20 Ocak 2008
KENDİSİ isim vererek bir bilim adamına hakarete varan sözler yazmasaydı, bu yazıyı bu kadar açık yazmazdım. Ayrıca yazı benim de temel tezime karşı çıktığı için yanıtlamam gerekiyordu. Benim temel tezim, 17 Ocak’ta bu köşede yazdığım gibi şöyle:
Türbanın üniversitede serbest bırakılması için Anayasa’ya açık hüküm konsa dahi, bir Türk vatandaşı Türkiye’deki yargı kanallarını tükettikten sonra AİHM’ye yeniden başvurabilir.
Tabii ki AİHM’nin türbanın yasaklanmasını AİHS’ye (özgürlüklere) aykırı görmeyen "Leyla Şahin kararı" Anayasa’nın değişmesine engel teşkil etmez. Mahkeme serbestiyeti de sözleşmeye uygun bulabilir. Ancak, AİHM türban hakkında yeni karar alırken "Leyla Şahin kararı"nı içtihat olarak kabul edebilir. Lütfen dikkat edilsin; mahkeme muhakkak "kabul eder" demiyorum, "kabul edebilir" diyorum. Başbakan’ın türbanın siyasi sembol olarak kullanılmasıyla ilgili "velev ki"li sözleri ise mevcut kararın içtihat olarak kullanılma ihtimalini artırmıştır.
* * *
Öte yanda Nazlı Ilıcak, "Ah Hoca, Vah Hoca" (Sabah-19.01. 2008) tarihli yazısında diyor ki:
"Perşembe akşamı, hem Show TV’de, hem de Kanal D’de başörtüsü tartışıldı. Kimilerinin sergilediği cehalet karşısında dilim tutuldu. Prof. Semih Gemalmaz, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM), Leyla Şahin hakkında verdiği karar sebebiyle, üniversitelerde başörtüsü yasağının kaldırılamayacağını, kaldırıldığı takdirde, başı açıkların mahkemeye müracaat edebileceğini ileri sürdü. Koskoca üniversite profesörü çıkmış, bilim dışı konuşuyor ve herkesin sözlerine inanmasını bekliyor."
Ilıcak’ın hüküm cümlesi ise aynen böyle:
"AİHM, Leyla Şahin’e üniversitede uygulanan başörtüsü yasağını, Sözleşme’ye aykırı bulmadı; ’Hak ihlali yok’ dedi. Türkiye’de yasak kalktığı takdirde, başı açık olanlar AİHM’ye başvuramazlar."
Ben söz konusu programı izlemedim. Semih Gemalmaz Hoca, AİHM hakkında kesin ifadelerle konuşmuşsa yanlış yapmıştır. Ama, Nazlı Ilıcak’ın "yeniden AİHM’ye gidilemez" sözleri sadece 22 Temmuz seçimleri öncesi AKP’den aday adayı olduktan ve parti tarafından adaylığı reddedildikten sonra TMSF tarafından tayin edildiği Sabah Gazetesi’nde sürdürdüğü "hınk deyicilik!" görevinin gereğidir, gerçekle hiçbir alakası yoktur.
* * *
Nazlı Ilıcak’a sadece kendi yazdığı gazetede yayınlanan bir haberi hatırlatayım.
"Türmen: İçtihadi kararlar önemli" başlıklı haber Sabah Gazetesi’nde çok değil Ilıcak’ın yazısından sadece 3 gün evvel, 16.01.2008 günü yayınlandı.
Haberde aynen şöyle deniyor:
"AİHM’nin emekliliğe hazırlanan Türk yargıcı Rıza Türmen, yeni anayasada türbanla ilgili yapılacak olası düzenlemenin mahkemenin önüne gelmesi durumunda daha önce verdiği içtihadi kararlar ışığında karar alacağını söyledi. AİHM’nin Leyla Şahin davasında türban yasağına uygun bulduğu kararı verdiğini belirten Türmen, ’Türkiye yasağı kaldırabilir. Tersi bir dava, başı açık bir kişi tarafından AİHM’nin önüne getirilirse, bu yeni bir durumdur ve değerlendirilir. Fakat mahkeme, daha önce verdiği içtihadi kararlar ışığında karar verir’ dedi."
* * *
Ben de Nazlı Ilıcak’a 2 soru soruyorum:
1) İlla ki AİHM dediğini yapacak diye bir şey yok ama yılların AİHM yargıcı Rıza Türmen de mi cahildir ve her ne demekse bilim dışı konuşmuştur? Nazlı Ilıcak olmasa o da mı herkesin kendisine inanmasını umacaktır?
