5 Haziran 2007
MALUM hikáyedir:Osmanlı döneminde her daim başında kavuğu ile gezen ama şaraptan da başını kaldıramayan Bekri Mustafa yine kafası kıyak dolanırken bir caminin önünde bir cenaze cemaati ile karşılaşır. Cenazenin kalkması için her şey hazırdır ama imam bulunamamıştır. Saatlerdir cenazeyi kaldırmak amacıyla imam bulmak için kıvranmakta olan cemaat başındaki kavuktan dolayı Bekri’nin imam olduğuna anında karar verir ve cenazeyi kaldırmasını kendisinden isterler. Bekri imam olmadığını, üstelik de alkollü olduğunu söylese de cemaat dinlemez. Bekri Mustafa çaresiz cemaatin önüne geçer, namazı kıldırır, gerekli diğer işlemleri ifa eder. Tam cemaat cenazeyi sırtlanacağı sırada da eğilir, tabuta sessizce bir şeyler söyler. Cenaze kalkar. Ancak, cemaat sonradan Bekri’nin etrafına toplanır ve tabuta ne söylediğini sorarlar.
Bekri Mustafa merhum ile konuştuğunu söyler:
- O, bu dünyadan öbür dünyaya yeni gidenlerden olduğu için öbür dünyada ona "Dünyada durum nasıl?" diye soracaklar. Ben de merhuma "Benim cenazeyi Bekri Mustafa kaldırdı de yeter, gerisini onlar anlarlar!" dedim, diyerek durumu izah eder.
* * *
Günümüzde kalkacak bir cenazede merhumun kulağına Bekri Mustafa dese ki:
Seçim belki yapılacak, belki darbe olacak, belki AKP kapatılacak.
Ülkede parlamenter demokrasi var ama parlamentoda çoğunluk cumhurbaşkanı seçemiyor.
İktidar partisi AKP 4.5 yıl halkın cumhurbaşkanı seçmesi fikrini, ikinci turda diğer partiler kendi aralarında AKP’li olmayan adayda ittifak yaparlar korkusu ile erteledi ama şimdi halk seçsin istiyor.
Önce sağ birleşti, çok sevindik. Sol birleşmiyor diye kızdık. Şimdi sağ paramparça, birleşik sol sapasağlam.
Süleyman Demirel hayatı boyunca sola karşı mücadele verdi. Şimdi solu destekliyor, sol da daha önce hiç hazzetmediği Demirel’i yeniden cumhurbaşkanı yapmayı planlıyor.
İlhan Kesici hep sağ gösterip sola yattı, Ertuğrul Günay hep sol gösterip sağa yattı.
Ertuğrul Günay, Haluk Özdalga gibi solcular demokrasi adına AKP’den aday oldular. Yılların AKP’lisi ve Milli Görüşçüsü Abdüllatif Şener demokrasi adına AKP’den aday olmuyor.
* * *
Alevi Reha Çamuroğlu Alevilerden hiç hazzetmeyen AKP’lilerin adayı.
Müzmin ANAP Genel Başkan adaylarından, eski ve namlı milliyetçi Lütfullah Kayalar esasında solcu imiş.
Kürtlere "dağdan ovaya inin" diyerek davetiye çıkarıyoruz, inmeye kalktıklarında bu sefer "Olmaz!" diye dayılanıyoruz.
* * *
Anayasa Mahkemesi’nin cumhurbaşkanı seçimi için getirdiği "367 içtihadı"na göre 22 Temmuz’dan sonra toplanacak yeni Meclis’in yeni bir cumhurbaşkanı seçmesi hemen hemen imkánsız ama milli iradeyi TBMM temsil ediyor.
Kuzey Irak’a TSK isteyip AKP istemediği için mi girmiyoruz, yoksa TSK da istemiyor ama istermiş gibi mi yapıyor; bunları bilmiyoruz.
Genelkurmay Başkanı ile Başbakan bazen saatlerce baş başa görüşüyorlar, gündem gizli kalıyor. Bazen de uluorta konuşuyorlar, herkes en mahrem konuları duyuyor.
* * *
Bekri Mustafa’nın dediklerini mefta öbür dünyadakilere aktarsa, acaba "oradakiler" bir şey anlarlar mı?
