Doğan Uluç

Bu nefret, bu düşmanlık neden?

28 Aralık 2003
Bir yakın dostumuz torununun diploma töreni için kadim arkadaşıyla birlikte Türkiye'den Florida'ya geldi. Dönüşünde New York'a uğradı. Tanıdıklarla buluşma, Broadway tiyatrolarında piyes izleme, ufak-tefek alışverişler yaptılar. Sıra El Greco sergisini görmek üzere ünlü Metropolitan Sanat Müzesi ziyaretine gelince hanım dostumuz yaşamında rastlamadığı bir tecrübe geçirdi. Şöyle anlatıyor:

‘‘Müze çok büyük. Birkaç kesimini gezdikten sonra El Greco eserlerinin sergilendiği pavyona girdik. Aniden çıkagelen müze bekçileri pavyonun derhal boşaltılmasını söylediler. Koridorda diğer katlardaki insanların da telaş içinde merdivenlerden indiklerini gördük. Kendimizi dışarı attığımızda müzenin çıkış kapıları insan selinden geçilmiyordu. Yanıbaşımızda bir turist ‘Bombalı terörist ihbarı olmuş' dedi. Bir saat olduğumuz yerden ayrılmamıza polis müsaade etmedi. ’’

İki dostumuza refakat eden limuzin şirketi sahibi Ali İhsan Şimşek, ‘‘Beşinci Cadde, yan sokaklar polis kordonuna alındı. Civarda yaşayanların evlerine gitmesine polis izin vermedi. Aralarında terörist varsa, kaçıp gitmesin diye. Bomba arama ekibi geldi. Tüm müze arandıktan sonra ikinci katta duvar kenarına bırakılmış bir paket buldular ama içinde bomba yoktu’’ diye olayın ayrıntılarını nakletti.

Amerika tatil döneminin en hareketli günlerini yaşıyor. New York’ta alışveriş yerleri, dev mağazalar, butiklerin yıllık satışlarının rekor düzeye ulaştığı ay, aralık. Ama müzede bomba ihbarının gecesinde Anavatan Güvenlik Bakanı Tom Ridge ekranlara gelerek yerlisi, yabancısıyla herkesin keyfini kaçıran bir açıklama yapıyor. ‘‘Teröristlerin 11 Eylül saldırıları yoğunluğunda eyleme geçeceklerini haberini aldık. ‘Yüksek Riski' temsil eden ‘Turuncu alarm' ilan ediyoruz’’ diyor. Üst düzey yetkilileri El-Kaide'nin görkemli bir eylem planladığını söylüyorlar. Gel de bu işin içinden çık!

Memlekette kimsenin yeni bir 11 Eylül olayı yaşamaya niyeti yok. Aralık, Hanukah ve Noel milyonlarca insan için akrabalarla bayramlaşma, hasret giderme ayı. 31 Aralık'ta tüm ülke ev, lokanta, kulüplerde 2004 yılına girişi kutlayacak. Gelecek çarşamba New York'ta bir milyonu aşkın insan gökten kar değil taş da yağsa Times Square'de düzenlenen eğlence gecesinde yeni yıla merhaba diyecekler.

Peki bu tablo içinde El Kaide terörü nerede? Nerede olacak hafızalarda, yüreklerde. Yalnızca New York'ta 36 bin üniformalı polis alarmda. Askeri birlikler, özel timler, keskin nişancılar, bomba ekipleri görevde. Havada helikopterler, kenti çeviren nehirlerde sahil devriye botları tur atıyorlar. Havaalanları güvenliği özel koruma timleriyle pekleştirildi.

BM'de bu yazıyı kaleme alırken üç marangoz ofisime gelerek camları değiştireceklerini söylediler. Nedenini sorduğumda ‘‘Dışarıdan içerisi görünmeyen kurşun geçmez cam koyacağız’’ dediler.

Üst düzey yetkililere, bazı köşe yazarlarına göre terörün başlıca hedefi Amerika. Ama tek bir yazar dahi ABD yönetimine ‘‘Niye hedef Amerika?’’ sorusunu yöneltmedi. 11 Eylül saldırıları akabinde Başkan Bush ekranlara çıkıp ‘‘Demokrasimizi kıskanıyorlar’’ diye anlamsız bir laf etmişti. Demokrasi standartlarının en yüksek olduğu İskandinav ülkelerinde hanedan mensupları sokakta korumasız bisikletle geziyorlar, bomba korkusu duymadan.

İsrail donanmasının eski komutanı, Shin Bet gizli örgütünün terörü önleme sorumlusu Ami Ayalan ABC TV'de 60 Dakika programında ‘‘Filistinlilere yönelik hiç sevgim yok ama teröre karşı savaştığımız yıllarda şunu öğrendim. Filistinlilerin devlet kurma umudu olduğu zamanlarda terörist eylemler azaldı’’ diye konuştu.

Peki şeytanca eylemler düzenleyen El-Kaide'nin Amerika'ya nefret ve düşmanlık duymasının sebebi ne? Amerika'nın Irak'ta 150 bin, Usame bin Ladin'in terör ürettiği Afganistan'da 10 bin asker bulundurması garip değilse, neden? Ekonomileri sarsan, insanların uykusunu kaçıran terörün gerçek nedenlerini kim ortaya çıkaracak? Biz öğrenecek miyiz?
Yazının Devamını Oku

ABD'de 800 bin hayır kuruluşu var

21 Aralık 2003
Mektubun içeriğini zarfın üstündeki adresten anlıyorum. Dini bayram ve kutlamalar ayının sonuna yaklaşmışız. Hanukka'nın ardından Noel ve Kwanza, iki çarşamba sonra ise yeniyıl. Bir sürü insan gibi ‘Joe’ya da hediye vermem gereken Aralık ayı bu.

