7 Eylül 2003
ABD'nin ilk başkanı George Washington 67 yıllık hayatının 43 yılını diş sorunlarıyla geçirmiş. Doktoru ağzına bir suaygırının dişlerini takmış. Bu yüzden çenesi öne fırlamış. Dişleri görünmesin, düşmesin diye asla gülümsemezmiş. Acaba Leonardo'nun ünlü tablosunda ağzını açmadan tebessüm eden La Giaconda'nın da mı diş sorunları vardı?
Murat'ın keyfine diyecek yok. Hem Türk tıbbına hem de vatana döviz girişine katkıda bulunduğunu söylüyor. İstanbullu genç, devlet bursuyla Amerika'da işletme eğitimi yapan bir öğrenci. Nedir bu katkı diyorum, yanıtlıyor:
‘‘Bizim mahallede Koreli yaşlı bir manav var, Türklere hayran. Meyve, sebze alırken arada bir sohbet ederiz. Temmuz başında diş ağrıları başlayınca bir dişçiye gitmiş. Alt ve üst çenelerinde sekiz dişi çürümüş. Çıkarılıp yenilerin takılması, kanalların temizlenmesi, dolguların yapılması, iki de köprü gerekiyormuş. Bizim manav ‘Kaça malolacak bunlar?' deyince dişçi ‘15 bin dolar' cevabını vermiş. Adam az daha diş derken kalpten gidecekmiş.’’
Murat eve dönünce İstanbul'da dişçilik yapan teyze oğluna telefon açıyor. Ertesi gün Koreli'ye ‘‘Sen bu işi Türkiye'de yaptır. Altı bin doları geçmez, yol-otel parasını da ekle, gene rahat yedi bin dolar cebinde kalır. Üstelik iyi bir tatil geçirirsin’’ diyor. Türk öğrenci ‘‘Hazırlıklarına yardım ettim, manav geçen hafta İstanbul'a gitti’’diye ekliyor.
Amerika'da diş sorunu başlı başına bir dert. Ciddi diş hastalıklarının tedavisi neredeyse kalp ameliyatı kadar pahalı. Diş yüzünden hayatı zehir olmuş pek çok insan var. Bunların başında George Washington geliyor. Washington bu ülkenin birinci başkanı. ABD başkentine adı verilen başkanın 67 yıllık yaşamının 43 yılı diş sorunlarıyla geçmiş.
YEMİN TÖRENİNDE DİŞLERİ TAKIRDIYORDU
24 yaşından ölümüne kadar altı dişçi değiştiren Washington'un üst ve alt çenelerinde birer tane hariç tüm dişleri çürümüş. Yıllar boyunca gittiği dişçiler alt-üst damakları ince metal kalıpla kapatmışlar, çelik yayla birleştirmişler. Azı dişlerini çene kemiklerine telle bağlamışlar. O dönemde dişçiler eğe, ince testere, çekiç kullanırmış. Washington, tüm çabalara rağmen gıdaları rahat çiğnemeyi başaramadığı gibi konuşma yeteneği de zarar görmüş. Lokmalarını çiğnerken takma dişlerinin düşmesini dahi önleyemezmiş. Doktorlar dayanılmaz çene ağrılarını laudanum adlı ilaçla durdurmuşlar.
Dönemin en ünlü dişçisi Dr. John Greenwood bir suaygırının dişlerini zımparayla traşlayıp, elle cilaladıktan sonra çene kemiklerine oturtmuş. Ancak bu yeni diş takımı ağızın öne fırlamasına, dudakların bir şeyi öpüyormuş gibi büzülmesine sebeb olmuş. 57 yaşında ABD başkanlığına seçilen Washington'ın yemin töreninden birkaç hafta önce, Dr. Greenwood yeni ölmüş kişilerin ağızlarından sökülen sekiz dişi altın vidalarla başkanın çenesindeki suaygırı dişleriyle birleştirmiş. Washington başkanlık yeminini dişleri takırdayarak tamamlamış.
Dr. Greenwood hatıratında başkanın tüm dişlerinin simsiyah olduğunu vurgularken, ‘‘Akşam uyumadan önce dişlerini çıkartıp porto şarabı veya koyu çay dolu bardağa koyardı. Sabahları tebeşir tozunu ıslatıp fırçalardı gene de kararmasını önleyemedi. Dişleri görünmesin diye gülmezdi. Ayrıca güldüğü takdirde düşeceğinden korkardı. Mecbur olmadıkça konuşmaz, yalnızca dinlerdi’’ diyor.
Başkentte Smithsonian Müzesi Bilim ve Tıp Bölümü'nde ilk başkanın takma dişleri üst damağa kazınmış, ‘‘Bunlar Büyük Washington'un dişleri. J. Greenwood’’ ibaresiyle sergileniyor.
George Washington'ın somurtmuş her resmiyle karşılaştığımda nedense zihnimde Mona Lisa canlanıyor. Mona Lisa, İtalyan asili Francesco del Giaconda'nın La Giaconda diye tanınan eşinin kızlık adı. Rönesans döneminin önderi Leonardo Da Vinci'nin 1506 yılında çam ağacı kesiti üzerine işlediği Mona Lisa yapıtı 77X53 santim ebadında. Sanat aleminde gelmiş-geçmiş en değerli tablosu diye anılan resimde 25 yaşındaki Mona Lisa'nın çehresinde gizemli ama hafif keder yansıtan bir gülümseme var. Paris'te Louvre Müzesi'nde karşısında uzun zaman geçirdiğim bu portre ile Washington'un resimlerini belleğimde yanyana koyuyorum. Floransalı La Giaconda sözde tebessüm ediyor ama ağzı kapalı. Acaba George Washington gibi takma diş sorunu mu vardı?
