2 Kasım 2003
Şaron yönetimi Başkan Bush'un taraflara sunduğu, Filistin Devleti'ni içeren ‘‘Yol Haritası’’nı terör eylemlerinin sürmesini mazeret gösterip uygulamaya yanaşmıyor. Gelecek kasımdaki Başkan seçimleri kaygısına kapılmış Bush, İsrail'e baskı yapma niyetinde değil. Havaalanında harcadığımız zaman gideceğimiz yere uçuş süresinden fazla. Kadın çantasında tırnak törpüsü de, erkeğin cebinde küçük parmak boyu çakmak da yasak, uçağa binerken. Ayakkabıların iki-üç kapıda incelemeden geçmesi, el-kol havada vücut yoklaması bir ayrı azap. Tanıtıma servet dahi harcasalar uçakla seyahati yolculara sevdirmek artık hayal. Anasının bohçayla taşıdığı bebekler hariç.
Pisti terk etmeden önce ‘‘Uçuş emniyeti için elektronik araçları, cep telefonlarınızı kapatın’’ diye anons yapılıyor. Kabin görevlileri iki ayrı uçtan kontrole başlıyor. Karşı sırada başında siyah yamulkalı bir yolcu anonsu duymamış gibi cep telefonunda konuşmasını sürdürüyor. Görevli ‘‘Kapatın’’ diye ikaz ederek kontrole devam ediyor. Yolcunun çehresinde yayık bir tebessüm, ikaza aldırdığı yok. Diğer görevli başına dikilip bekliyor. 30'lu yaşlardaki yolcu hálá konuşuyor. Kaşları çatık hostes sertleşiyor: ‘‘Lütfen bitirin.’’ Yolcu ‘‘Okeyyy’’ini uzatıp telefonu kapatıyor. Görevli yanımdan geçerken tek kelimeyle öfkesini kusuyor: ‘‘Küstah.’’ Gariptir bu sözcüğü üç gün önce Mt. Sinai Hastanesi'nde benzer bir durumda duymuştum. Klinikte sıra beklerken elektronik sistem düzenini bozduğu için duvarlarda cep telefonu kullanma yasağı ilanlarını umursamayan bir Yahudi'nin kendisini ikaz eden hemşireyi ‘‘Bu hastanenin sahibi biziz’’ diye azarladığı aklıma geliyor.
Bulut kümelerinin üstüne çıkınca gazeteleri taramaya başlıyorum. Bağdat'ta intihar saldırıları sayfalarda birinci haber. Alevler içinde cipler, hedef tahtasına dönüşmüş delik-deşik binalar, sokaklarda yanık cesetler. Ölü-yaralı listeleri. Başkan Bush'un aylar önce ‘‘Harp bitti’’ dediği Irak'ın başkentinden görüntüler bunlar. Tel Aviv'in güneyindeki yeni iskan merkezlerine saldırılarda az sayıda zayiat var.
Ortadoğu kaosunun kökeninde İsrail-Filistin sorunu ile kutsal toprakları da içeren petrol bölgesinde Amerikan askerlerinin varlığı ön plana çıkıyor.
Filistinliler, İsrail işgali altındaki topraklarda devlet kimliği arayışında. BM'de 200'e yakın ülke çoğunluğuna kafa tutan İsrail, bir Filistin devleti kurulmasına yan çiziyor. İşgal altındaki toprakları terk etmeye gönüllü görünmüyor. Konuştuğum Amerikalı Yahudilerin çoğu ‘‘Bu topraklar bizim. İncil'i okuyun yeter. Filistinlilere verilecek yer yok’’ diyor. Yalmukalı uçak yolcusunun kibirli tutumunu yansıtan bir mantık bu. Hamas, Hizbullah, El Kaide gibi örgütlerin terör eylemlerinin tırmanışı da Filistin varlığının inkarının yanı sıra Yahudiler'in tüm İslam alemine meydan okuyan, Arapları hor gören tutumuna karşı bir ayaklanma. Hata, Amerika'nın İncil kehanetlerini adalet ve sağduyunun önüne çıkarmasından, seçimlerde Yahudi lobisinin gücü nedeniyle İsrail'i körükörüne desteklenmesinden kaynaklanıyor.
Bu politika keşmekeşi militan hareketleri kızıştırıp terör eylemlerinin 11 Eylül'de Amerika'ya sıçramasına sebep oldu. Başkan Bush'un ‘‘Demokrasimizi kıskanıyorlar’’ şeklindeki savunmasını da ülkeler camiasında ciddiye alan çıkmadı. ABD yönetimleri terör tehdidinin köküne inmek yerine Ortadoğu ülkelerine gözdağı verip İsrail'in düşmanlarını sindirmeye öncelik tanıyor. Bush yönetiminin Bağdat'ın kitle imha silahlarından terör örgütleri ilişkisine kadar asılsız çıkan nedenlere dayanan Irak işgali de bu politikanın eseri. Mimarları ise başta Paul Wolfowitz, Richard Pearl gibi Beyaz Saray ve Savunma Bakanlığı'nda Bush'a çok yakın önemli konuda Yahudi kökenli yöneticiler.
Oysa bu politika Amerika'ya çok pahalı bir fatura çıkardı. Terör korkusu turizm ve ona ilişkin sanayilerin yüzlerce milyar dolar zarara girmesine, işsiz sayısının artışına yol açtı. Irak harbinin sebep olduğu astronomik masraflar, asker zayiatı, harbin gereksizliğinin tartışılması Bush yönetiminin inanırlığını zedeledi.
Filistin, BM gündeminde çözüm bekleyen en eski sorun. İsrail'in işgal altındaki Filistin topraklarını terk etmesine yönelik düzinelerle genel kurul kararını İsrail reddetmeye devam ediyor. Şaron yönetimi Başkan Bush'un taraflara sunduğu, Filistin Devleti'ni içeren ‘‘Yol Haritası’’nı terör eylemlerinin sürmesini mazeret gösterip uygulamaya yanaşmıyor. Aksine ABD'nin muhalefetine rağmen yeni iskan inşaatlarını sürdürüyor. Gelecek kasımdaki Başkan seçimleri kaygısına kapılmış Bush, İsrail'e baskı yapma niyetinde değil.
