18 Mayıs 2003
Victoria stili pencerelerinden öğle güneşi yansıyan binanın saygın bir görünümü var. Ara sokakta olmasına rağmen Manhattan'a renk katan ‘Town House’ dedikleri evlerden biri. Lotodan ikramiye çıksa kırk katlı apartman yerine bunu alırdım, hissi geçiyor içimden. Loto oynamasını dahi bilmediğim için bu ihtimalin gerçekleşeceği yok. Sokağı dönüp Fifth Avenue'ye çıkacağım zaman anılarım canlanıyor. Burada bir olay izlediğimi hatırlıyorum. Az sonra ‘‘Tamam, Rockefeller'in öldüğü bina’’ diyorum.
Manhattan'da turist uğrağı Rockefeller Center gökdelen dizisinin gölgesindeki minik evde Nelson Rockefeller'in ölümü uzun zaman basını meşgul etti. Bir dönem dünyanın en büyük servetine sahip John D. Rockefeller'in oğlu Nelson 1979'da bir kış günü kalp krizi geçirerek ölmüştü. Nelson Rockefeller yıllarca N.Y. Valiliği ve Gerald Ford iktidarında üç yıl ABD Başkan Yardımcılığını takiben politikayı bırakmış, 54. Sokak’taki evi ofis olarak kullanıyordu. Akşamın ileri saatlerinde kalp krizi geçirdiğinde evde yalnızca 27’lik sekreteri Megan Marshack bulunuyordu. 71 yaşındaki eski başkan yardımcısının genç sekreteriyle sevişirken öldüğü haberi gazetelerde asrın skandalı olarak yankılandı. Evli Rockefeller'in vasiyetinde milyonlarca dolar değerindeki evin tapusuyla birlikte nakit 50 bin doları kendisinden 44 yaş küçük Megan'a bıraktığı ortaya çıktı.
226 yıllık tarihi incelendiğinde Amerika'yı yönetenlerin çapkınlık hikayeleri ciltlerce. Devlet kurucularının zenci esirlerle başlayan uçarı çapkınlık listesi son dönemlerde Eisenhower, J.F. Kennedy, L.B. Johnson, Clinton gibi başkanlara, Kongre'deki senatör ve milletvekillerine kadar uzanıyor.
Amerikan halkı aile değerlerine bağlı bir toplum. Evlilik kurumu onlar için kutsal. Açığa çıkan evlilik dışı ilişkileri nedeniyle çok sayıda popüler kongre üyesinin seçimde garanti gözüyle bakılan koltukları kaybettikleri biliniyor. Ama işin garip tarafı çapkınlık alanında milletvekili ve senatörlerden kat kat cüretkar olan başkanlara karşı Amerikalılar çok daha hoşgörülü. Sevgili listesi Kazanova'yla aşık atacak kadar kabarık Bill Clinton'ın dava konusu olan seks maceralarına rağmen popülaritesi hala yüksek.
Kennedy döneminde Beyaz Saray'da görevli Barbara Gamarekian'ın bu hafta açıklanan anılarında Başkan Kennedy'nin seks kaçamakları sıralanırken Monica gibi JFK'nin de ‘Mimi’ adlı 18 yaşında bir stajyerle cinsel ilişki sürdürdüğü, genç kızı resmi devlet ziyaretlerinde yanında götürdüğü bildirildi. Beyazperdenin ünlü yıldızı Marilyn Monroe'dan mafya babası Giancano'nun metresine, sosyete güzellerine kadar sayısız kadınla ilişkiye giren JFK'nin eşi Jacqueline’nin, bir Fransız muhabirini Beyaz Saray'da gezdirirken karşılaştığı Priscilla adlı kadını ‘‘Kocam bununla yatıyor’’ diye gösterdiği de anılarda yer alıyor.
Frank Sinatra'nın hizmetkarı George Jacobs'un yakında satışa çıkacak ‘‘Bay S: Frank Sinatra ile Hayatım’’ adlı kitabında JFK'nin dedikodu ve skandal haberlerine aşırı düşkün olduğunu, Hollywood'da kimin alkolik, kimin zenciyle yattığını öğrenmek istediğini ileri sürüyor. Jacobs şöyle yazmış:
‘‘Ben JFK'ye Castro, Kruşçev hakkında soru sorardım. O bana, Janet Leigh kocası Tony Curtis'i aldatıyor mu, diye sorardı. JFK’yi senatör iken bir gün Sinatra'nın Palm Beach'deki malikanesinde eniştesi aktör Peter Lawford ile kokain çekerken gördüm. JFK ‘Sırtımın ağrısını gideriyor' diye mazeret gösterdi. Peter daha erkekçe 'Aman Frank'a söyleme' dedi. JFK'ye evde sırt masajı yapıyordum. Bana Marlene Dietrich'in Fransız Rivierası'nda Hotel du Cap'ta nasıl oral seks yaptığını anlattı.’’
Ünlülerin çapkınlık sayfasını eğlenceli bir haber ile kapatıyorum. Demi Moore’un emlak yöneticisi Lawrence Bass ‘‘Eliyle apış aramı okşadı’’ diyerek 43’lük aktris aleyhinde cinsel taciz davası açtı. Hayranları ‘‘Eğer aynı şeyi bize de yaparsanız bedava hizmete hazırız’’ diye Demi Moore'u mektup yağmuruna tuttu.
Yazının Devamını Oku 11 Mayıs 2003
Dirseklerim tezgahta, önümde henüz sayfalarını açmadığım bir akşam gazetesi, gözlerim raflara dizili cicili bicili içki şişelerinde. Tanıdık barmen soruyor: ‘‘Her zamankinden mi?’’ Açık avucumu diklemesine kaldırıp ‘‘Bekle biraz’’ diyorum. Gerginlik atma saati bu. Gazetede şöhretlerin dedikodu haberlerini okurken bir duble buzlu votka yudumlayacağım. Bu arada dudak tiryakiliği yaptığım bir kaç sigarayı tüttüreceğim. Yıllardır rutine dönüşmüş bir alışkanlık bu. Oysa şişelerin üstünde daire içinde sigarayı çapraz kesen çizgi zevk özgürlüğüme set çekiyor. Alt kısmında yazılı ikaz: ‘‘Kusura bakmayınız, sigara yasak.’’ Özgürlüğü sınırsız dünya kenti New York'ta sigara içimini yasaklamak saçmalığın dik álásı.