Yazının Devamını Oku 31 Ağustos 2003
AMERİKA'da iki yaşam düzeni var. İlki ‘tavan’daki, ikincisi ‘taban’daki yaşam. ‘Tavan’ aylardır Irak harbi ve harpten sonra işgalin getirdiği sorunlarla meşgul. Başkan George W. Bush gelişmeler nedeniyle giderek yalnızlığa itiliyor. Irak'ta kitle imha silahları bulunmadı. Saddam'ın nükleer programı balon çıktı. Usame bin Ladin ve El-Kaide bağlantısı kanıtlanmadı. Irak halkının ‘kurtarıcı’ Amerikan askerlerine çiçek atma beklentisi yerini ‘bomba’lara terk etti. Dışardan getirilen Saddam karşıtlarının Ulusal Konseyi'ni Iraklılar kucaklamaya yanaşmıyor. Bush'un Mayıs başında ‘‘Harp bitti’’ beyanına rağmen bu tarihten sonra ölen Amerikalı askerlerin sayısı harpte can verenleri aştı. Kendi halkına Irak harbinin kaçınılmaz olduğunu yukardaki gerekçelerle inandıran Bush yalancı değil. Safiyeti ‘‘Irak ABD için büyük tehlike’’ diyen yakın çevresi tarafından dolduruşa getirilmesinden kaynaklanıyor.
Tezkere olayı sonrası Ankara'ya Kennedy ailesinin ‘‘Affederiz ama unutmayız’’ felsefesiyle gözdağı veren bu yakın çevreler şimdi Irak'ta görev almak üzere beş kıtada asker arayışı sürdürüyor. Haftalardır yerli-yabancı meslektaşlarımın sorularına ‘‘Türkiye sabırlı bir politika izlemeli. Beyaz Saray Ankara'nın kapısını çalacak’’ diye görüş belirttim.
Bugün Irak'ta Başkan Bush'un ‘Büyük Koalisyon’ dediği gücün yalnızca yüzde 7'sini yabancı askerler oluşturuyor. Washington'un asker isteğine Hindistan ve Pakistan'dan Avrupa'ya kadar pek çok ülke olumlu yanıt vermedi. Koalisyonda ABD'nin çok güvendiği Polonya'dan 2200 asker dahil Irak'ın en sakin kesiminde konuşlandırılmak üzere 22 ülkeden yalnızca dokuz bin asker sağlayabildi.
Irak harbini destekleyen NATO ülkelerinden Litvanya ordusunda 5 bin 500, Romanya'da 99 bin, Çek Cumhuriyeti'nde 49 bin asker var. Harp karşıtları Almanya'nın tüm asker sayısı 296 bin, Fransa'nın 260 bin. ABD’nin koalisyon ortağı İngiltere'nin ise 210 bin. Bu tablo içinde, savaş yetenekleri kanıtlanmış, deneyimli Türk ordusu 700 bin eratıyla vazgeçilmez bir güç olarak ortaya çıkıyor. Irak'ta apoletlerinden yıldız taşan Amerikalı komutanlara ‘‘Yan cephenizde Litvanyalı, Rumen mi yoksa Türk askerlerini mi görmek istersiniz?’’ diye sormanız yeterli.
Şimdi tabana dönelim, yani sokaktaki halka. Amerikalılar Irak politikasının fiyaskoya dönüştüğünü düşünüyor. Harp sonrası ölen asker sayısının artışına her kesimden eleştiriler geliyor. Üstüne üstlük ekonomi kötüye gidiyor. Ana üretim ve hizmet sektöründe durgunluk var. İşsizlik yüzde altıyı geçti. Clinton yönetiminin bir trilyon dolar fazlasıyla devrettiği bütçe gelecek yıl 500 milyar dolara yakın açık verecek. Benzin fiyatına tarihte ilk kez rekor düzeyde zam geldi. Tabanda homurdanmalar başladı. Başkan Bush'un halk gözünde tasvip oranı yüzde 50'nin altına düştü.
Bunun dışında güncel hayat, olay cümbüşünde devam ediyor. New York'ta zengin tabakanın sayfiyesi Hamptons'da taklit marka çantalar moda oldu. Ünlü Fransız firması Hermes binlerce dolar etiketli Kelly çantalarının şeffaf plastik kopyalarını Jelly-Kelly adıyla 240 dolardan satışa çıkaran bir şirketi mahkemeye verdi. Yüksek sosyete kadınlarının kapıştığı sahte çantaların satışı mahkeme kararına kadar durduruldu.
Queens kentinde Bangladeş kökenli 32 yaşındaki Ayesha Akter akşam yemeğinde ‘‘Çok şişmansın, yediklerine dikkat et’’ diyerek pilav yemesine izin vermeyen 74 yaşındaki anneannesi Farida Begum'u et satırı ile öldürdü. 150 cm. boyunda 82 kiloluk Ayesha cinayeti takiben sokakta kendi kendine konuşurken tutuklandıktan sonra akli dengesinin tespiti için hastaneye sevk edildi.
Long Island'da üç çocuk anası Connie Parker lotodan 25 milyon dolar kazandı. On altı yıldır kocası Kenneth ile her hafta loto bileti alan 74 yaşındaki Connie ikramiye parasıyla on odalı, çift garajlı bir evi 500 bin dolara satın aldı. Altına lüks bir spor araba da çeken torun sahibi kadın milyonlarca doları kendi hesabına yatırdıktan sonra kocasını yeni aldığı evden kovdu. Connie'yi mahkemeye veren 77 yaşındaki Kenneth ‘‘Yıllardır bilet parasını ben ödedim. Bu kez de verdiğim 20 dolarla ikramiye kazandık. 25 milyon doları kendi hesabına yatırmasını, ev tapusunda onun isminin bulunmasını yadırgadım ama böyle şeytanlık yapacağı aklıma gelmedi. Zengin olunca beni boşamaya kalktı. Oysa ikramiyenin yarısı benim’’ diyor. Bakalım mahkeme neye karar verecek?
