20 Aralık 2007
NE güzel! Kurban Bayramı’na ABD ile kol kola girdik! Düne kadar ABD aleyhine atıp tutanlar bile şimdi ABD’ye gülücükler yolluyorlar. Anlaşmada olmadığı halde; ABD’ye güvenmediklerini açıkça ifade ederek, bir kere ülkeye girerlerse hiç çıkmazlar kaygısıyla 1 Mart Tezkeresi’ni reddedenler ABD’nin verdiği istihbarata güven duyma konusunda şimdi hiçbir kaygı ifade etmiyorlar.
Dün de yazdım. 62.500 askerin gitmesine karşı çıkanlar 300 askerimiz sınırı 3 km. aşınca bayram yapıyorlar. Neden bu kadar beklendiğini ise hiç sorgulamıyorlar. Kaç PKK kampı imha edildi, verilen zayiatın seviyesi nedir, takriben kaç terörist öldürüldü, hálá bilmiyoruz ama ne gam!
ABD, hava sahanlığını açarak bizi tercih etti ya, yeter de artar bize!
Kısacası ABD ile gülüm ayları yaşıyoruz, Kuzey Irak’taki Kürtlere "nanik" yapmaktan büyük keyif alıyoruz. Bayram tam zamanında geldi.
* * *
Tadınızı bozmak istemem ama galiba iki gerçeği 1 haftadır göz ardı etmekteyiz:
1) Uluslararası ilişkiler "al gülüm ver gülüm" kuralı üzerine kuruludur. Aldığın kadar verirsin! Hele hele kendinden büyükten alırsan, mislisi ile verirsin.
2) Sık sık yazıyorum. ABD bölgede Türkiye’den vazgeçemez ama 1 Mart Tezkeresi sonrası Irak’ta oluşan koşullarda Kuzey Irak’taki Kürtlerden de vazgeçemez.
Bu iki kuralı yan yana koyduğunuzda "Bakalım önümüze nasıl bir fatura konacak!" diye dert etmeden duramazsınız.
* * *
Faturada neler olabilir? Ben yazacaklarımın bir kısmına değil karşı olmak, sahip bile çıkıyorum ama Türkiye’de bunlara bu güne dek şiddetle karşı çıkan kişiler, partiler, kurumlar olduğunu da biliyorum:
1) Af! Hangi ad altında, hangi kapsamda ve hangi kanun maddesine nasıl bir kulp takılarak çıkarılırsa çıkarılsın PKK’ya af faturanın içinde olmak durumundadır.
2) DTP üzerinden PKK’nın siyasallaşmasının hazım ve kabul edilmesi. "Tamam dağdan insinler ama siyaseti nerede yapsınlar?" sorusu önümüze muhakkak konacaktır.
3) Barzani’nin gönlünün alınması. Barzani "küstüm!" derken hem ücretini artırma gayreti içine girmektedir, hem de ABD Dışişleri Bakanı’nın Kerkük’ü ziyaretini kastetmektedir. Anayasa’nın 140. maddesine göre Kerkük’te referandum 2007’de yapılacaktı, şimdi 6 ay ertelendi.
Kerkük’te çıkan petrol geliri eşit paylaşılmaktadır ama petrol yasası yeni kuyuların açılması hakkını yerel/federal yönetimlere verme konusunda tıkanıyor. Ancak, Kuzey Irak yeni kuyuların açılma yetkisini kendisinde tutuyor ve sürekli anlaşmalar yapıyor.
Hal böyle olunca, uzun vadede Kerkük’ün özerk mi olması, yoksa Kuzey Irak yönetimine mi bırakılması ABD’nin lehinedir, düşünmek lazım.
4) Türkiye Cumhuriyeti’nin Kuzey Irak’ı doğrudan tanıması, Barzani’yi kabullenmesi, bölgeyi himayesi altına alıp, ABD’nin 2008’den itibaren bölgeden çekilmeye başlaması ile birlikte garantörü durumuna gelmesi.
5) ABD, Bush dönemi sonuna dek İran’ı vurmaya kalkarsa İncirlik’in kullanılması. Ahmedinejad 2009 yılında yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimlerini kaybedeceğini bildiğinden durumu lehine çevirmek için tek çıkar yol olarak ABD’nin ülkeye saldırısını öngörmektedir. Bunun için de Bush’u kışkırtmaktan asla vazgeçmeyecektir. Öte yanda Rusya ve Çin’in Ortadoğu’da İran’ı başat ülke olarak görme gayreti içinde olduğunu ABD pekálá bilmektedir.
