Cüneyt Ülsever

Eski liberallere sitem

3 Şubat 2008
BU dönemde yaşadığım hayal kırıklıklarından birisi, bazı arkadaşların liberal-demokrat kisvesi altında AKP’ye şartsız şurtsuz sahip çıkmaları, hatta bazılarının işi yağdanlık derecesine vardırmalarıdır. Kendisini liberal-demokrat olarak tarif eden bir kişi olarak bu arkadaşlar mertçe "Biz artık değiştik, AKP’li olduk!" deseler dertlenmeyeceğim, "Yolunuz açık olsun!" diyeceğim. Ama "Meseleye liberal-demokrat olarak bakıyorum" diye söze başlayıp AKP’lilerin dahi yüzünü kızartan yağlar çekenler, anti-liberallere "Liboşlar her daim iktidar yalakası olurlar" demek hakkı veriyor ki, işte bu sözler içimi acıtıyor.

* * *

Yeni Şafak, Zaman, Star, Sabah vb. gazetelerde yazan bu arkadaşlar, aynı zamanda bu gazetelerin etki alanında olan TV’lerde program yapıyorlar. Sakın yanlış anlaşılmasın, bu gazetelerin genel politikaları veya tüm köşe yazarları benim kasıt alanıma girmiyor.

İsteyen istediğini söyler. Ben eski liberal-neo AKP’li arkadaşlara sitem etmek istiyorum.

Ben onlardan her türlü siyasal görüşe eşit mesafede durmalarını, dikkatlerini proje bazında yoğunlaştırmalarını, dünyaya liberal-demokrat gözle bakarken bu açıdan doğruya "doğru", yanlışa "yanlış" demelerini beklerdim. Üstelik aydının her daim özünde muhalif olduğunu hatırlamalarını isterdim.

Örneğin, yıllardır türbanla üniversiteye giremeyenlerin "dışlanmışlık" duygusuna sahip çıkarken aynı zamanda diğerlerinin "tehdit algılaması"na da sahip çıkmalarını beklerdim. Nasıl ki bu ülkede samimi inananlar varsa, aynı şekilde samimi bir şekilde "laikliğin kaybedilmesinden" korkanlar olduğunu da görmelerini beklerdim. Bir tarafın duygularını/algılamalarını içlerken diğer tarafın duyguları/algılamaları ile alay etmek, bırakın liberal-demokrata, kendini aydın addeden kimseye yakışmaz.

* * *

"Şiddetine göre üç tür yalan vardır: Yalan, kuyruklu yalan ve istatistik" diye yazarak sırf iktidara yaransın diye bir bilim dalını tümden karalayabilen Prof.’ların, "Bütün liberaller AKP’ye oy verdi" diyecek kadar gözü dönmüş gazetecilerin, AKP merkezinden yönetilen ve hukuk tarihimize bir yüz karası olarak geçen Van 100. Yıl Üniversitesi eski Rektörü Yücel Aşkın’a reva görülen zulme bigane kalmaları, vebali liberal demokratlığın üzerinde kalan en büyük çifte standart uygulamalarından biridir.

Atilla Yayla, ceza yediği konuşmayı AKP’nin davetlisi olarak İzmir’de yaptıktan sonra "Aman çamur bize bulaşmasın" diyen AKP’liler tarafından açıkça satıldı. Mustafa Erdoğan sonuç vermeyen ilk tur AİHM yargıçlığı seçiminde başka bir adayın seçilmesini isteyen AKP’liler tarafından maşa olarak kullanıldı. Arkadaşlardan her iki konuda AKP’yi kınayan bir kelime bile çıkmadı

Neo-AKP’lilerin, kendileriyle birlikte tavır alan insanların satıldıklarında/kullanıldıklarında bile "Aman AKP’liler kızar!" diyerek AKP’yi kınayamamaları ayıptır.

AKP’nin türban uğruna 301’i bir kez daha satmasına da bu "özgürlük áşığı!" arkadaşlar sessiz kalıyorlar.

* * *

Bakalım son rezalete ne diyecekler?