Yazının Devamını Oku 3 Haziran 2007
ABD’nin Türkiye Büyükelçisi Ross Wilson, 4 gazeteciyle bir sohbet toplantısı yaptı. Bu sohbete katılan bir kişi olarak bugün büyükelçinin bizlerle paylaştığı bazı görüşlerini nakledeceğim. Kamuoyundaki yaygın kanaatin aksine; büyükelçi siyasetçiler seviyesinde Türkiye-ABD ilişkilerinin çok kötü olmadığına vurgu yapıyor.
Geçenlerde Türkiye’yi ziyaret eden ABD’li Kongre üyelerinin Türk siyasetçilerle yoğun ve paralel diyaloglar kurduğuna parmak basıyor.
Büyükelçi, iki ülke arasında doğal olarak bazı pürüzlerin olduğunu kabul ediyor ama bu durumun dost ülkeler arasında her daim zuhur ettiğini de vurguluyor.
Ancak Ross Wilson’un; ikili ilişkilerde belki de mesleği gereği devamlı "sivil siyasetçileri" vurgulaması, normal yurdum insanı paranoyası içinde olan bana, sessiz de olsa, "Acaba iyi ilişkiler sadece sivillerle mi sınırlı?" diye sordurmadı dersem yalan söylemiş olurum.
* * *
TSK’nın siyasete müdahalesiyle ilgili görüşleri sorulduğunda ise siyasete "dışarıdan" müdahaleyi ABD’nin asla savunmayacağını vurguladı.
Wilson, demokrasiye sekte vurulmasının asla kabul görmeyeceğini açıkça söyledi.
Ross Wilson, iki adet Amerikan F-16 uçağının kısa süreli de olsa hava sahamıza girmesinin Türkiye’de bu kadar büyütülmesine çok şaşırmış, hatta algılamam odur ki; biraz da gösterilen tepkilere içerlemiş. Elçi, hava sahamızın sadece ve sadece pilotların "insani hataları" sonucu aşıldığını söylüyor ve "İnsan hiç mi hata yapmaz?" diye soruyor.
İki dost ülkenin birbirlerinden bu kadar çabuk şüphe duymasına Ross Wilson üzülmüş.
* * *
Genelkurmay’ın web sayfasında Putin’in ünlü "anti-Amerikancı" konuşmasının yayınlanmasını nasıl karşıladığı sorulduğunda, bu soruya doğrudan cevap vermek yerine aynı web sayfasında NATO Genel Sekreteri’nin Putin’e verdiği cevabın da yayınlandığını ama bunu Türk medyasının görmemekte ısrar ettiğini vurgulayarak cevap veriyor.
Ross Wilson e-muhtıra ile ilgili soruyu ise "TSK’nın bildirisini Türk medyasının derinine sorguladığına" dikkati çekerek yanıtlıyor. Wilson, medyadaki tepkilerin Türkiye’de demokrasinin ne kadar derinlere indiğini gösterdiğini ve böyle bir ülkenin, kimseye ihtiyaç duymadan, kendi meselelerini çözebileceğine olan inancını artırdığını belirtiyor.
* * *
Ross Wilson, Türkiye’nin PKK terörü karşısında kendini savunma hakkının sonsuz olduğunu, Türkiye’de PKK’ya duyulan öfkenin yüzde yüz haklı olduğunu söyledikten sonra bu meselenin Türkiye-ABD-Irak işbirliği ile çözülmesi gerektiğine parmak basıyor. "Türkiye tek taraflı bir kararla Kuzey Irak’a girmeye kalkarsa ABD ne yapar?" mealli bir soruya ise tecrübeli bir diplomat olarak, varsayımlar üzerine spekülasyon yapmayacağını söyleyerek cevap vermedi.
"Türkiye, Kuzey Irak meselesini esasında kendi iç politikası için mi kullanıyor?" sorusuna ise gülerek, "Bu konuda spekülasyon yapmakta serbestsiniz" mealli bir cevap verdi.
* * *
Ross Wilson’la yaptığımız sohbetten çıkarken kendi kendime, "Galiba ABD Büyükelçisi, Türkiye’de siyasete daha da beter müdahaleler olursa, hatta iş darbeye kadar giderse bu kez bunu bizden bilmeyin!" demek istedi diye düşündüm ve gayri ihtiyari güldüm!