Yazının Devamını Oku 24 Ağustos 2003
Akdeniz'i geride bıraktık. Tatilin sonuna geldik. Dalaman'dan uçağa binerken ‘‘Ver elini İstanbul’’ diyoruz. İki gazete, üç dergiye göz gezdirip THY dergisindeki bulmacayla didişirken tekerlekler piste değiyor. Yeşilköy Çınar otelimize yol alırken bir tatil muhasebesine başlıyorum. Sekiz gece dokuz günümüzün geçtiği tatil köyü dünya standartlarının tepesine geçecek kadar mükemmel. Yabancı konukları orta direk, bizimkiler ise cüzdanı şişkin sınıftan olmalı. Zira oda fiyatları oldukça yüksek. Nedeni fiyatlar kişi hesabıyla katlanarak tespit ediliyor. Odalar temiz, bakımlı, soğutma düzeni iyi. Tatil köyü önünde deniz sularının turkuvazı dilim dilim ton değiştiriyor. Derinlikte dahi tabandaki çakıl, kum ve yosunları dalgıç gözlüğü takmadan izlemek mümkün. Ünlü okyanus araştırmacısı Jacques Cousteau'nun ‘‘Tüm Akdeniz'de çevre pislenmesi dışında kalan tek sahil Türkiye'de’’ dediği gibi tertemiz sular. Ne koli basili ne de sanayi atıkları var. Hizmet personeli gölgede 35'i aşkın sıcak altında arı gibi çalışıyor.
Ayrılmadan önce sohbet ettiğimiz tatil köyünün baş yöneticisi izlenimlerimi dinledikten sonra ‘‘Yazacak mısınız bunları?’’ deyince ‘‘Belki ama isim vermeden. Okurların bedava yedi, içti reklamını yapıyor demesini istemem. Her müşteri gibi para ödüyorum’’ yanıtını veriyorum. Eleştirilerimi soruyor. İlk ziyaretimdeki gözlemimi yineliyorum: ‘‘Gıda kulvarları uzun. Pirzola, biftek, döner, tavuk çeşitleri, sıcak yemekler, hamur işleri, kızartma-ızgara balıklar, soğuk etler, mezeler tezgahlardan taşıyor. Bir aşçı altmışı aşkın değişik tatlı ve meyve sunulduğunu söyledi. Dünyada hiçbir lokantada bunca çeşit gıdayı aynı anda bulmak mümkün değil. Kimse bu bolluğu hayal dahi edemez. Burada tatil pahalı. Hillside'in patronu Edip Bey gene de üsteliyor: ‘‘Pahalı ama enfes tatil geçirilecek yer, değil mi?’’
BOĞAZ’DA HER YERDE YÜZERDİK
Tatil köyü barları günde 18 saat açık. İlk günün akşamında buzlu bir duble votka martini siparişi veriyorum. Barmen ince, uzun bir bardağa hamle ediyor, önlüyorum: ‘‘Rakı bardağında istemem. Geniş tabanlı viski bardağı yok mu?’’ Meğer yokmuş. Bu kez kalın kulplu bira bardağına uzanıyor. Hantal bira bardağıyla martini servisini görmedim. İçkimi şarap bardağıyla hazırlamasını istiyorum. Raftaki tatsız vermut şişesini işaret ediyorum. ‘‘iki damla yalnızca, bol buz, votka, bir de karıştırıcı çubuk’’ deyip içkimin tarifini tamamlıyorum. Ufak ayrıntılar bunlar ama keyif verici içkiyi nerdeyse bakraçla içmeye mecbur kalacağız. Akşamcılar bilir ne demek istediğimi. Baş yöneticiye anlatmıyorum bu tecrübeyi.
Gene de rahatlatıcı bir tatil geçirdim ama İstanbul bir başka. Yahya Kemal'in Ankara'nın nesini beğeniyorsunuz sorusuna ‘‘İstanbul'a dönüşünü’’ dediği gibi dünya cenneti doyulmaz bir kent. Gençlik yıllarında deniz, güneş, plaj için Ege ve Akdeniz'in yolunu tutmazdık. Her gün Florya'dan Boğaziçi'ne bir yerde yüzmeye gitsek yaz boyunca plajları ancak yarılardık. Oysa kıyılar parsellendi, denizler giderek kirlendi, kanalizasyon çıkışları sahilleri mikrop yuvasına çevirdi. Bazı tanıdıklar büyük otellerin havuzlarının müdavimi olmuşlar. Çırağan Sarayı havuzunun manzarasını anlata anlata bitiremiyorlar. Kaç para olduğunu sorduğumda ‘‘Hafta içi 65, hafta sonu 85 dolar’’ diyorlar. Bir kola ile sandviç de istesen asgari ücret kadar ödeme yapacaksın. Süt banyosu istesen daha az para ödersin. Güneyde bir otelde deniz ihtiyacını gidermek daha hesaplı.
ERKEKLER ANNELİĞE ÖZENDİ
Biz tatildeyken yakınlarımız telefonla Amerika'da olup-bitenler hakkında bilgi veriyorlar. Ülke çapında erkekler giderek anneliğe özeniyorlarmış. Okul çağında her beş çocuktan birinin annesi işe gidiyor, babalar evde çocuklara bakıyor. ‘‘Bay Anne’’ diye tanınan çocuk bakıcısı baba sayısı üç milyonu geçmiş.
California'da geçen Noel'de dokuz aylık hamile karısı ile bebeğini öldüren Scott Paterson'a ülkenin çeşitli kesimlerindeki kadınlardan gelen aşk mektupları, izdivaç teklifleri 80 bini aşmış. Kadınların bu boyutta erkek ihtiyacını karşılamak için Amerika'nın bekar erkek ithal etmesi gerekecek. Yeni Dünya'da gençler arasında alkol tüketimi giderek tırmanıyor. 15 yaşın altındakiler dahil içkiye yılda harcanan para 130 milyar dolar. Mal pazarlamasında ünlü sporculara astronomik rakamlar ödeniyor. Liseden NBA'ya transfer olan 18 yaşındaki LeBron James daha basketbola elini sürmeden spor malzemeleri reklamı için Nike'den 90 milyon dolar aldı. Golfçu Tiger Woods 100 milyon, basketbolcu Allen Iverson 60, Michael Jordan 47, tenisçi Venus Williams 40 milyon dolar ile liste başlarında.
