13 Temmuz 2003
Irak'ın Süleymaniye kenti. Amerikan ‘‘Rangers’’ komando birliği komutanı ve yardımcıları yüz metre ilerdeki bir konutu saatlerdir izliyorlar. Komutan Yarbay Jones elinde dürbün, miğferinden ağzına uzanan minik telsiz ile sürekli gördüklerini naklediyor. Karargahtan ‘‘Harekata başlayın’’ direktifi geliyor. Yarbay birliğine ‘‘Baskına geçiyoruz’’ diyor. Ağır silahlarla donanmış Amerikan ‘‘Ranger’’ları konutu kıskaca aldıktan sonra yüklenerek kırdıkları kapıdan içeri giriyorlar. Amerikalı askerler geniş bir odada istirahat eden Türk Özel Timi'ne silah doğrultuyorlar. Kıdemli Çavuş Tayfun sandalyesine yasladığı silahına uzanınca başına bir dipçik yiyor. Özel timciler karşılık vermeye hazırlanırken Yarbay Jones birliğine ‘‘Düşman silahına el atarsa vurun’’ emrini veriyor. Amerikalı Onbaşı Dennis'in otomatik tüfeğinin gez-göz-arpacığının sonunda omuzunda ayyıldız amblemli Teğmen Bahadır var. Bahadır kapı kırılırken belindeki A-9 tabancasını çekmiş. Dennis kararsız, buz gibi ter döküyor baştan aşağı. İşaret parmağı tetiğe kilitli ama eli gitmiyor. Nasıl gitsin ki? Dennis ana-babadan Türk. Kütahya'da ortaokulu bitirdikten sonra ailesiyle birlikte Amerika'ya göç etmiş, Ohio'da lise diploması almış. Birkaç yılda bir akrabalarını görmek amacıyla yazları Türkiye'ye gidiyor. Fabrika işçisi babasının durumu elvermediğinden üniversite tahsili imkanı sağladığı için Amerikan ordusuna yazılmış. Kütahya doğumlu genç hem Türk hem Amerikan pasaportu taşıyor. Orduda dışlanmamak için adını Amerikanlaştırıp Dennis'e çevirmiş. Amerikan üniforması içindeki Deniz'in omuz başında ‘Ayyıldız’ taşıyan Teğmen Bahadır'a tetik çekmekte zorlanmasının sebebi bu.
Yukardaki satırlar Süleymaniye olayı hakkında düzenlediğim hayal mahsulü bir senaryo. Ama olasılığı yüksek. Başka bir Süleymaniye'de Türk-Türk'e kurşun sıksa şaşmamak gerekir. Ben Türk Özel Timi ile Amerikan birliğinin silahlı çatışmasına ramak kalan olayın siyasi ve askeri yönlerini, iki ülke arasındaki ilişkilerin gerginleşmesinde görüş belirtmeyi düşünmüyorum. Basında günlerdir bu konu derinlemesine yer alıyor. Ben Süleymaniye'de değinilmeyen vahim bir durum olasılığını, Amerikalı genç Türklerin kritik kimlik konusunu vurgulamak istiyorum.
Amerika'da on binlerce Türk kökenli Amerikalı var. Bir kısmı da Amerikan ordusunda asker. Deniz'in Dennis olduğu gibi Can'lar John, Uğur'lar George, Cezmi'ler Jimmy bu ülkede. Sayıları da giderek artıyor. Kimisi çocuk yaşında aileleriyle Amerika'ya göç etmiş, kimileri bu ülkede dünya gelmiş. Bir kısmı ana veya baba tarafından Türk. Devlet adamları Amerika'da Türkiye'nin yarar-çıkarlarının savunulması için Yeni Dünya'ya göç etmiş soydaşlarımıza Amerikan vatandaşlığına geçmelerini öneriyorlar. Ankara ‘‘Anavatanla bağlarınızı kesmeyin, çifte vatandaş olun’’ diyor.
Amerikalı olmak güç değil şartlara uygun Türkler için. Göçmenlik Dairesi onayladıktan sonra resmen Amerikan tabiyetine kabul edilecek gün gelip çatıyor. Göçmenler resmi dairelerde veya statlara toplanıyor. Sıra üst düzey bir yetkilinin mikrofonda okuduğu 31 kelimeyi tekrarlamaya geliyor. ‘Sadakat Yemini’ bu. Sağ elini kalbinin üstüne koyup şu sözleri söylüyorsun: ‘‘ABD bayrağına, herkes için özgürlük, adalet ve Tanrı himayesinde bir ulusun bölünmezliğini temsil eden cumhuriyete sadık kalacağıma yemin ederim.’’
Konu bu kadar basit. Ama öyle mi?
Çifte sadakat güç bir iş. Özellikle Amerikan ordusunda Türk kökenliler açısından. Çeşitli birliklerde Amerikalı çavuş ve subaylarla evlenmiş kadınlarımızı, North Carolina'da kara ordusu karargahında er, çavuş, teğmen rütbesi taşıyan, Panama ve Grenada askeri hareketlarına katılmış genç erkek ve kadın ırkdaşlarımızı tanıdım. Bunlardan birkaçı geçen hafta Türk özel timine yapılan baskına katılmış olsaydı acaba ne olurdu? Tetik çekerler miydi ırkdaşlarına? Geçen yıl Küba'da Guantanamo üssündeki tutuklu Türklerin sorgulanmasında tercümanlığa atanan kadın Türk askeri bana ‘‘İstemiyorum bu görevi. Ama gitmezsem ordudan atacaklar beni. İki cami arasında kaldım’’ diye dert yanmıştı. Akıl vermek istemedim.
Genç yaşta bu ülkeye göç edip o veya bu sebepten Amerikan ordusuna yazılsaydım acaba ben ne yapardım? Babamın bıraktığı en değerli miras Çanakkale Savaşı'nda aldığı İstiklal Madalyası. Ben Süleymaniye'deki gibi bir harekata katılacağım. Amerikalı komutan ateş emri verecek. Karşımda ayyıldızla donanmış bir Türk askeri. Benim Türklüğümden habersiz. Silahlarımız birbirimize çevrili. Tetiği hangimiz çekeceğiz? Düşünmesi dahi korkunç. Çifte sadakat olmaz.
Yazının Devamını Oku 6 Temmuz 2003
Önümdeki fişleri sayıyorum 3240 dolar. Kumar kazancıyla neler yapacağımın sevincindeyim. Jackie'ye sesleniyorum: ‘‘Fişleri bozduracağım kasiyer nerede?’’ Sarışın krupiyer ‘‘Size levhayı gördünüz mü diye sormuştum. Bu oyunda para yok’’ demez mi? Kansas City'de rezervasyon yaptığım Sheraton bir tepe yamacında. Hürriyet'in Amerika'da yüksek eğitim programına katılan Türk öğrencileriyle görüşeceğim. Sonbahar güneşi çoktan bulutlar ardına çekilmiş. Odama yerleştikten sonra lobiye iniyorum. Niyetim bir kaç lokma atıştırıp uykuya çekilmek. Sabah erkenden üniversitede gençlerimizle buluşacağım.