Yazının Devamını Oku 31 Mayıs 2007
MESUT Yılmaz’ın DP listelerinden "bağımsız aday" olarak seçimlere katılacağını duyunca çok ama çok şaşırdım. 1946 ruhunu 21. yüzyıla taşıma iddiasıyla birleşen DYP ve ANAVATAN yöneticileri, "3 Kasım 2002 seçimlerinde milletin ANAP ve DYP’yi sandıkta neden gömdüğünü unutacak kadar zayıf bir hafızaya mı sahipler?" diye sormadan edemedim.
Ben hatırlatayım.
3 Kasım seçimlerinde ANAP’ı da, DYP’yi de sandığa gömen kilit kelime yolsuzluktur ve o dönemde çiçeği burnunda AKP, pozitif oylardan çok milletin yolsuzlardan kurtulma gayretiyle kullandığı "bunlar gitsin!" mealli negatif oylarla iktidara gelmiştir.
Eğer, DP yöneticileri milleti unutkan ve aptal zannediyorlarsa cevabı 22 Temmuz’da sandıkta alacaklardır! Vefakár Rize halkı Mesut Yılmaz’a oy verir; ama oradan gelecek 30 bin oy yurt sathında en az 500 bin oya mal olur!
* * *
Bugün "yol yakınken yanlıştan dönme" şanslarını kullanmaları dileğiyle 2 Kasım 2006 tarihinde yazdığım "Meğer Mesut Yılmaz Suç İşlemiş" başlıklı yazımdan bazı alıntıları DP yöneticilerinin dikkatine sunuyorum:
* * *
"...Mesut Yılmaz ve Güneş Taner hakkında, işadamı Korkmaz Yiğit’in Alaattin Çakıcı’nın desteğiyle kazandığı iddia edilen, ancak sonradan iptal edilen ’Türkbank ihalesine fesat karıştırdıkları’ görüşüyle dava açılmıştı...
Yüce Divan görevini yürüten Anayasa Mahkemesi’nde, 1 yıl süren yargılamanın ardından Yargıtay Başsavcılığı’nın görüşü doğrultusunda suçun niteliği değiştirilmiş, ’görevi kötüye kullanma’ olarak belirlenmişti.
* * *
...Mesut Yılmaz ve Güneş Taner’in eylemlerini bu suç yönünden değerlendiren Yüce Divan, davaya konu eylemlerin 1999’dan önce işlendiğini, ’görevi kötüye kullanma’ suçunun da 1999’dan önce işlenen bazı suçların ertelenmesini öngören şartla salıverme yasası kapsamında bulunduğunu saptamıştı. Yüce Divan, bu nedenle davayı karara bağlamadan erteleme kapsamına sokmuştu."
Mesut Yılmaz da erteleme kararını şöyle yorumlamıştı:
’Sonunda mahkeme dedi ki ’bu işte yolsuzluk yoktur’. Benim için önemli olan oydu. Bize yolsuzluk yaptı diyenler iftiracıdırlar. 3.5 sene ağzıma fermuar çektim, hiçbir şey söylemedim. Ama siyasete başladığım yerde, Rize’nin Cumhuriyet Meydanı’nda söylüyorum, hepsi müfteridirler.’ (Hürriyet, 04.08.2006)
Mesut Yılmaz, Yüce Divan’ın kendisini suçsuz bulduğunu iddia ededursun, Yüce Divan gerekçeli kararında Mesut Yılmaz’ı yalanlamıştı:
’...Yüce Divan, Türkbank davasının ertelenmesinin gerekçeli kararını açıkladı. Milliyet Gazetesi’nin haberine göre, Yüce Divan, Mesut Yılmaz’ı ’görevi kötüye kullanma’ davasında esasen suçlu bulmuş!
Gazete ’Suç işlendi ama yasayla ertelendi’ başlığıyla verdiği haberde, ’...Yüce Divan, Yılmaz ve Güneş hakkındaki gerekçeli kararında, görevi kötüye kullanma suçunun aslında işlenmiş olduğuna, (’cezai sorumluğu gerektiren nitelikte’ olduğuna-CÜ) ancak erteleme kapsamında olduğundan davanın karara bağlanamadığına yer verdi’ diye yazıyor ve Yüce Divan’ın suç unsuru bulduğuna dair yorumlara yer verdiğini söylüyor. (01.11.2006)..."