Ama Ortadoğu'ya barış ve huzur gelmesi, terörizm illetinden sıyrılmak için Beyaz Saray ve Kongre'siyle Amerika'nın 1.6 milyar İslam alemine karşı altı milyonluk İsrail destekçisi politikaya veda etmesi dışında çözüm seçeneği görünmüyor. Bush'un Şaron'u arayıp ‘‘Yeter’’ demesi lazım.
Yazının Devamını Oku 26 Ekim 2003
Nijeryalı banknotları güneşe tutuyor: Renkli bu para, sahte olmasın? Hoppala! Adam sahte çanta satıyor, verdiğim parayı da sahte sanıyor. Oysa Amerikan hazinesinin yeni piyasaya sürdüğü 20'lik banknot bu. Güneş betonarme binaların duvar boyu camlarında yansıyarak ofisteki odama düşüyor. Parmaklarım bilgisayar klavyesinde kanatlı, bir tuştan diğerine inip kalkıyor. Belleğimdeki düşüncelerin ekrana akış hızından büyük keyif alıyorum. Yazdığım haber, röportaj değil eş-dostun e-posta mesajlarına cevap. Karşı tarafta cümle düzeni, gramer kurgularını eleştirecek editörler yok. Aklıma geleni içimden geçtiği gibi yazıyorum. Zira atış serbest.
Aniden açık pencereden korku filmlerine fon olacak bir müzik dalga dalga içeriye yayılmaya başlıyor. Neşem kaçıyor. Cam kenarına gelip aşağıya bakıyorum. Geçen yıl karşısına dikilip kaldırım üstünde flüt icrasını dinlediğim Guyanalı çoban tekrar banka köşesindeki yerini tutmuş, çalgısını üflemeye başlamış.
Sırtında keçi tüyü kaban, yanık çehreli Guyanalı bambu çubuklarından oyulan çalgısının sıradağlardan esinlenerek ‘‘Andes Flütü’’ diye adlandırıldığını söylemişti. Çoban usta bir müzisyen, üflediğinde çatlak sese rastlamak mümkün değil ama her parçası, her notasında hüzün, keder diz boyu. Üç, beş dakika sonra dinleyenin içi kararıyor. Anılarımda Zamfir canlanıyor. Beethoven'dan Macar Çigan'ı, The Beatles popunu karış boyu bambu flütüyle fetheden Zamfir'i CD'lerde dinlerken zamanın nasıl geçtiğini çoğu kez fark etmedim. Oysa bir cumartesi ofisin asude atmosferini zehirleyen Guyanalının sokak konserini de mecburen dinliyorum. Camı kapatmama rağmen. Bu çoban niye bu denli karamsar? Dinleyicisine mutluluk taşıyacak hiçbir şey yok mu hayatında? E-posta mesajlarını bir çırpıda bitirip sokağa atıyorum kendimi.
Köşebaşında gözlerim Andes Flütçüsü'nü arıyor ama nafile. Çekip gitmiş. Telepatiyle içimden geçenleri mi sezdi acaba? Yerini Nijeryalı işportacılar almış. İnce telle örülü incik-boncuk kolyeler, marka çantalar ayaklı tezgahlara serilmiş. Hispanik kökenli birkaç kadın evire çevire çantaları inceliyor. Yaklaşıp bakıyorum, LV (Louis Vuitton) harfli muşamba çantalarda renkli çiçek, kelebek resimleri basılı. LV'nin geçen ilkbaharda piyasaya sürdüğü son model bunlar. Cirit vücutlu Nijeryalı ‘‘40 dolar. İki adet alırsan 70 dolar’’ diyerek pazarlığı kızıştırıyor. Fifth Avenue'deki butiklerde LV ürünleri 500 dolardan başlıyor. Nijeryalının taklit çantalarını aslından ayırt etmek ancak bu ünlü markayı yakından tanıyanların becereceği iş.
Bir yakınımın çocuk bakıcısı yakında tatile Türkiye'ye gidecek. Makbule geçecek hediye olur diye uzun askılı bir LV omuz çantasını alıyorum. İşportacı plastik torbaya koyarken iki 20 dolarlık banknot veriyorum. Nijeryalı banknotları havaya kaldırıp güneşe tutuyor. Hiç işimiz kalmadı sanki. ‘‘Yeni bastım, mürekkebi kurumamış mı?’’ diye espri yapıyorum. Ama sırık boylu zenci ciddi. Yukardan aşağı süzüyor beni: ‘‘Renkli bu para, sahte olmasın?’’ Hoppala, al başına derdi. Adam sahte çanta satıyor, verdiğim parayı da sahte sanıyor. Oysa Amerikan hazinesinin törenle yeni piyasaya sürdüğü 20'lik banknot bu. Gene de ikna olmuyor, cebimden eski 20 dolarlık çıkarıyorum. Yayık bir gülüşle ‘‘Tamam şimdi’’ diyerek plastik torbayı önüme uzatıyor.
Manhattan'ın batı yakasında bir arkadaşla buluşacağım. Hava ılık, cadde ve sokakları zikzaklayarak yürüyorum. Sonbahar turistleri New York'a gelmeye başlamışlar. Kaldırımlar işporta tezgahlarıyla dolu, çoğunluğu kaçak mal, taklit markalı eşya satıyorlar. Fiyatlar düşük olduğu için kapış kapış alışveriş sürüyor en pahalı mağazalarının bulunduğu kesimlerde. Aslında serbest ticaretin beşiği ülkede tehlike çanları çalıyor, kimsenin umurunda değil.
Finans uzmanı bir dostum kayıt dışı ekonominin Amerikan hazinesini her yıl milyarlarca dolar zarara soktuğundan yakınıyor. Ama esas tehlike önemli sanayilerin giderek yurtdışına taşınmasından kaynaklanıyor.
Beyaz eşyadan tekstile üreticilerin hammadde ve imalat masraflarını düşürmek için Meksika'ya, Uzakdoğu'ya gitmeleri satışlarda durgunluğa, işsizliğin tırmanmasına sebep oluyor. Malı ucuza maletmek isteyen sanayiciler Amerikan markası Maytag bulaşık makinesinin motorlarını Çin'de, tel-kablo aksamını Meksika'da ucuz işçilikle sağlayıp montajlarını Amerika'da yaptırıyorlar. Öğrencilerin gözdesi Papermate tükenmez kalemleri Japonya'da, Banana Republic veya J. Crew spor giyim mağazalarında satılan gömlek ve tişörtler Mauritus Adası'nda, Schwinn ve Huffing çocuk bisikletleri Çin'de, Hongkong'da, koltuk takımı, yemek masası İtalya'da, tost makinesi Brezilya'da, alüminyum konserve kutuları İzlanda'da üretilip Amerika'ya getiriliyor.