Sigara eşliğinde olmasa içki şöyle dursun sabah kahvesini dahi aradığım vaki değil. Eş-dostla yemekli sohbetlerde sigara, çatal-bıçak kadar önemli benim için. Tiryaki olmayan sanatçı arkadaşım Burhan Doğançay dahi bana kolaylık olsun diye buluşacağımız lokantaların sigara içilen bölümünde yer ayırtırdı.
Belediye Başkanı Michael Bloomberg'ün milyonu aşkın New York'lu tiryakilere azizliği bu. Başkan ilkin sigaraya zam getirdi. Tek paketin fiyatı bir gecede sekiz dolara fırladı. Ardından bar, lokanta, kulüplerde tütün kullanımı tümüyle yasaklandı.
Tanıdık barmenler, duman olan bahşişleri hatırlayıp akşamcıların ziyaretini özlüyor olmalılar. Şimdilerde, uluslararası anlaşmalar gereğince Bloomberg yasağının ulaşamadığı Birleşmiş Milletler barında içki-sigara ikilisini yaşatmaya devam ediyorum.
Sigara boykotu bir yana son günlerde bir zam furyası içinde New York. 11 Eylül terörünün sebep olduğu ekonomik zarar, zam kontrolündeki apartmanlara yüzde 10 civarında kira artışı getirecek. Bir milyona yakın kiracı için, ben dahil, önemli bir bütçe açığı kapıda. Hafta başında metro-otobüs bilet fiyatı 25 cent artışla iki dolara çıktı. Kısa mesafede dahi zaman kaybı saydığım için otobüs tercihimi de kısıtlamam gerekecek. Kolesterolümü ilaçsız düşürmeye uğraşan kardiyolog Özgen Doğan'ın yürüyüşe başlama tavsiyesini mecburen yerine getireceğim.
New York mayıs ayında yeniden bir canlanma içinde. Ekonomik krize rağmen yeni lokantalar, kulüpler birbiri ardına açılmaya başladı. Gazete ve dergiler egzotik isimli bazı lokallerin kapısında isim tabelası olmadığını yazıyorlar. Nedeni ise belirli bir kesime isim ve adresler özel ulakla ulaştırılmış. Çoğu 25-30 yaş arası zengin kitleye hitap eden kulüplerde iki bin dolarlık şampanyaların harcıalem bira çeşitleri ile bardağı 15 dolardan şaraplardan fazla satıldığı belirtiliyor.
Baharı kucaklayan mayıs yeni filmlerin vizyona girmek için yarıştığı ay. Listelerde dinlendirici bir film arıyorum. İlk gözüme çarpan sevdiğim aktör John Cusack'ın ‘Identity’si (Kimlik). Gişeye on dolar ödeyip yarı loş sinemaya giriyorum. İçerisi tıklım tıklım. Önde ikinci sıraya yerleşiyorum. Perde bir duvardan öbür duvara uzanmış. Film başlıyor, tenis maçı gibi bir sağa, bir sola bakarak izliyorum. Yağmurlu bir gecede çocuklu bir aile arabada bir yere gidiyorlar. Fon müziği kulak zarımı delecek kadar gürültülü. Lastiği aniden patlayınca araba duruyor. Direksiyondaki koca dışarı çıkıyor karısıyla. Erkek sert yağmur altında lastik değiştirmeye uğraşırken hızlı viraj alan bir arabanın bomba düşmesini andıran gürültüyle çarptığı kadın ön cama yapışıyor. Her taraf kanlar içinde. Yandakilerden özür dileyip kendimi dışarı atıyorum. Yanlış filme gelmişim. Sonradan okuduğum bir eleştirmen yazısında İdentity'de yağmurdan kaçıp bir otele sığınan on kişinin arka arkaya öleceğini açıklıyor. Filmin beş dakikasında pes ettiğime memnun oluyorum. Tatil günümde sinemaya niyetlenmem yarıda kalmasın diye bir on dolar daha verip aynı çatı altındaki Chicago'yu seyrediyorum.
Vizyondaki yeni filmlerin çoğu, benim gibi stresten nefret edenler için değil. Çoğunda manzaralar mezbahadan esinlenmiş. Etrafta kan gövdeyi götürüyor. Kollar, bacaklar havada uçuşuyor. Normal insanlar iki saniyede şekil değiştirip canavar, vahşi yaratık görünümüne bürünüyor. Millet böylesine filmlerden nasıl zevk alıyor, anlaşılır gibi değil. Ama azınlıkta kaldığım kesin. İdentity iki günde 9.5 milyon dolar hasılat yapmış. Geçen yıl 300 milyon dolar kazanan X-Men'in devamı X-Men United'in geçen hafta sonu gişe satışı 90 milyon dolar. Filmde olağanüstü güce sahip, gerektiğinde ölüm makinesine dönüşen, bilek derisi altından üçlü kılıç çıkan, çok kişilikli yaratıkların çılgınlıkları sergileniyor. Sırada Kurşun Geçmez Papaz, Mezar Soyguncusu, Matrix Reloaded, çirkinlik acubesi azman The Hulk gibi yenileri var. Meraklılarına müjdem olsun.
Yazının Devamını Oku 4 Mayıs 2003
Fransa Dışişleri Bakanı Talleyrand'ın kötü günlerinde ABD'de kurduğu ticari dostluklar, Amerika'nın Louisiana'yı satın alarak iki misli büyümesinde başrolü oynamış. Irak'ın yeniden yapılanmasında Halliburton, Bechtel, Washington ve Flour şirketleri aslan payını kaptılar. Basında ‘‘Bunlar Bush, Cheney, Rumsfeld, Shultz, Weinberger gibi yeni-eski devlet adamlarının iş ilişkisi olan kurumlar. Nüfuz suiistimali yapılıyor. Harbin kökeninde kazanç hırsı yatıyor’’ eleştirileri hálá devam ediyor.