* * *
Bayramda "faturayı" düşünmenin biraz can sıkma dışında bir zararı olmasa gerek!
Tüm Müslümanların bayramını candan kutlarım.
Yazının Devamını Oku 19 Aralık 2007
ARTIK iyice ikna oldum ki Türkiye’nin "kara harekátı" yapmasını istemeyen ABD kış şartlarının iyice bölgeye yerleşmesini bekledi ve "anlık istihbaratı" ondan sonra vermeye başladı. ABD artık biliyor ki, bahara dek kara harekátı yapılsa da, bu harekát sınırlı olacaktır.
* * *
ABD’nin ne Kürtlerden ne de Türklerden vazgeçme şansı olmadığı için "tavşana kaç, tazıya tut" politikası dışında başka bir alternatifi yoktur.
"Neden asker Irak’a gitmiyor?" diye haftalardır hayıflananların, Türkiye’nin Kuzey Irak ile aynı kaba konmasına kızanların büyük bir kısmının zamanında 1 Mart tezkeresine karşı çıkanlar da olduğunu hepimiz biliyoruz.
Acaba, onlar şimdi ne düşünüyorlar?
62.500 askerimizin Kuzey Irak’a girmesine engel olanların şimdi 300 askerin Kuzey Irak’a 3 km. girmesine sevinmeleri hazin bir ikilem değil midir?
* * *
Harekátın teknik açıdan çok başarılı olduğu aşikár ama veri şartlar altında hangi somut neticelere ulaştığı, harekátın nasıl bir bilanço doğurduğu ayrıntılı olarak resmi ağızlardan açıklanmasını bütün dünya beklemeye devam edecektir.
Bu arada bazı Kürt ve PKK’ya yakın unsurlar harekátı dünya medyasında küçümsemek için azami gayret göstermeye devam ediyorlar. Psikolojik savaş veriyorlar.
Psikolojik savaş yöntemi olarak bir gelişim benim özellikle ilgimi çekti.
Sahte çürük raporu alarak askerlikten kaçtığı iddiası ile karşı karşıya olan DTP Genel Başkanı Nurettin Demirtaş 1 aydır Avrupa’da ülke ülke dolaşırken hava operasyonunun hemen ertesi günü yurda dönüş yaptı!
Neden?
* * *
Nedeni galiba Ankara’ya ulaştığı andan itibaren yaşadıklarının içinde.
Nurettin Demirtaş, Düsseldorf’tan geldiği Esenboğa Havalimanı’nda uçağın kapısında sahte çürük raporu aldığı iddiasıyla anında gözaltına alındı.
Askeri savcı, Demirtaş hakkında hileyle askerlikten kaçmak iddiasıyla soruşturma sürdürüyordu ve Demirtaş dün de tutuklandı.
Anında da karşı taarruz başladı.
"Delil karartması mümkün olmayan", "kendi ayağı ile yurda dönen", "aynı konu ile ilgili olarak daha önce de iki kez göz altına alınan" bir kişinin tutuklanması, bir de bu kişi bir parti genel başkanı ise, hele hele oldukça muhataralı bir partinin genel başkanı ise tüm dünyanın ilgisini çekmez mi?
Askeri harekátın yanına bir gölge olarak düşmez mi?
TSK’nın sivillerin yaşadığı köyleri de vurduğu iddialarına kulp olmaz mı?
Güneydoğu’yu karıştırmaz mı?
Ben bile sormadan edemiyorum:
Demirtaş tutuksuz yargılansa, eğer suçlu ise bu durum mahkeme tarafından karara bağlandıktan sonra sahtekárlıktan mahkûm olup, tüm dünyaya rezil edilse daha iyi olmaz mıydı?
* * *
Bence kim hesap etti ise doğru hesap yaptı. Türkiye’nin nasıl tepki vereceğini doğru tahmin etti ve hava harekátının ardından Nurettin Demirtaş’ı Türkiye’ye yollayarak gündemi kendi lehine çevirmek için taşını doğru oynadı.
Yazının Devamını Oku 18 Aralık 2007
TÜRKİYE’nin son yılların en büyük hava harekátını yaptığı konusunda uluslararası medya neredeyse hemfikir. Ayrıca, bu harekátın bir kendini savunma refleksi olduğunu da hemen kimse inkár etmiyor. Ancak, hava harekátının bilançosu hakkında görüşler çok farklı.