‘Joe’ kimdir diyeceksiniz, bildiğim kadarını anlatayım. Onun adına gönderilen ilk tanıtma mektubunun köşesindeki resmi altında ‘Joe-Yaşı iki’ yazıyordu. Sevimli çocuğun yaşı şimdi üç misline katlanmış olmalı. İyileşmesi imkansız çocuk hastalar için kurulan bir yardım kuruluşu Joe'nun ‘neurofibromatotis’den (yanlış yazmışsam tıp erbabı bağışlasın) mustarip olduğunu bildiriyordu. Yaşıtları gibi normal hayat süremeyen çocuğu yoksul dul annesi bakım evine terketmişti. Yapacağım bağış, ufak da olsa, günlük ilaç masraflarına katkıda bulunacakmış. Dramatik tonlu mektubun altındaki karelerden onaltı dolar yazılısına çarpı koyup geri gönderdim. O günden bu güne her ay kredi kartı hesabımdan 16 dolar yardım kurumuna transfere başladı.

Yılda bir kaçkez Joe'nun hastalığı, yaşamındaki gelişmeler hakkında mesajlar alıyorum. Son mektupta ise bakımevi yöneticileri Noel'de çocuklara oyuncak, şekerleme paketi, tişört gibi hediyeler gönderildiğine işaret ederek fazladan bir bağış yapmamı önerdiler. Hayatımda hiç görmediğim ‘Joe’nun sevimli çehresi gözümde canlandı. Akranları arasında boynu bükük dolaşmasına gönlüm razı olmadı. Çek defterime uzandım.

İlginç bir millet Amerikalılar. 11 Eylül'de ikiz kulelere saldırılardan sonra borsada hisseler yüzde 25 değer kaybına uğradı. Beş milyona yakın kişi işini kaybetti. Halkta hálá yeniden bir terör saldırısı olur mu korkusu var. Ama hasta, aç, yoksul, evsiz, kader mahkumu insanlar söz konusu olunca Amerikalı elini cebine atmaya üşenmiyor.

Geçen yıl Amerika'da yapılan nakit yardım ve bağışların toplamı 241 milyar dolar. Birkaç düzine Afrika ülkesinin bütçe toplamını aşkın bu yüklü meblağ Amerika'nın milli gelir toplamının yüzde ikisine tekabül ediyor. İçinde holding, şirket ve vakıfların bağışları da önemli yer tutuyor. Ama yüzde 80'i, dar gelirlisinden orta direğine, vasat Amerikalıya ait. 1993'te 117 milyar tutarındaki bağışlar on yıl sonra iki mislini aşarak 241 milyar dolara ulaştı. Din ve inanç kurumlarına yapılan maddi yardımlar yüzde 35 ile listede ilk sırayı işgal ediyor. Eğitime yönelik yardım oranı ise yüzde 13.

Hayırseverlik Amerika'da başlı başına bir işkolu. Yardım kuruluşlarının sayısı 800 bin. Red Cross (Kızılhaç), Salvation Army, American Cancer Society en fazla yardım alan kurumların başında geliyor.

Oysa konu yalnızca yoksulu doyurmak, hastaya ilaç vermek değil. Okuma-yazma bilmeyenlerin eğitimiyle uğraşan 2700 kuruluş var. Bunlar fakir aile çocuklarına okul kitapları sağlıyorlar. Annesi kanserden ölen, babası kör olan yetişkin yaştakiler araştırma gruplarına para yardımı yapıyorlar. Yetenekli gençlere sanat eğitimleri için burs veren, mezun oldukları üniversitelere muntazam bağış yapanlar, yaşlılığı yavaşlatmaya çalışan bilim adamlarına maaş verenlerın sayısı on binleri geçiyor.

Başıboş kedi, köpeklere sığınma merkezi açıp işletme masraflarını üslenen hayvanseverler, ihtiyaç fazlası gıda maddelerini satın alıp yoksullara dağıtanlar, yoksul kesimlerdekileri doyurmak için etli çorba mutfakları açanları da unutmamak lazım.

Oysa hayırseverlik sadece para yardımı, kurumlara bağış göndermekle kalmıyor. 84 milyon Amerikalı açlara yemek veren sokak mutfaklarında gönüllü çalışmak, yetim çocukların ev ödevlerine yardım, ailesi olmayan hastaları ziyaret gibi insancıl nedenlere haftanın belirli günlerinde zaman ayırıyorlar. Volunteers of America adlı bir kuruluşun para yerine araç çağrısına geçen yıl Amerikalılar 80 bin otomobil hediye ederek yanıt verdiler. Otoların satışından sağlanan para da gene yoksulların ihtiyaçlarının karşılanmasına harcandı.

Amerikalıların yardımı ülke sınırlarına hapsedilmiş değil. Çeşitli kurumlar Etiyopya'dan Bangladeş'e az gelişmiş devletlerde aşı ve ilaç kampanyası, okul açma kampanyaları yürütüyorlar. Microsoft'un baş hissedarı Bill Gates ile eşi Melinda'nın kurduğu 24 milyar dolar sermayeli hayırsever vakfı büyük kısmı Afrika olmak üzere en yoksul ülkelere her yıl bir milyar dolar bağış yapıyor.

En zengin ırk mozayiğine sahip bu ülke insanlarının düşkünlere gösterdiği hayırseverlik kutlanmaya değer.
Yazının Devamını Oku

Tangadan sonra ne gelecek?

14 Aralık 2003
Mevsimin ilk kar fırtınası nihayet dindi. Isı sıfırın az üstünde, tepede çanak boyu güneş, palto-kaşkol-eldiven-beyzbol kasketiyle donanıp kendimizi sokağa attık. Vietnamlı meslektaşımla Soho'dan geçen otobüse binip Balthazar'a geliyoruz. Bu, gelir çizelgesinin üstünde ‘yuppies’ denilen genç işadamlarıyla turistlerin uğrağı bir lokanta. Ara sokaktaki girişi önünde kuyruk var. Kaldırım üstündeki arkalıklı sıraların hepsi genç kız ve erkeklerle dolu.