* * *
DP’nin yöneticilerine saygıyla hatırlatıyorum!
Yazının Devamını Oku 30 Mayıs 2007
ÖNCE birkaç gözlem: Ankara-Ulus’ta menfur saldırıyı gerçekleştiren katilin PKK ile ilişkisi resmen tespit edilemedi. Yapılış tarzı itibarıyla doğrudan iktidarı hedef alan saldırıyı PKK üstlenmedi. Halbuki, bu tip terör eylemlerini yapan örgüt, mesajını açıkça vermek ve propaganda yapmak için saldırıyı anında yüklenir. Daha ötesi, bugüne dek saldırıyı kimse yüklenmedi.
Yıllar sonra Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, ünlü 1 Mart tezkeresinin TBMM’den geçmemesini "Aksi halde AKP bölünürdü!" sözleri ile açıkladı. Tezkere oylanırken 90 küsur AKP milletvekili aleyhte oy kullanmıştı.
Zamanında 1 Mart tezkeresi müzakerelerini sürdüren Büyükelçi Deniz Bölükbaşı Kuzey Irak Yönetimi lideri Barzani’nin tezkereden önce "TBMM’den bu tezkere geçmeyecek!" mealli sözlerini hatırlattı.
* * *
Şimdi bir senaryo:
Menfur saldırılar tırmanarak artar. Herkesin sabrı daha da beter taşar. ABD, Kuzey Irak’ta sınırımıza yığınak yapmaya devam eder. Sonunda Genelkurmay hükümetten Kuzey Irak’a müdahale etmek üzere izin istemek zorunda kalır. CHP ve parlamentoda temsil edilen diğer partiler TBMM’ye "yeni tezkere" gelirse destekleyeceklerini açıkça ilan ederler. Ancak, AKP’de 80-90 Doğu ve Güneydoğu kökenli milletvekili tezkereye açıkça karşı çıkarlar. Tezkere TBMM’ye gelirse ret oyu kullanacaklarını ilan ederler.
Böyle bir gelişme karşında AKP ne duruma düşer, hayal edebiliyor musunuz?
* * *
Şimdi gerçeklere geri dönüş yapalım:
TSK’nın Kuzey Irak’ta bir harekát söz konusu olduğunda ezici bir fiziki üstünlüğe sahip olduğu aşikárdır. Genelkurmay Başkanı Org. Yaşar Büyükanıt ünlü 12 Nisan konuşmasında askeri açıdan bu harekátı gerekli gördüğünü ve başarı sağlayacağından emin olduğunu beyan etmiştir. Ama aynı konuşmada siyasi açıdan neler yapılması gerektiği konusunun kendi dışında olduğunu da beyan etmiştir.
Siyasi mülahazalar göz önüne alındığında Türkiye’nin Kuzey Irak’ta askeri bir harekát yapamayacağı açıktır.
Böyle bir girişimi ne bölgede tek sığınağı Kuzey Irak olan ABD’nin ne de AB’nin hazmetmesi ve kabullenmesi mümkün değildir.
Türkiye, Kıbrıs’tan beter bir yalnızlığa itileceği gibi, ABD ile sıcak çatışmaya girmek zorunda dahi kalabilir. Bölgede emperyal emelleri olan İran’ın da böyle bir harekát karşısında sessiz kalmayacağı aşikárdır.
* * *
Kuzey Irak’ta yapılması gereken "iyi polis-kötü polis" denklemi içinde; TSK her geçen gün kafasının beter attığını hissettirirken, siyasilerin Kuzey Irak’a sahip çıkıp, bölgenin garantörlüğüne soyunmasıdır. Bir gün ABD’nin bölgeden gideceği, yalnız kaldıkları anda Irak’taki Şii ve Sünni güçlerin Kuzey Irak’ın tepesine binecekleri karşı tarafça zaten bilinmektedir. TSK’nın hasmı olmaktan çıkıp, hamisi haline gelebileceğini gören; Türkiye’nin insan ve teknik birikimi sayesinde bölgede ortak yatırımların yapılmasına karşılıklı soyunan ve Kuzey Irak’ın petrolü için enerji yolunun Türkiye üzerinden dünyaya açılması için ortaklaşa hareket etmenin nimetlerini gören Kuzey Irak yönetimi PKK konusunda da, Kerkük’te de Türkiye’nin istediklerini vermeye dünden hazır olacaktır.