Bush yönetimi, ihracatı artırmak için doların değerini düşürmesine rağmen ciddi bir ticaret açığıyla karşı karşıya. İhracat 600 milyar dolar civarında, ama ithalat bir trilyon 200 milyar doların üstünde.
Amerikan hazinesinin son icraatı ise bir dudağı yerde diğeri gökte zenci Nijeryalının dahi beğenmediği yeni 20 dolarlık banknotu piyasaya sürmek.
Yazının Devamını Oku 19 Ekim 2003
Gazete sütunları arasında kaybolan cinayetler, haraca bağlanmış lokanta, dükkan ve atölyeler. Dükkan sahiplerinin yaka silktiği genç çetelere, bir asır öncesinde olduğu gibi, polis bulaşmak istemiyor. İleri gelen dört çete başka eyaletlerde kurulup New York'a uzanmışlar. Hudson Nehri ile 59'uncu sokak kavşağında, İkinci Dünya Harbi'nden emekliye çıkan Intrepid uçak taşıt gemisinin önünde uzun bir kuyruk. Turistler deniz üstündeki Uzay Müzesi'ni görmeye gelmişler. Karşıda antrepo, oto tamir atölyeleri, dokunsan yıkılacak görünümlü binalar. Güneye doğru yürümeye başlıyorum. Yıllardır boya badana yüzü görmemiş üç katlı evler sıra sıra, yangın merdivenleri pas tutmuş. İleride sahne oyunlarının panoları var. Tiyatroların kümelendiği Broadway'in arkasında kalmışım.
Burası bir asır önce Amerika'nın en tehlikeli mahallesi Hell's Kitchen (Cehennem Mutfağı). New York'u haraca kesen çetelerin bulunduğu, öyküleri ünlü The West Side Story'ye konu olan yer. Elimdeki adrese tekrar göz atıyorum. Üç katlı harap bir bina. Eskinin ünlü haydudu Billy the Kid lakaplı William H. Bonney'in yaşadığı ev bu. 1881'de yerel şerifin kurduğu pusuda canını yitiren The Kid 22 yıllık yaşamında 21 kişiyi öldürmüş.
O günden bugüne köprülerin altından çok sular aktı. Polislerin yanından geçmeye dahi cesaret edemediği Hell's Kitchen'da şimdilerde yoksul göçmenler yaşıyor. Kesin yasaların işlediği bu kentte artık gangster, haydut ve zorbalar yok diye düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. New York'ta hálá çeteler hüküm sürüyor. Godfather tipi filmlerin yaşlı ‘Baba’larının, gözükara tetikçilerin yerine bıyıkları yeni terleyen gangsterler kentte cirit atıyorlar.
Gazete sütunları arasında kaybolan cinayetler, haraca bağlanmış lokanta, dükkan ve imalat atölyeleri. İrili-ufaklı dükkan sahiplerinin yaka silktiği genç çetelere, bir asır öncesinde olduğu gibi, polis bulaşmak istemiyor. Rakamlara döktüğümüzde ordu gibi kalabalık bu çeteler. İçerik yönden, etnik kökenli. İleri gelen dördü başka eyaletlerde kurulup New York'a uzanmışlar. Bunların en eskisi 1940'da Chicago'da eyleme başlayan İspanyol ırkından Latin Kings. 35 bin civarında silahçısı olan çetede çok sayıda kız da var. 1969'da Los Angeles'ta bir lisede örgütlenen Crips'in üye sayısı 40 bine yakın. Gene California'da 1970'lerin ortasında soygun ve ürpertici cinayetleriyle çevreye korku saçan Bloods, 20 bin civarında gangstere sahip. Gençlik çetelerinin en yenisi MS-13. El Salvador'lu kaçakların kurduğu çetede 10 bin tetikçi var. Çeteler renkli bandana, kol ve omuzlarındaki dövmeler, parmak kitlemeleriyle bir diğerinden ayırt ediliyor.
En modern ateşli silahlara sahip gençlik çeteleri haraç ve soygunun yanı sıra uyuşturucu ticareti, genelevler işleterek para yaparken bir diğeriyle kıyasıya mücadele içinde. Polis, İtalyan mafyasına taş çıkartacak ağır cürümler işleyen çetelerle baş edemediği için dört çete arasındaki silahlı çatışmalara da göz yumuyor. Los Angeles'ta olduğu gibi New York'ta da kentin belirli bölgelerini paylaşarak eylemlerini sürdürüyorlar. Çete eylemleri geçenlerde şampiyon tenisçi kardeşler Venus ve Serena Williams'ın ablaları Yetunda Price'ın iki rakip grup arasındaki çatışmada hayatını kaybetmesi üzerine gazetelerin birinci sayfasına, ekranda baş haberlere taşındı.
Bu tabloya kuşbakışı göz attığımızda Amerika'nın uluslararası terörizm kadar iç terör tehlikesi altında da olduğunu görüyoruz. Refah ve özgürlükler lideri ülkede ağır suçların giderek artışı yakın gelecekte yavaşlayacağa da benzemiyor. Gene de ABD Adalet Bakanlığı'nın yayımladığı bir raporda New York'ta son 30 yılda ağır suçların yüzde 50 oranında düştüğü açıklandı.
Eğer buna düşüş denebilirse? Zira rakamlar astronomik. Geçen yıl saldırı, ırza geçme ve soygunların sayısı 5 milyon 341 bin. Çeşitli hırsızlıklar, ev soygunları ise 17,5 milyon. Rahat bir nefes almam lazım. Zira 1973'te bu suçların toplamı 44 milyon imiş.
Peki, ağır suçları işleyenler elini kolunu sallayıp ortalıkta geziniyorlar mı?
Hayır. Amerikan cezaevleri tıklım tıklım. Toplam iki milyon hükümlü var hapiste. New York 67 bin ile tüm Türk cezaevlerinden dört bin fazla mahkûm besliyor. Bu suç ve suçlu cümbüşüne rağmen New York'tan ayrılan yok, gelmek isteyeni ise hálá çok.