Rezervasyon memuru soruyor: ‘‘İki lokantamız var. Biri Amerikan, diğeri Çin. Hangisini tercih edersiniz?’’, ‘‘Farketmez’’ diyorum. Tarif ediyor: ‘‘Hediyelik eşya dükkanını geçin Amerikan lokantası orada. Yürümeye devam edin koridor sonundaki Çin.’’
İlk lokanta kapısındaki yönetici ‘‘Saat 22.00'ye kadar doluyuz. Lütfen adınızı verin’’ diyor. İki saat beklemeye niyetim yok. Koridoru takip ediyorum. Renkli giysiler içinde güleryüzlü Çinli kız daha insaflı: ‘‘Tek kişilik ilk masamız 45 dakika sonra hazır olacak. Yandaki gazinoda oyalanın. Ben size haber veririm.’’
Gazino dediği Robert De Niro - Sharon Stone ikilisinin beyazperdeye getirdiği kumarhane. Sakızağacı'ndaki Miltiyadis'in bildiğimiz çay bahçesi değil. Otelden çıkıp Kansas City'de restoran arayışına çıkacak halimiz yok. Lokantanın bitişiğine yöneliyorum. Otuz metre ötede iki duvarın birleştiği köşede ışıklı, iri harflerle ‘Casino’ yazıyor. Kumarhanenin böylesi dostlar başına. Uzunca tek bir masa, etrafında on kadar erkek-kadın. O kadar. Krupiye sarışın, alımlı bir kadın. Yaklaştığımı görünce sondaki boş iskemleyi işaret edip ‘‘Hoşgeldiniz’’ diyor.
Gözleri üstümde yumuşak sesle konuşuyor: ‘‘Gördünüz levhayı değil mi? İstediğiniz kadar oynayabilirsiniz. Klasik 21 (Black Jack) masası bu.’’ Başımı eğip ‘tamam’ mesajı veriyorum. Cebimden çıkardığım yirmi dolara karşılık fişler koyuyor önüme. Basit bir oyun 21. Bir doları öne sürüp oyuna katılıyorum.
Candan bir kadın krupiye. Kağıt dağıtırken sürekli özel hayatını anlatıyor. Dul, iki küçük çocuk sahibi imiş. Gündüzleri bir okulda muhasebe dersi alıyormuş. Doğum yeri Texas'ta büyümüş, evlenerek Kansas City'ye gelmiş. Kocasını yatakta teyze kızıyla basınca ayrılmışlar. İşsiz kocası nafaka veremediği için bu otelde çalışmaya başlamış. Bazı oyuncular evlenme teklif ediyorlarmış. Taksitle araba almış, okula giderken çocuklarını kreşe bırakıyormuş.
Masaya oturalı on dakika olmadan krupiye Jackie'nin tüm hayat hikayesini öğrenmiş oluyoruz. Oyun kağıtlı kumar şöyle dursun Milli Piyango veya Toto'da şimdiye kadar amorti kazandığım vaki değil. Oysa bu masada sürekli 19-20 veya 21 çıkıyor kağıtlardan. Jackie fişleri yığıyor önüme. Filmlerde izleyicilere heyecan veren abartmalı sahneler geliyor aklıma, duble yapıp fişleri sürüyorum ve hálá kazanıyorum. Bu arada masadaki eski oyuncular kalkıyor, yerlerini arkada bekleyenler alıyor. Önümdeki fişleri sayıyorum 3240 dolar. Kumar kazancıyla neler yapacağımın sevincindeyim. Birisi sırtıma dokunup ‘‘Efendim lokantada yeriniz açıldı, buyrun’’ deyince Jackie'ye sesleniyorum: ‘‘Tamam ben ayrılıyorum. Fişleri bozduracağım kasiyer nerede?’’ Sarışın krupiyer ‘‘Size levhayı gördünüz mü diye sormuştum. Bu oyunda para yok’’ demez mi? ‘Casino’ yazısı altındaki panoda küçük harflerle bu masada lokantada sıra bekleyenlerin kumar zevkini tatmin için masum bir oyun oynandığını, talihli oyunculara para ödenmediği yazıyor. Kırk yılın başında bir kez şansımız yaver gitti derken umutlarım üstüne buz çöküyor. Jackie'ye veda etmeden lokantanın yolunu tutuyorum.
Amerika'da kumar Sheraton Oteli'ndeki gibi masum bir oyun değil. Yanlış bilmiyorsak üretimi olmamasına rağmen kumar Yeni Dünya'nın bir numaralı sanayii. Hawaii, Utah ve Tennessee dışında 47 eyalette kumar yasal. Amerikalıların geçen yıl kumarda harcadıkları para 900 milyar doları aşkın. Afrika kıtasındaki ülkelerin toplam bütçelerinin üstündeki bu meblağ Amerikan halkının yıllık kazancının yüzde 10'u kadar. Üstelik bu rakama yasadışı oyunlarda dönen milyarlarca dolar dahil değil.
Yasal kumarın 600 milyar doları başta Nevada ve New Jersey olmak üzere 29 eyaletteki ‘Casino’larda yer alıyor. Kumar çeşitlerinde gazinolardaki slot makineleri, rulet, poker, bakara, Black Jack, Crap gibi kağıt ve zar oyunları yanısıra at ve köpek yarışları, lotaryalar, kiliselerde, kulüplerde bingo, Jai-Alai oyunları var. İstatistikler Amerikan halkının yüzde 86'sının yaşam boyunca asgari bir kez kumar oynadığını ortaya koyuyor.
Her yerde olduğu gibi tehlikeli bir tutku kumar. Başkan Bush döneminin Eğitim Bakanı William Bennett'in yılda kumara bir milyon dolar harcayarak maddi varlığını kaybetmesi, mültimilyoner işadamı Leonard Tose'un 25 milyon dolarlık kumar borcunu ödemek için sahibi olduğu Philadelphia Eagles futbol takımını satması, şans-talih oyunları tutkusuna kapılmış Amerikalılar arasında fazlaca tepki görmedi. Neyse ki benim yeşil çuhalı masaya bıraktığım yalnızca bir yirmi dolar.
Yazının Devamını Oku 29 Haziran 2003
<B>YAĞMURLU</B> bir kış akşamında Flatbush Avenue'da metro istasyonuna yürüyorum. Önünden geçtiğim bir lokantanın tepesini bitişik M harfi yapan bir çift altın renkli kemer süslüyor. Altında kırmızı fon üzerine sarı harflerle McDonald’s yazılı. Bir de ilave flama: ‘‘10 Milyon Hamburger Tüketildi.’’ Şiddetlenen yağmurda açlığımı bastırmak için fazla arayışa gerek yok. Giriyorum.