* * *
Hal böyle iken atılan hamasi nutuklar iç politikaya mı, yoksa dış politikaya mı yöneliktir; kafalar karışıyor!
Yazının Devamını Oku 29 Mayıs 2007
ANAYASA Mahkemesi’nin Anayasa’nın cumhurbaşkanı seçimini düzenleyen 102. maddesine getirdiği "yepyeni" bir yorumla, TBMM’nin 27 Nisan 2007 günü cumhurbaşkanını seçmek üzere yaptığı toplantı iptal edildi. Sonradan da 367’yi bulamayan TBMM, cumhurbaşkanı seçemedi ve erken seçim kararı alındı.
27 Nisan gecesi de, önceden durum belli olduğu halde, Genelkurmay bir e-muhtıra ile Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı olmasını istemediğini yedi düvele ilan etti.
Zaten Gül’ün seçiminin Anayasa Mahkemesi’nden döneceği gündüz belli olduğu halde, neden akşam muhtıra verildiği ilk önce anlaşılmadı!
* * *
Eğer, 27 Nisan günü ANAVATAN ve DYP oturuma katılsaydılar, TBMM 367’yi bulacaktı ve seçim Anayasa Mahkemesi’nin istediği şekilde, şeklen de olsa, tamamlanmış olacaktı!
Üçüncü oturumda Abdullah Gül resmen cumhurbaşkanı seçilecekti!
ANAVATAN ve DYP’nin oturuma katılmayarak antidemokratik bir tutumla milli iradeye sekte vurmaları ve sonraki kaotik gelişmelere yol vermeleri büyük eleştiriler aldı.
Ben de, Demokrat Parti adı altında birleşmelerine ve Türkiye’nin tıkanan merkez sağına yeni bir soluk getirme gayretlerine sahip çıktığım iki partiyi bu antidemokratik tavırları nedeniyle bu köşede birkaç kez eleştirdim.
* * *
Öte yanda, ülkede sonradan yaşananlar şöyle bir görüşün de gelişmesine vesile oldu: TBMM her türlü engele rağmen Abdullah Gül’ü yine de seçseydi, Gül o makama hiç oturamayacaktı! Zaten e-muhtıra bunu vurguluyordu.
Bugün geriye dönüp 27 Nisan’a yeniden bakanlar, bu görüşlerini çeşitli ortamlarda ifade ediyorlar. "Abdullah Gül’e cumhurbaşkanlığı hiç verilmeyecekti!" diyorlar.
Hatta, "Vecdi Gönül’ün veya herhangi bir AKP’linin hiçbir zaman o makama oturtulmayacağını" iddia eden, ancak Kemalistlerle hiç alakası olmayan, hatta AKP’ye demokratik açıdan destek çıkan aydınlar da var.
* * *
Bütün bunları neden yazdım?
27 Nisan’da TBMM’ye girmeyen yeni DP’lilerden görüş ve duruşlarına kitlelerce saygı duyulan bazıları;
"O gün oturuma katılsaydık ve Abdullah Gül’ün seçilmesine önayak olsaydık ülke bugünü aratacak duruma düşecekti, bu durumu AKP’liler de biliyordu!" diyerek savunma yapıyorlar.
Hatırlayın, 27 Nisan’ın ardından ANAVATAN Lideri Erkan Mumcu, "27 Nisan gecesi muhtıra verileceğini AKP’li bazı bakanlar önceden biliyorlardı!" diye iddia etti ve o bakanların konuştuğu oturumda hükümete ayrılan koltuklarda oturduğunu parmağıyla işaret ederek sert bir tonda vurguladı.
* * *
Mehmet Ağar ve Erkan Mumcu, bugüne dek kendilerine getirilen "27 Nisan eleştirilerine" cevap vermediler!
Bu konuda suskunluklarını korudular.
Muhakkak ki tarih kesin hükmünü verecektir.
* * *
ANAVATAN ve DYP yöneticileri, 27 Nisan günü devlet projesinin peşine mi takıldılar?
Yoksa, ülkeyi beter bir uçurumun eşiğinden mi döndürdüler?