2) Nazlı Ilıcak. kendi gazetesi Sabah’ı neden okumuyor?
Yazının Devamını Oku 17 Ocak 2008
BAŞBAKAN sık sık işin ucu nereye gidecek diye hesap etmeden konuşuyor. Sonra da iş ya Akif Beki’ye, ya da medyadaki "hık!" deyicilerine düşüyor. (Örnek: Nazlı Ilıcak-Sabah-16.01.08) Başbakan, "Velev ki siyasal simge olsun ne çıkar. Türkiye’de, üniversitelerde, siyasal simge yasak mı?" yani mealen "Türban siyasi sembol olsa dahi serbest kalmalıdır!" diyerek türbanın siyasal sembol olarak kullanılması ihtimalinin varlığını kabul etmiştir. Kaldı ki, çok küçük oranlarla olsa dahi çeşitli araştırmalarda türbanı bir siyasi sembol olarak taktıklarını beyan eden vatandaşlar vardır.
Başbakan bu sözleri ile kendi görüşünü çürüterek ayağına kurşun sıktığı gibi benim gibi "türbanla üniversitede okuma özgürlüğünü" savunanların da elini kolunu bağlamıştır.
Şöyle ki:
* * *
1) Bazı yazarlar "Türban siyasi sembol olarak kullanılsa dahi ne fark eder?" diyerek Başbakan’a sahip çıkıyorlar. Doğrudur, siyasi sembollerin üniversitelerde kullanılmasına kanunen hiçbir engel olamaz. İsteyen istediği partinin rozetini takabilir, hatta komik kaçmasına aldırmazsa, türban özgürleşince, inat olsun diye kalpakla da okula gelebilir.
Ama, dini inanç gereği takılan türban siyasal simge olarak kullanılamaz.
Zira Anayasa’nın 24. maddesi:
"Kimse....dini veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri istismar edemez ve kötüye kullanamaz" diyor.
Din gereği takılan türbanın siyasal sembol olarak da kullanılması bir "istismar"dır ve Anayasa’ya göre böyle davranmak suçtur.
Başbakan kurşunu ayağına işte burada sıkmıştır.
Daha evvel "Anayasa’ya üniversitede kılık kıyafet serbesttir" diye bir ibare koyacağız diyordu. Şimdi yeni Anayasa’ya "İsteyen dini veya dince kutsal sayılan şeyleri istismar edebilir" mealli bir madde de koymak gerekecek!
Bakalım, Ergun Özbudun Hoca bu işi nasıl becerecek?
* * *
2) Doğrudur, Anayasa değişince yeni bir durum ortaya çıkacak. AİHM’nin "Leyla Şahin Kararı" Türkiye’de türban hiçbir şart altında serbest kalamaz demiyor. Ama karar türbanın "siyasi simge" olarak kabul edilmesini ve dolayısıyla "tehdit algılaması" çerçevesinde yasaklanmasının Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ile bir çelişki oluşturmadığını söylüyor.
Anayasa değişse dahi, türban takmayan bir kişinin türbanın yasaklanması için yeniden AİHM’ye gitmesi, AİHM’nin yeni bir karar alırken "Leyla Şahin Kararı"nı bir içtihat olarak kabul etme ihtimali her an mevcuttur.
Şimdi Başbakan’ın sözleri "Leyla Şahin Kararı"nın içtihat haline gelme ihtimalini artırmıştır.
Türban Anayasa’da "kılık kıyafet özgürlüğü" ile koruma altına alınsa da türban takmayan bir kişi tekrar yasaklanması için AİHM’ye gittiğinde "Başbakan da türbanın siyasi sembol olarak kullanılma ihtimalini, uzun yıllar tersini söyledikten sonra, nihayet kabul etmiştir" diyerek hem mevcut AİHM kararının içtihat haline gelmesi olasılığını güçlendirir, hem de Başbakan’ın bile sonunda "durumu kabullendiği"ni iddia edebilir.
* * *
3) Özgürlüklerin önünü tamamen açmak için yeni Anayasa’ya ihtiyaç olduğu bir gerçektir. Ama yönetişimden zerre kadar anlamayan bazı AKP’liler tabana hoş gözükmek için özgürlükler = türban özgürlüğü sığlığına zaten çoktan düşmüşlerdi.
Şimdi Başbakan bu sığlığı perçinlemiş oluyor. Artık yeni Anayasa’nın adını "türban yasası" olmaktan kurtarmak iyice zorlaşmıştır.