Susamlı, yuvarlak çörek içinde köfte, kızarmış patates ile bir bardak ‘Seven-Up’ gazozuna 70 cent ödeyerek boş bir masaya yerleşiyorum. Lezzetli bir yiyecek ama değişik. Bizim ekmek arasında ızgara köfteden hayli farklı tadı. Daire biçimli çöreğin üstünü kaldırıp inceliyorum. Sıvılı sosa bulanmış basık, incecik bir köfte, üstünde mayonez, yağda kızarmış soğan dilimleri, yeşil salatalık parçaları.
Damak tadımı yokluyorum, dilime şeker tadı geliyor. Tezgahtaki zenci kıza soruyorum: ‘‘Bu sosun tadı garip, ne var içinde?’’ Muzip bir tebessümle ‘‘Sırdır, ben de bilmiyorum’’ diye yanıt veriyor. Vatan özlemi depreşiyor herhalde. ‘‘Amerikalının köftesi bu kadar olur. Nerde Galata Köprüsü altındaki tezgahta çıtır çıtır mangal köfteleri’’ diyorum metroya yürürken.
Aradan uzun yıllar geçti bu ilk tecrübeden sonra. O günden bugüne McDonald's’ın kapısını ancak beş kere aşındırdım desem yalan olmaz. Nedeni sunulan yiyeceğin ağız tadıma ters gelmesi. Oysa kimin umurunda? Benim dışladığım bu hamburgerler son otuz yılda giderek yaygınlaşarak bir dünya markası olup çıktı.
McD'Yİ ARAZİ KURTARMIŞTI
Geçenlerde bir gazetede McD'nin üç aylık dönemde 344 milyon dolar zarar ettiğini, lokanta zincirinin borsada 20 milyar dolar değer kaybını okuduğumda aklımdan ‘‘Köfte-Ekmek İmparatorluğu'nun sonu mu geldi?’’sorusu geçti. Sağdan soldan araştırmalara başladım. Akabinde kendimi bir kez daha Amerika'nın rakam cümbüşünde buldum. Sizinle paylaşayım:
McDonald's kardeşlerin sahibi olduğu California'daki ilk lokantayı ziyaret eden işadamı Ray Kroc seri gıda servisine hayran kalarak satın alıyor. Dört yıl içinde 38 lokanta zincirine dönüştürüyor. Ama bu zincirin toplam 24 bin dolarlık varlığı nedeniyle personele maaş ödeyemez duruma gelince malzeme veren tüccardan borç almaya mecbur kalıyor. Kroc, nakit sermaye sıkıntısını lokantaların arazisini satın alarak karşılıyor. Sandviç köftesi ile emlakçiliği birlikte yürütmeye başlıyor.
Kroc ardından büyüme patlamasına geçiyor. Amerika'nın çeşitli kesimlerinde açtıkları lokantaları ‘franchise’ usulü ile sattıkları işletmecilerden kiraya ilaveten 7 bin 500 dolar güvenlik kaparosu alarak sermaye birikimine başlanıyor. Lokanta zinciri 1973'te 500'e yükseliyor. Kroc, tek tip mönülerin malzemelerini de işletmecilere satarak büyük para kazanıyor.
Özellikle okul çağındaki çocukların yemek tutkusu olduğu için refakatçi anne-babalarını da çeken ucuz fiyatlı hamburgerlere yönelik ilgi McDonald's’ların mantar gibi üremesine yol açıyor. McD lokantaları 1974 sonunda 3 bine çıkıyor. Amerika'nın ekonomik durgunluğa girdiği o yıllarda tüm şirketler zarar ederken McD zincirinin cirosu 2,5 milyar dolara ulaşıyor.
McDonald's yönetimi bu arada dış ülkeleri hedef alıyor. 1987’de 2 binden 1994’te 4 bin 700'e ulaşınca McD yeniden bir yoğun bir kampanyaya girişiyor. Fortune dergisi bu girişimi ‘‘McDonald's dünyayı fethediyor’’ başlığıyla kapak konusu yapıyor. Halen Amerika da dahil 118 ülkede 31 bin McDonald's lokantası var.
1970 yılında Amerika'da seri gıdalara 6 milyar dolar harcama 2001 yılında 110 milyar dolara yükseldi. Yurt içi ve dışında McDonald's zincirinin cirosu ise 41 milyar dolar. Bu astronomik meblağa rağmen McD'nin geçen yılki zararı 10 milyar dolar. 1990'lı yılların sonunda Güneydoğu Asya, Rusya ve Japonya'daki ekonomik krizler, Deli Dana hastalığı korkusu nedeniyle son üç yılı zararla kapatan şirketin başına altı ay önce 2001'de emekliliğe ayrılan Jim Cantalupo getirildi.
Cantalupo ‘‘Çok dağıldık, eskisi gibi köfte-ekmeğe döneceğiz’’ diyerek hayli büyümüş lokanta mönüsünü küçülttü. Yeni baş yönetici otomatik kola makineleri, hidrolik sebze yağı servisi, patates kızartma kazanlarını yenileyerek servisin hızlanmasını da sağladı. Ayrıca Boston Market, Chipotle, Mexican Grill, Donatos Pizzeria'yı içeren satışı milyar doları aşkın bir gıda zincirini de satmaya çalışıyor.
SOSUN SIRRI HÁLÁ SIR
McD mönüsünün baş yemeği susamlı çörek içi köftenin malzeme tarifi şöyle: ‘‘450 gram iyi çekilmiş kıymadan 10 köfte yapılacak. 450 gram sarı peynir 32 dilime ayrılacak, köfte üzerine bir dilim konacak. En iyi kalite İdaho patatesi 2.5 cm kalınlıkta dokuz parça kesilecek. Patatesler tespit edilen ısıda iki kez kızartılıp kurutulacak. Mayonez, soğan kızartması, yeşil salata belirli ölçüde kullanılacak.’’ Peki köfteyi ıslatan sos? Sosun içeriği hálá sır.
Yazının Devamını Oku 22 Haziran 2003
<B>DIŞİŞLERİ </B>Müsteşarı Uğur Ziyal'ın Washington temasları bitti. Sıra Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, Başbakan Tayyip Erdoğan'ın ziyaretlerinin hazırlığında. Türkiye açısından konu, Irak savaşında Ankara'nın Amerika'ya topraklarımızda kuzey cephe açmaya yanaşmaması üzerine gerginleşen ilişkileri yumuşatmak. İlk bakışta kolay görünmüyor bu iş. Ortada ABD Savunma Bakanlığı Müsteşarı Paul Wolfowitz'in, ‘‘affederiz ama unutmayız’’ kabilinden lafları var. Wolfowitz ile ‘‘Karanlıklar Prensi’’ Richard Perle, ABD Başkanı George Bush'un uluslararası politikaları yönlendirmesinde en etken kişiler. Bu ikilinin Bush'a, Dışişleri Bakanı Colin Powell'dan daha yakın olduğu görüşü yaygın.