"Sıkıysa istediğimiz gibi konuşmasın" diyerek Maliye Bakanı tarafından aşağılanan YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan, göreve geldiğinde üniversitelerde özgürlüğü savunacağını söylemişti. Aynı başkan, herhalde aldığı bir emirle, son anda rektörlerin türbanı tartışmasını yasaklamaya kalktı. Reddedilince de rezil oldu.

Özal iktidarında liberal olan, Erdoğan iktidarında Milli Görüş’e kayan, bir sonraki iktidar döneminde hangi görüşte olacaklarını tahmin edemediğim arkadaşlar, bakalım YÖK Başkanı’na ne tepki verecekler?

Unutulmasın, aydınlar tarih önünde hesap vermeye mecburdurlar!
Yazının Devamını Oku

Türban işinin sonunda suyu çıktı

31 Ocak 2008
AİHM’nin "Leyla Şahin Kararı"ndan sonra bu köşede defalarca Başbakan ve Cumhurbaşkanı’nın eşlerine başlarını başörtüsü ile örterek bir jest yapmalarını, karşı tarafa bir el uzatmalarını rica eden yazılar yazdım. Meramım tarafları ortak bir noktada buluşturmaktı. Bu teklifim nedeni ile AKP’liler ve yağdanlıkları tarafından aşağılandım, benim "saftorik iyi niyetimle" alay ettiler.

Şimdi bakın YÖK’de yapılması teklif edilen değişikliğe:

"Hiç kimse başının örtülü olması sebebiyle yüksek öğrenim hakkından yoksun bırakılamaz, bu yönde uygulama ve düzenleme yapılamaz. Ancak başın örtülmesi, kişinin yüzünü açık ve kimliğinin tanınmasına izin verecek ve çene altından bağlanacak şekilde olması gerekir."

Ben bir jestten, bir tavırdan bahsediyordum. Daha evvel başörtüsü ile alay edenler şimdi "başörtüsü yasası" çıkarıyorlar.

Dünyada hukukun bu kadar küçük düşürüldüğü ülkeler sadece diktatörlerin ülkesidir.

Bir giysinin nasıl giyileceğini tarif eden bir başka yasa dünyanın bir başka ülkesinde var mıdır, çok merak ediyorum.

Örneğin, don nasıl giyilir diye açıklayan bir yasa metni var mıdır?

Galiba bunun da yetmeyeceğinden korkmuşlar ki, kendisi de bir hukukçu olan eski Adalet Bakanı Cemil Çiçek bir ara yasaya resim bile koymayı düşündüklerini söylemiş.

Çizgi roman bir yasa tahayyül edebiliyor musunuz?

* * *

Ama ben bugün yasanın garabeti üzerinde değil, hukuki çıkmazı üzerinde duracağım.

Eğer, laiklik devletin tüm inançlara eşit mesafede olması ise ve eğer Anayasa herkesin yasalar önünde eşit olduğunu söylüyorsa Ergun Özbudun Hoca’ya soruyorum.

1) Baş örtmek sadece Müslümanların talebi olduğuna ve bu ülkede başka dinden ve inançtan insanlar da yaşadığına göre bir din veya inanç diğerlerinden ayırt edilerek ona özel haklar sağlayan yasa maddeleri çıkarmak Anayasa’nın (inançlara eşit mesafede durmak açısından) laiklik ilkesi ve ayrıca kanun önünde eşitlik ilkesi ile çelişmiyor mu?

2) İnancı gereği başını bağlamak isteyen Müslümanlara cevaz verilirken kendi inançları gereği kipa, açıkta haç takmak, başını kırmızı kuşak ile bağlamak vb. isteyen diğer din ve inançlara mensup insanlar bu haktan nasıl faydalanacaklar, faydalanacaksalar hangi yasanın hangi maddesine göre bu mümkün olacak?

* * *

Ayrıca aklıma başka bir konu da takıldı.

İslami hassasiyeti en yüksek iktidarın döneminde YÖK yasasında yapılan değişiklikte sadece başörtüsü tarifi veriliyor ve böylece diğer baş örtme şekli olan türbana cevaz verilmiyor, türban hálá yasak kalıyor.

Başbakan daha önce:

"Velev ki siyasal simge olsun ne çıkar. Türkiye’de, üniversitelerde, siyasal simge yasak mı?" demişti.