Irak harbinde yaralanıp komandoların bir Bağdat hastanesinden kurtardığı ileri sürülen Jessica Lynch adlı kadın askerin anılarını kitaba dökmek için yayınevleri kuyruğa girdi. Halkın kahraman gözüyle baktığı Jessica bir dizi ameliyat geçirdi, kol, bacak kemikleri tel ve çelik çubuklarla takviye edildi. Playboy çırılçıplak poz vermeyi kabul ederse Jessica'ya bir milyon dolar teklif etti. Ailesi ‘‘Ayıp yahu’’ diye tepki gösterdi ama Playboy hálá yatağında tedavi gören kadın askerden yanıt bekliyor.
Yazının Devamını Oku 17 Ağustos 2003
İngiliz kadınlar, bir-ikisi hariç, denizden çıkıp şezlonga her uzandıklarında ‘‘Şimdi kırılacak’’ diyorum. Erkekler kamerayla görüntü alıyor. Resimlerin bir kısmında ben de varım. Fotoğraf makinesi üstümüze ayarlanırken başımı yana çeviriyorum. Evlerine döndükten sonra eş-dosta tatil anı fotoğraflarını gösterirken ‘‘Türk erkekleri karımdan (sevgilimden) gözlerini alamadılar’’ demesinler diye. Celsius ısı ölçüsü. Bilimde ‘C’ harfiyle kısaltılmış. İsveçli fizikçi Anders Celsius 1742'de icat ettiği ölçüye kendi adını koymuş. Bir de ‘Büyük C’ var. İngilizce konuşan toplumlarda adı ağıza alınmaktan korkulan kanseri tanımlayan. Oysa Celsius zarif kıvrımlı hecelerine rağmen kanserden daha az tehlikeli değil. Beden ısısı altı-yedi derece yükselip kısa zamanda düşürülmezse hastanın işi Tanrı'ya kalmış demektir. Son günlerde ülkeyi kavuran sıcaklardan ölenlerin sayısına bakın yeter. Soğuk kurbanları da ayrı.
Burada sağlıktan bahsedecek değilim. Kafa-vücut dinlendirmek için Akdeniz kıyılarında bir tatil köyüne geldim. Celsius'un insan yaşamını nasıl etkilediğinin ilk kez farkına vardım. Erken saatte özel araç, otobüs ve taksilerle gelenlere bakıyorum. Kot pantolon, uzun kollu gömlek, makosen ayakkabılı erkekler, kuyumcu vitrini gibi süslü, desenli bluz, diz altına düşmüş etek içinde önü açık renkli terlikli kadınlar önümden geçiyorlar. Arkadan bavulları geliyor odalarına.
Yarım saat geçmeden trafik tersine dönüyor. Odalardan havuza, kahve barına, plaja. Sıcaklık gölgede otuzların üstünde. Celsius doğaya hakim, tatil köyü modasını ‘C’ tayin ediyor. Bir açılıp saçılma ki sorma gitsin. Gazetelerdeki anadan üryan resimlerin hepsi doğru, eksiği var fazlası yok. Akşam yemeğinde dahi çıplaklık gösterisi devam ediyor.
Plajda tek parçalı mayoluları görüyoruz ama bir numaralı deniz kıyafeti bu yıl da gene bikini. Bulûğ arifesindeki kızlar kadar anneleri de bikiniye meraklı. Oldukça tombul kadınların göğüs ve butları iki mendil boyu bikinilerle açıkta, ortada. Aşırı sıcak hoşgörü getiriyor olmalı, göz zevkimi bozmuyor.
Geçen yılların kulak, dudak ve göbek çukurunun metal halkalarla süslenmesi yok denecek kadar az. Amerika'da birkaç ay önce başlayan blucin ve mini etekleri göbek altına iyice çekip kasıkbağı kaslarını ortaya çıkaran moda Akdeniz'e inmemiş. Belki de ben görmedim henüz. Bizim tatilciler ile yabancı turistler arasında kalıcı dövme tutkusu azalmış. Yöre köylüleri rıhtımda tezgah açmışlar, gençler sararmış sayfalarda beğendikleri desenleri omuz arkası, pazu üstü, bel çemberinde çini mürekkeple derilerine işletiyorlar. Plajın çakıllı sahilinde bir İngiliz grubun arasındayım. Türk kadınlarını ‘etli-butlu’ diye tarif edenler gelip bunları görsünler. Hele kıyıya pür makyajla gelen kızıl saçlı bir hatun obez mi yoksa dokuz aylık hamile mi bir türlü anlayamadım. İngiliz kadınlar, bir-ikisi hariç, denizden çıkıp şezlonga her uzandıklarında ‘‘Şimdi kırılacak’’ diyorum. Koca, sevgili, her neyse, yanı başında. Anında sutyeni fora ediyorlar. Erkekler kamerayla görüntü alıyor. Resimlerin bir kısmında ben de varım. Fotoğraf makinesi üstümüze ayarlanırken başımı yana çeviriyorum. Evlerine döndükten sonra eş-dosta tatil anı fotoğraflarını gösterirken ‘‘Türk erkekleri karımdan (sevgilimden) gözlerini alamadılar’’ demesinler diye.
‘Harold’ Manchester’lı bir doktor. Karısının aksine söğüt dalı gibi ince. Havuz arkasında çocuk şamatasından uzak hep aynı köşede bir araya geliyoruz. Arada bir önümüzden geçen kadınları tepeden tırnağa süzüyor. ‘‘İki saatlik işi var’’, ‘‘Sabah bana gelsin, akşam giderken mutluluğumu sana borçluyum diyecek.’’ Çapkın bir adama benzemiyor ama ne konuştuğunu da anlamış değilim. Harold meğer estetik cerrahmış. İzah ediyor: ‘‘Bak bu kadının kemik yapısı iyi, yalnız kalçaları dolu. Karın çevresinden başlayıp ‘liposuction'la yağları alınırsa genç kız gibi olur. Havuz başındaki sarı bikinilinin göğüsleri, dolgun kalçasıyla tezat halinde. Memelerini hafif silikonlamak lazım.’’ Başka birinin burnu, gözaltı kırışıklığı da birkaç saatte düzeltilirmiş. İyi, hoş bunlar da, Harold’un karısı havuza atladığında sular yandan taşıyor. İngiliz bu kesip-biçmeye, yağ alıp, silikon eklemeye niye karısından başlamıyor? Sormaya üşendim.