Yazının Devamını Oku 12 Ekim 2003
Çoğumuz gibi ben de müziğe meraklıyım. Ama bunların buram buram seks yankılanan poplarına, Rap veya Hip-Hop türlerine değil. Anadan üryan insanları görmek istesem çıplaklar kampına giderdim. Laf aramızda yıllar önce Avrupa'da bir dizi röportaj için haftalarca çıplaklar kampında kaldım. Eğlenceli bir tecrübeydi ama o kadar. Müziğin yozlaştırılması ciddi bir konu. Zira masum beyinler zehirleniyor.
Köşemizin adı ‘‘New York, New York’’ Yani konularımızın adresi belli. Arada bir Amerika'yı da katıyoruz yazılara. Arada bir dünya ahvaline de değiniyoruz. Elimiz mahkum, bir ofisimiz Birleşmiş Milletler'de. BM malumunuz, yerkürenin politika merkezi. Eş-dost zaman zaman arayıp ‘‘İyi dokundurmuşsun’’ gibi laflarla sırtımızı sıvazlarlar. Türkiye'den telefon açanlar ‘‘11 Eylül paniği hala sürüyor mu? Oğlumuz okumaya gelecek oraya, başı derde girer mi?’’diye fikrimizi sorarlar. Köşede bir gece kulübü veya bardan sözettiğimde gene arayanlar çıkar. Milletin Amerika, özellikle New York ilgisi yabana atılır gibi değil.
Günün birinde, üç hafta önce, bir Madonna yazdık, neredeyse kıyamet kopacaktı. Uzun zamandır en fazla tepki aldığım bu yazı oldu. Müzik Videosu Ödül Töreni'nde Madonna'nın şovunu, basında Pop ‘Tart’ (kibarca tercümesi şıllık) diye tanınan Britney Spears ve Christina Aguilera'yı altı yaşındaki kızı önünde ağızdan öpüşünü, pop kültürünün dibe vurmak üzere olduğunu kaleme almıştım. Müzik icrasında seks uvertürleri ve çıplaklığın yeri olmadığının altını çizmiştim. Bazı konserlerine ‘fahişe’ kıyafetiyle çıkan Madonna'nın can çekişen kariyerine çocuk kitabı yazarak taze kan arayışında olduğunu yazmıştım.
Türkiye'den hayli mesaj geldi. Bilmediğim konuda ahkam kestiğimi, Madonna'nın dehasını farkında olmadığımı, çıplaklığın doğallığını, iki hemcinsiyle öpüşmesinin masumiyetini anlayamadığımı belirttiler. Bir okuyucu ise ‘‘Ben ve tüm yakın çevrem bundan böyle tüm yazılarınıza, içeri ne olursa olsun, yanlış ve yanıltıcı olup olmadığı konusunda şüpheyle yaklaşacağımızı bilmenizi isterim’’ diye ültimatom gönderdi. Beni Başkan Bush'a veya İstanbul merkezli Basın Konseyi'ne şikayet ettiklerini duysam, şaşmayacağım.
Tepki gösterenlerin lise, üniversite çağında olduklarını sanıyorum. Herkes fikrinde özgür. Her yazı eleştirilebilir. Ahlak hocalığına soyunmuş değilim. Ama sapla samanı birbirine karıştırmamak lazım. Müzik, bence, tüm sanat dalları arasında küresel anlamda en yaygın, etkili sanat türü. Dünyanın dört bir köşesinde gençler yarı çıplak sahneye çıkan, porno figürlü danslarla sanat (!) icra eden Madonna ve izinde yürüyen Britney, Christina gibilerini büyülenmiş halde ekranlarda izliyorlar. Gençlik bu popçuları idol, yaşam modeli olarak algılıyor.
Üstünü kazıdığımızda ortaya çıkan tablo vahim. Zira konu aile değerlerinin, genel ahlak ilkelerinin zedelenmesine dayanıyor.
Yerküremizde yaşayan 6.3 milyar nüfusunun yarısı 25 yaş altındaki gençler. Büyüme çağı dediğimiz 10-19 arası yaşlardakilerin sayısı ise 600 milyon. Üç milyarı aşkın dünya gençliği popu çıplaklık ve seks figürleriyle izlemeye teşvik ediliyor. Sahne yanısıra cadde-sokakta, ekranlara gelen davetlerde ünlü popçular apış arasına açık eteklik, göbekten bir karış aşağı çekilmiş şort, göğüs yuvarlağı dışarı taşan bluzlarla arz-ı endam ediyorlar. Britney, Esquire dergisinin Kasım baskısı kapağında poposu meydanda külotsuz poz verdi. Diğer bir resimde ise göğüs ve mahrem yerlerine inci dizileri sarkan çıplak bedeniyle görünüyor. Son konserlerinde tahrik edici sevişme pozları sergileyen Christina ise çıplaklıkta Britney'den aşağı kalır tarafı yok. Diğer bir pop şöhreti Mariah Carey ile Rap'çi Lil' Kim'in dekolteleri öylesine derin ki, hapşırsalar çift göğüsleri tümüyle ortaya dökülecek. Büyüme çağındaki gençliğin taklide özendiği sanatçılar bunlar.
Çoğumuz gibi ben de müziğe meraklıyım. Ama bunların buram buram seks yankılanan poplarına, Rap veya Hip-Hop türlerine değil. Anadan üryan insanları görmek istesem çıplaklar kampına giderdim. Laf aramızda yıllar önce Avrupa'da bir dizi röportaj için haftalarca çıplaklar kampında kaldım. Eğlenceli bir tecrübeydi ama o kadar. Müziğin yozlaştırılması ciddi bir konu. Zira masum beyinler zehirleniyor.
Tekrar Madonna'ya döneyim. İlk yazımda işaret ettiğim gibi ‘Pop Tart’ kraliçesinin şarkıcılığı, dans yeteneği, ses gücü vasat. Şöhrete, seksi alet ederek ulaşmayı becerdi. Sahneye ‘fahişe’ kıyafetiyle çıktı. Sinema ve tiyatro oyunculuğu denemeleri tutmadı. ‘Seks’ adlı bir kitap yazdı, bol resimli. İçeriğini merak ediyorsunuz kitabın adına bakın yeter. Son olarak çocuk kitabı yazarlığına yöneldi. Hangi ana kızının hemcinsleriyle ağızdan öpüşmesini ister? Kızının ‘idol’ sayılan popçunun ekranda cinsel birleşme figürlerini seyretmesi babasının hoşuna gider mi? Madonna'nın çocuk kitabını okuyan kızına ‘‘Seks’’adlı kitabını hediye eder mi? Geçen hafta bir gazetede yayımlanan karikatür şöyle: Bir kitabevi önünde çocuklu aileler uzun kuyruk oluşturmuş. Vitrinde ‘‘Madonna kitabını imzalıyor’’ yazılı. Karşı kaldırımda file çoraplı, yarı çıplak yaşı geçmiş üç hayat kadını müşteri bekliyor. Biri ‘‘Belki biz de kitap yazmalıyız’’ diyor. Madonna savunucuları protesto etmek isterse gazetenin adresini verebilirim.