İçerden iki kahve alıp dışarı çıkıyoruz. İlk sırada üç kız hararetli bir sohbet içinde, arada bir kahkahaları sokağa yayılıyor. New York'un soğuğundan şikayet ediyorum. Vietnamlı dostum ‘‘Timbuktu'ya git, tam zamanı şimdi. Beş dakikada kemiklerin ısınır. Patagonya da sıcaktır bu mevsimde’’ diyor.

İlki Mali'de, ikincisi Arjantin'de. Meslektaşım ciddi bir insan, gene de mesafe mevhumu eksik olmalı. Manhattan'ın kuzey ucunda Harlem'e git, dercesine okyanus aşırı seyahat öneriyor.

Arkalıklı sıraların boşalacağı yok, gençler keyif çıkarıyorlar. 20'lerindeki sarışın kız deri yeleğini aralayıp arkadaşlarına göbek çukuru güneyindeki dövmesini gösteriyor. Kelebek veya kuş resmi renkli boya ile. Eteği önünde beli çevreleyen şeritli tanga külot. Yanındaki kız dövmeyi iyice görmek için eğiliyor. Yarım tişörtünden onun da tangası ortaya çıkıyor. Hem de boğa azdıran kan kırmızısı renkte.

Amerikan kadınlarında tanga külot son birkaç yıldır yaygın bir moda. Cadde-sokakta, lokanta, barda etek-blucin altında cins cins tangalar gördüm. Tabii tangalarla birlikte but aralarını da. Şikayetçi değilim ama Yeni Dünya'lı kadın milletinin böylesine aşikar et-but-göbek altı teşhirine niye merak sardığını anlamış değilim. Karşı cinse davet çıkarmak için çaresizlikten kaynaklanan bir girişim mi? Acaba bel aşağısı çıplaklık birkaç yıl sonra nereye uzanacak?

Dergilerdeki resimlerde çeşitli sahada ün yapmış genç kızlar, anaları yaşında ünlü kadınlar da var tanga kullanan. Donna Karan, Donatella Versace gibi modacılar, popçu Christina Aguilera, Britney Spears, Madonna, Beyonce, Pink, Spice Girls'den Geri Halliwell'e, Başkan Clinton'ın seks oyuncağı Monica Lewinsky ile Hilton otelleri varisi ikiz Paris ve Niki, Hollywood yıldızları Drew Barrymore, Cameron Diaz, Gillian Anderson, Demi Moore hep tangalılardan.

Oysa doktorlara göre tanga kullanmak vajinal ve idrar yolları hastalıklarına yol açıyor. TV'de Discovery Kanalı'nda Dr.Jennifer Berman tanganın kısa zamanda bakteri yuvasına dönüştüğüne işaret ediyor. Gene de gücün yetiyorsa gel de kadınları bu modadan caydır!

Tangayı ilk kez yirmi yıl kadar önce Copacabana plajında görmüştüm. Rio'lu Mulato ırkından koyu tenli bir genç kız üstündeki elbiseyi çıkarıp yanıbaşıma serdiği havluya yüzükoyun uzandığında ilkin çırılçıplak olduğunu sandım. Yerimden doğrulduğumda siyah bir şeridin butları arasında kaybolduğunu izledim. Tanganın Brezilya'da hangi yıllarda başladığı hakkında bilgim yok. Amerikan kadınları arasında moda olmadan önce striptiz kulüplerinde dansözlerin seks gösterilerinde tanga adeta üniforma.

Şimdi bel çizgisi üstündeki bir modadan, kadınların büyük tutkusu saçlarından söz etmek istiyorum. Meslek hayatına 1980'li yıllarda şarkıcı-aktris Olivia Newton-John'ın saçlarını yaparak başlayan Sally Hersberger Los Angeles'tan sonra Manhattan'da yeni bir kuaför salonu açtı. Darmadağınık, seksi stili ile ün yapan Hersberger'den randevu almak için sıraya girmek lazım. Yalnızca kendi stilinde saç kesmek için müşterilerin 600 dolar ödediği Sally Frederic Fekkai, John Barrett ve Garren gibi tanınmış kuaförlerin fiyatlarının üstüne çıkarak New York'un en pahalı saç stilisti tahtına kuruldu. Hollywood aktrislerinden Meg Ryan, Jane Fonda, Diane Lane, Naomi Watts, Michelle Pfeiffer saç kestirecekleri zaman Hersberger'in kapısını çalıyorlar. Hillary Clinton dahi Vogue dergisinde kapak resmi çekilmeden önce Sally'yi getirterek saçlarını kestirmişti. Büyük bir şirketin yöneticisi olan Rebecca Low bir saç kestirmek için niye 600 dolar ödediği sorulduğunda ‘‘60 yaşındayım. Ama Sally saçlarıma verdiği stille çok daha genç gösteriyorum. Param var, cazip görünmek için niye harcamayayım?’’ diyor.

Peki Hershberger'in fiyatı neden böylesine yüksek? 40 yaşlarındaki stilistin cevabı şöyle: ‘‘Piyasada benden iyisi yok. Günde sadece yedi saç kesiyorum. Ücretimi gelecek yıl 1000 dolara çıkartırsam şaşmayın.’’
Yazının Devamını Oku

Marka adres modası başladı

7 Aralık 2003
Minik Manhattan Adası'nda son günlerde marka adresler modası yayıldı. Emlak değerleri böylece astronomik rakamlara ulaştı. HERMES'in Kelly, Louis Vuitton'un Murakami çantası, Donna Karan'ın ince şeritli kokteyl elbisesi, Vera Wang'ın gelinliği, Manola'nın çelik topuklu iskarpini, Chanel'in döpiyesi, Ralph Lauren'in keşmir süeteri, Burberry'nin ekose yağmurluğu, Pratesi'nin yatak çarşafı, Prada'nın deri ceketi. Cümleyi burada kesiyorum. Sayfa dolusu liste sunmaya gerek yok.