Şimdi Başbakan’a soruyorum. Sadece başörtüsüne cevaz veren, türbanı hálá dışlayan bu yasa değişikliği ile yukarıdaki sözünüzün önünden "velev ki" ifadesini siz kendiniz kaldırmış olmuyor musunuz? Eğer simge olmasaydı, türban da serbest olmaz mıydı?

Siz de türbanın siyasi simge haline geldiğini kabullendiğiniz için başörtüsü tarifi yapmış duruma düşmediniz mi? Halbuki türbanı sizin partiniz yıllarca savundu.

* * *

Anayasa’nın 24. maddesi: "Kimse....dini veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri istismar edemez ve kötüye kullanamaz" dediğine göre Partinizin anayasal suç işlediğini bu yeni yasa sayesinde bizzat TBMM kabul etmiş olmayacak mı?
Yazının Devamını Oku

Türk Eğitim Derneği:Sivil şûra!

30 Ocak 2008
TÜRK Eğitim Derneği (TED) 80 yıldır var. Atatürk, 1 Kasım 1925’te TBMM’nin açılışında eğitimde hedeflenen seviyeye ulaşmak için özel girişimin çalışmalarına ihtiyaç duyulduğunu ifade eden bir konuşma yapıyor ve topluma çağrıda bulunuyor. TED de bu temel vizyon doğrultusunda Atatürk’ün ve arkadaşlarının öncülüğünde 31 Ocak 1928 tarihinde kuruluyor. İlk başkanı İsmet İnönü! 80 yıllık gelişim sürecinde kaliteli eğitime gönül veren TED ülke genelinde 21 okul, 6 şube, 1 temsilcilik, 1 yurt kurmuş, 46.000 öğrenciye burs imkánı sağlamıştır.

Ben de ilkokulu TED Ankara Koleji’nde okumuş bir insan olarak hem okulumla, hem de TED ile gurur duyuyorum.

* * *

Son yıllarda Selçuk Pehlivanoğlu’nun başkanlığı devralması ile birlikte TED’in bir dernek olarak medyada görünümü mislisiyle arttı.

Zira, TED yeni döneminde sadece kendisine bağlı "kolejler" için fikir, proje ve öneriler üretmiyor, mesaisinin büyük bölümünü tüm ülkenin eğitim sorununa çözümler aramaya, projeler üretmeye adıyor.

TED kuruluşunun 80. yılında çok büyük bir forum düzenledi. 28-29-30 Ocak tarihlerinde Ankara’da düzenlenen forumda uluslararası bir yaklaşım sergilenerek "Eğitim Hakkı ve Gelecek Perspektifler" tartışıldı. Foruma dünyanın ileri gelen eğitimcileri katıldılar ve eğitimin çeşitli meseleleri ile ilgili tebliğler sundular.

Türkiye’nin tüm bölgelerinden 1400’ün üzerinde eğitimci ve yönetici 3 gün forumu dikkatle izlediler.

* * *

"Eğitimin ideolojik anlamı", "Küreselleşme ile eğitim ilişkisi", "Eğitimin sürdürülebilir ekonomik kalkınma üzerindeki etkisi", "Eğitim hakkı: Erişim ve etkinlik", "Gelecek için perspektifler" tartışılan konular arasında en fazla ilgimi çeken meselelerdi.

Forumda konuşulanlar kitap halinde basılacak. Eğitime gönül vermiş ama bu foruma katılamamış herkes bu kitaba ulaşmalıdır.

* * *

Geçmişi konuşa konuşa bir hal olmuş, bıkmadan usanmadan projeleri değil tarafgirliği tartışan, kendi haklılığını kurgularken karşı tarafı dinlemeye vakti bile olmayan Türkiye’de birilerinin geleceği konuşmayı, tartışmayı tercih etmesi beni çok ama çok mutlu kıldı.

İnsanlarımız ve bilhassa eğitimcilerimiz geleceği tartışmaya o kadar hasretmişler ki koskoca salon iğne atsan yere düşmez deyimini doğrulayan bir görünüm arz ediyordu.

Önünü görmeden yaşayan insanlarımızın bundan ne kadar bıktığını bu forumda gözlerimle gördüm.