Yazının Devamını Oku 5 Ekim 2003
İki bakanlık müfettişi İstanbul'a gelip Elia Kazan'dan çekimden önce senaryoyu görmek, çekimleri izlemek istediklerini bildirdiler. Bir sansür uygulaması başlayacaktı. Kazan isteğe boyun eğdi ama, haftası dolmadan planladığı filmi bu koşullar altında çekemeyeceğine kanaat getirerek Türkiye'den ayrıldı, Yunanistan'da çekime başladı. Elia Kazan'la ilk kez 1962 yazında İstanbul'da Park Oteli'nde karşılaştım. Hürriyet'in çiçeği burnunda, Babıáli tanımıyla Beyoğlu muhabiri olarak peşine düştüğüm ünlü yönetmen keten pantolonunun üzerine giydiği beyaz gömleğinin kollarını pazularının üstünde katlamıştı. Kendimi tanıttığımda ‘‘Nasıl buldun beni?’’ dedikten sonra elimi sıktı. Pençesi oldukça güçlüydü.
Otelin kaldırıma çıkmalı duvarında oturup öğle güneşi altında uzun süre sohbet ettik. Henüz şöhretlerle haşır-neşir olmamışız. Sinemaya merakım var, üstelik gazeteye ‘atlatma’ haber götüreceğim. Keyfim yerinde. Sinema dünyasına kurucusu olduğu Actor's Studio'daki öğrencileri Marlon Brando, James Dean gibi aktörleri kazandıran ünlü yönetmen Kazan ‘‘Hemşeri sayılırız. Ben de senin gibi İstanbulluyum. Muhteşem bir şehir İstanbul’’ dedi. Kazan çevireceği bir filmin set hazırlıkları için Türkiye'ye geldiğini söyledi ama, teferruatına girmedi. Ayrılmadan önce ‘‘Keşfettiğiniz yeni oyuncular var mı?’’ sorumu ‘‘Warren Beatty. Son filmim Splendor in the Grass'da başarılı oyun sergiledi. Büyük yıldız olacak’’ diye yanıtladı.
Bir yıl sonra Elia Kazan tekrar İstanbul'a geldi. Senaryosunu yazdığı ‘‘America America’’ adlı filmde ailesinin 1913'te Türkiye'den Amerika'ya göçünü beyazperdeye aktaracaktı. Üsküdar'da vapur iskelesi karşısındaki meydan film setine dönüştü. Çekimleri muhabir olarak ünlü rejisörün yanı başında izliyordum. Meydanın kuzey ucunda ahşap bir kaç evin yan duvarları sahiplerine para verilerek yıktırıldı. Pencere camları yarıdan kırıldı. Garibime gitmişti, sinemacılığı bilmediğim için anlam veremedim.
Bir ikindi üstü çekimlere ara verildiği sırada set amiri, sırtında yünlü kumaştan tulum, işlemeli cepken, palabıyıklı iri yarı bir adamla yanımıza geldi. ‘‘Bay Kazan, Kapalıçarşı'dan 20 kadar hamal kıyafeti bulduk. Beğendiniz mi?’’ diye sordu. Rejisör hamal kıyafetindeki adamı tepeden tırnağa süzdükten sonra işaret parmağını tulum cebine takıp boydan boya yırttı. Ardından cepkenin cebini avuçlayıp tümüyle söktü.
Şaşkınlıktan donup kalmıştık. Elia Kazan ‘‘Böyle süslü hamal kıyafeti olur mu? Toprak ağaları ancak böyle giyinir’’ dedi hayret dolu bakışlarımızı umursamadan.
Ertesi sabah Hürriyet'te yayınlanan yazım şöyle başlıyordu: ‘‘Önümüzdeki sezon çeşitli ülkelerde vizyona girecek olan America America ile sinemaseverler Türkiye'yi yıkık dökük, harap binalar, sefil kıyafetler içinde hayatını kazanan hamallar ülkesi diye tanıyacak.’’ Resimli haberin alt kısmında ise izlenimlerimi sıralıyordum.
Birinci sayfadan gazeteye giren yazım üzerine Milliyet'in kıdemli köşe yazarı Ref'i Cevat Ulunay ‘‘Hürriyet refikimizde Doğan Uluç imzasını taşıyan bir haber...’’ diye kaleme aldığı makalesinde Elia Kazan'ı topa tuttu. Ulunay ‘‘Yaşadığım o dönemde İstanbul'un hamalları bir günde tonlarca yük taşıyıp iyi para kazanırdı. Akşam işi bittiğinde pırıl pırıl cepken-tulumu üstüne geçirip Haliç'e, Boğaz'a nazır kahvelerde nargile tüttürürlerdi. Cepken cebinde gümüş zincirli saat taşırlardı’’ şeklinde devam ederek tarihi ahşap evlerin yıkılarak İstanbul'un kötü gösterilmesini de eleştirdi.
Hürriyet haberi üzerine yazıları ses getiren Ulunay'ın makalesi Ankara'da büyük tepki yaptı. İki bakanlık müfettişi İstanbul'a gelip Elia Kazan'dan çekimden önce senaryoyu görmek, çekimleri izlemek istediklerini, milli değerlere ters düşen sahnelerin çıkarılmasını talep edeceklerini bildirdiler. Bir sansür uygulaması başlayacaktı. Kameralar, ışık-ses sistemleri, bir sürü aracı hayli masrafla İstanbul'a getirten Kazan ültimatom niteliğindeki isteğe boyun eğdi ama, haftası dolmadan planladığı filmi bu koşullar altında çekemeyeceğine kanaat getirerek Türkiye'den ayrıldı. Yunanistan'da çekime başlayan direktör ‘‘Otelde yardımcılarım ve aktörle konuşmam gerektiğinde bahçeye çıkardım. Sanıyorum odama dinleme cihazları yerleştirdiler’’ şeklinde bir yabancı haber ajansına beyanat verdi.