Yazının Devamını Oku 27 Mayıs 2007
TÜRKİYE Temsilciliği’ni Jan Senkry’nin yaptığı Konrad-Adenauer Vakfı’nın Türkiye Gazeteciler Cemiyeti ile ortaklaşa tertiplediği ve Türkiye’nin iki medeniyet arasında rolünün tartışıldığı toplantılar dizisi 24-25 Mayıs 2007 günlerinde Vural Öger’in sponsorluğunda Kemer-Antalya’da Majesty-Mirage Park Otel’de yapıldı. Kişisel açıdan benim için toplantının en heyecanlı anlarından birisi, gençlik günlerimde kısa süre için de olsa çıraklığını yaptığım duayen gazeteci Niyazi Dalyancı ile tam tamına 32 yıl sonra aynı masada kadeh kaldırabilmekti.
* * *
2 gün süren toplantıda İran’dan Irak’a, Kafkaslar’dan medeniyetler çatışmasına, seçime giden Türkiye’de yaşanan iç meselelerden iki medeniyet çığırı arasında Türkiye’nin rolüne dek bir sürü güncel ve hassas konu Türk, Alman ve Ortadoğu’dan gelen gazeteciler tarafından masaya yatırıldı.
22 Temmuz’a giden yolda seçimler öncesi Türkiye’de neler olabileceği üzerine yapılan tartışmalar, toplantının en fazla heyecan ve gerginlik yaratan konuları idi.
Türk gazeteciler, Alman gazetecilerin şaşkın bakışları arasında, sanki olağan gündemi konuşurmuş gibi, darbe veya AKP’nin kapatılması için dava açılması ihtimallerini tartıştılar.
Türkiye’nin doğal parçalanması çerçevesinde bir kısım gazeteciler TSK’nın siyasete müdahalesine karşı çıkarken, diğer grup gazeteciler de ülkede laikliğin tehdit altında olduğuna dair inançlarına vurgu yaptılar.
* * *
Türk siyasetinde "mahalle politikası"nın önemini formüle eden gazeteci (Bkz. 23-24-25 Mayıs 2007 tarihli yazılarım) olarak AKP’nin kendi tabanında Milli Görüş’e nasıl teslim olduğunu izah eden konuşmam Alman gazetecilerin özel ilgisini çekti.
Milli Görüş tarafından yürütülen "mahalle politikası"nın doğrudan propaganda yerine sosyal politikalara öncelik vererek gıda yardımı, eğitim, sağlık vb. gibi konulara eğilen ve böylece taşra ve gecekondularda akıllardan önce gönüllere yerleşen örgüt anlayışının AKP’yi tabanda ele geçirdiğine dair iddiam geniş tartışma ortamı buldu.
* * *
Küreselleşen dünyada teknolojinin nimetlerini alabildiğine kullanırken, aynı zamanda yerelliğin vazgeçilmez etkisini en iyi kavrayan hareket olan İslamcı siyaset HAMAS, Hizbullah, Müslüman Kardeşler ve nihayet Türkiye’de Milli Görüş, mahalle mahalle yürüttüğü çalışmalarında dünyada ilk kez Lenin’in ortaya attığı örgütlenme biçimi olan "kılcal damarlar teorisi"ni hayata geçiren en başarılı siyasi yapı.
* * *
Toplantının özel bölümünde bir gazeteci dostumun sorusu ise çok ilgimi çekti. O, AKP üzerinden ülkeyi kuşatan Milli Görüş siyasetine panzehirin ne olduğunu merak ediyordu.
Dilerim, AKP dışındaki partiler bu sorunun cevabını aramayı gündemlerine alırlar. Ancak, benim basit cevabım "mahalle politikası"na karşı en iyi politikanın yine "mahalle politikası" olduğudur. Günümüz teknolojisi evlere televizyonlar, internet, hatta telefonlarla uzaktan ulaşmanın olanağını sağlamıştır ama hálá en etkin siyaset insandan insana yapılan siyasettir.
* * *
Konrad-Adenauer Vakfı’nın tek kelimeyle mükemmel bir organizasyon ile gerçekleştirdiği toplantılar hepimize görüşlerimizi sınama, yeni görüşlerle tanışma ve bol bol tartışma olanağı verdi.
Ancak, bence en önemli katkısı, Türkiye’nin AB yolculuğunda Türk gazetecilere AB’nin temel direği Almanya’nın gazetecileriyle tanışma ve dost olma fırsatı tanıması idi.