* * *

Ancak, bence forumun en önemli katkısı Türkiye’de ilk defa bir sivil eğitim şûrası gerçekleştirmesi idi.

Bu forumdan çıkacak neticeleri, önerileri, proje tekliflerini Milli Eğitim Bakanlığı’nın dikkate almaması mümkün değildir, zaten Bakan da forumda bir konuşma yaparak açık desteğini göstermiş oldu.

Eminim, artık sivil şûralar zaman içinde bir gelenek haline gelmeye başlayacaktır.

* * *

Ben kendi geleceğini kendi kendine, devlet babaya yük olmadan veya onun emir komuta zincirine takılmadan tartışan bir Türkiye’yi çok seviyorum.

Geleceği merak etmeden yaşayamayız!

Sivil şuraya önayak olduğu için TED’e çok teşekkür ediyorum!
Yazının Devamını Oku

Aleviler ne olacak?

29 Ocak 2008
TÜRBANLA yatıp türbanla kalktığımız bir ortamda herkesin aklına çeşitli sorular takılıyor. Benim aklıma takılan soru ise şu:

Anayasa’da kılık kıyafetle ilgili bir düzenleme yapıldıktan sonra bu maddeden ezici çoğunlukla başlarını örtmeyi dini inançları gereği sayan Sünni öğrenciler faydalanacak ama üniversiteye hepsi de inanca dayalı simgeler olduğuna göre Yahudiler kipa ile, Ortodokslar boyunlarındaki büyük haçlarla, Satanistler kara cüppeleriyle girebilecekler.

Zira, laikliğin bir temel öğesi var:

Devlet tüm dinlere, mezheplere ve inançlara aynı mesafede durmak zorundadır!

* * *


Şimdi soru şu:

Devlet çeşitli inançlar arasından sadece birisini seçerek, açıkça ayrım yaparak Anayasa’da düzenleme yapabilir mi?

Bu ülkede türbanlılara karşı ayrımcılık uygulanıyorsa, Alevilere karşı ayrımcılık hayda hayda uygulanıyor.

Ayrımcılık yapıldığını Başbakan da kabul ediyor, Diyanet İşleri Başkanı da!

Ayrımcılığı yapan ana kurum da Diyanet!

Ülkede ayrım yapılmaksızın Sünnilerden, Alevilerden, Yahudilerden, Ermenilerden, Rumlardan eşit oranlarda vergi alındığı halde Diyanet Alevilere, Yahudilere, Ermenilere, Rumlara hiçbir dini hizmet vermiyor.

Örneğin, Aleviler milyonlarla ifade edilen nüfusları çerçevesinde ödedikleri vergiler oranında Diyanet’i finanse ediyorlar ama Diyanet’in kapısı onlara kapalı.

Anayasa’da yapılacak "türban değişikliği" ile Aleviler bir kez daha dışlanmayacak mı? Bu durum "din ve vicdan özgürlüğü"ne aykırı düşmeyecek mi?

* * *

Denecektir ki, ülkede büyük çoğunluk Sünni Müslüman! İyi de, anayasalar azınlıkta olanlar ile çoğunluklar arasında ayrım yapar mı?

Nüfusu 10 binlerle ifade edilen Rumlar ile milyonlarla ifade edilen Sünniler arasında kanun önünde bir fark var mıdır?

* * *

Belki de şimdilik sadece Sünniler gözetilecek, Anayasa toptan değişirken Alevilerin hakları teslim edilecektir!

O zaman ben de talep ediyorum. Anayasa ve insan hakları komisyonları, Anayasa’yı hazırlayanlar, yeni Anayasa’da Aleviler lehine ne gibi düzenlemeler yapılacağını şimdiden ilan etsinler.

Ben özellikle Diyanet ayağını sorguluyorum.

Yeni Anayasa’ya göre Diyanet, Alevilere ne gibi hizmetler verecek?

Hatta merak ediyorum; çok büyük azınlık olsalar dahi "devletin tüm inançlara aynı mesafede durması" prensibi etrafında ülkemizde temsil edilen ana dinlere bağlı Yahudiler, Ermeniler, Rumlar ile ilgili olarak kıymetli Anayasa hazırlayıcılarımız, Diyanet’e ne gibi görevler vermeyi düşünüyorlar?