Yazının Devamını Oku 16 Ocak 2008
TÜRKİYE’de insanlar yabancı ülkelerin kendilerine çıkardıkları vize ve çalışma izni zorluklarından yakınırlar. Öte yanda bir ülkeye know-how aktarmanın en doğru ve kolay yolu dışarıdan uzman ithal etmektir. Ancak, Türkiye de hálá yabancıya "şüpheli" gözüyle bakıyor ve ülkesinde çalışmak isteyen yabancılara karşı çok cimri davranıyor. * * *
Amerikan Şirketler Derneği (ABFT), Türkiye’de Amerikan Ticaret Odası olarak hizmet vermekte ve Türkiye’de faaliyet gösteren yaklaşık 60 ABD firmasını temsil etmektedir. Ocak 2004’te kurulmuştur. ABD Büyükelçisi Ross C. Wilson, Onursal Başkan olarak görev yapmaktadır.
Amerikan Şirketler Derneği’nden (ABFT) yapılan bir açıklamada Türkiye’nin uluslararası yatırımı cezbetme ve daha yüksek katma değerli sanayilerde global olarak rekabet edebilme kapasitesinin, ülkenin yabancı profesyonellere çalışma izni vermek konusundaki esnekliği ve açıklığı ile yakından ilgili olduğu ifade ediliyor. Ayrıca, mevcut uygulamaların ülkenin ekonomik menfaatleri veya ülkede faaliyetlerini genişletme çabasında olan yatırımcıların ihtiyaçları doğrultusunda olmadığı da vurgulanıyor.
* * *
"Türkiye’de Yabancıların Çalışma İzinlerine Yönelik Hususlar" isimli yeni Öneri ve Pozisyon Raporunda, ABFT buradaki operasyonlarına değer katmak üzere yüksek vasıflı profesyoneller getirmek isteyen şirketler için, bunun yasal olarak mümkün olmakla beraber, uygulamada, vize çıkması işlemlerinin zahmetli ve zor bir süreç olduğunu ve özellikle bilim, teknoloji, mühendislik ya da hukuk veya tıp alanlarında, iş dünyasının beklentilerini yerine getirmediğini ifade etmekte.
* * *
ABFT mevcut uygulamanın, Türkiye’nin yatırım ortamını iyileştirmediğini veya küresel anlamdaki rekabet gücüne herhangi bir katkıda bulunmadığını da dile getiriyor; uygulamanın esneklikten uzak olmasının, teknoloji transferi yapmak, yerli çalışanları eğitmek veya operasyonları büyütmek arzusunda olan firmalar için caydırıcı bir faktör olduğunu da ekliyor.
* * *
İrlanda’dan Singapur’a, ABD’den Britanya’ya kadar, dünyanın en rekabetçi ve hızlı büyüyen gelişmiş ve gelişmekte olan ekonomilerinde, çalışma esnekliği ve yabancı profesyonel elemanlara yönelik izinlerde açıklık uygulaması, bu ülkelerin ekonomik başarısında temel bir faktör olarak görülmektedir.
* * *
ABFT Başkanı Galip Sukaya "Bu, birçok kişiye aykırı da gelse, uluslararası vasıflı profesyonellerin getirilmesinde şirketlere daha fazla esneklik tanıyan ülkelerin, daha fazla istihdam yaratan ve sanayilerinin katma değeri daha yüksek olan ülkeler oldukları bir gerçektir. Sonuç olarak, uluslararası yatırımcıların amacı, yetkin bir yerli işgücü eğitimi vermektir; ancak bazen büyümemiz ve yatırımlarımız açısından, uluslararası bir elemanın tecrübesinin de vazgeçilmez olduğu zamanlar ve şartlar vardır."
* * *
Geçtiğimiz yirmi yıl içerisinde, ABD’de çalışmak ve araştırma yapmak üzere, Avrupa’dan 450.000’in üzerinde yüksek vasıflı mühendis, bilim adamı ve doktorun ülkeye geldiğini belirtiyor. İrlanda ve Singapur’un başı çektiği, ekonomileri hızlı büyümekte olan diğer ülkeler de, vizelere esnek bir yaklaşım içerisindedirler.
* * *
Ancak maalesef, Türkiye, uluslararası vasıflı elemanlar için esnek çalışma müsaadelerinin aleyhine işleyen bir "garnizon mantalitesi" sergilemeye devam etmektedir.
Dilerim, yetkililer ABFT’nin meramını anlamaya çalışırlar!