Tatil gerçekten güzel. İki koy arasında odamızın önü deniz, karşıda heybetli Toros tepeleri. İncesi, toplucasıyla mayolu kadınların salınarak geçişini izlemek de hoş, göz yorgunluğunu gideriyor. Hayal gücünü sıfırlamasına rağmen. Yıllık tatiller keşke iki aya uzansa. Ama Akdeniz sahillerinde.
Yazının Devamını Oku 10 Ağustos 2003
TATİL, yaşamı ev ile iş trafiğinde tutuklu, haftasonu dahi çalıştıklarıyla övünenler dışındakiler için nefis bir sözcük. Sadece yaz değil, diğer üç mevsim de dahil. Kar-yağmur demeden top peşinde koşan futbolcu da, dokuz ay huylusu-huysuzuyla öğrencisine ilim-irfan aşılamaya çalışan öğretmen de tatilleri iple çeker. Güncelin rutinini birkaç haftalığına dondurup, bir kez daha tatil amacıyla ata topraklarına ayak bastık. Günlerdir İstanbul'un sağını solunu arşınlıyoruz şimdi. Mesleğimiz malum. Mimar-mühendislikle ilişkimiz yok. Ama güzeli daha güzel görünce sevinç duymamak mümkün değil. Beş kıtanın incisi uzak kaldığım sürede bayramlık giysiler içinde sevimli bir çocuğa benzemiş.
Yanar-döner kuleler, çelik-cam ikileminde gökdelenler, alışveriş merkezleri, balkonu çiçekle bezenmiş villalar, yonca yaprağı yollar, fabrika dolusu otoyu içine almış açık-kapalı garajlar, giderek yenilenen havalimanı ile İstanbul'un Avrupa kentlerinden aşağı kalır tarafı yok. Levent ve çevresi minik Manhattan, Ortaköy havalisi Montmartre, Sultanahmet, Ayasofya, Topkapı Sarayı, Kapalı Çarşı, Fatih, Eyüpsultan, Haliç tepeleri Roma'nın antik dönem görünümünü katlıyor.
Bir de buna yılankavi Boğaziçi'nin nefes kesen güzelliğini eklediğimizde, İstanbul doğal cazibede Rio de Janeiro, Hong Kong ve Vancouver'ı da sollayıp geçiyor. İşin garibi bu pembe tabloya insanlarımız pek göz atmıyor.
İstanbul sabahlarım, gazeteleri okumakla başlıyor. Amerika'ya Hürriyet ve Milliyet dışında gazete gelmiyor. Her sabah bir düzine gazete alıyorum. Dışarda yaşadığım için fark etmemişim. Bizim basın ‘umman’ olmuş. Köşe yazarları, muhabir-muharrirler inanılmaz sınıf atlamışlar benim zamanımdan. Hepsi bilgi küpü. IMF ödemeleri, ekonomik darboğazdan çıkış, yabancı sermaye çekimi üzerine her gün yeni teoriler üretiyorlar, ardından Irak harbinde kimin ne hata işlediğini, Filistin devletinin nasıl kurulacağını, ABD Başkanı’nın vizyon yoksunluğunun nedenlerini yazıyorlar. Ahkamlarında YAŞ yasasının eksiği-fazlası, insan hakları uygulamalarında yanlışlıklar, AB üyelik sürecinde Avrupa ile pazarlık taktiği de eksik değil.
Yazarlarımız işte böylesine bilgiç. Onları okuduktan sonra, ‘‘Saddam'a danışmanlık yapmış olsalardı Amerika harbi kaybederdi’’ dediğinizi duyar gibiyim. Keynes sağ olsa ‘‘Niye bunu düşünemedim’’ diye karalar bağlayacağı ekonomi teorilerini Ankara dikkate alsa, IMF'ye tüm borcumuzu ödeyip, enflasyonu sıfıra çekerek, işsizliğe güle güle diyecek Türkiye. Sağlık Bakanı'na da Dışişleri erkanına da akıl veriyorlar sütunlarında. Mantarlı mantı tarifi de onlarda, Beşiktaş'ı Türkiye, Galatasaray'ı dünya şampiyonu yapacak formül de.
Bir beyinde bunca bilgiye şaşmamak elde değil. Gıpta ediyorum yazarlarımızın bu denli bilgeliğiyle. İki-üç dil biliyor herhalde bu meslektaşlarım. Yazılarında ‘‘Never mind’’ (Aldırma) gibi çift sözcükler kullanıp okurların kelime haznesini yükseltiyorlar. Topluca siyasete atılıp hükümeti kursalar eminim yoksulluk, işsizlik, hortumculuk ortadan kalkar, Avrupa da, ABD de bizi baştacı eder.
Bilge deposu yazarlarımız, bazen vukuatı adiye dahi denmeyecek konuları da çok önemli buluyorlar. Mendil boyu köşede ‘‘Kapıcı Hasan, bakkal siparişini beş kat yukarı çıkarmak yerine, daire sahibi balkondan sepet sarkıtsa ne iyi olur’’, ‘‘Tıraş olurken yanağımdaki sivilceyi fark ettim. Alkolle ıslatıp üstüne diş macunu sürdüm’’, ‘‘Yemek masasının bir ayağı kısa. Reçel kavanozu kapağını ezip yerleştirdim, artık kımıldamıyor’’ benzeri görüşlere satırlar döşüyorlar.
Bir de Güzin Abla'nın kafasına tabanca dayasalar sütununa almayacağı konuları ballandıranlar var. Sapık kadın-erkek ilişkileri, kaygan betonda sevişme teknikleri, beş ayda değiştirdiği altı sevgilisiyle aşk-meşk hikayeleri son derece ateşli. Bu yazıları okuyan yetmişini devirmişlerin bir avuç Viagra'yı yutup Bodrum barlarını altüst edeceği kesin. Önceki gün okuduğum ‘Basurlu sevgili’nin hikayesi bir başka álem.