Tüm bu isimlerin ortak yönü nedir? Muhtemelen biliyorsunuz. Hepsi ‘marka’ mallar. Peki toplumda giyim, kuşam, aksesuvarda bu ve benzeri isimler dışında başka ‘marka’ tutkusu yok mu? Var, hem de kolay akla gelmeyecek bir alanda. Minik Manhattan'da şimdilerde ‘marka adresler’ modası başladı.

Manhattan dünya ticaretini yöneten banka-borsa-finans kurumları, sanayi, sigorta, medya holdingleri, modaevleri, reklam şirketleri, Broadway tiyatroları, konser-bale merkezi Lincoln Center, 700 müze, sanat galerisi, 200'ü aşkın gökdelen ve 20 bine yakın lokantayı enine dört, boyuna 25 km'lik bir alanda toplamayı başarmış küçük bir ada.

Lüks mimari ile salaş yapıların içiçe girdiği bu adada başta Güney Amerikalı sanayiciler ile Avrupalı zenginler 1980-90'lı yıllarda Chelsea, Soho, Greenwich Village, NoHo, Flatiron, Gramercy Park, Tribeca, Alphabet City gibi mahallelerde yatırım amacıyla emlak alımına başladılar. Küresel ekonomik kriz patlak verince çoğu, ev ve binaları elden çıkardı. Ardından bohem yaşantıyı özleyen borsa ve iş-ticaret sektöründeki gençler geldiler. Son 5-6 yıl içinde ise görkemli binaların aksine sakin yaşamın sürdüğü bu kesime sinema, müzik ve eğlence aleminin şöhretleri yerleşmeye başladı. Minik mahalleler kısa zamanda ‘marka adrese’ dönüştü.

Bu akımın bayraktarlığını yapan aktör Robert de Niro'nun Tribeca'da Nobu ile Laila lokantalarını açtıktan sonra çevrede yaptığı emlak yatırımı 150 milyon doları aştı. Ardından Hollywood şöhretleri adanın güney kesimine akın etmeye başladı. Nicole Kidman, Lenny Kravitz, Kate Hudson, Gwyneth Paltrow, Matt Damon, Jennifer Connelly, Penelope Cruz-Tom Cruise, Liv Tyler, Harvey Keitel, Claire Danes, P. Diddy, Chloe Sevigny ile Başkan Clinton sayesinde üne kavuşan Monica Levinsky, Clinton'ın kızı Chelsea dahi bu bölgede ev-bark sahibi oldular.

‘‘Ne var bunda? Manhattanlıların caddede, lokantada, mağazada bu şöhretlerle zaman zaman karşılaşmasının ne zararı var?’’ diyebilirsiniz. Oysa kazın ayağı öyle değil.

NICOLE KIDMAN SEKİZ MİLYON DOLAR ÖDEDİ

Eski yıllarda Manhattan'ın güneyine düşen bu bölge mezbaha, depo, tamirhaneleri, kaçak göçmenlerin kutu boyu odalarda balık istifiyle yatıp kalktığı binaları içeriyordu. Birinci Dünya Harbi'nden önce inşa edilmiş çirkin görünümlü yapılarda ilkin kıt geçimli şair, yazar ve ressamlar yaşıyordu. Depolar, tamir atölyeleri belediye kararıyla kapatılıp yerlerini Victorian stili çift katlı evlere, apartmanlara terketti. Ardı ardına lokanta, butik, kulüp ve oteller açıldı. Emlak değerleri böylece giderek tırmanırken şöhretlerin akınıyla kiralar ve satış fiyatları astronomik rakamlara ulaştı.

10-15 yıl öncesine kadar 200 bin doların altında değer biçilen evleri almaya kalkışanların şimdi bir kaç milyon doları gözden çıkarması lazım. Nicole Kidman bu yıl başında satın aldığı dublekse 8 milyon dolar ödedi. Bir ailenin yaşadığı evler üç milyon dolara müşteri bulurken kooperatif ve condomium denilen binalarda stüdyo tipi tek odalı daireler 1.5 milyona satılıyor. Nedeni ise bu minik bölgenin ‘marka adres’ sınıfına girmiş olması.

İşin ilginç tarafı üç yatak odalı dairelerin 2-3 milyon dolara satıldığı bu bölgeden metro ile beş dakika mesafedeki Brooklyn'de aynı boyuttaki dairelerin fiyatı 300 bin dolar civarında.

Şöhretler farkında olmadan Manhattanlılara kötülük ettiler. Emlak satış fiyatları ve kiralar durgun göle atılan taş misali yayılarak minik adanın her kesimine ulaştı. Memur, işçi sınıfı ile emekliler kira artışlarından bunalım geçiriyor. Manhattan'ın 180 milyar dolar değerindeki, işyerleri hariç, bina ve apartman portfolyosu ancak zengin sınıfa hitap eder hale geldi.

Keşke New York Belediyesi parasının hesabını bilmeyen şöhretlerin Manhattan'a yerleşmelerini kısıtlayacak bir kota uygulamaya başlasa. Kirada yaşayan biri olarak böyle bir girişime her desteği vermeye hazırım.
Yazının Devamını Oku

Çöpçatanlık bilgisayara taşındı

30 Kasım 2003
Açılan kapıdan akşamın serin esintisine karışık bir parfüm kokusu yayılıyor lokanta barına. Sırtım kapıya dönük. Koku giderek yoğunlaşıyor. Yanıbaşımda yumuşak bir ses, soruyor: ‘‘Beklediğiniz kimse var mı?’’ Dönüyorum, 50'sini aşkın kumral bir kadın. ‘‘Evet.’’ Baştan aşağı beni süzdükten sonra tebessüm ediyor: ‘‘Ben Peggy, siz de erken gelmişsiniz.’’ Anlamıyorum ne dediğini. Bar küçük. Tezgah karşısında yedi tabure dolu. Ayağa kalkıp yerimi veriyorum. ‘‘Buyrun oturun. Arkadaşım nerdeyse gelir, çıkacağız gelince.’’