* * *
Öncelikle şunu belirtmek gerekiyor: Genelkurmay Başkanı Org. Yaşar Büyükanıt, harekát sonrası yaptığı açıklamada ABD’nin Irak hava sahasını Türkiye’ye açtığını, bunun da harekátın ABD tarafından onaylanması anlamına geldiğini söyledi.
Kamuoyunda da "istihbarat"ın ABD’den geldiği görüşü egemen.
Ancak Reuters’e göre; ABD’nin Bağdat Büyükelçiliği’nden bir yetkili harekát hakkında kendilerine sadece önceden bilgi verildiğini, herhangi bir kararı onaylamalarının/izin vermelerinin söz konusu olmadığını söylüyor.
ABD, hava harekátına askeri bir tepki vermediğine göre, onaylamasa bile, itiraz da etmediği aşikár. Ancak, Büyükanıt’ın açıklamalarının ABD makamlarınca bu şekilde reddedilmesi hoş değil.
Belli ki ABD "tavşana kaç, tazıya tut" oyunu oynuyor.
* * *
Batılı kaynaklar, sivil köylerin bombalandığını, bazı okulların ve evlerin yıkıldığını, hayvanların telef olduğunu, buna mukabil PKK kamplarının fazla zarar görmediğini de yazıyor. Ölü sayısını ise 1 ile 7 arasında veriyorlar.
Sivillerin yaşadığı köyler gerçekten bombalansa idi ölü sayısı bu kadar az olur muydu?
* * *
Benim meramım, Türkiye’nin yaptığı operasyonu sonuçları ile birlikte dünyaya "anlatmakla" da mükellef olduğunu vurgulamaktır.
Doğaldır ki, Kürt ve özellikle PKK’lı unsurlar harekátı küçümsemek, sivillerin büyük zarar gördüğü propagandasını yapmak durumundadırlar.
Şimdiden, zarar gördüğü iddia edilen köylerin enkaz fotoğrafları Batı medyasına servis ediliyor.
Nokta istihbarat yaptığını söyleyen Türkiye’nin ilk 24 saat içinde tam olarak öldürülen PKK’lıların sayısını veremese de, bombalanan PKK kamplarının adlarını ve gördükleri zararı yansıtan uydu fotoğraflarını dünyaya dağıtması gerekirdi.
Bu harekátın bilançosu bir an önce çıkmalıdır ki teröristler kendi geleceklerini ve PKK’nın gücünü sorgulamaya başlasınlar, PKK moral açıdan da vurulmuş olsun.
Geciken açıklamalar moral etkisini büyük çapta yitirir.
* * *
Benim bu harekáttan aldığım en büyük keyif, Türkiye’nin Ortadoğu’da en büyük güç olduğunu yedi düvele duyurmasıdır.
Bu köşeyi biraz olsun takip edenler bilirler ki, gönlümde Türkiye’nin Ortadoğu’da en etkin emperyal devlet olarak kabul görmesi yatar.
Hava harekátı, kullandığı teknoloji ve teknolojiyi yöneten insan sermayesi açısından sadece PKK’ya değil, bölgedeki dost-düşman bütün devletlere de Türkiye’nin üstünlüğü konusunda uyarıcı mesaj vermelidir.
Bunun içindir ki harekátın ulaştığı sonuçların neler olduğu da ivedilikle dünyaya inandırıcı bir üslupla duyurulmalıdır. Yoksa, Batı medyasından edindiğim intiba, bu harekátı karşı propagandayla küçümseme konusunda psikolojik savaş anında başlamıştır.
* * *
Kaç adet PKK kampı, ne kadar zarar gördü? Soru budur!
Yazının Devamını Oku 16 Aralık 2007
BENCE en doğrusunu MHP Lideri Devlet Bahçeli yapmış ve Erdoğan ile Büyükanıt’ı TV’de ortak yayında konuşmaya çağırmış. O da benim gibi PKK konusunda hükümet ile TSK arasında ne kadar uyum olduğunu sorguluyor. Benim de 5 Kasım’dan beri yapmaya çalıştığım bu!
Bir önceki yazımı ("Yol Haritası Var mı?"-13.12.07),
"Bizim ABD ile birlikte hazırladığımız, AKP ile TSK’nın üzerinde uyumlu çalıştığı bir yol haritamız var mı, yok mu?" diye sorarak bitirmiştim.