Okur ve izleyicilerin değer ölçü ve tepkileri dış ülkelerde bizden farklı. Amerikalı bir milyarder gönlünü kaptırıp evlendiği kızı yaşındaki Pia Zadora'yı aktris yapmak için ses ve tiyatro hocaları tutup servet harcamıştı. Oysa Pia'da ne ses ne de oyun kabiliyeti var. Geçen ay New York'ta, ‘‘Anne Frank'ın Hatıra Defteri’’nde başrole getirildi. Anne Frank rolünde öylesine kötü bir oyun sergiledi ki Naziler onu aramak için evine geldiğinde balkondaki izleyicilerden biri ayağa kalkıp ‘‘Çatıda saklanıyor’’ diye bağırdı.
Yazının Devamını Oku 3 Ağustos 2003
BELLEĞİNİZDE takvim sayfalarını geri çevirin, Mart ayına gelinceye kadar. Bizim de kullandığımız Gregoriyen takviminde yılın üçüncü ayı Mart, Anglo-Norman dilinde Mars diye geçiyor. Amerika'nın Irak'a istila ve işgal harekatının başladığı Mars (Mart) Roma mitolojisinde Harp Tanrısı'nın adı.
ABD Silahlı Kuvvetleri Başkomutanı Başkan George W. Bush 17 Mart'ta Irak'ı istila emrini verdikten sonra ‘‘Saddam rejimi kitle imha silahlarıyla bulunduğu bölgenin yanısıra Amerika'nın da güvenliğini tehdit ediyor. Bu silahları bulacağız’’ diyerek askeri harekatın nedenini açıkladı.
O günden bu güne Irak'ta Baas rejimi devrildi, Uday ve Kusay Hüseyin öldürüldü, pişti destesindeki kartlarla tanımlanan üst düzey yöneticilerinin çoğu ele geçirildi. Gene de aradan dört ay geçmesine rağmen kitle imha silahlarından ses yok. Amerikan askerleri, sivil uzmanlarla birlikte hálá arayışı sürdürüyor.
Oysa ortada garip bir durum var. Bana kalırsa Amerikalılar kitle imha silahı araştırmasına kendi ülkelerinden başlasa daha akılcı iş yapmış olurlar. Bu öneride bulunurken kimyasal, biyojik ve nükleer silahları kastetmiyorum. Sözünü ettiğim silahlar diğerleri gibi korkutucu isimler de taşımıyor. Tabanca, tüfek gibi çoluk-çocuğun dahi kullanacağı ateşli silahlar ile otomobiller lafını ettiğim.
Onlarca yıldır kimyasal, biyolojik veya nükleer silahlara kimsenin kurban gittiğini duydunuz mu? Aklıma 1988'de Halepçe'de Iraklıların zehirli gazla öldürdüğü üç bine yakın Iraklı Kürtlerden başka bir kitle kıyımı gelmiyor. Şimdi tekrar Amerika'ya dönelim. 2001 rakamlarına göre bu ülkede ufak silahlarla ölenlerin sayısı 28 bin 193. Yıllık artışı da hesaplarsak 30 binin üstünde. Buna ilaveten 16 bin kişi sarhoş araba sürücülerinin sebeb verdiği kazaların kurbanı oldu. Toplam 50 bin Amerikalı. Hem de bir yılda. Bu rakam 10, 20 yıllık sürede toplandığında tabanca, tüfek ve araçların kitle imha silahlarından aşağı kalır yanı olmadığı ortaya çıkıyor. Beyaz Saray'ın ülkeden 10 bin km uzakta arayışına paralel olarak, Amerika'da insan hayatına kitle imha silahları boyutunda malolan ufak silahların da peşine düşmesi gerekir. Bunların bulunması da güç değil. Gireceğiniz her beş evin dördünde ateşli silah bulmanız mümkün. Ülke sathında her yıl birkaç bin silah sergi ve fuarı düzenleniyor. Tezgah üstünde çeşit çeşit silah beğen beğen al, kurşunu-mermisiyle.
Ama bu ticareti önlemek göründüğü kadar kolay iş değil. Anayasa Amerikalılara silah sahibi olma hakkını tanıyor. Amerika'da sivil halkın sahip olduğu ateşli silahların sayısı tüm ülkelerin ordusundaki silahların toplam sayısından misliyle fazla. 200 milyon dolar bütçeli Ulusal Tüfek Cemiyeti (NRA) siyasi kampanyalara milyonlarca dolar yardım yapıyor. Politikacılar bunca ölüme rağmen silah sahibi Amerikalıların tepkisinden korkarak yasaklayıcı tedbirlere başvurmaya yanaşmıyorlar. Son 40 yılda Başkan JFK, kardeşi Robert Kennedy'nin ufak silahlarla öldürülmelerine, Gerald Ford ve Ronald Reagan'ın kılpayı suikast teşebbüslerinden kurtulmasına rağmen hiçbir başkan veya iktidar yasaklama şöyle dursun ciddi kontrol tedbirleri getirmeye kalkışmadı. NRA her seferinde ‘‘Silahlar insan öldürmez. İnsan insanı öldürür’’ diye eleştiricileri susturuyor.
Ülkede yüz binlerce işçinin ekmek kapısı, milyarlarca dolarlık bir sanayi bu. Amerika'nın serbest pazar ekonomisinde ticaret herkese açık. Amerikalıların her ne şekilde olursa olsun ticarete bağımlılığı, kuruluş yıllarında egemenlik unsuru ile atbaşı gidecek düzeye ulaşmıştı. New York piyasasına hükmeden zengin tabaka 1770'lerde limanda toplarını şehre çevirmiş İngiliz donanmasına yiyecek ve malzeme satmakta sakınca görmediği gibi ‘‘Harp ticaretimizi bozar’’ diye açıklama yapmıştı. 12 eyalet kongresinin 1776'da İngiltere'ye karşı egemenlik savaşı beyannamesini New York son güne kadar imzalamaktan kaçındı. Daha sonra ‘‘Özgürlük Çocukları' adlı grubun İngiliz yanlılarını linç edeceği tehdidi üzerine beyannameyi imzaladı. Sonradan ABD'nin ilk başkanı seçilen George Washington harp ilanı belgesini askerlerine okuttuktan sonra galeyana gelen ‘‘Özgürlük Çocukları’’ Bowling Green'deki Kral III. George'un heykelini yıkarak indirdi. Washington ordusundaki teknisyenler dev heykelin metal yapısını eritip 42 bini aşkın mermi ürettiler. Amerika özgürlüğüne kavuştuktan sonra heykelin geride kalan parçaları yüksek fiyatla koleksiyonculara satıldı.