* * *

AKP’de genel seçimleri genel merkez, yerel seçimleri ise partinin kılcal damarlarını oluşturan Milli Görüş şekillendirir. Büyük kentler hariç adayları Milli Görüş belirler.

Başbakan’ın konuyla ilgili sert demeçlerini gördükçe kanaat ediyorum ki "türban yasası" tabana seçim öncesi verilen bir hediyeye dönüşmektedir. Milli Görüş’ü Aleviler hiç ilgilendirmediği gibi dışlanmalarında hiçbir mahzur görmezler. Hatta Diyanet’in kapısından içeri bakmalarına gıcık bile olurlar.

Soldan gelip AKP’ye giren milletvekilleri, Alevilerle ilgili ne gibi hazırlıklar yapıyorlar?



Yazının Devamını Oku

Kendine demokratların ülkesi

27 Ocak 2008
ŞAHSİ görüşüme göre, öz itibarıyla "yeniden paylaşım" çekişmesi olan itiş kakış, hep birlikte siyasi sembol olarak kabul edilen "türban mücadelesi" haline dönüşmüş, mücadele alanı olarak da şimdilik "üniversite" seçilmiştir. AKP-MHP ittifakı ile Anayasa’da bazı değişiklikler yapılarak mücadele türban lehine sonuçlanacak gibi duruyor.

Ben ise şimdiden ilan ediyorum. Anayasa değişse dahi kavga bitmeyecek. Bunu herhangi bir hukuki mülahaza ile söylemiyorum. Türkiye’yi üç aşağı beş yukarı tanıyan bir kişi olarak söylüyorum. Hukuk alanında nasıl bir kavga verileceği şimdiden belli. Baksanıza gazetelere, herkesin yorumu farklı. Kim neye niyetli ise gerek Anayasa’da, gerek kanunlarda işine göre bir madde (kulp) buluyor, ona göre "hukuki yorum" yapıyor. Uzmanların gazetelerde fotoğraflarını görünce ne diyeceklerini bir satır okumadan tahmin edebiliyorum.

* * *

Paylaşım mücadelesini tamamlamamış ülkelerde herkes demokrasiyi kendine yontar, kimse karşı tarafın hakkını gözetmez, görünürdeki çekişme de sürer gider!

Türkiye’nin kendine demokrat vatandaşların ülkesi olduğu, türban tartışmasıyla bir kez daha ortaya çıkmıştır.

* * *

Anayasa değişse dahi şu gerçekler değişmeyecektir:

1) Laikçiler dayatma, İslamcılar intikam gayretlerinden vazgeçmeyeceklerdir.

2) Laikçilerden bir Allah’ın kulu "bari kızlarımız okuyacaklar" demeyecek, İslamcılar da diğerlerinin "tehdit algılamasına" yine kulak asmayacaklardır.

3) Ama, yağdanlıklar "AİHM yeni itirazları kesin kabul etmez", türban karşıtları da "AİHM kesin olarak tekrar yasak koyar" diyerek, uluslararası bir kurumun bir konuda ne diyeceğini önden bilmek gibi Türklere ait bir öngörü üstünlüğünde birleşeceklerdir!

4) Dünyada her türlü giysinin modası her yıl tekrar tekrar değişirken 20 yıldır aynı tarzda takılan türban, 20 yıl daha aynı tarzda takılacaktır.

5) Allah’a sadakatini göstermek için siyasilerin, bürokratların hanımları her Avrupa seyahatlerinde tanesi 100’er Euro’dan 10’ar adet Gucci eşarp alarak bir batında 10 defa birden sevaba girmeye devam edeceklerdir.

6) Hizmetçisinin, köy kadınının başını örtmesine ses çıkarmayan laik hanımlar da Kalyon’da, Citys’de, Akmerkez’de gördükleri türbanlı hemcinslerine "Sizin burada ne işiniz var?" gibi anlamlı bakışlar atmaya devam edeceklerdir.

7) İhaleler yine iktidar yandaşlarına gidecek, harcırah alındığı halde yurtdışında yenen yemekler yine devlete ödetilmeye devam edecektir.