Oysa olup-bitenler yeni bir şey değil. Amerika'nın yapılanma yıllarında kongre üyeleri, vali, Anayasa Mahkemesi hakiminin nüfuz kullanarak servet sahibi oldukları ve iki eyalet arasında harbe sebep olan ‘‘Yazoo Arazi Skandalı’’ ve benzeri olayları tarih kitaplarında bulmak mümkün.
‘‘Louisiana Purchase’’in 203'üncü yıldönümü nedeniyle yayınlanan belgesel ve kitaplar ‘Harp-Para’ ikileminin bağlantısını ortaya koyuyor. ABD Başkanı Thomas Jefferson ile Fransa İmparatoru Napolyon Bonapart'ın başrollerini üslendiği ilginç olay 1785'te başlıyor.
New York'lu diplomat ve işadamı Gouverneur Morris tütün ticareti için Paris'e gittiğinde tanıştığı sosyete dilberi Adele de Flahaut'la ilişkiye giriyor. Autun Piskoposu Charles-Maurice de Talleyrand-Perigord, metresi Adele ve yeni sevgilisi Gouverneur'den oluşan üçlü, yıllarca birlikte yaşıyorlar. On yıl sonra Fransa'da Jakoben Terörü başlayınca Talleyrand Amerika'ya sığınıyor ve Governeur'dan yardım istiyor. Amerikalı diplomat, Talleyrand'a ortak ticaret yaptığı Robert Morris'in emlak şirketinde iş buluyor. Morris ve Talleyrand ‘Yazoo Skandalı’na karışıyorlar.
Fransa'da Napolyon iktidara gelince Paris'e çağırdığı Talleyrand'ı dışişleri bakanı yapıyor. 1803'te Avrupa'nın tümüne sahip olma idealini gerçekleştirmek isteyen Napolyon baş düşmanı İngiltere'ye karşı harbe hazırlanıyor. Napolyon'un paraya ihtiyacı var. Amerika'da Fransa kontrolündeki Louisiana bölgesini Başkan Jefferson'a satmak istiyor. Yeni başkanın gözü ise ticaretin kan damarı Mississippi nehrinin Meksika Körfezi'ne açılan limanında. Liman şehri New Orleans'ı Fransızlardan satın alıp ticareti geliştirmeyi tasarlıyor. Başkan, New York'ta uçsuz bucaksız arazi sahibi Paris Büyükelçisi Robert Livingston'u Fransız Dışişleri Bakanı Talleyrand ile görüşmeye yolluyor.
Livingston ‘‘New Orleans'ı satın almak istiyoruz’’ dediğinde Talleyrand'ın ‘‘Louisiana'nın tümünü niye almıyorsunuz?’’ teklifiyle karşılaşıyor. Louisiana ülke boyunda bir bölge. İki milyon kilometrekarelik arazisi Türkiye'nin nerdeyse üç misli. Şaşkınlık geçiren ABD elçisi ‘‘Düşüneyim’’ diye ayrılıyor. Ertesi gün 3.75 milyon dolarlık bir teklifle geri geliyor. Talleyrand fiyatı düşük bulunca pazarlık başlıyor. Sonradan ABD başkanı seçilen James Monroe Paris'e Olağanüstü Elçi sıfatıyla giderek Talleyrand ve Fransız Hazine Bakanı François Barbe-Marbois'le pazarlığa oturuyor. Sonunda Louisiana bölgesi hektarı üç cent'ten 15 milyon dolara Amerika'ya satılıyor.
Monroe ve Livingstone ABD Kongresi'nin Louisiana için sadece 13 milyon dolar tahsis etmesine rağmen, devletin halka hektarı 2 dolardan arazi sattığını hesaba katarak, Paris'te 30 Nisan 2003'te yapılan anlaşmaya gözü kapalı imza atıyorlar. Talleyrand'ın kötü günlerinde Amerikalılarla kurduğu dostluk, Parisli dilber Adele'i paylaştığı Morris aracılığıyla Maine eyaletinde büyük çapta arazi alımı ile geçimini sağlaması, Amerika'nın üç haftada iki mislini aşkın büyümesinde başrolü oynuyor.
Louisiana alışverişi halkta ‘‘Devlet bu kadar büyük araziyi yönetemez. Etrafta çok başıbozuk insan var. Huzurumuz bozulur’’ şeklinde korkuya sebep oluyor. Oysa yeni Başkan John Adams ‘‘Kudret ve kuvvet daima emlakı takip eder’’ diyor. Yönetim Louisiana dahil bir milyon hektarı aşkın araziyi göçmen, vurguncu dahil herkese satarak insanlara mülklerini koruması çağrısında bulunuyor. Tüccar kökenli resmi yöneticiler de servetlerine servet katıyorlar. Arazi çatışmaları son buluyor. ABD hazinesi de zenginleşiyor. Bilim adamlarına göre Louisiana'nın satın alınması ABD tarihindeki en önemli olay.
Irak'ın yapılanmasında ABD'nin devlet erbabının kayırılması yeni değil, iki asırlık geçmişi var.
Yazının Devamını Oku 27 Nisan 2003
Bazı kesimler ‘‘Güvenlik Konseyi topu Avrupa Birliği'ne attı’’ şeklinde değerlendirme yapıyor. Türk tarafında ise, bu sorunun BM çerçevesinde yeniden müzakere edileceğine hálá inananlar var. Oysa Kıbrıs diye bir sorun yok artık. BM'nin 40 yıldır resmi üye olarak tanıdığı Rum devletinin Avrupa Birliği'ne kabulü ile Kıbrıs sorunu Türkiye ve KKTC dışındakiler için sorun olma özelliğini kaybetti. Kıbrıs Rum Cumhuriyeti bundan böyle tescillenmiş, konumu perçinleşmiş bir Avrupa ülkesi. Rumların, esneklikten uzak, değişen koşullara karşı taktik üretmekten yoksun Türk politikasına karşı zafer kazandıkları da ortada.
