukat kesenin ağzını açıp Grosjean'in savunması için New York'un en başarılı ağır ceza avukatlarını kiralıyor. 20 yaşına basmış çıplak dansözü dört ay yattığı cezaevinden çıkartmayı başarıyor. Mahkeme Line Grosjean'ı Florida'daki annesi Nicole'un vesayetine bırakıyor. Şimdi kara sevdaya tutulmuş Asher ile striptizci Grosjean Manhattan'ın göbeğinde lüks bir daire satın almak üzere binaları geziyorlar. Avukat Asher'in müstakbel eşine çeyiz hazırlamak için Tiffany's, Hermes, Dolce Gabbana gibi pahalı mağazalardan alışveriş yaptığı bildiriliyor.

Karısına ev, apartmanlar bırakıp milyonlarca dolar tazminat karşılığında boşanan avukat Asher Florida'da kiraladığı bir şatoda 31 Aralık günü Grosjean ile dünyaevine girecek. Hukukçu, işadamı, sanayici tanıdıklarına ‘‘Yılın nikahında sizi görmek istiyoruz’’ diye gönderdikleri davetiyelerin çoğuna red cevabı geliyor.

Muhayyele ürünü senaryodan, dar bütçeli bir film gibi bir hikaye bu ama olay gerçek. Kökeninde göğüs, bacak arası teşhiri, şehvet ve seks yatıyor. Kusur yalnızca kadınlarda değil.
Yazının Devamını Oku

Striptizle ev araba sahibi olmuş

8 Aralık 2002
Bar taburem tersine çevrili. gözlerim sahnede. Her on dakikada bir esmeri, kumralıyla genç kızlar sahneye çıkıp meslek gösterisi sergiliyorlar. Aralarında lise öğrencisi, banka kasiyeri, hastane hemşireleri var. Okul önlüğü, beyaz doktor gömleği, rahibe kıyafetiyle geliyorlar önümüze. Kenarda pist üzerinde eski bir gramofon. Kızlar düğmeye bastığında hep aynı müzik tekrarlanıyor. Önlükler, üniformalar fora ediliyor. İlkin incesi dolgunuyla süt beyazı bacaklar, ardından göbekler ortaya çıkıyor. İç bayıltıcı müzik hızlanırken şeffaf sutyenler çekilip atılıyor. Sona doğru kanaviçe işlemeli külota geliyor sıra. İki elin işaret parmağıyla aşağı çekilip ayak bileklerine düşünce ışıklar bir anda sönüyor. Şov bitiyor.

Londra'nın Soho'sunda derme çatma, uyduruk bir striptiz kulübü burası. Sırtımı verdiğim bar ile sahne arasında yanyana sıralanmış iskemleleri genci yaşlısıyla erkekler kapatmış. Koyu renk takım elbisesi içinde kafasındaki Bowler şapkasını çıkarmamış olanlar İngiliz bankerleri.

Bir süre sonra omuz başımda bir adam beliriyor. Orta yaşlı, lacivert ceket pantolonlu, saygın görünümlü biri. O da sırtını bara yaslıyor. Birden hoparlörden anons yapılıyor. Söylenenleri anlamıyorum. Yanımdaki adam fısıldıyor: ‘‘Şimdi Atom Rita çıkacak. Soho'nun gülü’’ diyor. Ardından gelinlik içinde bir kadın beliriyor yanıp sönen spot ışıkları altında. İlahe gibi bir kadın. ‘‘La Dolce Vita’’daki Anita Ekberg'in sanki ikizi. Atom Rita da gramofondaki müziği yeniden başlatıp açılıyor. Dirseğine erişen siyah eldivenleri çekip atıyor, ardından gelinliğin tülleri, sonra sutyen... Plağın sonuna geliyoruz. Rita yüzündeki tülü çekiyor. Sıra Afrodit heykelini andıran vücudunda son parçaya geliyor. Külot piste düşüyor. Işıklar bir kez daha sönüyor. Yüzüme ter basıyor.

Lacivert elbiseli adam diğer izleyiciler gibi alkışa katılıyor: ‘‘Nefis bir şov değil mi?’’ Başımla evet diyorum. ‘‘Tanışmak ister misin?’’ Gene evet. Bu arada bir Türk gazetecisi olduğumu söylüyorum. Sahne arkasında kontrplak bir kapı, üstünde bir yıldız. Adam kapıyı tıklamadan açıyor. Minik bir odaya giriyoruz. Rita'nın üstünde beyaz bornoz, önü açık. Giyinmediği belli. ‘‘Sevgilim seni bir Türk'le tanıştıracağım.’’ diyor. Rita gülümsüyor: ‘‘Memnun oldum.’’

Yarım saat konuşuyoruz. Rita bornozun önünü kapatmayı dahi düşünmüyor. Anadan üryan karşımda. İster istemez gözüm orasına burasına takılıyor. Adam striptizcinin kocası. İçişleri Bakanlığı'nda üst dereceli memur. Tesadüfen gittikleri bir Soho kulübünde sahibinin teklifini kabul ederek striptize başlamış. ‘‘Dört yıldır yapıyorum bu işi. Akşamları üç saat dört kulüpte gösteriye çıkıyorum. Memur maaşıyla ancak geçiniyorduk. Ama şimdi kazancımla iki ev, iki araba sahibi olduk. Bankada birikmiş paramız var. Bir kaç yıl daha çalışıp bırakacağım.’’ Karı-koca çok rahat konuşuyorlar. Erkeğe soruyorum: ‘‘Kıskanmıyor musun? Herkes şehvet duyarak izliyor Rita'nın şovunu.’’ ‘‘Hayır, karımı arzulamalarından mutluluk duyuyorum. Zaten karım istediği için striptiz yapıyor. Geceleri de sadece benim yatağıma giriyor.’’ Rita ‘‘Çıplak bedenimi beğenmeleri bana zevk veriyor’’ diye ekliyor.

Sohbetimiz bittiğinde veda ediyorum. Rita bornozun önü hálá açık beni kucaklıyor. ‘‘Pazarları çalışmıyorum, bize bir içkiye gel.’’

Bana çok ters gelen bir olay bu. Kadınların erkeklerde şehvet arzularını kamçılayan çıplak gösterilerine alışamadım bir türlü. Kadın-erkek eşitliğini savunan feministlerin mahrem yerlerini teşhir eden, para için bedenlerini satan, hatta güzellik yarışmaları gibi daha masum görünen etkinliklere katılan hemcinslerini engellemeleri gerektiğini düşünüyorum.

Kadın eti pazarlaması Amerika'da hayli yaygın. Çıplak şovlar, TV'lerde seks filmleri, şehir, eyalet, dünya, kainat başlıklı güzellik yarışmaları da hayli ilgi topluyor. ABC TV'nin çok izlenen ‘Bekar’ adlı programında yüksek tahsilli, yakışıklı bir erkek kendisiyle evlenmek için başvuran yüz bini aşkın genç kızdan birini ekranlarda aylarca süren elemelerden sonra eş olarak seçti. 18 milyon kişiyi ekran başına getiren şovu biz de izledik. 25 finalistin katıldığı bir kara mizah örneğiydi bu seçim. Aile kurmak her kızın doğal hakkı ama vücut teşhiri ile para kazanmak gibi koca bulma yolunda böylesine gönüllü kurbanlığın da onurlu bir yaklaşım olmadığı muhakkak.
Yazının Devamını Oku