Wolfowitz'in gönlünde Türk dostluğu yattığını çeşitli kişilerden duydum. Perle ise Irak savaşından bir kaç hafta önce New York'ta bir sabah kahvaltısı toplantısında bize ‘‘Türk ve Amerikan halkları aynı idealleri paylaşıyorlar. Dostluk ve dayanışmamızın tarihi geçmişe dayanıyor. Bölgesel sorunları birlikte çözeceğiz. Türkler dünya barışının sağlanmasında Batı'nın güçlü kozu’’ diyerek Türkiye'nin önemini, Türk sevgisini vurgulamıştı. Öyleyse üç ay öncesine sünger çekmek, Ankara ile Beyaz Saray'ın yeniden kucaklaşması için ne yapmak lazım?
Birilerinin Wolfowitz ile Perle'e ‘‘Hocanız Wohlstetter'in öğretilerini hatırlayın’’ demesi gerek. İlkin bu hocanın kimliğinden başlayalım. Prof. Albert Wohlstetter, 20'nci yüzyılın en büyük savunma ve savaş stratejisti. ABD'nin modern savaş doktrininin babası. JFK'den bu yana başkanların savunma politikasında akıl hocası. Wohlstetter geleceğin savaşlarında nükleer silah yerine ordunun küçültülerek hedefini şaşmayan bomba ve füzelerle donatılmış çevik kuvvet birliklerine dönüşmesini savundu. 1950'lerde nükleer Rus tehlikesini 10 bin Minuteman füzesiyle karşılama girişimini, ‘‘Bunlar açık alanda tahrip edilir. Bin füzeyi yeraltında depolamak gerekir’’ diyerek durdurdu. Pentagon bu ikaz üzerine füzeleri yeraltı depolarına yerleştirdi. 1964'te Küba Krizi'nde Başkan JFK, gene Wohlstetter'ın telkinleriyle Moskova'yı dize getirdi. Kendisi gibi savunma uzmanı olan eşi Roberta ile birlikte askeri üslerin inşa maliyeti, er-subay eğitimi, bakım, ikmal hatları, sürpriz saldırıya yanıt, füze ve komuta merkezlerinin Rus topraklarına en yakın yerlere taşınması yolundaki planlarını Pentagon uyguladı. Uzun yıllar Chicago Üniversitesi'nde, akabinde California'da UCLA'da hocalık yapan Wohlstetter, 1980'li yıllarda en gözde iki öğrencisi Richard Perle ile Paul Wolfowitz'in ABD yönetiminde görev almasını sağladı. Başkan Reagan 1985'te karı-koca Wohlstetter'ları Amerika'nın en önemli hizmet madalyası ‘‘Özgürlük Madalyası’’ ile ödüllendirdi.
Sovyetler Birliği'nin dağılmasını takiben, ‘‘amansız şahin' lakaplı Prof. Wohlstetter, ‘‘Miloseviç Büyük Sırbistan kurma peşinde’’ diyerek Boşnak ve Hırvat soykırımına BM ve NATO'nun pasif kalmasını şiddetle eleştirdi. Şaşmaz füzelerle Sırp birlikleri ve askeri tesislerinin bombalanması teklifini kabul eden Beyaz Saray, ABD filolarına bombalama emri verdikten kısa bir süre sonra Belgrad Dayton Anlaşması'nı imzalamaya mecbur kaldı. 1. Körfez savaşında Bağdat'a girerek Saddam iktidarına son vermediği için Baba Bush'u şiddetle eleştirdi. Wohlstetter'ın Perle ve Wolfowitz'in yanısıra, öğrencilerinden Pentagon stratejisti Andrew Marshall, Irak ve Afganistan Özel Temsilcisi Zalmay Halilzad, Paul Kozemchak, George W.Bush yönetiminde önemli mevkilere atandılar. 1997'de ölen Wohlstetter'ın Wolfowitz ve Perle'le tanıştırdığı Ahmed Çelebi daha sonra ABD'nin desteğiyle Irak Ulusal Kongresi liderliğine getirildi.
Saddam rejimini yıkan ikinci Irak savaşı, gene Wohlstetter'in savunduğu ‘‘Hedefinden şaşmaz füzelerle donanmış çevik birlikler’’ sayesinde kısa sürede sonuçlandı. Richard Perle geçenlerde, ‘‘Paul (Wolfowitz) bu son askeri harekatı Wohlstetter'in teorilerine sadık kalarak uyguladı’’ diye demeç verdi.
Konumu nedeniyle basın karşısına çıkmayan ABD'nin modern savaş doktrini mimarı, dış politika teorisyeni Wohlstetter, New York'tan tanıdığım kızı, Richard Perle'in eski sevgilisi Joan'ın ısrarı üzerine benimle görüşmeye razı oldu. 1980'li yıllarda California'daki evinde ziyaret ettiğim Prof. Wohlstetter, Türklere sevgisini sürekli vurguladıktan sonra, Balkanlar, Doğu Akdeniz ve Ortadoğu'da Türkiye'nin anahtar rol oynayacağı kehanetinde bulunarak, ‘‘Sovyetler Birliği'nin günleri sayılı. Moskova merkezli komünist rejim yakın gelecekte parçalanacak, Kafkaslar'da özgürlüğe kavuşacak toplumlar yeni devlet kurarken, Türkiye'yi örnek alacaklar. Ama Ankara'nın akılcı bir politika izlemesi gerekir. Türkiye, Kore savaşından bu yana Amerika'nın idealler ortağı. Demokrasi ve özgürlükler peşinde Türk-Amerikan dostluğu hep sürecek. Öğrencilerime yıllardır bu görüşlerimi vurguluyorum’’ dedi.
Bush yönetiminde Prof. Wohlstetter'in rahleyi tedrisatından geçmiş öğrencilerine birilerinin hocalarının öğretilerini hatırlatması sanırım yararlı olur.
Yazının Devamını Oku 15 Haziran 2003
Hamdi Bey’in ‘‘İngiltere ile Bulgaristan'ı anlatın’’ demesi üzerine kaleme sarıldık. Yalçın'ın kağıdı şöyle başlıyordu: İngiltere. Bu, dünyaya futbolu hediye eden ülke. Geçen ay İngiltere'nin Sunderland takımı İstanbul'a geldi. Galatasaray ile İnönü Stadı'ndaki maça takımlar şu kadrolarla çıktılar... Bu, yaza merhaba dediğimiz ay. Ağaçların çiçeklendiği, giysilerin renklenip inceleştiği, aşk yeminlerinin tekrarlandığı, kasvetli günlerin takvimin son sayfalarına aktarıldığı haziran. Oysa gençlik yıllarımda yılın altıncı ayını böylesine romantik bir gözlük ardından tanımlamam hiç mümkün olmadı. Aksine ‘‘Şu haziran hayırlısı ile bitsin’’ diyerek tezkere bekleyen asker örneği gün sayardım. Niye mi? Haziran sınav ayı idi. Benim gibi vasat, biyoloji, matematik ve kimya sınavlarından nefret eden öğrenciler nezdinde korkulu bir ay idi haziran. Şimdi gerilere yolculuk yaparak birkaç örnek vereyim. Hoca adları hariç, öğrenci anıları zayıfladığı için isimleri yakıştırma.