Zira devamlı ortada top çevrilmesini benim "kar politikası" olarak nitelediğim, iki çehreli bir politika dışında yorumlamak mümkün değil!
Sanki Türkiye ile ABD arasında halkı oyalamaya yönelik bir açık anlaşma var, bir de açık ifade edilemeyen zımni bir anlaşma var.
Bu iki çehreli anlaşma ile TSK da mutabık imiş gibi bir görüntü kamuoyuna takdim ediliyor. En azından hükümet bu intibaı yaratmak istiyor.
* * *
Ben 5 Kasım’dan beri kamuoyunu oyalamaya yönelik popüler politika ile uygulamaya yönelik gerçek politikayı ayrıştırarak kamuoyunu uyarmaya çalışıyorum.
Örneğin, 14 Kasım’da ("Yeni Roller mi Dağıtılıyor?") yazdım:
"Erdoğan-Bush görüşmesinden çıkan en somut netice ’anında istihbarat’. ABD (istediği zaman) gösterecek, Türkiye vuracak! Toplantıdan çıkan başka somut hiçbir şey yok."
Anında istihbarat 1 Aralık günü gözükür gibi oldu ama hiçbirimiz sınır ötesi harekát oldu mu, olmadı mı anlayamadık. Sınır ötesi harekát oldu diyenler bile yarım ağız konuştular. O günden sonra da "anında istihbarat" bir daha hiç gözükmedi.
* * *
Aynı tarihli yazıda şu soruyu da sordum:
"Bush görüşmesinin ardından DTP’nin PKK sempatizanlığı/yakınlığından sıyrılıp, açık seçik PKK politikalarını savunarak, resmen olmasa bile fiilen PKK’nın siyasi uzantısı haline gelmesi de bir tesadüf mü?
Kürt unsurların resmi ortamlarda federasyonu bu kadar pervasızca savunduğu başka bir dönem hatırlıyor musunuz?"
* * *
Hatta 20 Kasım’da ("DTP Akıllı Oynuyor") aralarında kendimin de bulunduğu DTP’nin kapatılmasına karşı çıkan insanları da uyardım:
"DTP’nin kapatılmamasının, PKK’nın siyasi uzantısı haline gelmesinin kabulü anlamına geleceğini öngörebiliyorlar mı? Bu durumu hazmedebilecekler mi?"
* * *
Artık çok açıktır ki; 5 Kasım’da sağlandığı söylenen Erdoğan-Bush mutabakatı içinde:
1) DTP’nin PKK’nın siyasi kolu olarak siyasallaşmasına izin verilmesi.
2) PKK’lılar için kısmi af çıkarılması.
3) Sınır ötesinde ancak ABD’nin müsaade ettiği kadar harekát (hiç) yapıl(ma)ması.
4) Türkiye’nin haliyle kendi sınırları içinde askeri açıdan istediği gibi davranması vardır.
Bu kararlar kanımca yanlış değil ama özü itibarıyla çok acı ilaçlar içeren kararlardır.
Uygulamak büyük maharet, kararlılık ve kurumlar arası uyum ister.
* * *
Ben hükümetin kamuoyunu doğru yönlendiremediğini, Başbakan’ın çok mütereddit davrandığını görüyordum. Ama bu haftaya kadar TSK’nın nerede durduğunu, kurumlar arası uyumun ne seviyede olduğunu çözememiştim.
Nihayet, geçen hafta Büyükanıt durum saptaması yaptı!
Ben de anladım ki ortada maharet, kararlılık olmadığı gibi uyum da yok!
Yazının Devamını Oku 13 Aralık 2007
BAŞBAKAN hem DTP’nin kapatılmasına karşı çıkıyor, siyasetin demokrasi zemininde yapılması için uyarı yapıyor, hem de PKK’lıları dağdan indirme planının hazırlandığına dair muğlak da olsa ipuçları veriyor. Ben, Başbakan’ı bu açılımlarında destekliyorum. Ayrıca gazetelere göre, muhalefet şiddetle karşı çıksa da; Başbakan Tayyip Erdoğan’ın "Askerimizle birlikte çalışıyoruz" dediği "PKK’yı dağdan indirme planı", acil önlemlerden çok, uzun vadeli bir stratejiyi içeriyor.
Başbakan, PKK konusunda attığı her adımı TSK ile uyum içinde attığı intibaı veriyor.