Elia Kazan'la sonraki yıllarda New York'ta çeşitli kereler karşılaştık. Brando, James Dean, Warren Beatty'yi keşfeden rejisör, Anthony Quinn, Gregory Peck, Tony Curtis, Montgomery Cliff, Jack Nicholson, Robert de Niro, Jeanne Moreau, Kirk Douglas, Natalie Wood, Spencer Tracy, Katherine Hepburn dahil pek çok oyuncuyu filmlerinde oynatarak ününe ün kattı. On the Water Front, Viva Zapata, A Street Car Named Desire, East of Eden, A Gentleman's Agrement filmleri klasikler arasına girdi. Sayısız ödül, iki Oscar armağanı kazandı. Birkaç yıl önce Şener Şen ile Uğur Yücel'in Eşkıya filminin New York galasında birlikte olduk.
Son kez Manhattan'daki evinde 90'ıncı doğum günü partisine gittim. Tekerlekli iskemlede oturuyordu. El sıkıştığımızda pençesi hálá güçlüydü.
Yazının Devamını Oku 28 Eylül 2003
Birleşmiş Milletler'de 130 kadar ülkenin oluşturduğu Bağlantısız Grubun Başkanı Malezya Başbakanı Mahathir bin Muhammed bunca yıldır benzerini hatırlamadığım düzeyde sert bir lisanda Amerika ve Avrupa'yı suçladı. Dünya siyaset başkenti BM bir kez daha kuşatma altında. Doğu Nehri kıyısındaki binanın çevresi trafiğe kapalı. BM'nin girişleri bombalı araçların saldırısını önlemek için kasası kum dolu dev kamyonlarla kesilmiş. Adım başında otomatik silahlı askerler, FBI, Gizli Servis ajanları, çelik yelekli New York polisleri. Amerika, 191 ülkenin devlet ve hükümet başkanlarının katıldığı Genel Kurul toplantılarının ‘olaysız’ geçmesi için sıkı güvenlik tedbirleri almış. BM karşısındaki binalarda keskin nişancılar dahi var.
Gazetelerde kimleri görüyorsanız hepsi burada. George W. Bush'tan Putin, Chirac, Schröder, Müşerref, Norveç Kralı Harald V, Arabistan prens ve şeyhleri, Afrika ve Uzak Doğulu liderler görkemli podyuma çıkıp nutuk atıyorlar.
Konuşmalarda Irak işgali ve bu ülkenin yeniden yapılanması ön planda. Nükleer silahsızlanma, insan hakları, HIV-AIDS, yoksul halkların durumundan söz ediliyor. Çoğu yıllardır bu podyumda vurgulanan sorunlarda, geriye baktığımızda ancak arpa boyu ilerleme kaydedildiğini görüyoruz. Nutuklar aynı yazar kaleminden çıkmış üslupta. İnsanları dert, ıstırap, sefalet içindeki ülkelerin temsilcileri dahi bu foranın diplomatik, yoruma açık, donuk şablonu dışına çıkmamaya özen gösteriyor. Bunun da ötesinde askeri ve ekonomik güçlerin sonradan hışmına uğramamak gayreti var. Bir teki hariç.
Malezya Başbakanı ve 130 kadar ülkenin oluşturduğu Bağlantısız Grubun Başkanı Dr. Mahathir bin Muhammed bunca yıldır benzerini hatırlamadığım düzeyde sert bir lisanda Amerika ve Avrupa'yı suçladı. Genel Kurul'da geniş yankılar yapan bu konuşmada Malezya lideri bakın neler söylüyor:
‘‘Bu asamble dünyanın büyük, küçük halklarının görüş ve dertlerini dinlemek için kuruldu. Avrupa sömürgesinden kurtulmuş, özgürlüğe kavuşmuş biz küçük ülkeler bu dev kurumda gerekli ölçüler dışına çıkmadan konuşma hakkına sahip olduk. Bizlerin dış müdahale olmadan içişlerimizi yürütmemiz lazım. Bazı ülkelerde yönetim suiistimali olduğunu itiraf etmeliyiz. Ama bizi kötüleyenler de yerli halkların topraklarını işgal ederek güçlerini suiistimal ettiler. Kurdukları ülkelerde yerli halkı yönetime almadılar. Kısır topraklarda yaşamaya mecbur ettiler. Tarihin bu yükünü hepimiz taşıyoruz. Başlangıçta sömürgeciliğin geçici olduğunu düşündük. Bugün ‘Avrupa Emperyalizmi' yeniden doğuyor. Ekonomik boğma ve finansal hadım ile bağımsız yeni ülkeler diz çökmeye mecbur olur, sömürgeciliğin geri gelmesi için yalvarabilir. Şimdi dış güçlerin işgali ile karşı karşıyayız. Kukla rejimler kuruluyor, kuklalar dans ediyor.
BM şimdi zayıf ve yoksulu korumaktan aciz. Kukla efendilerinin istediği gibi organları kesilmiş, parçalara ayrılmış. Dünya Bankası, IMF, Dünya Ticaret Örgütü yoksulu daha fakirleştirip zengini beslemek için egemen güçlerin aleti haline döndü. Zengin ile yoksul farkı bugün her zamankinden fazla. İktidarsız BM'de küçük ülkeler artık çıplak ve talihsiz. 1977'de Asya'nın ekonomik krizi büyük ölçüde dolandırıcılık ile çok uluslu şirketleri zengin etti.
Hiçbir ülke yağmacı döviz tüccarlarının kalkınma yolundaki ülkelerin sabırla geliştirdiği ekonomilerini bir kaç günde mahvetme tehlikesinden masun değil.
11 Eylül terör saldırıları dünyada eşi görülmemiş güvenlik yöntemleri alınmasına, Afganistan ve Irak'ın işgaline yol açtı. Dünya korku içinde yaşıyor. Zengin terörden, diğerleri ise tek yanlı saldırıya uğramaktan korkuyor. Robin Hood hiç olmazsa zenginden çalıp yoksula verdi. Ama yoksuldan çalan bu soyguncular suçluluk hissini fakire bahşiş boyu ödemeyle yenmeye çalışıyor.