Yazının Devamını Oku 27 Temmuz 2003
Toby Studabaker iri kıyım bir Amerikan askeri. Hem de kremanın kaymaklısı denilen ordunun seçkin Deniz Piyadeleri'nde (Marines) çeşitli hizmet madalyalarına layık görülmüş. Bizim ‘Mehmetçik’ karşılığı ‘Coni’ Toby Afganistan'da Taliban terör sanıklarının nöbetçiliğini yaparken çekilen fotoğraflarını Marine'ler poster yapmışlar. Gözünü budaktan sakınmayan tipik Amerikan askerinin sembolü diye dünyanın dört bir tarafına dağıtmışlar.
31 yaşındaki Toby'ye Amerikan ve Avrupa basını son iki haftadır geniş yer verdi. Ama askeri kahramanlığından ötürü değil. Michigan'lı Marine şimdi Almanya'da tutuklu, ülkesine iadesi için hazırlıkların bitmesini bekliyor. Toby'nin suçu 12 yaşındaki bir İngiliz kız çocuğunu internet iletişimiyle baştan çıkarıp Paris'te bir otele kapatmak.
‘Poster Asker’in mazisini araştırınca karşılaştığımız tablo çirkin. İngiliz kızın 19 yaşında olduğunu sandığı gerekçesiyle suçunu savunan Toby'nin merakı çocuk porno koleksiyonculuğu. Madalyalı asker beş yıl evli kaldığı eşi Jenny'nin üstüne gene internet yoluyla bir metres tutmuş. Metres sağır olduğu için Jenny'nin papaz babasının bilgisayarına özel bir cihaz yerleştirmiş.
Bu arada baldızı polise Toby'nin 9 ve 12 yaşlarında iki kızına tecavüz ettiği yolunda şikayette bulunmuş. Savcılık şikayeti örtbas etmiş.
Eşi Jenny'ye kan kanseri teşhisi konunca Toby evini terk ediyor. Karısı öldükten sonra 100 bin dolarlık hayat sigortasını almak için ortaya çıkıyor. Yakında askeri mahkeme karşısına çıkınca bakalım örnek askerin daha ne marifetlerini öğreneceğiz.
‘‘Cennet Sancağı Altında Vahşi İman’’ adlı yeni yayımlanan kitabında Jon Krakauer, Utah eyaletinde Ron ve Dan Lafferty kardeşlerin yengeleri Brenda ile 15 aylık bebeğini boğazlarını keserek öldürdüğünü yazıyor. Kitapta ayrıca geçen ilkbaharda Onias adlı bir peygamber olduğunu iddia eden ve karısının yardımıyla 13 yaşındaki Elizabeth Smart'ı evinden kaçırdığı için tevkif edilen Brian Mitchell'in hikayesi de var. Yazar Krakauer, yüzlerce müridini toplu intihara sürükleyen Rahip Jim Jones ile Waco kentinde polis baskınında tarikatıyla yanarak ölen David Koresh'in sözde Davidan mezhebinin Taliban ve El Kaide'nin çizgisinde olduğunu vurguluyor.
Amerikan Marine'lerinin ‘Poster’ sembolü Toby Studabaker ile Mitchell, Lafferty kardeşler, Papaz Jones, Koresh ve benzerlerinin ortak noktası kökten Hıristiyan dinciliği. Deniz Piyadesi Toby İncil'i elinden eksik etmediğini söylüyor, yenge ve yeğenlerini öldüren Mormon tarikatına mensup Lafferty kardeşler ‘‘Bize Tanrı bu günahkarları öldürün emrini verdi’’ diyor. Diğerleri ise hayattayken peygamber kimliği taşıdıklarında ısrarlı.
Toby'nin 12 yaşındaki kızı baştan çıkarmasına, çocuk pornosu merakı, metres tutup karısı kansere yakalandığında evden kaçmasına, ölümünden sonra sigorta parası için ortaya çıkmasına İncil'in neresinde icazet veriliyor? Mormon erkeklerin buluğa erişmemiş beş, altı kızla evlenmesine, onlardan doğan çocuklarıyla cinsi ilişki kurmasına Hıristiyanlık yeşil ışık yakıyor mu?
Avrupa'nın Hıristiyan áleminde önde gelen bazı politikacılar sık sık İslamiyet'i eleştiriyorlar. Amerika, anayasaya göre laik bir ülke. Devlet ile din ilişkileri arasında derin bir çizgi var. Ama bazı çevrelerde İslam dinine karşı eleştiri boyutları iman, inanç ve ahlak boyutlarını aşan düzeye ulaşıyor. Milyonlarca müride sahip tarikatların Robertson, Falwell, Graham gibi liderleri, çekinmeden Müslümanlığa ve Hz. Muhammed'e çirkin deyimler kullanarak dil uzatıyorlar. Kuran-ı Kerim'i çıkarları doğrultusunda yorumlamaya kalkışıyorlar. Uluslararası terörizmi İslamiyet’le özleştirip karşı eleştirileri de savmaya çalışıyorlar. Kimse de ortaya çıkıp Hıristiyanlık adına işlenen cinayetleri, yasadışı ahlaksız eylemleri, birden fazla izdivaçları, kendi çocuklarıyla evlenen babaları, din sömürüsünü, toplum inançlarını kızıştırıp topladıkları yüzlerce milyon doları iç etmelerini kınamaya yanaşmıyor.