* * *
Ancak, Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt’ın son açıklamaları, beni hükümet ile TSK arasında "uyum" olduğu konusunda şüphelere itti.
Büyükanıt, PKK’nın siyasallaştığını ve legalleştiğini söyledi ve bunun hem dış, hem de iç destek sayesinde olduğunu beyan etti. Hatta "iç destek olmasa dış destek o kadar etkin olmaz" dedi.
Açıklama ertesi "örgütün siyasallaştığı, legalleştiği" yönündeki sözleri hatırlatılması üzerine Büyükanıt, "PKK siyasi olarak Meclis’e girerek legalleşmiştir. Geriye örgüt boyutunda legalleşme kalmıştır" diye ilave etti.
Büyükanıt’ın "PKK siyasi olarak Meclis’e girmiştir" mealli sözleriyle DTP’yi kastettiği ve "siyasallaşmaya" karşı çıktığı çok açık.
Hatta sözleri bir suç duyurusu olarak da kabul edilebilir.
Bu sözlerin hükümetin zımni olarak açıklanan "yol haritası" ile mutabakat içinde olmadığı da belli.
* * *
Öte yandan Başbakan, "PKK’yı dağdan indirme planını-eve dönüş yasasını", muhalefete karşı "Askerimizle birlikte çalışıyoruz" diye savunurken Büyükanıt, "eve dönüş" yasası tartışmaları için "O konuda yorum yapmam, polemik yapmak istemem" de dedi.
"Polemik yapmak istemem" sözü, ortada bir polemik konusu (anlaşmazlık) olduğunu ama bunu ifade etmek istemediğini ima ediyor.
Genelkurmay Başkanı’nın bu sözlerinin ardından Başbakan bu sefer de dün, "Uçak seyahatim sırasında eve dönüş konusunda bir yeni yasa yapılıyor gibi bir açıklama yapmadım. Böyle bir açıklamam olmamıştır. 221’inci maddeyle ilgili söylediklerim mevcut yasayla ilgilidir ve amaç dağa çıkışı engellemektir" dedi!
"Eve dönüş yasası" ile ilgili kastı yeni bir yasa değil, 221. maddenin tadilatı olsa dahi bunun da TSK ile birlikte hazırlanmadığı açık. Zaten dünkü açıklamasında Başbakan, "221. maddede tadilat yapmak için önerilere açık" olduğunu söyleyerek kimseyle birlikte bir çalışma yapılmadığını kabullenmiş oldu.
* * *
PKK ile nasıl mücadele edildiği konusunda kafam her geçen gün beter karışıyor. 1 Aralık’ta sınır ötesi harekát yapıldı mı, yapılmadı mı; "harekát"ta 30 kişi mi öldü, yoksa kimsenin burnu dahi kanamadı mı; neredeyse etrafı tamamen sarıldığı 1 haftadır her gece haberlerde tekrar tekrar ilan edilen 300 PKK’lı neden bir türlü halledilmiyor, ben bu tür müphem kalan konuların içinden bir türlü çıkamıyorum.
Irak’ın PKK’yı düşman ilan ettiği bizzat Bush tarafından açıklandıktan sonra, bir TV muhabirinin (Kanal D) büyük riskler alarak Kandil Dağı’nda peşmerge ile PKK’nın yol üzerinde karşılıklı denetim noktaları kurup sohbet ettiklerini gözlemlemesi, kafamı daha da beter karıştırıyor.
* * *
Bizim ABD ile birlikte hazırladığımız, AKP ile TSK’nın üzerinde uyumlu çalıştığı bir yol haritamız var mı, yok mu?
Yazının Devamını Oku 12 Aralık 2007
AKP iktidarına itikat seviyesinde destek veren eski liberal-neo AKP’li arkadaşlar, desteklerine bugüne dek haklı gerekçeler de buluyorlardı. AKP iktidarının başarılı AB yürüyüşünü ve ekonomik performansını ön plana çıkararak duruşlarını savunuyorlardı. AKP iktidarı 2004 yılına dek AB önünde çetin bir mücadele verdi. IMF reçetelerini harfiyen uygulayarak ekonomiye büyük nefes aldırdı.
Ama sanki her iki konuda da şimdi bir geri dönüş başladı.
* * *
Gözüken odur ki AB ile cicim ayları son iki yıldır duraklama dönemine girdikten sonra şimdi de gerileme dönemine giriyor.
"Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy, 14 Aralık’taki AB liderler zirvesinin sonuç bildirisinde Türkiye ile ’üyelik’ ve ’katılım’ sözlerinin bir arada anılmasını engelledi." (Radikal-11.12.07)
Gazeteler topu Sarkozy’ye atıyorlar ve bize destek veren ülkelerin onun şantajına boyun eğdiğini yazıyorlar! Sarkozy bizi zaten istemiyordu ama diğerleri neden ona boyun eğsin?
Yine de hükümetin bu tezin üzerine atlayacağından hiç şüpheniz olmasın.
Ancak, aradaki soğukluğun nedenlerine bakılınca raporda şu ifadelere de rastlanıyor:
"Türkiye’nin üyelik şartlarının hepsini yerine getirememesi, yargı ve siyasi reformlarda yavaşlaması ve limanlarını Rumlara açmaması gibi ’eksiklikler’ uzun uzun sıralandı."
Reformları yavaşlatan kim? Türkiye! Limanların Kıbrıslı Rumlara açılacağının sözünü verip tutmayan kim? AKP iktidarı! 301. maddenin üzerine yatan kim? Erdoğan iktidarı!
İstanbul’daki Hrant Dink, Trabzon’daki rahip cinayetlerinin, Malatya’da misyoner katliamının soruşturması hangi hükümet döneminde savsaklandı? AKP Hükümeti!
* * *
Öte yanda, 2007-üçüncü çeyrek milli gelir rakamları pek çok kişi için sürpriz oldu.
"Üçüncü çeyrekte 1987 sabit fiyatları ile GSYİH yüzde 1.5 ve GSMH yüzde 2.0 büyüdü. 2007’nin ilk dokuz ayında büyüme aynı sıra ile, yüzde 3.6 ve yüzde 4 oldu. Son bir yılın büyümesi ise her ikisinde yüzde 4.1’e geriledi." (Asaf Savaş Akat-Vatan-11.12.07)
Bazı ekonomistler son yıllardaki yüksek büyümeyi dünya konjonktüründeki aşırı büyümeden Türkiye’nin yüksek faiz-düşük kur politikaları sayesinde kaptığı sıcak paraya dayandırıyorlardı. Şimdi dünyada da "cicim ayları" bitti, artık olası bir küresel krizden bahis ediliyor. Türkiye bu krize yapısal hiçbir tedbir almadan yakalanabilir.
Bence Korkmaz İlkorur’un şu soruları çok anlamlıdır:
"1) Olası bir kriz, Türkiye’de ciddi bir büyüme, dolayısı ile istihdam ve gelir sorunu yaratacaktır. Bu kur-faiz politikası ile Türkiye’nin daralan bir küresel ekonomide bu soruna kısmi de olsa bir çare bulması mümkün müdür?
2) Türkiye, ekonomik büyümesinde iç pazara daha fazla dayanmak isteyecek midir? İsteyecek ise faiz politikası ne olacaktır?
3) Faizleri düşürecek midir? Düşürdüğü takdirde ’enflasyon’ nasıl etkilenecektir?"
* * *
Şimdi bu sorulara şunları da ekleyelim: 1 Aralık’ta sınır ötesi harekát yapıldı mı, yapılmadı mı? 5 Kasım’da ABD’de Bush ile PKK ve Kuzey Irak konusunda nasıl bir mutabakat sağlandı? (Kısmi) af bu mutabakat içinde var mı, yok mu? Hükümetin af konusunda ne demek istediğini anlayan var mı? AB’den tamamen kopan bir Türkiye ABD ile ilişkilerini nasıl tanzim eder?
* * *
Korkarım, eski liberal-neo AKP’li arkadaşların dayanak noktaları bu dönemde büyük darbeler alacak. Onların bu konuların takipçisi olup olmayacaklarını, hükümeti uyarıp uyarmayacaklarını, eleştirip eleştirmeyeceklerini çok merak ediyorum!
Yazının Devamını Oku 11 Aralık 2007
BAŞBAKAN’ın türbanlı olduğu için kürsüden indirilen öğrenciyi telefonla arayıp moral vermesinin ardından gazetelerde, iddialara göre, Amasya’da oruç tutmadığı için okuldan ayrılmak zorunda kalan öğrencilerin ve İstanbul’da Alevi olduğu için öğretmeninden dayak yiyen bir öğrencinin de bulunduğuna dair haberler çıktı. Başbakan’ın bu öğrencilere de sahip çıkması gerektiği vurgulandı. Ben de Başbakan ne yapacak diye merakla beklemeye başladım. Başbakan, dayak yiyen Alevi öğrenciyi de aradı!