Çehresinde şaşkınlık belirtisi: ‘‘Siz Geraldo değil misiniz? Matchmaker'dan?’’ Değilim. Telaşlanıyor kadın. ‘‘Bu yerin adı ne?’’ Ayda, iki ayda bir uğradığım Village'deki minik lokantanın adı ‘‘Yer’’ (The Place). Söylüyorum. Rahatlıyor. ‘‘Tamam öyleyse.’’ Geraldo da adres verip ‘‘Yer’’ dediği için ara sokaktaki lokantaya gelmiş.

ARTIK SANAYİ OLDU

Tabureye oturuyor, içki için barmene ‘‘Az sonra’’ diyor. Matchmaker'in ne olduğunu soruyorum. İnternette evli olmayanların tanışıp, buluşmalarını sağlayan bir haberleşme sitesi imiş. Peggy dul. Eşinden dört yıl önce boşanmış. Tek oğlu koleji bitirip babasının ardından California'ya giderek çalışmaya başlamış. Peggy elektronik cihaz ihracatçısı bir şirkette müdür sekreterliği yapıyormuş.

‘‘Tek başına hayat sürmek özellikle kadınlar için zor. İnsan akşam işten döndüğünde evde erkek görmek istiyor. Boşandıktan sonra birkaç erkekle çıktım. İlişki ciddileşince evli olduklarını öğrendim. Moral çöküntüsüne uğradım. Bir kuzenim Matchmaker'ı önerdi. İlkin yabancılarla web sitesinde iletişim kurmak bana ters geldi. Hiç olmazsa bir meşgale olur, ne kaybederim ki, diyerek sağa sola mesaj göndermeye başladım. Geraldo'yu da web'de tanıdım. Karısından ayrılmış, çocuksuz bir müzik öğretmeni. İki haftadır her gece ekranda saatlerce sohbet ettik. Romantik, güvenilir bir erkek izlenimi bıraktı bende. İlk kez bu akşam buluşmak için sözleştik.’’

Peggy içini dökerken arada bir lokanta kapısına göz atıyor. Sürpriz olsun diye ekran arkadaşıyla resim teatisinde bulunmadığı için Geraldo'nun görünüşü hakkında fazla bilgisi yok. Müzik öğretmeni ‘‘Yer'in barında pek kadın olmaz, beni seni bulurum’’ demiş.

Konuşkan dulun anlattıkları aslında bilinmeyen bir şey değil. Amerika'da ‘‘single’’ diye tanımlanan bekar, dul kadın ve erkekleri eşleştirmek yaygınlaşan bir sanayiye dönüştü son yıllarda. 1950'li yıllarda karşı cinsten eş arayanlar için ülkenin çeşitli bölgelerinde ‘‘çöpçatanlık’’ büroları kurulmaya başlandı. Bürolara başvuranlar aradıkları eşlerin din, ırk, yaş, meslek, fiziki özelliklerini sıralayıp aynı zamanda kendi niteliklerini de bildiriyorlar. Bürolar bu bilgileri bilgisayarda karşı cinstekilerle karşılaştırıp uyum gördükleriyle temaslarını sağlıyorlar.

ERKEKLERİN YÜZDE 30'U EVLİ

500 dolardan 10 bin dolara uzanan hizmet tarifesinde ‘‘ısmarlama eş’’ arayanlara karşı cinsten 20 kadar randevu ayarlıyorlar. Ancak eş bulma bürolarının pahalı tarifesi bekarları giderek güçlenen iletişim teknolojisi sayesinde bilgisayarlara çekmeye başladı.

Son birkaç yıldır ‘‘Çöpçatanlık’’ büyük ölçüde evlerdeki bilgisayarlara taşındı. Geçen ekim ayında çeşitli eşlendirme sitelerine 45 milyonu aşkın giriş yapıldığı bildiriliyor. Bu yılın ilk altı ayında bekarların bu sitelere ödedikleri miktar 214 milyon dolar. Bir araştırmacı ‘‘Amerika'da 86 milyon bekar ve dul yaşıyor. Sosyal kesimde en kalabalık bu grup. Eş arayanların yanısıra romantik, platonik aşk ilişkisi peşinde olanlar da var. İnsanlar bilgisayarda iletişimi az masraflı, güvenli bulduklarını, ayrıca heyecan verici ve eğlenceli olduğunu söylüyorlar. Çöpçatan sitelerine ödenen meblağın gelecek yıllarda ikiye, dörde katlanacağı kesin’’ diye konuşuyor.

Tanıdığım bir Amerikalı kadın haftada asgari üç gece bilgisayar başına geçip eşlendirme sitesinde tanıştığı erkeklerle sohbet ettiğini söylüyor: ‘‘Berberim, okul arkadaşlarım birkaç kez tanımadığım erkeklerle randevu ayarladılar. Hiçbiri beklediğim gibi çıkmadı. Bir aile toplantısında karşılaştığım dul teyzem 250 dolar ödediği bir çöpçatan sitesinde iletişim kurduğu erkekle üç ay içinde evlendiğini söyledi. Ben de şansımı denemeye karar verdim.’’

Peki, çöpçatan sitelerinin kötü tarafı yok mu? Kendini iyi karakterli, para sıkıntısı olmayan, boylu boslu, yakışıklı diye tarif edip ideal koca havası verenlerin, ilk buluşmada hiç de öyle olmadıklarının ortaya çıktığı belirtiliyor. Daha da kötüsü, sitelerde koca arayan kadınları avlamaya çalışan erkeklerin yüzde 30'u evli.
Yazının Devamını Oku

Amerika'da teşhircilik gittikçe yayılıyor

23 Kasım 2003
Sahnede 20 yaşlarında bir kız Jerry'nin uzattığı mikrofona içini döküyor: ‘‘Marty ile tanışalı bir yılı geçti. Lokantaya, sinemaya filan götürmüyor beni. Canı ne zaman seks istese evine çağırıyor. Her seferinde artık evlenme teklif edecek diyorum ama hálá bekleyişteyim.’’ Jerry'nin yüzünde muzip bir tebessüm, yardımcılarına başıyla işaret ediyor: ‘‘Susan, bakalım Marty ne diyecek bu işe?’’ Keçi sakallı, geniş yapılı bir genç getiriliyor sahneye. Susan şaşkın, sevdiği adam karşısında. Soruyor, ‘‘Ne arıyorsun burada? Marty yükleniyor, ‘‘Sana ne o.....’’ Kızın gözleri doluyor ‘‘Ama aşığım sana.’’ Keçi sakallının umurunda değil: ‘‘Benim cinsel ihtiyacımı karşılamaktan başka ne işe yararsın sen?