Amerika'da kiliselerin gücü yabana atılacak gibi değil. Hıristiyanlık Avrupa'dan daha güçlü bu ülkede. Evangelist denilen Yeniden Doğan Hıristiyan akımına dahil olan Başkan Bush'un sabah yataktan kalktığında dizlerinin üzerine çöküp dua ile güne başladığı, Beyaz Saray'da İncil yorumlama seanslarına katıldığı bildiriliyor. Ülkede 200'ü aşkın Hıristiyan TV kanalı, 1500 Hıristiyan radyosu yayın yapıyor. Seçimlerde, iş ve dış politika sorunlarında kiliselerin nüfuzu ağır basıyor. Devletle din iç içe. Müslüman ulusların Amerika'da işi güç.
Yazının Devamını Oku 20 Temmuz 2003
Bu ülkede göreve başladığımda gazeteye gönderdiğim ilk yazı ‘‘New York'ta Amerika bulamadım’’ cümlesiyle başlıyordu. Kaldığım otelin kapıcısı Porto Rikolu, köşedeki manav Koreli, yanındaki fotoğrafçı Lübnanlı, kuru temizleyici Filipinli, taksi şoförü Hintli, bana ev arayan emlakçı Polonyalı, mahalle berberi İtalyan, sabahları kahve-çörek ısmarladığım lokantanın sahibi Atinalı, garsonları zenciydi.
İstanbul'da muhabirlik yıllarımda karşılaştığım Amerikalılar ise genelde açık tenli, kumral, iri bedenli idiler. New York'ta insan karmaşasının bende yarattığı düşkırıklığı neyse ki uzun ömürlü olmadı. Dili, dini, kültürü, dış görünüşü farklı insanlarla birlikte yaşamaya alıştım çok geçmeden.
Amerika'nın Irak'ı işgal ve istilası üzerine son aylarda giderek tırmanan bir ‘Amerikan’ aleyhtarlığı var. Yıllardır İslam ülkelerinin yanı sıra Hıristiyan áleminde de Amerikalılara ‘Kibirli, burnu havada, diğer insanları küçük gören, silah gücüyle herkesi sindireceklerinden emin bir toplum’’ gözüyle bakılıyor.
Peki ama hangi ‘Amerikalı’ bunlar? Dünyaya tepeden bakan manav Wang, berber Alfredo, fotoğrafçı Youssef, şoför Chaudri, lokantacı Yorgo mu? Dünya halklarının öfke beslediği, tepki gösterdiği Amerikalılar bu göçmenler mi? Kağıt üzerinde evet. Ama Hintli, Rum, Polonyalı, Koreli, Hispanik veya zenci kökenlilerden ‘‘Mağrur, yabancıları küçük gören’’ tanımlamasıyla şikayet edildiğini de hiç duymadım. Üstelik nüfus sayımında bu gruptakilerin çoğunlukta olmalarına rağmen. Öyleyse poligon hedefindekiler başka Amerikalılar.
Kuzeyde Kanada, merkezde Meksika'dan güneye inmeye başladığınızda konuştuğunuz insanlar ‘Amerikalı’ kavramının yalnızca ABD sınırları içinde yaşayanların tekelinde olmasına karşı çıkıyorlar. Beş asır öncesine döndüğünüzde haksız da sayılmazlar.
İsim paylaşımı tartışmasının temelinde Martin Waldseemüller adlı bir Alman harita uzmanı yatıyor. Martin Amerika'yı 1492'de keşfeden Christoper Columbus'u yanlış topraklara geldiğini sandığı için fazlaca önemsemiyor. Bu kıtaya 1497 ile 1503 arasında dört kez gelen Floransalı kaşif Amerigo Vespucci'nin seyahat raporunda yeni kıtayı Latince'de ‘Yeni Dünya’ anlamına gelen ‘Mundus Novus’ diye tanımlamasına da iltifat etmiyor. ‘Mundus Novus’ sözcüğünü beğenmeyen haritacı nereye geldiğini bilmeyen Columbus'u dışlayıp Amerigo Vespucci'yi isim babası yaparak ödüllendiriyor. 1507 yılında basılan ‘Cosmographiae Introductio’ kitabında bu kıtayı ‘America’ diye adlandırıyor.
Aynı yüzyılda yayımlanan coğrafya kitaplarında Amerikalıların koyu renkli yerliler (Indians) diye nitelenmesi ise Columbus'un Hindistan'a gittiğini sanmasından kaynaklandı. ‘Amerikalı’ deyimi ilk kez Cotton Mahler adlı bir papaz 1697'de İngiltere'den gelen sömürgecileri tanımlamakta kullandı. Ülke bir asır sonra İngilizlere karşı çıkan ihtilalciler tarafından ‘United Colonies’ (Birleşmiş Müstemlekeler) diye isimlendirilirken karşı grupların ‘Kuzey Amerika Birleşik Devletleri’ tanımlaması ağır bastı. Broşür yayımcısı Tom Paine tanımlamadan ‘Kuzey’ kelimesini çıkarıp ‘Amerika Birleşik Devletleri’ adının yerleşmesini sağladı.
Haritacı Martin'den başlarsak ABD devleti ve vatandaşlarının ‘Amerika’ ve ‘Amerikalı’ isimlerini tekelleştirmesi yanlış görülüyor. 20 devleti içine alan iki yarım kıtada dünyada ‘Amerika’ diye tanınan ABD'nin isim seçme kurnazlığı da hálá kabul edilmiş değil.
Oysa atı alan Üsküdar'ı geçmiş. Amerika Babil Kulesi gibi. Yerküredeki tüm ırk, din ve cinsten insanları bu ülkede bulmak mümkün. Ekonomiden asker gücüne hemen her sahada dünya lideri. Amerikalı, özellikle de siyaset, teknoloji ve sanayi yönetiminde dizginleri elinde tutan Anglosakson sınıfı, tüm kıta adına tek başına sahipliği sürdürmekte beis görmüyor. İtiraz edebilen de yok.
Yazının Devamını Oku