Başbakan’ın türbanlı öğrenciyi aramasına vurgu yapan gazeteler, Amasya ve İstanbul’da cereyan ettiği iddia edilen olaylarla ilgili ne gibi incelemeler yapıldığını aynı titizlikle vurgulamadılar ama belli ki Başbakan bu konuyu da takip etmiş ve çok iyi yapmış.
* * *
TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu Başkanı Zafer Üskül’ün açıkladığına göre, İstanbul Esenler’deki Ali Kul Çok Programlı Lise’de görevli edebiyat öğretmeni Z.Y.’nin, Alevi bir öğrenci üzerinde baskı kurduğu yönündeki iddiasını komisyon araştırmış.
Komisyon raporunda şöyle deniyor:
"Öğretmenin ramazan ayında, sebebi ne olursa olsun oruç tutmayan bir öğrenciye, ’Neden oruç tutmadığını’ sorması, din ve vicdan özgürlüğüne, kimsenin dini inanç ve kanaatlerini açıklamak zorunda olmadığı şeklindeki açık Anayasa hükümlerine aykırılık teşkil ettiği saptanmıştır."
Ayrıca Üskül, "Bu olay, açık bir insan hakları ihlalidir. Bu tür olaylarla karşılaştığımızda komisyon olarak olayların üzerine gideceğiz" diye ilave ediyor.
Zafer Üskül, komisyonun Amasya’da yaptığı incelemede ise yönetimin veya öğretmenlerin herhangi bir baskı kurmadığına oybirliği ile karar verdiklerini söylüyor.
Ancak Üskül, yurtta kalan ve daha sonra yurttan ayrılan öğrencinin, mahalle baskısı da denilebilecek bir arkadaş baskısı altında kaldığını ifade ettiğini kaydediyor.
Ben, Zafer Üskül’e kendimi borçlu hissettiğim için bu yazının başlığında kendisine teşekkür ettim.
Zira, AKP’den milletvekili adayı olduğunda hukukun üstünlüğüne her daim duyarlılıkları nedeniyle kendilerine büyük saygı duyduğum Mehmet Elkatmış ve Ertuğrul Yalçınbayır’ın 22 Temmuz’da aday yapılmamalarına kızdığım için Zafer Üskül’e bir uyarı yazısı yazmıştım. O da aramış ve her koşul altında aynı duruşu sergileyeceğini ifade etmişti.
Tabii ki, İnsan Hakları İnceleme Komisyonu’nun tüm üyelerine teşekkür borçluyum ama çoğunluk partisi istemeseydi, çoğunluk partisinden gelen Komisyon Başkanı (Zafer Üskül) savsaklasaydı, komisyon çalışamazdı.
Böyle bir başlıkla bir borcumu eda etmek istiyorum.
* * *
Zafer Üskül’ün şu sözleri çok önemlidir. "Bu olay, açık bir insan hakları ihlalidir. Bu tür olaylarla karşılaştığımızda komisyon olarak olayların üzerine gideceğiz."
Hepimizin hukukun üstünlüğünün teminatı altında olduğumuzu bilmek temel hakkımızdır. Ancak, hukukun üstünlüğünü henüz kurumsallaştıramamış toplumlarda nerede, ne ile karşılaşacağımızı bilemeyiz. Şimdi en azından başvurularımızı hakkıyla değerlendirecek olan bir TBMM Komisyonu’muz olduğunu biliyoruz.
Komisyondan ufak bir ricam da var. Üskül, Amasya’da öğretmen baskısı tespit edilemediğini ama söz konusu öğrencinin mahalle baskısı da denilebilecek bir arkadaş baskısı altında kaldığını ifade ettiğini kaydediyor:
Mahalle/arkadaş baskısına engel olmak da okul yönetiminin görevleri arasına girmez mi? Komisyon bu konuda okul yönetimini uyarsa, bu uyarı hepimizin kulağına küpe olmaz mı?
Yazının Devamını Oku 9 Aralık 2007
TÜRKİYE’ye egemen siyaset maalesef son yıllarda kabaca iki uçta yapılıyor: CHP ve TSK’nın temsil ettiği "laikçi siyaset" ve AKP’nin temsil ettiği "ılımlı İslamcı siyaset". Her iki kesim zaman zaman liberal siyasetin izdüşümlerini yakalıyor ama ortada ilaç niyetine de olsa sosyal demokrat siyaset yapan kimse yok.