Salondakiler hayretle izliyorlar, birkaç kadın yuhalıyor Susan'ın karakter yoksunu koca adayını. Jerry araya giriyor: ‘‘Kadınlardan nefret ettiğin belli, niye?’’ Marty, ‘‘Annemden öğrendim. O da önüne gelenle yatardı.’’

TUHAF ŞOV

Sunucu ‘‘Bekle öyleyse’’ diyor. 40'larında topluca, iri göğüslü bir kadın kulisten çıkıp geliyor. Marty'nin annesi bu. Eli maşalı kadın, ağız dolusu küfürler yağdırıyor Susan'a, yumruklamak istiyor, engel oluyorlar. ‘‘Biz ailece sekse düşkünüz, sende bunlar olsa doyurursun oğlumu.’’ Ardından çekip kaldırıyor açık yakalı bluzunu. İki eliyle avuçlayıp seyircilere dönüyor. Anında kamera top boyu göğüsleri puslu karelerle sansüre alıyor. Salonda kahkaha tufanı, koltuklardan kalkan bir düzine kadın bluzlarını, sutyenlerini çekip çıkarıyorlar. Göğüsler ortada. Bir kısmı daha cesur, etekleri çekip popolarını gösteriyor, oryantal dansöz figürleriyle. Gene sansürlüyor kameralar puslu karelerle. Heyecan doruğundaki izleyiciler ‘‘Jerry, Jerry...’’ çığlıklarıyla alkış tutuyorlar. Belediye başkanlığını bırakıp, televizyonda kendi adını taşıyan bir program yapmaya başlayan ve yüksek reyting alan Jerry Springer'in şovu bu.

Böyle bir programı ilk kez seyretmiş olsam sokak kadınlarının, işi gücü olmayan bıçkınların para karşılığında gösteriye çıktığını düşünürdüm. Oysa gerçek bir şov bu. Çoğunluğu kadın binlerce kişi her hafta göğüs, bacak, popo sergilenen şovlara katılmak için yapımcıların kapısına dayanıyor.

Bazı Amerikan kadınlarında ekrana çıkma merakı salgın hastalık gibi bir moda. Düşlerini süsleyen şöhrete, paraya-pula çıplaklık yoluyla ulaşacaklarını sanıyorlar. ‘‘Niye soyunuyorsun?’’ dendiğinde ‘‘Vücudum güzel. Doğal görünüşümün utanılacak tarafı yok. Hollywood yıldızları da kamera karşısına çıplak çıkıyor. Benim soyunmam niye ayıp olsun?’’ yanıtını veriyorlar.

Teşhircilik yaygın bir tutku. ‘‘Kahraman asker’’ diye reklamı yapılan Jessica Lynch'in Irak işgalinde yaralanmadan önce koğuşta çıplak gösteri yaptığı da, resimleri açıklanınca ortaya çıktı. Beden teşhirinin kökünde ‘narsisizm' (kendine hayranlık) yatıyor. Demi Moore, Brooke Shields doğuma birkaç hafta kala şişkin karınları, çıplak bedenleri ile yüksek tirajlı dergilere poz verdiler. Başkan Reagan'ın kızı Patti, 40'ını aşkın Farah Fawcett çırılçıplak Playboy sayfalarını süslediler. Genç aktris Drew Barrymore, şöhret arayışındaki kızlar, gece kulübü, bar ve özel partilerde iki kadeh içkiden sonra masa üstüne çıkıp striptiz yapıyorlar.

Ama konu burada bitmiyor. Kendine hayran ekran yıldızları, sosyete dilberleri vücut teşhiriyle yetinmeyip seks icraatını da filme çekiyorlar. Silikonlu göğüslerin öncüsü Pamela Anderson'ın başlattığı bu akım oteller zinciri Hilton'ın varisi Paris Hilton'a kadar uzandı. Sosyete dilberi 22 yaşındaki Paris, dört yıl önce sevgilisi Rick Solomon'la sevişmelerini kamerada görüntüledi. Paris'in, Playboy Güzeli Nicole Lenz ile eşcinsel birlikteliği dahil bir sürü erkekle iki düzineyi aşkın seks bantlarını ailesi yüksek paralar ödeyerek İnternet'te portal sahiplerinden toplamaya çalışıyor.

Teşhirciliğin, seks filmlerine yönelen bu çılgınlığın nereye uzanacağını kestirmek mümkün değil.
Yazının Devamını Oku

Kadir Ağa'nın eline su dökemezler

16 Kasım 2003
Avrupa'nın mavi kanlı asilleri, yaşamını alın teriyle kazanan, sözünün eri Kadir Ağa kadar ‘asil’ olamazlar. Kadir Ağa'yı ilk gördüğümde ortaokul öğrencisiydim. Oturma odamıza girdiğinde bakır tenli çehresi, iri yapısı dikkatimi çekmişti. Babamın ısrarına rağmen iskemle veya koltuğa oturmadı. Kanepede babamın önünde fısıltıyla konuşurken dizlerinin üstündeydi.

Gideceğine yakın Kadir Ağa dizleri üstünde doğruldu. Geri geri yürüdü. Kapıya geldiğinde elini öptürmeyen babamı başıyla selamlayıp çıktı. Garibime gitmişti ayrılış şekli. ‘‘Niye geri geri yürüdü?’’ sorumu babam ‘‘Büyüğe sırt dönülmez’’ diye yanıtladı.