Kıbrıs Rum yönetimi bundan böyle ortak kurucu niteliğinde yeni bir devleti tartışmak için müzakere masasına oturmaz. ‘‘Fırsat penceresi geçen Mart'ta Lahey'de kapandı’’ diyen BM Genel Sekreteri Kofi Annan tarafların çözüm istedikleri yönünde siyasi iradeye sahip olduklarını kanıtlayacak somut delil gördüğü takdirde planının hálá müzakereye açık olduğunu ekliyor. Oysa Rumların yeni müzakere sürecinden kazanacakları bir şey yok. Üstelik Annan planının çözüme temel olmasını da istemediler. Konfederasyon bir yana, Kıbrıs Türkleriyle federasyona dahi burun kıvırsalar şaşmamak lazım.
New York'ta bir kaç yıl önce Glafkos Klerides özel görüşmemizde sorularımızla sıkıştırdığımızda ‘‘Kıbrıs küçük bir ada. Federasyonu kaldırmaz. Türkler azınlık. Kıbrıs'ta ancak üniter, tek devlet olur’’ dedi. Klerides'in selefleri Kipriyanu ve Vasiliu'nun da bize söylediklerini tekrarlıyordu. Rum liderlerinin gönlünde yatan formül ‘Kıbrıs Helen Devleti’ idi. BM'ye ters düşen bu niyetlerini yıllarca ustalıkla saklamayı başardılar.
Ankara, Kuzey Kıbrıs ekonomisine hatırı sayılır yatırım yüklemesiyle halkın refahını süratle kalkındıracak, güneye özlemi silecek bir politika uygulayıp KKTC'yi ‘vitrin’ yapabildiği takdirde Türklüğü içten çökertecek güneye göçün bir ölçüde durmasını sağlayabilir. Ekonomik darboğaza rağmen Türkiye yavru vatanda 200 bin ırkdaşının Rum hegemonyasına girmesini önleyecek güç ve imkana sahip.
NEW YORK’TA SİGARA YASAĞI CİNAYETİ
Kıbrıs adasından Manhattan adasına bir sıçrama yaparsak New York'luların Bağdat'ın düşmesinden sonra Irak harbiyle ilgili haberlere fazlaca ilgi duymadığı görülüyor. Yaşam gündemini son anda önlenen kapıcı grevi, dünyanın en büyük havacılık şirketi United Airlines'ın iflasın eşiğinde olması, işsiz sayısının artışı, beyzbol-futbol maçları, özgürlük haklarını ihlal eden sigara yasağı gibi konular işgal ediyor.
Kentin Belediye Başkanı Michael Bloomberg'in resmi daireleri takiben lokanta, kulüp ve barlarda da tiryakilere koyduğu sigara yasağı bu mekanlarda kazancın önemli ölçüde düşmesine sebep oldu. İçki satışlarının düşüşe geçmesi, bar, kulüp ve lokantalarda müşterilerin azalması binlerce garson ve barmenin işsiz kalmasına yol açtı. Bu arada Manhattan'ın East Village mahallesinde sigara yüzünden işlenen bir cinayet günlerdir basında yankılandı.
Guernica adlı gece kulübünün ‘Shazam’ lakaplı güvenlik memuru Dana Blake, Çinli bir mafya liderinin biri kız, üç çocuğuyla sigara içtikleri için tartışırken bıçaklandı. Dev yapılı 'Shazam' bacağından aldığı bıçak darbesiyle hastaneye kaldırıldıktan sonra öldü. Kapı güvenlikçisini bıçaklayan Çinli kardeşlerin koruması yakalandı. ‘Shazam’ın cenazesine katılan yakınları New York'ta sigara yasağının sebep olduğu ilk cinayeti kınarken Başkan Bloomberg'i de protesto ettiler.
Siyasi çevrelerde günün konusu ise, Başkan Bush'un yengesi Sharon Bush'un anılarını yazmaya başlaması. Başkan'ın küçük kardeşi Neil Bush, Sharon'dan tartışmalı bir dava sonunda hafta başında boşandı. 23 yıllık evli çiftin bir kız (süpermodel Lauren) ile iki erkek çocuğu var. Neil'in, yasak aşk yaşadığı annesi Barbara'nın sekreteriyle evleneceği söyleniyor. Sharon'ın intikam almak üzere yazacağı anı kitabında son derece ketum Bush ailesinin kirli çamaşırlarını ortaya dökeceği bildiriliyor.
Yazının Devamını Oku 20 Nisan 2003
Dolar Brezilya'dan Filipinler'e, Kanada'dan Küba ve Tayvan'a 30 ülkenin esas para birimi. Yerkürenin bu en güçlü parasının geçmişi ise oldukça mütevazı. 16'ncı yüzyılda halen Çek Cumhuriyeti'nde olan Joachimstal kenti vadisinde (Almanca Thal) bozuk para üretimine başlanmış. ‘Thaler’ adlı paralar İngilizce'ye ‘dollar’ diye geçmiş. Uygarlıkların çıkış yeri Mezopotamya'da büyük silahlar sustu. Sağda solda gene gürültüler var ama havai fişek kabilinden. Esas harp bitti. Sıra bir ay içinde harabeye dönüşen Irak'ın yeniden yapılanmasına, otuz yıla yakın dikta rejimiyle ezilen ülkenin demokratik yönetime geçilmesine geldi.
İstila, işgal ve yapılanma masrafları Amerikan hazinesinin karşısına 100 milyar doları aşkın bir fatura çıkaracak. Bush yönetimi bu meblağı Irak'ın can damarı, ana gelir kaynağı olan petrol sanayiini canlandırıp satışlardan sağlamayı planlıyor. Yapılanmada kullanılmaz hale gelen resmi daireler, konut, okul, hastane, karayolları, liman ve petrol kuyularıyla boru hatlarının tamir ve inşası ilk planda. Peki yılda 20 milyar dolardan asgari üç sene sürecek faaliyette aslan payını kim alacak? Şüphesiz ‘‘Irak'ın Kurtuluş Operasyonu’’ lideri Amerika.