Yazının Devamını Oku 13 Ocak 2008
KONUYLA ilgili bir önceki yazımda (10.01.08) uluslararası ilişkilerin büyük çapta "al gülüm ver gülüm" prensibine dayandığını, Türkiye-ABD ilişkilerinin de bu prensipten muaf olmadığını yazdım. Yine aynı yazıda, ABD’de güvenilirlik ve inanılırlık konularında daha önce sorgulanan Abdullah Gül’ün bu kez sırtı sıvazlanarak meşruiyet kazandığını ve bir anlamda kendisinden özür dilendiğini belirttim. Bu açıdan gezi zamansız değildir.
Esasen alışveriş Başbakan’ın 5 Kasım ziyaretinde yapılmıştır.
* * *
Peki "al gülüm ver gülüm" prensibi çerçevesinde PKK için Türkiye’ye istihbarat veren ABD, Türkiye’den ne istiyor? Bu sorunun basit ve basmakalıp cevabı şudur:
"ABD’nin Ortadoğu’daki çıkarlarının korunmasına katkıda bulunmak."
Başkan Bush, iktidarda son yılını yaşamaktadır. Önünde de somut iki konu var:
* * *
1) İktidar dönemi bitmeden İran meselesini halletmek istemektedir. Bush yapmakta olduğu Ortadoğu gezisinde, bölge ülkelerinin meseleyle ilgili ağzını aramaktadır. Tabii ki, bölgenin en güçlü ülkesi olarak Türkiye’nin İran’la gerek barışma, gerek dövüşme durumunda ne tavır alacağı ABD için çok önemlidir. Muhakkak ki, diplomasi kuralları çerçevesinde Türkiye’den bu konuda bir niyet mesajı istenmiştir.
2) Başkan Bush, iktidarının son yılında Kongre’de Demokrat çoğunluk tarafından kuşatılmış durumdadır. Kongre savaşa son verme kararı veremez ama bütçe üzerinden Başkan Bush’u sıkıştırmaktadır. Bu yılın sonunda yapılacak Başkanlık seçimlerinde muhaliflerin elindeki en büyük koz zaten Irak Savaşı’dır. Veri koşullar altında ABD bu yıl Irak’tan peyderpey asker çekecektir. ABD, Irak’ın önemli bir bölümünü, özellikle Kuzey Irak’ı Türkiye’ye emanet etmek istemektedir.
Bunun için de Türkiye’nin bazı somut adımlar atması gerekmektedir.
a) Somut adımların başında Kuzey Irak’la kucaklaşmak geliyor. Talabani’nin misafir edilmesi, Kuzey Irak (Barzani) ile doğrudan temas kurulması isteniyor.
b) Kuzey Irak’taki Kürtlere hamilik yapmak için de içeride kendi Kürtlerimiz ile kucaklaşmamız gerekiyor. Güneydoğu’da evladını dağa kaptırmış birçok aile var. Adı ne olursa olsun, somut bir adımla onlar ovaya indirilmeli ki bölgedeki ailelerin yüreğine su serpilsin. Devlet, Kürt vatandaşına anlamlı bir jest yapmış olsun.
c) Türkiye, DTP’yi hazmedebilsin ki ABD, PKK’ya "siyaseti TBMM’de yap" diyebilsin.
* * *
Kanımca, AKP hükümeti işte bu noktalarda sıkışıyor. Hem Irak, hem İran konusunda karşı tarafı nasıl idare ediyor, bilemiyorum.
Kuzey Irak’a harekát için TSK’ya muhtaç ama TSK’nın "PKK’ya af", "Barzani’ye çiçek göndermek", "Talabani’yi misafir etmek" konularında ne dediğini tahmin etmek zor değil.
Öte yanda bu konularda şahinlik edecek CHP ve MHP muhalefetinin kamuoyunu ardına alması da oldukça kolay. Kısacası AKP, "Irak meselesi"nde iki arada bir derede!
Benim korkum da burada başlıyor. 1 Mart tezkeresi öncesi Irak’a Türkiye üzerinden girip giremeyecekleri AKP’ye sorulduğunda "kolay!" demişlerdi. Bakın sonradan neler oldu!
Açıkçası 5 Kasım’ın ardından hükümetin somut bir "Irak ve Kürt eylem planı" geliştirdiğinden çok şüpheliyim. Bunun için hükümet, "PKK’ya af" konusunda bir gün böyle, bir gün şöyle konuşuyor. Erdoğan da, Gül de bunun için "siyasi çözüm" lafı açılınca bu kadar çok kızıyorlar. Ama hepimiz biliyoruz ki:
Almadan vermek bir tek Allah’a mahsustur!
Dilerim bu kez cicim ayları uzun sürer!