Kabataş Erkek Lisesi'nde ilk senem. Coğrafyadan yazılı imtihana giriyoruz. Öğretmen ‘Pal’ lakaplı Hamdi Bey. Eski öğrenciler ‘‘Derste tıraş yapıyor, çok konuşuyor’’ diye Pal marka jilete atıfla lakap takmışlar. Öğretmenlik dışında avukatlık yapan Hamdi Bey sözlü yerine yazılı sınavı tercih edermiş. Eskiler ‘‘Okuyacak zamanı yok. Çok uzun yazın. Geçersiniz’’ şeklinde öğüt vermişlerdi.
KALECİ SOLA YATMIŞ TOP SAĞDAN FİLEDE
Sınıfa girer girmez Hamdi Bey’in ‘‘İngiltere ile Bulgaristan'ı anlatın’’ demesi üzerine kaleme sarıldık.
Ertesi hafta Hamdi Bey kürsüden sınav notlarını açıklamaya başladı. ‘‘Hüseyin Mert 8, Kadir Aslan 7, Metin Korkmaz 7,’’ diye devam ederken durakladı: ‘‘Yalçın Kalender... Ya sıfır, ya dokuz?’’ Yalçın tek ilgisi spor olan sınıfın en tembel öğrencisi. Dokuz alması mümkün değil. Ama sınıfta dayanışma sonsuz.
‘‘Hocam, Yalçın çok çalışkan bir arkadaş, nasıl sıfır alabilir?’’ diye itiraz ettik. Hamdi Bey, ön sırada karne ortalaması 10'a yakın sınıf birincisi Sadi'ye seslendi: ‘‘Gel, Yalçın'ın kağıtlarını oku. Alacağı nota sınıf karar verecek.’’
Sadi ilk sayfadan başladı. ‘‘İngiltere. Bu, dünyaya futbolu hediye eden ülke. Geçen ay İngiltere'nin Sunderland takımı İstanbul'a geldi. Galatasaray ile İnönü Stadı'ndaki maça takımlar şu kadrolarla çıktılar. (22 oyuncunun adını sıralıyor Sadi.) Gazhane tarafında rüzgarı arkasına alarak oyuna başlayan G.S. ilk devrede sağaçık İsfendiyar'ın cambazlığıyla rakibini bezdirdi. (Maçı tümüyle dinliyoruz.) İkinci devrenin 82'nci dakikası. Sol hafın aşırtığı pasla Shakleton'ı çalımlayan İsfendiyar meşhur volesini patlattı...’’ Sadi duraklıyor, yüzü kan kırmızısı ama devam edemiyor. Hoca diretiyor: ‘‘Oğlum oku.’’ Çıt yok Sadi'de. Hamdi bey sayfayı alarak sınıfa gösteriyor. Ortada bir kale resmi, 18 pas etrafında iki takım oyuncuları, İsfendiyar'ın bacağı yere paralel, ayak ucundan çıkan çizgi hilal çizerek topa uzanıyor. İngiliz kaleci sola yatmış, top sağdan filede. Büyük harflerle ‘‘GOOOOOOLLLLL.’’
Kısa bir kahkaha tufanı sınıfta. Ardından bir ağızdan ‘‘Dokuz alır bu hocam.’’
Pal Hamdi ‘‘Beş kafi’’ diyor. Sınavda kalan yok.
Son sene astronomiden sözlü olgunluk sınavına giriyorum. Sevdiğim bir ders. Üç soruya bakıyorum. İkisi kolay, üçüncüsünde zorlanacağım. Sınıf hocam ile iki müfettişin önünde Ay'ın Dünya ve Güneş'le ilişkilerini anlatacağım ilkin. ‘‘Dolunay'ın tepeye çıktığını farzedelim’’ diye başladığımda müfettiş kesiyor lafımı: ‘‘Farz ile olmaz bu iş, ikinciye geç.’’ Gezegenler şemasını çizmem gerekiyor. Aynı müfettiş acımasız: ‘‘Picasso'ya özenmişsin. Üçüncüyü anlat.’’ En güç olan soruyu anlatsam dahi alacağım not 3-4 arası. İkmale kalacağım kesin. Kara tahta önünde buz kesiliyorum. O anda sınıfa resim hocası giriyor. Müfettişlere yaklaşıp fısıltıyla konuşuyor. İki müfettiş telaşla dışarı çıkıyorlar. Genç astronomi hocamı bileğinden tutuyorum: ‘‘Aman gitmeyin, yeniden anlatacağım.’’ Ay, Dünya, Güneş ilişkilerini kurulu ses bandı gibi özetliyorum. Oysa kulağı bende değil dalgın, düşünüyor. Ama iyi talebesiyim. Karneme geçirdiği dönem notları yüksek.
‘‘Beş kafi sana’’ diyerek koşar adım çıkıyor sınıftan. Dışarda bekleyen arkadaşlarım ‘‘Spor hocamız Hamdi Bey (Saver) okul önündeki otobüs durağında kalp krizi geçirip öldü’’ diyorlar. Müfettişlerin telaşının nedenini de böylece öğrenmiş oluyorum. Çok sevdiğim ve gözde öğrencisi olduğum Hamdi Bey’in vefatı ikmale kalmamı önlemiş oldu.
İSKENDER'DEN HİTLER'E 45 DAKİKA KONUŞMA
Hukuk Fakültesi'nin ilk sınıfında ekonomi hocamız Prof. Şükrü Baban'ın ‘‘Kadın mal mı, meta mı?’’ (İkisi de değil), ‘‘Pencereye bak, ne görüyorsun?’’ (Dışardaki ağaçlardan önce pencerenin camı demek lazımmış) gibi sorularla geçen sınavlarda pek başarılı olmadım. Oysa kısa hukuk eğitimi dilimin daha açılmasına, süratli konuşma yeteneğiminin gelişmesine yaradı.
Ankara'da Yedek Subay Okulu'nda özel bir sınava zorlandım. En genç öğrenci olduğum 50 kişilik sınıfta düzinelerle avukat, kaymakam, vali var. Sonradan büyükelçi olan Nüzhet Kandemir ile sınıfın en arka sırasında sürekli konuşup, gülüyoruz. İstihbarat dersi veren Binbaşı Sıtkı sonunda bize çıkıştı: ‘‘Beni hiç dinlemiyorsunuz.’’ Anında ciddileşip ‘‘Efendim kulağım hep sizde’’ deyince ‘‘Gelin anlatın öyleyse’’ dedi. Binbaşı tahtada içi yazı dolu birbirine bağlı kareleri süratle silerken yanından geçtiğim Behiç Ekşi ‘‘Hayatım, konu Durum Muhakemesi’’ tüyosunu verdi.