Tek kutuplu küremizi yöneten demokratik bir devlet dünyayı ekonomik kaos, politik anarşi ve korkuyla idare ediyor. Siyasi ve ekonomik reformlarımız, toparlanmamız ve barışa ulaşmamız bu tehditler sürdükçe mümkün değil. Dünya bunu kabul edemez. Demokrasi istiyorsak yasalar ve insan haklarına saygı göstermemiz gerekir. En güçlü ülke bu asil ilkelere bağlı olduğunu göstermeli. BM'de demokratik olmayan tek ülkenin veto hakkı da kalkmalıdır.
Bugün karşılaştığımız sorunları itiraf etme cesareti gösterebilirsek Avrupa'daki Yahudi problemini çözmek için Filistin topraklarının keyfi kararla ele geçirilip İsrail Devleti yaratılmasıyla karşılaşırız.
Dünya yolunu kaybetti. Çok hızlı gidiyor. Durup nefes almalıyız. Eski Malay vecizesi ‘Birisi yolunu kaybederse başladığı yere gitmeli' der. Başlangıca gitmeliyiz.’’
Yazının Devamını Oku 21 Eylül 2003
Kıvırcık saçlı kız çocuğunun boynunda haç, üstünde etek boyu kısa beyaz gelinlik, eldivenleri dantel. Katolik inancında ilk duası yapılan kızların kıyafeti bu. Fazlası da var. Altı yaşındaki çocuğun belindeki kemerde parlak taşlı iri harflerde ‘‘Boy Toy’’ (Oğlan Oyuncağı) okunuyor. Adı Lourdes. Anası Fransa'nın güneyinde 1858'de Hz. Meryem'in ‘‘göründüğü’’ bildirilen kasabanın adını vermiş kızına. Küçük kız avuçlarından taşan çiçek yapraklarını piste saçıyor. Pistte yarı çıplak genç kız ve erkekler kulak zedeleyen gürültülü müzik eşliğinde cinsel arzu doruğuna erişenlerin inlemeleriyle gözleri yarı kapalı, kıvranıyorlar. Müzikli porno gösterisi bu. Ardından ‘‘Like a Virgin’’ parçası başlıyor. Alkış tufanıyla siyah smokin, silindir şapkalı Madonna beliriyor. Yıllar önce liste başı olan bu şarkıya uyarak dans eden gruba katılıyor. Kalabalık izleyici kitlesi önünde müzikli seks gösterisi daha alevleniyor.
Madonna'nın ilk kocasından dünyaya getirdiği Lourdes'in bu yaşında olup-bitenlerin farkında olmadığı muhakkak. Rejisör Guy Ritchie bu gösterinin üvey kızındaki çocuk masumiyetini ne denli zehirlediğini umursadığı yok. Madonna'nın sevişme pozisyonlarıyla süslediği dansına alkış tutuyor.
Müzik Videosu Ödül Töreni gecesinde 45 yaşındaki anasının kıvrandığı piste çiçekler döken Lourdes'in gördüğü yalnızca bu porno gösterisi değil. ‘‘Like a Virgin’’ sona erdikten sonra Madonna basında Pop ‘‘Tart’’ (kibarcası şıllık) diye söz edilen Britney Spears ve Christina Aguilera'yı dudaklarına kilitlenerek öpüyor. Altı yaşındaki kızının gözleri önünde.
POP KÜLTÜRÜ DİBE VURMAK ÜZERE
Madonna uluslararası bir şöhret. Oysa sesi ve şarkıcılığı vasat, dansları gibi. Beyazperde ve sahnede oyunculuk denemeleri de düş kırıklığı yarattı. Ama kişisel promosyona hizmet eden keskin zekasıyla 20 yıldır dünya gençliğinin pop kraliçesi. Sahne ve video kliplerinde seksle yoğurup oluşturduğu stili uzun yıllar zirvede kalmasını sağladı. Britney ve Christina şimdilerde Madonna'nın tahtını ele geçirmek için birbiriyle yarış halinde.
Oysa görünen tablo hazin. Amerikan pop kültürü dibe vurmak üzere. Pop müziğinden Hip-Hop ve Rap'e sanatçı diye ortaya çıkanlar başarıyı çıplaklık, göğüs-kalça teşhiri, seks figürleri, liriklerde sapık ilişki, ağır suç telkiniyle yakalamaya çalışıyorlar. Bazı konserlerinde ‘‘fahişe’’ kıyafetiyle sahneye çıkan Madonna da bu akımın öncüsü. Yerkürenin dört bir köşesinde kız hayranlarının kıyafetinden danslarına taklit ettiği şarkıcının genç kuşakların ahlak ve aile değerlerini zedelediği de şüphe götürmez.
İşin kara mizah yönü ise şimdilerde Madonna ‘‘sadık eş’’, ‘‘çocukları üstüne titreyen bir anne’’ sembolü olarak yeni bir kişiliği topluma kabul ettirme çabasında. Nasıl olur da evli, iki çocuk anası bir kadın milyonların izlediği bir şovu porno gösterisine dönüştürür? Reklam aracı yaptığı altı yaşındaki çocuğu önünde iki pop şarkıcısının dudaklarını ezerek öper? Bir sanatçının kendisini böylesine aşağılatması pop kültüründe özgürlük kanıtlanması mı oluyor?
Madonna (Hıristiyanlıkta Hz. Meryem'in adı) üstün promosyon zekasıyla son röportajlarında ahlak nutukları atarken her nedense Amerikan basınından tepki yerine destek görüyor. Popüler ‘‘People’’ dergisi ilkbaharda kapak konusu yaptığı şarkıcıyı ideal anne olarak lanse etti. Can çekişen kariyerini canlandırma peşindeki şarkıcı şimdi yazarlığa yöneldi. Madonna'nın altı kitaptan oluşan dizisinin ilki bu hafta piyasaya sürüldü. 30 dilde 100 ülkeye ulaşacak ‘‘İngiliz Gülleri’’ adlı kitap şarkıcının yazdığı çocuk hikayelerini içerecek. Aklını yitirmemiş ana-babalara duyuruyorum.
Bir de JessIca Lynch olayı var
Kitap derken Jessica Lynch'den söz etmeden geçemeyeceğim. Jessica kim, demeyin, Irak Harbi'nde ağır yaralanıp, kaldırıldığı hastaneden kurtarılan Amerikalı er. Pentagon Jessica'nın kahramanca çarpışarak çok sayıda Iraklı asker öldürdüğünü, silahı kilitlendikten sonra yakalanıp bıçaklandığını, komandoların baskınla kadın eri kurtardığını dünyaya yaydı. Oysa bir İngiliz muhabir Jessica'nın silahına el sürmeden tutuklandığını, bıçaklanmadığını, içinde bulunduğu Humvee aracı yanlış yola girip devrilince bayıldığını, hafızasını kaybettiğini açıkladı.