Yazının Devamını Oku 10 Ocak 2008
ULUSLARARASI ilişkiler, ne kadar şatafatlı görüntülerle süslense de "al gülüm ver gülüm" prensibiyle çalışır. Herhangi bir seviyede iki devlet arasında ilişki söz konusu olduğunda kim ne aldı, kim ne verdi, diye bakılır. Taze bir örnek vermek gerekirse; eğer ABD uzun süre bekledikten sonra PKK ile ilgili istihbarat vermeye başladıysa, bunu "nihayet gerçeği gördüler!" diye izah etmek doğru olmaz. Kararlılık tabii ki uluslararası ilişkilerde önemli rol oynar. Ama, istihbarat vermek için son hain saldırıdan sonra bile 5 Kasım’da Erdoğan’ı ABD’de ağırlamayı bekleyen ABD’nin karşılığında Türkiye’den ne istediğini sormak abes bir soru değildir. Karşılık olarak bir şeyler veren Başbakan da, verdiği aldığıyla dengeli ise sadece müdebbir davranmış olur. Dengeli alışverişi kınamak veya eleştirmek ise işte esas o abes kaçar!
* * *
ABD gezisinde Cumhurbaşkanı’nın, hatta Türkiye’nin ne aldığını Başkan Bush’un ekranlara düşen bir tavrı benim indimde çok doğru anlatıyor.
TV’lerdeki görüntüde Bush, Gül’ün sırtına birkaç kez dokunuyor ve Gül’ün ardındaki koltuğu işaret ederek oturmasını istiyor.
Tabii ki, Başkan Bush çok masumane davranıyor. Amacı misafirine yardımcı olmak. Zaten Türk örf ve ádetlerine bu kadar hákim olması da beklenemez.
Ama görüntü beni eski günlerime götürdü. Küçükken büyüklerimizin hayır duasını almak isterdik. Nedense onlar da hayır dua ederken sırtımızı sıvazlarlardı.
Ekranlarda bu sahneyi görünce, "Tamam işte, Gül, Bush’a sırtını sıvazlattı, hayır duasını aldı!" diye düşünmeden edemedim.
* * *
Bush’un giderayak hayır duasını almak Türkiye’nin ne kadar hayrınadır bilemem ama bu hayır dua Abdullah Gül için çok ama çok önemlidir.
Sadece neo-conlar değil, Bush döneminde Dışişleri ve Pentagon’da Türkiye ile ilgili yöneticiler, Gül’den çok hoşnut değillerdi. Kendisine çok güvenmezler(di).
Gül’ün sadece 1 Mart tezkeresi karşısında tavrı değil, HAMAS’ın Ankara’da misafir edilmesi sırasında aldığı tavır, Suriye ile ilişkileri vb. hep kuşkuyla karşılandı.
Abdullah Gül ile yakın ilişki geliştiren kişi, Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice oldu. Gül onunla oldukça yakın çalıştı. Ama hálá Dışişleri’nde Gül’e olumsuz bakan insanlar olduğunu bizzat bilirim.
İşte bu geziyle Bush yönetimi, Gül’e olumsuz tavrını değiştirdiğini tüm dünyaya ilan etmiştir. Sırtı sıvazlanmış, kendisine hayır dua edilmiştir.
Türkiye’nin kazancı, 27 Nisan muhtırası sırasında iki arada bir derede kalan ABD’nin, Cumhurbaşkanımızdan özür dilemesidir.
* * *
Gezi bu açıdan Gül için zamansız değildir. Son yılına giren Bush, dış ilişkiler açısından, değil dünyada ABD’de bile artık dikkate alınmıyor. ABD’de dünyayla ilgili hemen herkes, başkan aday adaylarının dış politika alanında görüşlerini tartışıyor. Bush bugünlerde Ortadoğu’yu dolaşacak. Tabii ki herkes ABD Başkanı’na gereken ihtimamı gösterecek. Ama iktidarının son yılında dış ilişkilerinde muazzam başarısız, Kongre’de Demokratlar tarafından kuşatılmış Bush’un önerilerini kimsenin ciddiye alacağını zannetmiyorum.
O açıdan bakıldığında Başkan Bush’un 5 Kasım’da Erdoğan’a verdikleri, ardından Gül’e vereceği tek şey ondan üslubunca özür dilemek, 27 Nisan’da yaşadığı antidemokratik görüntü veren kafa karışıklığı sonrasında TSK karşısında yanında yer almak olmuştur.
* * *
Peki ABD, Türkiye’den ne istemiştir?