ABD eski başkanlarından Calvin Coolidge'un ‘‘Amerika'nın işi, iştir’’ deyimi bu bağlamda devreye giriyor. Amerikan Deniz Piyadeleri (Marine'ler), komandolar daha Bağdat'ı ele geçirmeden Pentagon (Savunma Bakanlığı) Irak'ın petrol kuyularında yangın söndürme kontratını Dick Chaney'in ABD Başkan yardımcılığına seçilmeden önce beş yıl başkanlığını yaptığı Halliburton şirketinin yan kuruluşuna verdi. Yedi milyar dolarlık kontratta Bush'un yardımcısı Cheney'in kayırılması nüfuz suiistimali çerçevesinde Amerikan yasalarına ters düştüğü gibi Dünya Ticaret Örgütü'nün (WTO) ‘Tüm ihalelerin yerli ve yabancı herkese açık olması’ ilkesini de çiğnemiş oluyor. Pentagon ayrıca Irak petrol sanayiinin yönetimine geçenlerde Fluor Corp. şirketinden Bush yönetimine yakın bir emekliyi getirmeyi düşünüyor. Tüm bu işlemler yasalara, uluslararası iş ve ticaret düzenine aykırı. Ama, dışlanmış koalisyon ortağı İngiltere dahil hangi babayiğit ortaya çıkıp Amerika'ya ‘Yanlış yapıyorsun’ diyecek yüreğe sahip?
BECHTEL MURADINA ERDİ
Oysa global ticarette Amerika'nın nüfuz kullanıp devlet adamlarına iş kazandırma çabası yeni değil. Savunma Bakanı Donald Rumsfeld Irak-İran harbi sırasında 1983 yılında Özel Elçi olarak Bağdat'a giderek Saddam Hüseyin ve Dışişleri Bakanı Tarık Aziz'le buluşmuştu. Rumsfeld, Tarık Aziz'den Reagan yönetimi Dışişleri Bakanı George Shultz'un bakan olmadan başkanlığını yaptığı Bechtel şirketine Irak petrollerini Ürdün'ün Akabe limanına taşıyacak boru hattı projesinin verilmesini istedi. Saddam İsrail'in bombalama kaygısından ötürü bir milyar dolar değerindeki projeyi onaylamadı. O tarihte Amerika Irak'ın İran'a karşı kimyasal silah kullandığını biliyordu. Reagan'ın Savunma Bakanlığına atanmadan önce Bechtel'in baş hukuk müşaviri olan Caspar Weinberger'in de ağırlığını koymasına rağmen Saddam fikrini değiştirmedi. George Shultz'un halen yönetim kurulunda olduğu Bechtel'in adı şimdi de Irak'ın milyarlarca doları aşkın yapılanma ihalelerinde ön planda geçiyor.
Ortaya bir güç ve kudret sorusu çıkıyor. Amerika özgürlük, demokrasi, doğal kaynak, bilim zenginliği, ileri teknolojiyle beslenen savunması, serbest ticaret düzeni ve beyin göçüyle beslenen insan mozayiği ile süper liderlik koltuğuna yerleşmiş bir ülke. Dergi bilmecelerinde ‘Tugrik, Guarani, Coupon, Baht, Kuron’ sözcüklerini görseniz bunların Moğolistan, Paraguay, Gürcistan, Tayland ve İsveç para birimi olduğunu söyleyebilir misiniz? Ama dolar deyince iş değişiyor. Amerikan gücünün kökeninde dolar var. Dünyada başlıca geçer akçe Amerikan parası. Coca Cola, Marlboro, McDonald's, Disney gibi bir marka isim dolar.
SIRTI YEŞİL PARA
Halkını sömüren diktatörler, petrol şeyhleri, silah-uyuşturucu kaçakçıları yasadışı servetlerini yabancı ülkelerde dolar hesabında tutuyorlar. Dolar Brezilya'dan Filipinler'e, Kanada'dan Küba ve Tayvan'a 30 ülkenin gerçek para birimi. Yerkürenin bu en güçlü parasının geçmişi ise oldukça mütevazı. 16'ncı yüzyılda halen Çek Cumhuriyeti'nde olan Joachimstal kenti vadisinde (Almanca Thal) bozuk para üretimine başlanmış. ‘Thaler’ adlı paralar İngilizce'ye ‘dollar’ diye geçmiş. Amerikan İç Harbi'nde dolar basan 208 banka arasında sivrilen ‘Bank of U.S.’ bankası güçlenince Başkan Andrew Jackson bankaları kapatmış. 1862'de devletin basmaya başladığı paraların arka yüzünde yeşil mürekkep kullanıldığı için ‘Greenbacks’ adını almış.
Avrupa birimleri arasında zayıf durumdaki dolar Birinci Dünya Harbi'nden sonra global finansın ABD'ye taşınmasıyla güçlenip İkinci Dünya Harbi'ni takiben İngiliz Sterlini'ini geride bırakarak iş ve ticaret aleminin bir numaralı para birimi haline gelmiş. Amerika'nın süper devlet olmasında ‘Sırtı Yeşil’ paranın büyük rolü var.
Yazının Devamını Oku 13 Nisan 2003
Danışma memuru <B>‘‘Meydandaki havuzu geçip sola dönün, Bavyera Pavyonu çıkış kapısına gelirken sağda’’</B> diye sigara tiryakilerine hoşgörüyle bakan lokantanın yerini tarif ediyor. Tek çatı altında yüzlerce mağaza ve butiği barındıran ‘‘Mall’’ların iyi tarafı her isteğe yanıt verme özelliği. Az sonra Alman lokantasının kapısındayız. İçerisi gürültüden geçilmiyor. Sağlı sollu ekranların çoğu buz hokeyi maçlarını naklediyor. Devils'e karşı Bruins'i destekleyen gençler her skorda birbirleriyle ‘‘High Five’’ denilen tarzda avuç şaklatıp, zafer çığlığı atıyorlar. Gürültü, işitme özürlüsünü dahi rahatsız edecek ölçüde. Tanrı korusun, lokanta dışında bomba patlasa duyulmayacak.