İnsandan insana temasın etkisi bu toplantıda da etkisini gösterdi!
Yazının Devamını Oku 24 Mayıs 2007
DÜN yayınladığım gibi Şerif Mardin’in şu saptaması çok önemlidir: "Türkiye’de ’mahalle baskısı’ diye bir şey var. Jön Türklerin en çok korktuğu şeylerden biri de oydu. ’Mahalle baskısı’ bilinmeyen ve sosyal bilimce ifade edilmesi çok zor olan bir havadır. Bu havanın AKP’den bağımsız olarak Türkiye’de yaşadığına inanıyorum. Dolayısıyla AKP değil de, bu havanın gelişmesine müsait şartlar oluşursa o zaman AKP de bu havaya boyun eğmek zorunda kalacaktır." (Vatan-Kitap: Ruşen Çakır söyleşisi-15.05.07). Bu sözler benim şu kanımı destekliyor:
"Milli Görüş de 2004-2007 yılları arasında yavaş yavaş ama derinden giderek AKP’nin taban örgütünü ’mahalle politikaları’ ile ele geçirmiştir. Artık, hiçbir güç, AKP’nin kılcal damarlarını Milli Görüş’ten geri alamaz."
* * *
Bu baskı kendini nasıl hissettiriyor?
AKP’nin dünyevi kanunları, dini kurallarla şekillendirmeye yelteneceğini hiç düşünmüyorum.
Ama, Milli Görüş’ün tabandan dayattığı yazılı olmayan İslamcı kurallar giderek tavanı daha fazla etkilemektedir.
Örnekler çok:
İstanbul’da en son yaşanan "mayo reklamı krizi", tipik bir taban dayatmasıdır.
Meyhaneleri şehir dışına taşıma gayreti de tabanın gayretidir.
"Zina tartışması", Başbakan’ın ilahi alanda günah olanın dünyevi alanda suç olamayabileceğini kavrayamadığını göstermiştir.
Bizzat Başbakanlık tarafından görevlendirilen avukatlar tarafından savunulan Leyla Şahin, AİHM’de "türban davası"nı kaybedince Başbakan’ın "AİHM’ye ne oluyor, bu işe ulema karışır!" mealli sözleri, kastetmese de tabana şirin gözükmek amacıyla söylenmiş, yine dünyevi bir konuda (üniversitede okumak) ilahi kıstas kullanma teklifidir.
* * *
AKP, önümüzdeki seçimlerde Milli Görüş kökenli olmayan kıymetli insanları milletvekili vitrinine koyabilir.
Onlar çok geniş bir platformda siyaset üretmeye çalışabilirler. Ancak, şimdiden iddia ediyorum ki; üretecekleri siyasetlerin limiti daima Milli Görüş’ün tabandan dayatacağı "mahalle politikası" olacaktır.
Bir diğer deyişle; onlar siyaset üretirken Milli Görüş’ün yazılı olmayan kurallarıyla çelişemezler.
Örneğin; bu seçimde "AB üyeliği için mücadele vermeyi" vurgulamakta güçlük çekeceklerdir.
* * *
Milli Görüş’ün tabandan dayattığı yazılı olmayan İslamcı kuralların kendi yaşam tarzlarını nasıl etkileyeceğini tahmin edemeyen önemli sayıda insanımız, "tehdit algılaması" içindedir. Başbakan, cumhurbaşkanı seçiminde bu kitleyi kucaklayamayacağını açıkça göstermiştir. Zira, taban buna engeldir.
Halbuki, oldukça muhafazakár bir kökenden gelen Turgut Özal, Milli Görüşçü bir tabana teslim olmadığı için kendi dışındaki insanları da "dört eğilim" sloganı altında kucaklamış, iki elini başı üzerinde birleştirerek yarattığı sembolle şekillenen politikalarıyla hakkındaki şüpheleri kısa zamanda büyük çapta bertaraf etmişti.
* * *
Merkez sağa kimin yerleşeceği hálá belirsiz.
Ancak, kanımca AKP için artık vakit çok geç!
Yazının Devamını Oku 23 Mayıs 2007
AKP artık merkez sağa oturamaz DÜNKÜ yazımda AKP’nin 2004 yılında, AB yolundan saptıktan sonra, özellikle 2004 yerel seçimleri ardında, Lenin’in "kılcal damarlar teorisi" ile şekillendirdiği örgütlenme modelini Türkiye’de en iyi uygulayan Milli Görüş’e teslim olduğunu, bu tarihten sonra AKP’de tabanın çok büyük çapta onların eline geçtiğini belirttim.