Bu konuyu da bir sonraki yazımda (13 Ocak Pazar) günü tartışacağım.
Yazının Devamını Oku 9 Ocak 2008
TÜRKİYE’de insanlar iş üretmek yerine laf üretmeye bayılıyorlar. Görevleri fikir üretmek olanlar da karşı fikirde oldukları kişilerin fikirlerine karşı çıkmak yerine onların ipliğini pazara çıkarmayı tercih ediyorlar. Hayatımda iktidar yalakalığının bu kadar pervasızca yaşandığı çok az dönem hatırlıyorum. Biri iktidar aleyhine bir bulgu veya görüş ortaya attığında kimlerin nasıl cevap vereceğini, hatta kullanacağı kelimeler ile önceden tahmin edebiliyorsunuz. Ona "avukatlık" görevi karşılığı hangi gazetede köşe yazarlığı, hangi TV kanalında program yaptırıldığını bildiğiniz için, örneğin bir gün sonra kimin Cumhurbaşkanı’nın, kimin Başbakan’ın "hık dediciliğine!" soyunacağını sotalayabiliyorsunuz.
* * *
YÖK Başkanı Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan’ı hiç tanımam. Kendisini medyadan takip ediyorum. Sarf ettiği görüşlerin çoğuna da katılıyorum. Ama, Özcan Hoca’da beni çok rahatsız eden bir şey var. Çok konuşuyor!
Halbuki o artık fikir beyan etme durumunda olan bir akademisyen değil, bir yönetici! Yöneticinin de işi laf üretmek değil, iş üretmektir. Galiba Özcan bunun farkında değil. Kendisinde bugüne dek bir yöneticide aranan vakarı maalesef ben göremedim.
* * *
Yusuf Ziya Hoca en son çok doğru bir laf daha üretti:
"Üniversiteler paralı olsun!" dedi. 1983’Ten beri bu görüşü savunan bir kişi olduğum için sözüne çok sevindim. Zira:
i) Ekonomik teoride eğitilmiş kişinin ömür boyu yarattığı katma değerin 2/5’inin topluma, 3/5’inin kendine mal olduğu kabul edildiği için yüksek okul/üniversite eğitiminin maliyetinin 3/5’ini kendisinin karşılamasını bekleyebilirsiniz. Ekonominin sağlığı açısından bu öneri çok önemlidir.
ii) Paralı eğitimi tüm öğrenciler için "ödeme gücü ile orantılı ücretlendirebilirseniz" genel kabul gören görüşünün aksine gelir dağılımını daha adil hale getirirsiniz. Tipik bir Robin Hood mantığı ile ödeme gücü olan ailelerin çocuklarından alacağınız ücretlerle ödeme gücü olmayan ailelerin çocuklarını okutabilirsiniz.
iii) Üniversitelerin finansmanını büyük oranda ödeme gücü olan ailelere yükleyeceğiniz için devleti büyük bir yükten kurtarırsınız.
* * *
Ancak, tüm bu ekonomik saikleri hayata geçirirken sosyal bir saiki de göz ardı etmemeniz gerekir: Fırsat eşitliği!
Öyle bir sistem kurmanız gerekir ki herkes üniversiteye sadece akademik kriterlerle kabul edilsin, ücret kişi bazında teker teker sonradan karara bağlansın.
Açıkçası, kimse maddi yetersizlik nedeni ile eğitimden mahrum kalmasın!
* * *
İşte Yusuf Ziya Hoca’nın işi bu sistemi kurmaktır. Yoksa, paralı eğitim akademik dünyada 1975’lerden beri tartışılmaktadır. Bugüne dek bir sürü YÖK başkanı veya rektör bu görüşte olmuşlardır. Ancak, bahsi geçen sistemi kurmak vatandaşlarının kazanç envanterleri doğru dürüst olmayan ülkemizde çok ama çok zor olduğu için bugüne kadar hayata geçirilememiştir.
YÖK Başkanı laf üretsin, hükümet yalakaları alkış tutsun!
Hoca bugüne dek buna oynadı. Alkış almaya bayılıyor. Ama ben kendisine ürettiği laflar için sadece bir soru sormak istiyorum: Nasıl yapacaksın?
Hoca; i) türbanı nasıl serbest bırakacaksın, ii) hangi alanda hangi özgürlükleri nasıl maksimize edeceksin, iii) paralı üniversiteyi nasıl hayata geçireceksin?
Ne olur, bu sistemleri kurmadan evvel biraz sus!
İcraata hazır olunca ortaya çık!