Kürsüye çıkıp dersi anlatmaya (!) başladım. ‘‘Durum Muhakemesi beşeriyet kaderini tayin eden askeri harekatların özünü teşkil eder. Büyük İskender'den Hitler'e, İstanbul Fatihi Sultan Mehmet'ten Atatürk'e askeri liderler durum muhakemesiyle ordularını zaferlere taşıdılar. İki dünya harbinde rakip komutanlar ordularını...’’ lafımı kesiyor hocamız: ‘‘Sadede gelin..’’ ‘‘Hocam savaş kazanılmasında en önemli ilkeler zincirinden başlamak istiyorum... Malazgirt'te Sultan Beyazıt...’’ Aklıma gelen tüm abuk örnekleri sıralıyorum. Sonunda kovboy John Wayne'ın Kızılderilileri nasıl pusuya düşürüp hepsini çift tabancayla öldürdüğüne geçiyorum.
Önde oturan ve okul sonrası Pakistan Basın Ataşesi olan Eşber sıra altına eğilip öksürerek kahkasını bastırınca Binbaşı Sıtkı elindeki cetveli kürsüye vuruyor, tek kişilik komedi gösterimi kesiyor: ‘‘Bunlar benim anlattıklarım değil.’’ Aynı anda zil çalıyor. 45 dakika konuşmuşum.
Yazının Devamını Oku 8 Haziran 2003
Plastik torbanın içinde yumurta kabukları, kurumuş ekmek somunu, bayat kedi yiyeceği, makarna, salam artıkları, balık kılçıkları, portakal kabukları var. Birikmiş gazete, dergi, mektup, postayla alışveriş kataloglarını üstüste yerleştirip sicimle çeviriyorum. Sıra cam ve metallerde. Meşrubat şişeleriyle, balık ve domates salçası konserve kutularını, süt ve meyve suyu kartonlarını ayrı torbalara koyuyorum. Çöp odası apartman koridorunun sonunda. Torbaları, kağıt malzemesi paketini birer, ikişer taşıyıp odaya bırakıyorum. İçim rahat.
Mutfak artıklarını titizlikle cins cins ayırmaya hiç düşkün değilim ama Bloomberg'in ‘Çöp Detektifleri’yle cebelleşmeye de aynı şekilde hiç niyetim yok. New York'un gözükara belediye başkanı karışık çöpleri bir torbaya boca edenlere para cezası kesilmesi uygulamasını başlattı. Temizlik İşleri Dairesi'nin müfettişleri sabahın erken saatlerinde çöp kamyonları gelmeden mahallelere baskın yapıp torbaları inceliyor, atıklar ‘recycle’ denilen yeniden işlenmesine aykırı düştüğünde sahiplerine ceza yağdırıyorlar. Yemek artığı torbasında tek bir şişe çıkması bile ceza için yeterli. Az buz değil 100 dolar. Gökdelen yavrusu bir binada yaşamama rağmen ne olur ne olmaz diye hayatında çöp torbasına el uzatmamış milyarder başkanın hışmına uğramak istemiyorum.
New York'un Brooklyn ve Queens kesimlerinde dört, beş katlı binalar ile iki katlı aile evlerinde yaşayanların durumları daha vahim. Müfettişler çöp torbalarından mektup zarfı çıkarsa cezayı bastırıyorlar. Bazı mahallelerde çöp kamyonlarının toplaması için torbaların evin kapısı yerine kaldırıma bırakılması bile 25 dolarlık ceza için yeterli. Başıboş kedi, köpeğin yiyecek ararken torbaları parçalayıp artıkların kaldırıma saçılması da gene ceza kapsamına giriyor. 2003 yazı New York tarihine ‘Çöp İşkencesi’ tanımıyla geçeceğe benziyor.
Totaliter rejimlere parmak ısırtacak bu saçmalık yalnız çöplere mahsus değil. Bloomberg'in ceza listesinde bir sürü abukluk var. Geçen hafta Queens metro istasyonunun merdivenlerini çıkarken yorulan hamile bir kadın dinlenmek için basamaklara oturunca 50 dolar cezaya çarptırıldı. Durumu gören inşaat işçileri polisle tartıştıktan sonra aralarında para toplayıp cezayı ödediler. Okul malzemesini tekerlekli çekecekle taşıyan bir öğretmen Brooklyn metrosunda gişe memurunun izniyle servis kapısından geçmesine rağmen turnikeyi kullanmadığı gerekçesiyle 60 dolar ceza yedi. Turnikeden geçerken cebinden düşen bozuk paraları toplayan bir emekli de yolcuların geçişine mani oluyor diye 50 dolarlık ceza makbuzu aldı. Evinin önünde plastik süt muhafazası üstüne oturan bir erkek de trafiği engellediği bildirilerek 50 dolar ödemeye mecbur kaldı.
Araba sahiplerinin de Bloomberg'ün ceza genelgeleriyle başı dertte. Yangın musluğuna bir araç boyu mesafeden yakın park etme cezası 105 dolar. Trafik memurları yanlış yere üç-beş dakika için de olsa park eden araçları çekip polis parkına götürüyorlar. Taşıma ile ceza toplamı 300 doları geçiyor.
Önümüzdeki haftalarda hareket halinde cep telefonu kullanan, kahve içen araç sürücülerine ağır cezalar gelecek.
Lokanta ve barlarda tek bir müşterinin sigara içmesi halinde dükkan sahibi 100 dolar ceza alıyor, tekrarlanması halinde iki ve üç misline çıkıyor. Dışarda dükkan tentesi altında sigara içmek de, dolaylı zehirlenmeye sebep oluyor gerekçesiyle ceza kapsamına giriyor. Kadın barmenlerin şeffaf bluz giyerek çalışması dahi para cezası nedeni. New York ceza kotaları yağışına tutuldu.
Yasak furyasında en ağır ceza, ‘gürültü’ yaratan lokallere yazılacak. ‘‘Sakin Gece Operasyonu’’ adıyla faaliyete geçen teftiş heyetleri gecenin ileri saatlerinden gün doğuşuna New York'u tarayıp gürültü sınırını aşan bar, kulüp ve eğlence yerlerine 45 dolardan başlayıp 25 bin dolara çıkan ceza kesecekleri açıklandı.