Pulitzer ödülü kazanan Amerikalı gazeteci Rick Bragg bir milyon dolar alarak Jessica'nın hikayesini kitaba dökecek. Yayınevi anılarını anlattığı için Jessica'ya da bir milyon dolar verecek. Amerikalı doktorlar Jessica'nın hafıza kaybına uğradığını, olay hakkında hiçbir şey hatırlamadığını söylüyor. Öyleyse neyi anlatacak, kim para verip bu uydurma kitabı satın alacak?
Yazının Devamını Oku 14 Eylül 2003
Kaygılara neşter vuran, kábus dolu anıları belleklerden çekip çıkaran tatsız bir yıldönümü geçirdik üç gün önce. 11 Eylül'den söz ediyorum. İki yıl önceki gibi, geçen perşemde sabahı da Fifth Avenue'de ofisimizin köşesindeki seyyar kahve-çörek tezgahının önüne bir kez daha gittim. İkiz Kuleler’e ilk saldırıyı bu köşede izlemiştim. Bakışlarım caddenin sonuna uzandı. 2001 yılı 11 Eylül'ünün aynısı cam göbeği mavi bir gök, tek bir bulut dahi yok. Dünya Ticaret Merkezi'nin İkiz Kuleler’i de yok.
Yelkovan 08'i henüz geçmiş, 42'nci sokağa gelip sola sapıyorum. Yapımı sona eren Kanada Ticaret Bankası'nın cam duvarlı gökdeleninin önünde inşaat işçileri toplanmış, Usame taifesinin Kuzey Kule'ye intihar uçuşunun saatini bekliyorlar. Başları öne eğik, dudakları kımıldıyor. Dua ettiklerini sanıyorum.
Madison Avenue'den güneye, İkiz Kuleler’in ‘Ground Zero’ya dönüştüğü istikamete yürürken aniden yürek hoplatan bir gürültüyle irkiliyorum. Telefon şebekesi tamiri için kazılan boşluğu kapatmak üzere vincin kaldırdığı dev kapak sokağa düşmüş. İnsanlar duraklıyor, sonra daha süratli tempoyla yürümeye başlıyorlar.
Bir arkadaşım soruyor: ‘‘11 Eylül dehşetini sık hatırlıyor musun?’’ Belki sık değil ama evet. Unutacağımı da hiç sanmıyorum. Çünkü o günü burada yaşadım, inşaatı bitmeden tepesine çıktığım kulelerin yanmasını, küllere bürünmüş kadın ve erkeklerin kaçışını gördüm. Çığlıklarını duydum. Doğma büyüme New York'lu bir tanıdığım ‘‘Ne zaman alçaktan uçan bir uçak görsem tansiyonum yükseliyor’’ diyor.
Rudy Giuliani 11 Eylül 2001'de New York'luları panik girdabından kurtaran New York'un belediye başkanı. Geçen hafta bir toplantıda ‘‘New York'ta yaşam güvenli mi şimdi? Evinizde, işinizde terör korkusu hissediyor musunuz?’’ diye sorduğumda ‘‘Hayır, terör yeni bir şey değil, 1970'lerden bu yana dünya terörle yaşıyor’’ cevabını veriyor.
Giuliani ile aynı görüşü paylaşmıyorum. Birkaç yeni kuşak dünyaya gelinceye kadar New York'lular terör korkusu, en azından kaygısı ile yaşayacaklar.
Amerikan yönetimi tüm ülke üzerine çöreklenmiş 11 Eylül kábusunu yok etmek için iyi başlayıp, kötü süregelen yanlış bir politika izliyor. ‘Kartal’ lakaplı çevresinin telkinleri ile dış politika yürüten Başkan bana çocukluğumda heyecanla seyrettiğim ‘‘Maskeli Kovboy ile Tonto’’yu (Lone Ranger and Tonto) hatırlatıyor. Beyaz perdenin bu ikilisinin çift tabanca ile düzinelerle haydutu, sıyrık almadan yok edişleri hálá belleğimde.
Bush ile Savunma Bakanı Rumsfeld, Usame bin Ladin'in peşine düşerek Afganistan'da El Kaide'ye büyük ölçüde zarar verdiler, halka yeniden güven aşıladılar. Ama ticaret, turizm, ulaşım, hizmet gibi sektörleri felce uğratan El Kaide terörünün kökünü kazımadan Afganistan operasyonunu yavaşlattılar.
Bush gene bir yandan Rumsfeld öte yandan kazanç peşindeki dev şirketlerin telkiniyle yanlış bir düşmana, Irak'a yöneldi. Başkan ‘‘Saddam ABD için baş tehlike. Kitle imha silahları üretiyor, El Kaide ile işbirliği var’’ diyerek Irak'ın işgali emrini verdi. Sözü geçen silahlar da, Usame'yle terör ilişkisi iddiaları da fos çıktı. BM'nin 191 üye ülkesinin büyük çoğunluğunun Irak harbine karşı çıkmasına da kulak asmadı. Maskeli Kovboy'un Tonto'su Rumsfeld ‘‘BM gereksiz bir kurum. Yaşlı Avrupa'ya ihtiyacımız yok’’ diye iki önemli lider Chirac ve Schröder'e burun kıvırdı.
Oysa evdeki hesap çarşıya uymadı. ABD birlikleri Irak'ta harp sonrası korkulu günler geçiriyor. Amerikan askerlerine günde saldırı sayısı 15 civarında. Saddam'ın nerede olduğunu bilen yok, Usame yeniden El-Kaide'yi Afganistan'da güçlendirmeye uğraşıyor. Terör korkusu silinmiş değil ne New York'ta ne de diğer şehirlerde. Başkan Bush ile yardımcısı Cheney, 11 Eylül sabahı New York'ta ölenleri anma programına terör korkusuyla katılmadılar.
Bush 180 derece dönüş yapıp ‘gereksiz’ dediği BM'nin Irak'a para ve asker yardımını sağlamaya çalışıyor.
‘‘Maskeli Kovboy ile Tonto’’ iyi, hoş, ama beyazperdede. Terör kovboylara bırakılmayacak kadar ciddi bir sorun.
Yazının Devamını Oku