Barda bir tabureye ilişiyoruz. Karşımdaki raflarda ‘‘St.Pauli Girl’’ şişeleri dizili. Üstünde sarışın, iri göğüslü bir güzelin resmi var. Uzun seferden dönen Alman denizcilerine kadın özlemi çağrışımı yapıyor bu Hamburg birası.
Siparişimi soran barmene ‘‘St.Pauli’’ diyorum.
Lokanta barı rahat 20 metre uzunluğunda. Karatahtalara yemek listesi, bira ve şarap çeşitleri tebeşirle yazılmış. Çoğu Alman ağırlıklı ama Fransız ürünleri de karatahtada. Bordeaux, Beaujolais şaraplarının bardak fiyatı ile Fransız patates kızartması yiyecek listesinde yer alıyor. Irak harbine karşı çıkan Fransızlara yönelik boykot kampanyası bu lokantaya ulaşmamış. Almanlar da savaş karşıtı ama kimse farkında değil. Raflara asılı iki tişörtte geleneksel Bavyera deri şort takımı ‘‘Lederhosen’’ ve ‘‘Dirndl’’ içinde gülümseyen erkek ve kadın resimleri basılı. Altında ‘‘Ben Alman'ım. Öp Beni’’ yazıyor.
Karşımdaki ekran ünlü komedyen Jay Leno'nun sokak röportajlarına geçiyor. ‘‘Tamam, şimdi keyif zamanı’’ diyorum. Leno rastgele çevirdiği bir kızın öğretmenlik eğitimi aldığını öğrenince soruyor: ‘‘Çok güzel meslek seçmişsin. Hong Kong ahalisi kimler?’’ Yanıt: ‘‘Macarlar’’, ‘‘Latin Amerika'da kimler yaşıyor?’’, ‘‘Latinler’’. Komedyen erkek bir lise öğrencisini çeviriyor: ‘‘Üniversitede ne tahsili yapacaksın?’’, ’’Tıp'' ‘‘Peki, bir Kürt hasta gelse, anavatan hanesine hangi ülkeyi yazacaksın?’’ Yanıt: ‘‘İsviçre’’.
Program aniden kesiliyor. Ekranda Bağdat. Amerikan deniz piyadeleriSaddam'ın dev heykelini bir tank zinciriyle çekip indiriyorlar. Yanımdaki hokey meraklısı gencin omzuna dokunuyorum: ‘‘Irak'ı izliyor musun?’’ Anlamıyor sorumu. ‘‘Ayrek, Ayrek..' (genel kültürü Tom Miks düzeyindekilerin telaffuzuyla Irak) diye üsteliyorum. Bön bön bakıyor. ‘‘Bizim takımda yok, Devils'de mi oynuyor?’’ Amerika genelinde Irak harekatı hakkında yaygın bilgi yoksunluğunu bir kez daha idrak ediyorum.
Halkın çoğunluğu Amerikan askerlerine alkış tutmasına rağmen Irak'ta niye savaşıldığını bilmiyor. Binlerce kilometre uzaktaki savaştan etkilenmedikleri için merak da etmiyorlar. Üstelik ilk günlerin merakı da artık yok.
Oysa ülkenin sanat, sinema, müzik alemi mensupları, yazar-çizer takımı, ileri gelen Hıristiyan kiliselerinin savaş karşıtı tutumu devam ediyor. Kara listeye geçmekten korkmayan bazı ünlüler Beyaz Saray'ı kınayan beyanlarını sürdürüyorlar. Ünlü modacı Kenneth Cole Manhattan'ın işlek batı karayolunda bir ilan levhasına, ‘‘Barış ve sükûnet istiyorsan korna çal’’ yazılı iri puntolu mesajla savaşı tasvip etmediğini sergiledi. Hollywood çevrelerinde şimdi en çok konuşulan konu ise Michael Moore'un yoğun çalışmalarına başladığı yeni filmi ‘‘Fahrenheit 911’’.
Michael Moore geçen ay ‘‘Bowling for Columbine’’ (Benim Cici Silahım) adlı belgeseli ile Oscar ödülü kazandığında yaptığı konuşma ile şimşekleri üstüne çekmişti. Irak Savaşı’nı kınayan Moore milyonlarca kişinin ekranlarda izlediği gecede ‘‘Utan Bay Bush’’ diyerek ABD Başkanı'nı protesto etmişti. Amerikan halkının silaha aşırı ilgisini belgeselinde vurgulayan Moore son belgeseli ‘‘Fahrenheit 911’’de Bush ve bin Ladin ailelerinin ‘‘ticari işbirliği’’ni, özel küresel yatırım firması The Caryle Group'la bağlantılarını ortaya koymaya hazırlanıyor. The Caryle'da James Baker III, Richard Darman, Bob Grady gibi 'Baba' Bush yönetiminde görev alanlar bulunuyor. Belgeselde 11 Eylül terör saldırılarını takiben bin Ladin ailesinin 24 üyesinin Bush'un izniyle FBI sorgulamasından önce özel bir Suudi jetiyle yurtdışına uçmalarına izin verdiği de işlenecek. Moore, ‘‘Kimseden korkmuyorum. Oscar gecesinde konuşmamı takiben belgeselimin videosu ödüllü Chicago'dan fazla satış yaptı. Her gün 20 milyon kişi web sitemi tıklıyor. 'Aptal Beyaz Adamlar' kitabım liste başı oldu’’ diyor.
Michael Moore ‘‘Fahrenheit 911’’i gelecek başkan seçimlerinden iki ay önce vizyona sokarak George W.Bush'un ikinci dönem şansını baltalama peşinde. ‘‘Irak Fatihi’’ Bush bu salvoyu atlatmayı başaracak mı? Bekleyelim, göreceğiz.