Yazının Devamını Oku 8 Ocak 2008
BENİM açımdan bir Cumhurbaşkanı’nın akçeli işler karşısında tutumu ve verdiği sözler karşında iç tutarlılığı çok ama çok önemlidir.<br><br>Nedeni basit, adı üzerinde, artık o kişi cumhurun başıdır! * * *
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Köşk’e taşınır taşınmaz Köşk’ün tefrişat ve tadilat bütçesini bir yıl öncesine göre %64 artırmasını ve söz verdiği halde kızının takılarının bir kısmını bir türlü şehit ailelerine vermemesini bu köşede sorgulamıştım (21.10.2007). Köşk de bir cevap yollamıştı. Aynen yayınladım (8.11.2007). Köşk’ün yolladığı cevapta hálá ortada kalan sorular ile ilgili kaygılarımı da cevaba verdiğim cevapta dile getirdim (11.11.2007).
O kaygılar ile ilgili hiçbir açıklama geçen haftaya dek yapılmadı.
* * *
Halbuki takıların şehit ailelerine nasıl verileceği Köşk tarafından açıklanmıştı:
"Köşk kaynaklarından verilen bilgiye göre, hediyelerin yarısını şehit ailelerine vermeyi nikáhtan önce planlayan Abdullah Gül, nikáhın ardından yapılan takı sayımından sonra takıların 200 bin YTL’lik bölümünü şehit ailelerine vermeye karar verdi... 200 bin YTL, Cumhurbaşkanı Gül’ün ilk yurtiçi gezisinde Şırnak’ta ziyaret ettiği birlikte yer alan ve Gabar Dağı’nda şehit düşen 13 asker ile ertesi gün Namaz Dağı’nda mayına basarak şehit olan Uzman Çavuş Tahsin Yıldırım ile Diyarbakır’da çatışma sonucu şehit düşen er Caner Örengül’ün ailelerine verilecek. Gül’ün parayı Çankaya Köşkü’nde kabul edeceği ve ağırlayacağı ailelere bizzat elden vereceği belirtildi. Kübra-Mehmet Sarımermer çiftinin nikáh töreninde takı merasimi 3.5 saat sürmüştü." (Hürriyet-16.10.2007)
Bu haber hiçbir zaman tekzip edilmedi!
* * *
Arada çeşitli yazarlar aynı konuyu sorguladılar. Yine Köşk’ten uzun süre "tık!" çıkmadı. Sonunda geçen hafta bir köşe yazarı şöyle bir haber yayınladı:
Köşk, anladığım kadarı ile kendisine bir açıklama yapmıştı:
"...Gül, ’El içinde vasiyet ettik, ölmemek olmaz’ dedi... Takıların bir bölümü şehit ailelerine bağışlandı. ’Neden Mehmetçik Vakfı’na bağışlanmadığını soranlar da oldu. Sayın Cumhurbaşkanı’nın ailesi, Mehmetçik Vakfı dememişti. Şehit ailelerine verileceğini söylemişti. Ancak, ’Kime bağışladı, ne kadar bağışladı?’ türünden sorular Sayın Cumhurbaşkanı’nı rahatsız ediyor. Kendileri, ’Bağış gönül işi. Bıraksınlar da ihtiyaç sahiplerini biz tespit edelim. Hayır işinin bilançosunu istemek şık değil’ görüşünde." (Okan Müderrisoğlu-Sabah, 2.1.2008)
* * *
Kusura bakılmasın ama Köşk’ün açıklaması hiç açık değil. 8 Ekim’de 13 erimizin şehit olmasının, arada iki ilave şehit verilmesinin ardından 14 Ekim’de kızını evlendiren Abdullah Gül erteleyemediği düğün ile ilgili olarak "bağış" açıklamasını kendisi yaptırmıştı. Böylece düğün "şık" kaçmıştı! Şimdi yapılıp yapılmadığı hálá tam açıklık kazanmayan bağışın sorgulanması şık bulunmuyor. Bağışın gizliliğinden dem vuruluyor. Ben de Köşk’e soruyorum:
Madem bağış gizli yapılır, neden hemen düğün arkası isim ve rakam vererek açıklama yaptınız? Bu açıklamayı yapmadı iseniz, neden 2.5 ay tekzip etmediniz?
* * *
Kusura bakılmasın ama ben kamu adına yine şık kaçmayan bir iş yapacağım ve Okan Müderrisoğlu’na verilen bilginin ardından Köşk’e soracağım:
Hayır işinin bilançosu nedir?
Şimdi yapılması gereken ilk açıklamanın peşi sıra tutarlı davranılmalı ve kimlere, toplam ne kadar bağış yapıldığı açıklanmalıdır!