Sonraları ziyaretlerine devam etti Kadir Ağa. Suruç'taki çiftliğimizin kahyası idi. Okuma-yazması yoktu. Büyükbabam Müslim Ağa'nın ölümünden sonra aile reisliğini babam üstlenmişti. Büyük saydıklarına sadık, aile değerleri için canını göz kırpmadan feda edecek bir kişiliğe sahipti Suruçlu. Kurak topraklarda çoluk-çocuğunun rızkını aradı. Utanç duyulacak bir olaya adı karışmadı. Babam ‘Ağa’ diye hitap ederdi ona. Şimdi dahi benzerine ender rastladığım saygı, terbiye ve görgü ile yoğrulmuş, soyu düzgün bir halk adamı idi.

Kadir Ağa'yı ne zaman hatırlasam Avrupa'nın hayatları skandallarla dolu aristokratları zihnimde çağrışım yapıyor. Kraliçe, prens-prenses, dük-düşes, lord-lady, kont-kontes, baron-barones tanımlı bu insanlar bizlerden farklı. Saraylarda, malikanelerde yaşıyorlar. Hizmetkarları ordu gibi. Sosyetede ‘‘mavi (asil) kanlı’’ diye niteleniyor bu insanlar. Bizler ise ‘‘avam’’ sınıfındayız onların gözünde. Monarşi geleneğinde üst düzey mavi kanlıları sağ dizi yere vurup selamlamak gerekiyor. Bu unvan sahiplerine ancak size iki laf ederlerse cevap vermeniz lazım.

Yıllar önce Londra'da Kraliyet Drama Akademisi mezuniyet töreninde İzmirli bir kız öğrencinin okul birincisi olarak Kraliçe Elizabeth'e çiçek takdimini izlediğimde ‘‘asil kanlı’’ olmadığımı idrak ettim. Elizabeth çiçeği aldıktan sonra sıradaki okul yöneticilerinin elini sıkmaya başlamıştı. Holdeki kalabalıktan sıyrılamadığım için yönetici sırasının sonuna iliştim. Başı öne eğik Kraliçe, arkadan kuyruklu takım elbiseli adamların teker teker elini sıktı. Sıra bana gelince bakışları spor ceketime, dik yakalı kazağıma, omuzumdaki kameraya takıldı. Başını kaldırınca gözgöze geldik. Uzattığı elini geri çekti. Sağ elim havada kaldı bir kaç saniye. Ben ‘avam’dan biri idim İngiltere Kraliçesi için. El sıkışmadığımız iyi oldu. Aksi halde bu olay belleğime komik bir anı olarak yerleşmeyecekti.

Oysa asaletin anlamsız biyolojik bir neden dışında dayanağı yok. Nerede kaldı insanların eşitliği? ‘Avam’dan (halk) farkları ne? Üstelik skandalları evlere şenlik. Cilt dolusu roman, düzinelerle film çevirecek malzeme hazır. İki haftadır Prens Charles'ın uşağıyla seks dedikodusu dillere düştü. İngiltere tahtının várisinin Prenses Diana ile evliyken metres tutması, Diana'nın yatıp kalktığı erkekler, Prenses Anne'nin kocasını boşayıp korumasıyla evlenmesi, Prens Andrew'un striptizci sevgilisi, kendisini boynuzlatan eşi Düşes Ferguson'un seks maceraları, Prenses Margaret'in genç sevgilileri yıllarca dünya basınını işgal etti. Windsor Hanedanı'na mensup bu asillerin koruma alayı subayı dahil ‘yarı soylu’ hizmetkarları dahi kraliyet ailesinin kirli çamaşırlarını kitaplar yazarak ortaya döktüler.

Grimaldi Hanedanı'ndan Monaco Prensi Rainier'in kızı Prenses Stephanie'nin playboy sevgilileri, eşlerinden boşatıp evlendiği korumaları, sirk cambazları, hayvan bakıcılarıyla ilişkileri ayrı bir álem. Bir fuarda Türk pavyonunun duvarında fermuarını indirip ‘rahatlayan’ Hanover Prensi Ernst de mavi kanlı sınıftan.

Bunlar mı önünde diz vurup selamlanacak, karşısında hazırola geçilecek, yabancı ülkeleri ziyaretlerinde askeri birlikleri teftiş edecek, ailelerin yetişme çağındaki çocuklarına örnek göstereceği insanlar?

Geçen hafta New York'ta görsel sanat master'ını tamamlayan Didem Yılmaz'ın hazırladığı ‘‘Bir Sultan Arayışında’’ filminden önce bir konuşma yapan Prof. Talat Halman yarım asır sürgünde yaşayan Osmanlı hanedanının erkek bireylerinden söz etti. Prof. Halman ‘‘1924'te

Türkiye'den uzaklaştırılan hanedan mensupları sıkıntı içinde hayat sürdüler. Mezar bakıcılığı, park işçiliği yaptılar, kütüphanelerde çalıştılar. Ama bir teki dahi yüz kızartıcı, ahlak dışı işe bulaşmadı. Playboy da yoktu, suç işlemiş, sefih karakterli de çıkmadı sürgündeki Osmanlılardan. Kederli idiler ama kötü değildiler. Unvanlarını kullanmak istemediler. Namuslu, mükemmel asil ruh sahibi idiler’’ dedi.
Yazının Devamını Oku

Anti-yobaz virüsü

9 Kasım 2003
KASIM yağmuru çiseliyor hafiften. Gri bulutlar göğü tümüyle kucaklamış. Bir rüzgar üfürüp götürse bunları da güneş yüzünü gösterse diyorum. Ne rüzgarın geleceği ne de güneşin görüneceği var bu öğlen karanlığında. Haftalık yazıma başlayacağım. Anılarım yelpaze gibi açılıyor. Gerilere, gençlik yıllarıma uzanıyor. Çifte Kafa Todori, Kasap Aleko, Artist Kirkor Abi (Kenan Pars), Koltukaltı Vasken, Dişçi Foti, Avukat Sükse Yani, evlere bavulla giysi satışı yapan Moiz amca, Röne Park işleticisi Röne Şahap, maçlarını kaçırmadığımız basketbolcu Barokas, Mario Gabay'ın Doğanspor tezgahtarı Salomon, lokantacı Gaskonyalı Toma, modern Türk voleybolunun öncülerinden kuyumcu Lui Şalabi, kardeşleri Dodo, Toni (Sami), futbolcu Yeprem ile isimleri belleğimden silinmiş diğerlerinin çehreleri gözümde canlanıyor.