Yazının Devamını Oku 6 Nisan 2003
Odaya aşina olduğum bir parça yayılmaya başladı. Dinlendirici olduğu kadar düşündürücü bir yapıt bu. John Lennon ‘‘Give Peace A Chance’’i söylüyor.<B> </B>John kendi yazdığı şarkıyı bir otel odasına davet ettiği hayranlarıyla birlikte okuyarak kaydetmiş. Eğer Bush-Saddam çatışması birkaç ay daha devam ederse Harbiye'de sınava girip kurmay subay diplomasını kesin alırım. Her gün beş-altı gazete okuyorum. Bir o kadar da dergi. Amerikan gazeteleri Bağdat üzerine ilk bomba düştüğünden bu yana harbin gelişmesini ilave sayfalarla yayımlıyor. ‘B’ serisinden 1-2 ve 52 bombardıman uçakları, Tomcat, Falcon avcı uçakları, Apachee helikopterleri, M1A2 Abrams ve Bradley tankları, Patriot, Cruise füzeleri, ‘akıllı’ bombalar, Tomahawk'lar, ordunun A takımı, bahriyenin SEALS, hava kuvvetlerinin özel komandoları, deniz piyadeleri Marine'lerle aşinalığım giderek artıyor.
Resimler, şemalarda Amerikan birliklerinin ‘Çembere al, kafasını kopar, gerisi cansız kalır’ stratejisini izliyorum. Harp yanlısı ve karşıtlarının makalelerinde satır aralarından eğilimlerinin nedenlerini çıkarmaya çalışıyorum.
Sonra gazeteleri kapatıp ekran başına geçiyorum. Bombalama görüntüleri, alevlerin sarmaladığı binalar, göğe tırmanan kömür karası duman yığınları, uçak gemilerinden sorti yapan uçaklar, cepheden manzaralarla harp havasına giriyorum. TV kanallarında emekli generaller ışıklı sopalarla haritalar önünde askeri harekatın gidişatını yorumluyorlar. Sivil uzmanlar analiz yapıp, bir diğeriyle tartışırken ben de ‘‘Kerbela'dan kuzeye giden zırhlı tümeni Cumhuriyet Muhafızları arkadan çevirse iki tarafın zayiatı büyük olur’’ diye ahkam kesiyorum. Beyaz Saray, Pentagon sözcülerinin açıklamaları eğlenceli oluyor. Brifinglerde gazetecilerin sorularını ancak Amerikan halkının ‘bilmesi gereken ölçüde’ yanıtlıyorlar.
New York ile Bağdat arasında bir düzine ülke, koca okyanus olmasına rağmen sinir törpüsü bir meşgale bu. Son iki haftadır ekranlara gelen bomba infilakı yaşamın fon müziğine dönüşürken çölleri sulayan kanların görüntüsü ruhsal gerginliğimizi artırmaya başladı. Oysa nereye baksak harp var, çaresiz katlanacağız.
Bu sabah günlük rutini değiştirip radyoda hafif müzik kanalı düğmesine bastım. Ardından gazetemin sanat ilavesini açtım. İlk gözüme çarpan ‘Fransa’ya Boykot' başlıklı bir ilan oldu. ‘‘Fransa'nın Irak'a desteğini unutmayacağız’’ ikazlı ilanda Amerikan halkı boykot kampanyasına davet ediliyor. Serbest pazar ekonomisini biliyoruz gene de Chirac ülkesinin Amerika'nın iş ve yatırım alanına böylesine yayıldığını tahmin etmemiştim. Air France, Peugeot otomobil, Dom Perignon şampanyası tamam ama Bank of West, Car and Driver, Woman's Day dergileri, Danone yoğurdu, milli içkimiz rakı gibi has Amerikan viskileri Wild Turkey ile Jamison, Seagram's cini, RCA TV'si, Uniroyal ve B.F.Goodrich lastikleri, Red Roof Inns otel zinciri, U.S.Divers-Sea Quest deniz malzemeleri, Hollywood'daki Universal stüdyoları ve eğlence parkları, Jerry Springer TV şovu, Motown Records plakçılığın sahiplerinin Fransızlar olduğunu ilk kez öğrenmiş oldum.
Odaya aşina olduğum bir parça yayılmaya başladı. Dinlendirici olduğu kadar düşündürücü bir yapıt bu. John Lennon ‘‘Give Peace A Chance’’i söylüyor. John kendi yazdığı şarkıyı bir otel odasına davet ettiği hayranlarıyla birlikte okuyarak kaydetmiş. 1969'da Montreal'de bir otel dairesinde Yoko Ono ile yatakta plağa kaydederken ‘Çiçek Çocukları’ filozofu Timothy Leary, popüler şarkıcı Petula Clark, Radha Krishna müritleri de refakat ettiler. ‘‘Sadece şunu söylüyoruz, barışa bir şans verin’’ tekerlemeli şarkıyı birkaç gün sonra Washington'da Vietnam Harbi aleyhindeki gösteride yarım milyon kişi bir ağızdan söylediler. Şarkı Vietnam Harbi'nde sosyal ayaklanmanın ilahisi oldu.
‘‘Hepimiz İsa'yız, hepimiz Hitler'iz. İsa'nın kazanmasını istiyoruz’’ diyen Beatle John, ‘‘All You Need İs Love’’, ‘‘Happy Christmas, War İs Over’’, ‘‘Power To People’’ ve ‘‘İmagine’’ gibi bestelerle insanlar arasında sevgi ve barışı savunup harpleri kınadı. Paul McCartney'le birlikte hazırladığı ‘‘Strawberry Fields Forever’’, ‘‘Yesterday’’, ‘‘Hey Jude’’ gibi parçalar Lennon'ın şiddete karşı barışçı, mutlu dünya eğilimini de ortaya koyuyor. Nobel edebiyat ödülü sahibi Toni Morrison'ın ‘‘Beatles tüm zamanların en iyi şairleri’’ lafını boşuna söylemediği bugün daha iyi anlaşılıyor.
Tek gün askerlik yapmamış siviller, arada bir Beatles plaklarını dinleseler ocak söndüren, yetim çocuklar üreten harplerin Nintendo oyunlarına benzemediğini idrak edip barışa şans verme yolunu deneyecekler.