Yazının Devamını Oku 6 Ocak 2008
DP bugün olağanüstü kongresini yapıyor. Kongre, D(Y)P’nin çok çalkantılı bir dönemine rastladı ve Mehmet Ağar ne istediğini kendi de bilmediği için o kadar çok gelgitler yaşandı ki yapılmadan önce kongreden umudu kesen DP’lilerin sayısı az değil. Ancak, ben umutluyum ve bu umutla 15 Kasım’dan beri bu kongreyle ilgili çeşitli yazılar yazıyorum.
* * *
Kongrede genel başkanlık için 12 aday var. Ama Süleyman Soylu, Çağrı Erhan, Aytun Çıray başı çekiyorlar.
Ben aralarında en yakın Süleyman Soylu’yu tanıyorum.
Süleyman Soylu, kongre öncesi 52 il dolaştı, 81 ilin kongre delegesiyle yüz yüze görüştü.
Bu geziler başlı başına önemli bir performanstır ve merkez sağın kalıcı liderleri, delegenin ayağına giden insanlardan çıkar. Ayrıca taban, tabandan gelen politikacıları daha kolay bağrına basar. Süleyman Soylu, 3 nesildir DP’li bir aileden geliyor.
Ayrıca, Soylu 1995 yılında, 26 yaşında Türkiye’nin en genç ilçe başkanı olmuş, 1999’da ise 30 yaşında İstanbul İl Başkanı olarak seçilmiştir. 3.5 yıl boyunca sürdürdüğü İstanbul İl Başkanlığı görevinden, 2002 genel seçimlerinde aday olmak için ayrılmıştır.
Benim gönlüm Süleyman Soylu’dan yana ama tabii ki takdir hakkı kongre delegelerinindir.
* * *
D(Y)P demokrasi tarihinin, CHP ile birlikte, omurgalarından birisidir. Bu iki parti, en kötü dönemlerinde bile kendi küllerinden tekrar tekrar doğarlar.
Bugünlerde DP teşkilatlarına ve tabanına ölü toprağı serpilmiş durumda. Zira eski tüfekler partiyi kitlelerden kopardılar ve sıfırladılar. Son seçimlerde de Mehmet Ağar liderliği yüzüne gözüne bulaştırınca DP sandığın dibine gömüldü.
Eğer, yeni bir genel başkan partiyi ihtiyarların gölgesinden kurtarabilirse, sadece lideri ile değil, GİK’i ile de parti genç ve dinamik bir görüntü verebilirse eminim tabanda da yeni bir dalga yaratılacaktır.
Ben yeni döneminde DP’nin ivedilikle sırtından, onu kitlelerden koparan iki yükü atmasını bekliyorum.
* * *
1) DP geleneği demokrasi geleneğidir. Ancak, 28 Şubat ile başlayan süreçte Süleyman Demirel’ler, Hüsamettin Cindoruk’lar asker gönlü eğlemeyi tercih edince, merkez sağın diğer partisinin lideri Mesut Yılmaz da kör koltuk uğruna darbenin yanında görüntü verince kitlelerden kopuş başlamıştır. Üstüne üstlük, merkez sağ kendini yolsuzluk söylemlerine de kaptırınca kitlelerden kopuş dönülmez yolun akşamına ulaşmıştır. Son seçimde de 367 rakamı DP’nin idam fermanı olmuştur.
Yeni döneminde D(Y)P geçmişi ile yüzleşmek, açık özeleştiri yapmak ve tabanından samimi olarak özür dilemek zorundadır.
* * *
2) Ayyuka çıkan iddialara göre 22 Temmuz’a giden süreçte DP’nin kasası arsızca boşaltılmıştır. Bir kamu kuruluşu olarak DP, zamanında kamu fonlarından da faydalanmıştır. Eğer, kasadaki paralar kişisel hizmetlere tahsis edilmişse halk soyulmuş demektir. Mehmet Ağar, 22 Temmuz’da kasada şu kadar para vardı, şimdi şu kadar var diyerek işin içinden sıyrılamaz. Zira, soru 22 Temmuz öncesiyle ilgilidir. Ayrıca, iddialar "satılan sandalyeler"i de kapsamaktadır.
Yeni yönetim, DP kasasını bağımsız deneticilere denetletmeli ve ortaya çıkacak sonuçları noktası virgülüne kadar kamuyla paylaşmalıdır.
* * *
DP’nin olağanüstü kongresine başarılar diliyorum!
Yazının Devamını Oku