Peki, New Yorkluları isyan ettiren, halk ile polis ve müfettişlerin tartışmasına sebep olan bu uygulamaların nedeni ne? Sebep dev kentin üç milyara yaklaşan bütçe açığı. Açığın, para cezalarıyla düşürüleceği ifade ediliyor. Belediye Başkanı Bloomberg'in hazırlattığı ‘yasak işlemler’ listesi birkaç bin sayfayı geçiyor. Çevre Kontrol İdaresi New York'ta son bir yılda 498 bin 708 ceza kesildiğini, şehir bütçesine bu yıl 663 milyon dolar gelir sağlandığını ilan etti. 2003'te yalnız araba parkı kurallarının ihlalinden bütçeye 550 milyon dolar ek kazanç gelmesi bekleniyor.
Yazının Devamını Oku 1 Haziran 2003
MAYIS, New York için iş ziyaretlerinin sıklaştığı bir ay. İstanbul'dan arayan dostum birkaç günlüğüne New York'a geleceğini söylüyor. <B>‘‘Bir gecem boş. Broadway'de ‘‘Producers’’ı görmek istiyorum. Yer ayırtabilir miyiz?’’ ‘‘Producers’’ Broadway tarihinde en fazla ödül alan müzikal. İki yıldır nerdeyse kapalı gişe oynuyor. Gene de kırk yılın başında bir istekte bulunan dostuma bilet bulmanın güç olacağını söylemek içimden gelmiyor. ‘‘Tabii’’ diyorum. Konuşmamız bitince ofisteki yardımcıma ‘‘En iyi yerden bilet bul. Doluyuz derlerse sahneye koltuk çıkarsınlar(!)’’ diye takılıyorum.
Bir tiyatro dergisinde çok izlenen bu müzikalin orkestra önü biletlerinin 100 dolar olduğu yazıyor. Gişe yetkilisinin yanıtı tatsız: ‘‘Orkestra önü tümüyle satıldı. Üçüncü balkonun arkasında yer var.’’ Oyuna gitmek yerine gidenden dinlesek daha iyi anlayacağız. Üsteliyoruz: ‘‘Ön sıralarda belki iptal edenler olur. Yabancı misafire mahçup olacağız.’’ Yetkili bilet tahsisi yapan iki acentanın numarasını veriyor.
İlki ön sıradaki koltuklar için 350 dolar istiyor. Tüylerim diken diken. İkincisi daha insaflı: ‘‘Elimizde son birkaç bilet var. 250 dolar tanesi.’’ Acele etmesek bunu da kaçıracağız. ‘‘Peki’’ diyoruz. Kredi kartımıza borç düştüğümüz biletler üç gün sonra postayla geliyor. Zarftaki faturada bilet fiyatı 100 dolar, altında tiyatro restorasyonu olarak 150 dolar ilave var. Bu karaborsanın kibarca ve Amerikancası. ‘Producers’ın oynadığı St. James Tiyatrosu'nun onarımından bana ne? Gişe memurları-karaborsacı işbirliğiyle açıktan her bilete yükledikleri 150 doları paylaşıyorlar.
Ama üçkağıtçılık yalnızca bilet satışında değil. Tiyatro gecesinde dostumun kaldığı otelde iki kadeh içtikten sonra taksi almak için kapıya iniyoruz. Trafik yoğun, taksi bulabilene aşkolsun. Yanımıza yaklaşan biri nereye gideceğimizi soruyor. Adresi söylüyoruz. Adam tek nefeste ‘‘270 dolar’’ yanıtını verirken kaldırıma bitişik arabasını gösteriyor. Öfke başıma vuruyor. Bizi Arap şeyhi sanmış olmalı. ‘‘Arabayı satın alacak değiliz, tiyatro 11 sokak ötede.’’ Dudak büküyor: ‘‘Sizi götüreceğim, orada bekleyip tekrar otele getireceğim.’’ Perde kalkmasına on dakika kalmış. Pazarlığa başlıyoruz: ‘‘Bir gidişe ne istersin?’’ Cevap: ‘‘60 dolar.’’ ‘‘50 yeter’’ diyorum. Arabasına biniyoruz.
Amerikan ekonomisi durgun, piyasada işler yavaş. Uçak şirketleri iflas eşiğinde, bazı otel ve lokantalar zarar ediyor. Gene de tiyatrolarda perde indiren yok, üstelik sinemalardan fazla para yapıyorlar. Havadan astronomik kazanç sağlayan karaborsacılar da cabası.
Broadway bu sezon da yıldız yağmuru altında. Beyazperde şöhretleri New York'ta sahne alıyorlar. Oscar ödüllü Al Pacino, Marisa Tomei, Diane Weist, Helen Hunt, Antonio Banderas, John Torturro, Elizabeth Ashley, Redgrave kardeşler Vanessa ile Lynn, Mary Elizabeth Mastrantonio, Brian Dennehy, Kate Mulgrew, Robert Vaughn, Molly Ringwald, Bernadet Peters adları neon ışıklarında parlıyor. ‘Cabaret’, ‘42nd Street’, ‘Chicago’, ‘Salome’, ‘Mamma Mia’, ‘La Boheme’, ‘Aida’, ‘Hairspray’, ‘The Beauty and The Beast’, ‘The Phantom of the Opera’, ‘Nine’, ‘Man of La Mancha’, ‘Rent’ ve ‘The Lion King...’ Broadway ve civarında 60 kadar oyun listesinin gözdeleri.
‘Godfather’ filmleriyle üne kavuşan Al Pacino her gece ‘Salome’ piyesinde Kral Herod rolünde ayakta alkışlanmasına rağmen mutlu değil. 63 yaşındaki aktör gündüzleri avukatıyla aile mahkemesinde boy gösteriyor. Pacino'nun geçen yıl ayrıldığı uzatmalı sevgilisi Beverly D'Angelo ile başı dertte. Beverly iki yaşındaki ikiz çocuklarını sinemanın mafya babası Pacino'ya göstermek için daha fazla para istiyor. Aktör eski sevgilisine ödediği aylık 35 bin dolar çocuk bakım parası ile 18 bin dolar ev kirasının yeterli olduğunu ileri sürüyor. Çocuklarıyla Los Angeles'a kaçan eski aktris Beverly müşterek arkadaşlarıyla ‘‘Yayınevleri peşimde. Birlikte yaşantımızı anlatmak için bana bavul dolusu para ödeyeceklerini söylüyorlar. Pacino karşı çıkıyor diye bunca yıl film tekliflerini geri çevirdim. Kariyerimi kaybettim. Al istediğim parayı vermezse ilişkimizi yazacağım’’ diye şantaj mesajı gönderiyor.
Şöhretleri yaşantısını içeren anı kitapları yazarlarına servet kazandırıyor. Geçen hafta istifa eden Irak harekatı komutanı General Tommy Franks'e Irak'ın işgali ve daha önce Afganistan'da Taliban ve El Kaide'ye karşı askeri zaferinin bilinmeyenlerini anlatması için beş milyon dolar önerildiği bildiriliyor. Senatör Hillary Clinton'ın da iki milyon dolar avans aldığı özel hayatını içeren kitabı bu yıl sonunda piyasaya çıkacak.