Yazının Devamını Oku 30 Mart 2003
Amerika'yla aşinalığım ortaokul sırasında halamın büyük oğlunu Kadıköy rıhtımından vapurla Yeni Dünya'ya uğurladığımız gün başladı. ‘‘Celal Abi’’ tütün tüccarı idi. Camel'in kullandığı Türk tütünlerinin pazarlaması için gitmişti Amerika'ya. Gönderdiği mektuplar aile meclisinde okunurken film seyredermiş gibi olurdum. Bir keresinde Central Park'ta yayla gibi Cadillac arabanın yanında, paten yapan yaşıtlarımın, güler yüzlü insanların, yüksek binaların resimlerini izlerken heyecanlanmış ‘‘Büyüyünce ben de Amerika'ya gideceğim’’ demiştim.
İlk blucin pantolonu liseden arkadaşım Erkan'a 12 lira ödeyerek satın aldım. Rengi kaçmış, sert denim kumaşına rağmen dizleri açılmak üzereydi. Ama Amerikan malı ya, haftalıklarımı birleştirip o zaman için yüklü sayılan parayı bir araya getirmeyi başardım. Okulda en sevdiğim ders İngilizce idi. Harçlığımın tümü Captain America, Dedektif Nick, Süpermen çizgi dergilerine giderdi.
‘Celal Abi’ bir kaç yıl sonra düşkırıklığı içinde geri döndü. Amerikalı ortağı tütün ithalinden kazandığı yüklüce paranın üstüne oturmuştu. Hayli varlıklı olan Celal ağabeyim iş hayatına sıfırdan başlamaya mecbur kaldı. Durumun vahametinden bihaber sık sık Amerika hikayelerini anlatmasını isterdim. İlgi ve merak giderek yeni sahalara yayıldı. Radyoda Frank Sinatra, Billy Eckstein, Ella Fitzgerald'ı dinledik, arkadaş grubumuzda şarkıcıların kıyaslamasını yaptık. Beyazperdenin ünlü kovboyları Roy Rogers-Buck Jones-Gene Autry arasındaki muhayyel kavgalarda kim galip çıkar, Gene Kelly mi, Fred Astaire mi daha iyi dansçı diye tartışmaya girdik. Laurel-Hardy, Üç Ahbap Çavuşlar (Marx Brothers) filmlerini izlerken gülme doyumuna ulaştık. Sakızı dışlayıp Wrigley çikletlerini çiğnedik bir süre. Voleybol oynadığımız zamanlarda ‘‘Keds’’ marka Amerikan lastik ayakkabısıyla daha iyi zıpladığımızı, ‘‘Jansen’’ mayosuyla hızlı yüzdüğümüzü, ‘‘Slazenger’’ raketiyle smaçın güçlendiğini sanırdık. Kültürel beyin yıkamaya muhatap olduğumuzu hiç fark etmemiştik.
Yıllar sonra Yeni Dünya'ya geldiğimizde fazlaca yabancılık çekmedik. Yakınlarımızın anlattığı, sinemada seyrettiğimiz, ezberlercesine okuduğumuz dergilerden öğrendiğimiz ülkenin görkemli, sürekli gelişim içinde, renk, ışık, rakam bolluğundaki düzenine ayak uydurmaya çalıştık.
Amerika merakımın kökeninde yukarda işaret ettiğim çocuksu nedenler yatıyor. Peki ya diğerleri? Her gün karşılaştığım deri rengi, dili, dini, adet ve gelenekleri birbirinden farklı insanlar? Çoğu ülkelerinde temel haklardan yoksun, baskı altında yaşayan, tabağına aş, başının üstüne tavan arayışında kimseler bunlar. Yerkürenin dört bucağından Amerika'yı nasıl öğrenmişler? Fırsatlar ülkesinin mola vermeden işleyen propaganda, mal pazarlama, kültür yerleştirme mekanizması sayesinde.
Bu hususu küçümsemek hata olur. Amerika gelişmişlerin yanısıra yoksulluk çizgisinin altında 100'ü aşkın memleketin yaşamını ürünleriyle işgal etmiş halde. Coca Cola, McDonald's, Marlboro, Levi blucinini bilmeyen yok. ‘Yes’ ötesinde İngilizce'den habersiz Afrikalılar Hollywood'u, Muhammed Ali'yi, Michael Jordan, Madonna, Michael Jackson ve Miki Fare'yi tanıyor. Zenginler sağlık sorunlarına Methodist, Mayo, Memorial Sloane hastanelerinde derman arıyor. Varlıklı kesim Broadway'de müzikal izlemek, Fifth Avenue, Rodeo Drive'da alışveriş yapmak için okyanus aşırı seyahate katlanıyor. Yüzbinlerce genç eğitim için Amerikan okullarına servet döküyorlar.
1950'lerde başlayan, daha sonra Barış Gönüllüleri ile yoğunluğu süregelen kültürel bombardıman yerkürede Amerika özleminin tırmanışını artırıyor. Mal ürünlerinin yanı sıra sanat, müzik, eğlence ve spor gibi popüler alanlardaki etkinlikleri film, TV, video müzik ve oyun kasetleri, elektronik iletişim sayesinde dünyaya yayıyor. İnsanların gıpta, kıskançlık, hayranlık, korku, sevgi ve nefret karışımı duygular beslediği bir ülke Amerika.
Taşı-toprağı altın, güllük-gülistanlık bir diyar değil Yeni Dünya. Gerçek yaşamda Disneyland eğlendiriciliği, Hollywood gözboyacılığının yeri yok. Amerikan yaşamının üstü biraz kazındığında ciddi toplum sorunları gözönüne seriliyor. Kültürel beyin yıkama, ekonomik çizelgeler üstüne kurulu sistemde hemen her sektörde çalışanlar gelecek kaygısıyla yaşam sürdürüyor. Düzenin artı-eksi kıyaslaması ortaya pespembe bir tablo çıkarmıyor.
Yazının Devamını Oku