Ermeni, Rum, Yahudi'siyle okul sıralarını paylaştığım, birlikte top oynadığım, evlerine girip-çıktığım, sinemaya, Şeker-Kurban bayramlarında, Noel'de, bar mizvah'larında tebrikleştiğimiz, dükkanlarında alışveriş yaptığım, lokantalarında yemek yediğim, mahalle kavgalarında birbirimize sırt verdiğimiz, gezintilerde harçlıklarımızı paylaştığımız insanlar bunlar.

Bakırköy ve İstanbul doğumlu idiler. Sonradan yollarımız ayrıldı. Bir kısmı hayata veda etti, Türkiye'yi terk edenler oldu aralarında. Hepimiz yeni yaşamlar içine girdik. İrtibatımız giderek azaldı, kartpostal, kısa mektuplar teatisinden sonra tamamen kayboldu. Yıllar boyunca din, ırk tartışması olmadan gerçek kardeş-ağabeye özgü yakın ilişki sürdürdüğüm bu dostlukların hálá özlemini çekiyorum.

Pencereden dışarıya bakıyorum, gökyüzü hálá karanlık. Masamın üstünde bilgisayardan kopyaladığım mesajlar üstüste. Birini çekip iki satır okuyup bırakıyorum. Bir diğerini de. Okur mektupları bunlar ama alışık olduğum türde değil. Geçen pazar ‘‘Bush artık Şaron'a yeter demeli’’ başlıklı yazım üzerine aldığım tepki mesajları bunlar. Aklıma yeniden eski dostlar takılıyor. Yaşıtlarım, ‘abi’, ‘amca’ diye hitap ettiğim dostlar, tanımadığım kimselerin bana yakıştırdıkları suçlamaları okumuş olsalar acaba ne derlerdi?

‘‘Yahudi düşmanlığı ile dolu yazınız. Radikal İslam’ın tesirindesiniz’’ diye başlıyor mektubun biri ve şöyle devam ediyor: ‘‘Sizin gibi düşünen Türk entelektüellerini okudukça ümit ederim İsrail, Türkiye'ye sattığı silahların içine bir ‘anti-yobaz' virüsü koyuyordur. Böyle bir virüs sizin gibi yobazların Türk ordusunun kontrolünü ele geçireceği gün otomatik uzak komuta ile aktive edilecek ve silahlarınızı kullanılmaz hurda hale getirecektir. Beni ve benim gibi senelerdir Amerika'da Türkiye lehine faaliyet gösteren birçok adamı kendinizden tiksindiriyorsunuz.’’

Bir diğeri ‘‘Yıllarca Hürriyet'in New York muhabiri olarak sizi okudum, TV'lerde izledim. Ancak bakıyorum da dünyadaki aşırı İslamcı basının modasına uymuşsunuz. Gerek ABD gerekse İsrail hükümetlerinin şu an uyguladıkları politikayı ben de beğenmiyorum. Ancak savaş ortamında maalesef kurunun yanında yaş da yanıyor. Bush'un Yahudi şahinlerin etkisi altında olduğu iddianıza kusura bakmayın istihza ile yanıt vereceğim. Bu Yahudiler ya büyücü ya da ipnotizmacı?’’ diyor.

Bir kadın okur ise ‘‘Bu tip yazıları Yeni Şafak, Milli Gazete, Vakit vb.de okumaya alışmıştık. Hürriyet'ten bunu beklemiyordum. Her yazdığınızın yalan, yanlış, tek taraflı bir propaganda ‘garbage' (çöp) olduğunu siz de benim kadar bilirsiniz. Yazdığınız her söz buram buram antisemitizm kokuyor. Acep sizlere kim ‘Artık Yeter' demeli?’’ şeklinde hiddet gösteriyor.

Mesajların tümünü nakletmeye çalışsam gazete sayfasının dışına çıkmam gerekecek. Daha yazımı internette dahi görmeden gönderilmiş mektupların çoğu bir merkezden yönlendirilmişe benziyor. İslamcı tipte (ne demekse?) yazı kaleme almadım bugüne kadar. Sözü geçen gazeteleri de Amerika'ya gelmediği için göremiyorum. Aynı dini paylaştığım insanların yanı sıra inançları değişik olanlar arasında yakın dostluğun dışında ufak bir tartışmam dahi olmadı yaşamımda. Hiçbir din veya ırkın düşmanı değilim. Yobazlık suçlamasını cevapla onurlandırmak istemem.

Ama Ortadoğu, Avrupa ve Amerika'da giderek tırmanan terör eylemlerinden, kadını, çocuğu yaşlısı gözetilmeden bombalı saldırılardan, otobüs, alışveriş merkezlerinin bombalanmasından herkes gibi ben de rahatsızım. Filistin-İsrail sorununda çözümsüzlüğün karşılıklı eylemleri körükleyen başlıca faktörlerden biri olduğuna inanıyorum. Bir Filistin devleti kurulmasını kaçınılmaz görüyorum. BM'de İsrail'in işgal altındaki topraklardan çekilmesini isteyen sayısız karar var. AB ve ABD'de Bush'un İsrail yanlısı politikası eleştiriliyor. Avrupa ve Amerikan basınında bu görüşü destekleyen hayli yazılar çıkıyor. Pazar yazımdaki mantık yabancı yazarlarınkinden pek farklı değil.
Yazının Devamını Oku