Yazının Devamını Oku 25 Mayıs 2003
Kıvırcık saçları alabros tıraşlı, çene altı bir kulaktan diğerine sakalla çevrili. İnce çerçeveli gözlüklerinin arkasında gülümser bir çehre. Gazetelerdeki vesikalık fotoğrafına göre sevimli genç bir zenci Jayson Blair. Son üç haftadır Amerikan basını Jayson Blair skandalı ile kaynıyor. New York Devlet Savcılığı, Jayson'ın yasaları ihlal edip etmediğini araştırmaya başladı. Yayınevleri skandalı kitaba dökmesi için bir milyon dolar ödemeye hazır. 27 yaşındaki zenci cani veya terörist değil, istifa ettiği The New York Times'ın muhabiri. Suçu, uydurma haber yazmak. Irak Harbi'nde kaybolan bir askerin Texas'taki ailesiyle yaptığı (!) röportajın ‘‘azparagaz’’ olduğu ortaya çıkınca yer yerinden oynadı.
BOMBA GİBİ HABER!
Saygınlığına gölge düşen NYT okurlarından günlerce özür dilemesine ilaveten tüm yazı ailesi Manhattan'da bir tiyatroda toplanıp olayı tartıştılar. Diğer gazetelerin yazarları Jayson'ın uydurma haberlerine göz yuman NYT editörlerinin işten çıkarılmasını önerdiler.
Azparagaz ve meslek suiistimali yeni değil Amerikan basınında. Stephen Glass, Ruth Shalit, Foster Winans gibi dergi yazarları borsa sırlarını sattıkları anlaşılınca kovuldular. Washington Post muhabiri Janet Cooke hayal ürünü bir eroinman çocukla uydurma röportaj yaptığı için kazandığı Pulitzer ödülü geriye alındı. Azparagaz yabancı değil Türkçe bir terim. İlk kez Hürriyet'te benim masamda telaffuz edilen bu sözcüğün Türk basınına nasıl girdiğini hatırlayacak çok az kimse var. Bu anımı sizinle paylaşmak istiyorum.
Sene 1963 yazı. Hürriyet'te çeşitli alanda ünlü yabancıların İstanbul ziyaretlerini izleyen ‘‘Beyoğlu muhabiri’’ görevindeyim. O yıllarda İstanbul şimdiki gibi ünlülerin kapı komşusu bir kent değil, haber çıkarmak için sürekli koşturuyoruz. Gazeteye eli boş döndüğüm bir akşam haber kaynaklarımı telefonla yoklarken önümdeki masada oturan Yener Tuğrul yaklaştı: ‘‘Bana Amerika'da küçük bir şehir, bir de erkek adı versene?’’ Aklıma gelenleri kağıda yazdım. Yedeksubay Yener sempatik bir çocuk. Muhasebe müdürümüz Erdal'ın hala oğlu. Antalya'dan izinli olarak gelmiş, amatör muhabirlik yapacağını duymuştuk. ‘‘Hayrola, ne yazıyorsun?’’ dedim. Heyecanla yanıtladı: ‘‘Bomba gibi bir haber yakaladım. Amerikalı teneke kralının kızı İstanbul'da yoksul bir Türk'e aşık oldu, evlenecekler. Bir gecekonduda yaşıyorlar. Babası haber almış, mirasından çıkaracak kızını.’’ Konu benim sahama giriyor. Canım sıkıldı. Az sonra foto muhabiri Yurdaer Acar masamın üstüne 18X24 boyutlu bir dizi fotoğraf koydu: ‘‘Büyük haber, manşetten girer. Kesin ikramiye alırız.’’
Fotoğraflarda genç bir erkekle başı gitarına eğilmiş bir kız. Erkeğin yüzü ortada, kızın tüm fotoğrafları profilden çekilmiş. Uzun saçları yüzünün yarısını kaplıyor. Arkada ağaçlar, kontrplak bir gecekondu. Tepesinde ‘‘azparagaz’’ yazılı. Soruyorum: ‘‘Kızın yüzü niye kapalı? Yazıişleri yüzünü görmek ister.’’ Yurdaer ‘‘Kız mahcup tabiatlı’’ diyor. ‘‘Peki Azparagaz ne demek?’’. ‘‘Para az, gerisi gaz diyor iki sevgili.’’ Yeşilçamlık senaryo.
KARTON AMBALAJ
Olay birinci sayfadan yayımlandı ertesi gün. Yener ve Yurdaer maaş kadar ikramiye ile ödüllendirildi. Hürriyet'in rakibi Malik Yolaç'ın çıkardığı Akşam Gazetesi’nde birkaç gün sonra manşetten bir haber. ‘‘Hürriyet'in yalanı. Amerikalı teneke kralının kızı aslında bir Türk deniz ataşesinin kızı. Yanındaki da ağabeyi. Azparagaz yazılı odacık da ataşenin Kanada'dan dönerken getirdiği buzdolabı, çamaşır makinesinin karton ambalajı.’’
Hürriyet'in baş yöneticisi Necati Zincirkıran kıyameti kopardı. Yener iznini kesip Antalya yolunu tuttu. Foto muhabiri Yurdaer, ‘‘Benim suçum yok. Bebek sırtlarındaki yere gittik. Yener iki sevgiliyle hep İngilizce konuştu, lisan bilmediğim için anlamadım. Çek fotoğrafları dedi, çektim’’ diyerek sıyırdı kendini.
İKİNCİ DÜZMECE HABER
Askerliği biten Yener tekrar Hürriyet'e döndü, Zincirkıran'a iki kardeşin İngilizce konuşarak kendisini kandırdığını söyledi. Kadroya alınıp çalışmaya başladı. Haftalar sonra bir gün tekrar masama gelip İngilizce isimler sordu, ‘‘Gene Azparagaz mı?’’ dedim. Ertesi gün gazetede Yener'in haberi birinci sayfada. Amerikalı bir milyonerin turist kızı İstanbul'da Müslümanlığı beğenip din değiştirmiş. Yurdaer'in çektiği fotoğraflarda başı örtülü kızın Kuran okuduğu yazıyor. ABD Başkonsolosu Hürriyet'i arayıp ‘‘Bu AFS öğrenci mübadelesiyle gelen bir kız. Kaldığı Türk ailesinin evinde masa örtüsü başına konup İstanbul telefon rehberini tutarken fotoğrafı çekilmiş. Müslümanlığı seçtiği yalan’’ diye şikayette bulundu. Yener bir daha Hürriyet'in kapısından girmedi. Yurdaer ikinci düzmece haber yayımlandıktan sonra İngiltere'ye çalışmaya gitti. Azparagaz sözcüğü ise Türk basınına miras kaldı.
Yazının Devamını Oku