Milli Görüş Türkiye’de "mahalle politikası"nı çok iyi üreten bir örgüt olarak doğrudan propaganda yerine sosyal politikalara öncelik verir ve akıllardan çok gönüllere hitap eder.
* * *
Geçen hafta (15.05.07) Vatan-Kitap’da Ruşen Çakır Kemalistlere eleştiriler getirdiği ve din sosyolojisi üzerine çalıştığı için onlar tarafından zaman zaman "İslamcı" olmakla suçlanan, ancak uluslararası akademik dünyada çok saygın bir sosyolog olarak kabul edilen Şerif Mardin ile yaptığı çok önemli bir söyleşiyi yayınladı. Söyleşide şöyle bir bölüm var:
* * *
"Soru: Bunca yıllık akademik yaşamınızda içinizde bir ukde kaldı mı?
Mardin: A tabii. Mesela çok kısa vadeli olarak geliştirdiğim bazı çözümler var, onlarda pek sorun yok. Ama uzun vadeli bazı şeyleri, örneğin Türkiye’de İslam’ın siyasi tabanını araştırdığım zaman cevaplayamadığım çok sayıda soruyla karşılaşıyorum. Mesela ’taban’ nedir? Siyasal İslam’ın çok oynayabilen bir şey olduğunu düşünüyorum. Birçok insan şunu söylüyor ve ben de tamamen yanlış bulmuyorum: Siyasal İslam, iktidara tam sahip olduğu zaman bayağı ağır şartlar yaratan bir rejimi de kurabilir. Onun için tamam, İslam Türkiye’nin önemli bir yapısal boyutudur ama İslami güçlerin iktidara gelmesinin bizim beğenmeyeceğimiz sonuçlara yol açacağını düşünürüm."
* * *
Şerif Mardin doğrudan AKP’yi kastetmediğini açıkça belirttiği söyleşide Ruşen Çakır’ın AKP iktidarının kendisine güven verip vermediği sorusuna ise:
"Bana onlar güven veriyor, ama kalan şüphelerimi anlatmak için sorduğun soruyla ilgisi olmayan bir yerden başlayacağım. Türkiye’de "mahalle baskısı" diye bir şey var. Jön Türklerin en çok korktuğu şeylerden biri de oydu. "Mahalle baskısı" bilinmeyen ve sosyal bilimce ifade edilmesi çok zor olan bir havadır. Bu havanın AKP’den bağımsız olarak Türkiye’de yaşadığına inanıyorum. Dolayısıyla AKP değil de, bu havanın gelişmesine müsait şartlar oluşursa o zaman AKP de bu havaya boyun eğmek zorunda kalacaktır."
* * *
Benim de AKP ile ilgili saptamam "mahalle politikası" olarak adlandırdığım ve Şerif Mardin’in ifadesi ile "mahalle baskısı"na odaklanmaktadır.
Son yıllarda İslamcı siyasetin (HAMAS, Hizbullah, Müslüman Kardeşler) en başarılı olduğu nokta sosyal politikalar (sağlık, eğitim, gıda yardımı vb.) ile "mahalle baskısı"nı ele geçirip, tavanı tabandan yönetmesidir.
Milli Görüş de 2004-2007 yılları arasında yavaş yavaş ama derinden giderek AKP’nin taban örgütünü "mahalle politikaları" ile ele geçirmiştir. Artık, hiçbir güç AKP’nin kılcal damarlarını Milli Görüş’ten geri alamaz.
* * *
AKP’nin tavanda Anayasa ve kanunları değiştirerek ülkeyi "şeriat düzeni"ne götüreceği iddiası bana göre çok yanlış bir saptamadır.
Kanımca AKP tavanının böyle bir niyeti yok!
Ancak, esas rahatsız olunması gereken konu AKP’nin giderek hem partiyi, hem de ülkeyi Milli Görüş’ün İslamcı görüşü ile şekillenen ve yazılı olmayan kurallarla yönetilen "mahalle baskısı"na teslim etmesidir.
(Yarın devam edeceğim.)
Yazının Devamını Oku