Peki "Türk aydını" ne yapıyor?
Aydın, aydın olmak için ivedilikle her iki uca da eşit mesafede durması gerekirken, önemle medyada aydın olarak köşe tutanlar, bir tarafı seçerek açık taraftar oluyorlar ve karşı tarafa ağız dolusu sövmeyi hüner addediyorlar, parsayı böyle kaptıklarına inanıyorlar.
Ayrıca, aydın olmanın temel özelliği iktidara da, muhalefete de muhalefet yapmak, kamu adına kamuyu yönlendirenlerin eksik ve gediklerini aramak iken bizim medya aydınları sadece kaşı tarafa muhalefet etmeyi, tuttukları tarafı ise cansiperane savunmayı seviyorlar.
Bunlar arasında eski liberal-neo AKP’li bir yalaka ekibi var ki, çok sakil bir tavır sergiliyorlar. Liberalizm adına tarihe nasıl hesap vereceklerini ben çok merak ediyorum.
* * *
Türk aydınının taraf olma uğruna bilime bile sövme sefaleti, Tarhan Erdem’in araştırmalarına verilen tepkilerde ayan beyan ortaya çıkıyor.
Tarhan Erdem yazın yaptığı seçim anketiyle bir tarafın takdirine mazhar olup, diğer tarafın hışmına uğrarken kışın yaptığı dindarlık anketiyle bu kez cenahlardan ters tepki aldı; örneğin yazın alkışlayanların kışın hışmına uğradı.
Halbuki ekip aynı ekip! Tecrübe aynı tecrübe! Fark şu: Bir araştırma bir tarafın işine gelirken, diğer araştırma öteki tarafın işine geldi.
* * *
Tarhan Erdem bu kez klasik İslamcılar ile eski liberal-neo AKP’lilerin hışmına uğradı.
Bilimsel bir araştırmaya sövme yarışına girenlerin ortak paydaları ise şöyle:
Bunlar bilimsel araştırmalarda ulaşılan sonucun değil, kullanılan bilimsel metodolojinin eleştirildiğini, bulgunun eleştirisinin de metodoloji üzerinden yapıldığını hiç bilmiyorlar.
Bilimde gerçeğin tekil olmadığından, sadece metodolojide tekillik aranacağından bihaberler. Galiba bu yüzden bugüne dek Erdem’in çalışmasının metodolojik hataları üzerine bir satır yayınlamadılar.
Üstelik, davranış/tutum/tercih/algılama gibi oldukça subjektif insan karakteristiklerini ölçen araştırmaların kalitesinde fark olmadığı halde sonuçlarının farklı olabileceğinin farkında dahi değiller.
Bilim tarihinin bu farklılıkların tartışılması üzerine kurulu olduğunu da henüz duymamışlar.
Tarhan Erdem’in bulgularının kendi algılamalarıyla uyuşmadığını söylemelerinin araştırmayı eleştirmek için yeterli olduğunu ise çözemediler.
* * *
Bunun içindir ki, hem de titri "Prof. Dr." olan birisi "Şiddetine göre üç tür yalan vardır: Yalan, kuyruklu yalan ve istatistik" diye yazarak sırf iktidara yaransın diye bir bilim dalını tümden karalayabiliyor.
Harvard’lısı iki ayrı araştırmayı içeriklerine hiç bakmadan, sadece yapıldıkları tarihleri gözeterek eleştirebiliyor. (İsmet Berkan’dan cevabını aldı.) Yine aynı Harvard’lı, seviyesini ilkokula düşürerek sınıf öğretmenine şikáyet eder gibi ayrı sonuçlara ulaşan iki araştırmayı yayımlayan iki gazeteyi aynı olan patronuna şikáyet ediyor.
Metodolojiden zerre kadar nasibini almamış birisi ise herhalde sadece rivayetlere dayanan analizler yapabildiği için "Bir rivayete göre (’araştırma’ demek istemiyorum), son birkaç yıl içinde örtünenlerin sayısı dörde katlanmış" diyebiliyor.
* * *
Hangi Tarhan Erdem’i seversiniz? Yazlık olanı mı, yoksa kışlık olanı mı?
Yazının Devamını Oku