8) "Düzen"in başına türban takılması ile düzenin değiştiğini sanan necip Türk milleti birkaç yıl kendisinin iktidar olduğunu zannedecektir.

9) "Alavere dalavere, Kürt Memet nöbete" oyununda Kürtler ile türbanlılar birlikte halay çekmeye devam edeceklerdir.

Not: 20.01.2008 günü yazdığım "Başbakan’ın Hınk Deyicisi" başlıklı yazıya Nazlı Ilıcak açıklama yolladı: "Üniversitelerde başörtüsü yasağı kalktığı takdirde, Leyla Şahin davasının başı açıklara bir destek sağlamayacağını düşünüyorum. Ayrıca, başörtüsü yasağının üniversitelerde kaldırılmasını, AK Parti iktidarından çok önce, 1980’lerden beri savunageldim. Bu, benim için, ilkesel bir tavırdır. 12 Eylül döneminde ’Demirel’in siyasi yasaklarının kalkması’ mücadelesini verdiğimde de bana ’sahibinin sesi’ demişlerdi. Demokrasiden yana tavır almanın zor bir tercih olduğunu siz de bilirsiniz. AK Parti’yi desteklediğim doğru. Ama, iddia ettiğiniz gibi ’Tayyip Erdoğan’ın ’hınk’ deyicisi’ değilim. ’Laiklik elden gidiyor’ gibi safsatalar haricinde, yanlış ve eksik yapılan hususları da eleştirmekten kaçınmam."
Yazının Devamını Oku

Türban kavgası mı sınıf çatışması mı (II)

24 Ocak 2008
GÖRÜNTÜDE hukuki, yaşandığı biçimde sosyal bir mesele olsa da, "türban meselesi" yeniden dağıtım sorununu çözememiş Türkiye açısından temelde bir ekonomik sorundur. Taraflar gelirin yeniden dağıtımını temin edip yeni dağıtım üzerinde mutabakat sağlayana dek çatışma devam edecektir.

Bugünkü görünen alan üniversitedir.

Eğer, temeldeki çatışma sonuçlanmadan türbanlı kızlarımız üniversiteye gitme hakkı kazanırsa, bilahare "üniversitede okuyarak meslek kazanma hakkı verilmiş türbanlıların neden mesleklerini kamu görevlerinde icra edemeyecekleri" sorgulanacaktır.

Sakın yanlış anlamayın. Türban bir inanç meselesi değildir, demiyorum. Sosyal boyutunu da inkár etmiyorum. Ama ayrışım, özünde "paylaşım meselesi"dir, diyorum.

Daha önceleri de yazdığım gibi eski bir TV dizisinden hareketle sosyolojik itilmiş ile ekonomik kakılmışın aslında karı-koca olduğunu söylemeye çalışıyorum.

Çoğumuzun neredeyse unuttuğu gelir dağılımındaki muazzam bozukluk, tarafların adil bulduğu bir seviyeye erişmedikçe ben bu kavganın bitmeyeceğine inanıyorum.

Sosyal demokratların bu alanı sağdaki partilere teslim etmiş olması da Türkiye’nin en büyük garabetlerinden birisidir.

Çatışma, klasik Marksist tanımlama ile emek-sermaye çatışması da değildir, çok daha karmaşık seviyede Cumhuriyet’i bürokrasinin kurması sonucu merkez-taşra, mülkiyet sahipliği-yoksunluğu, eğitim farkı ile oluşan alt grup meslekler-üst grup meslekler, şehirleşme süreci içinde şehirli-köylü vb. olarak belirginlik kazanmıştır.

Ancak, kökü ne olursa olsun ayrışma, farklı yaşam tarzları kadar farklı yaşam mekánları olarak görüntü kazanmıştır.

Uzun yıllar İstanbul’a gelen Anadolu tüccarı, alkollü içki kullansa da, cebinde bol para olsa da Sirkeci veya Eminönü’nde akşam yemeği yemeyi tercih etmiş, modern eğlence merkezleri Beyoğlu’nu, Şişli’yi kendine ait görmemiştir.

Cumhuriyet’in elitleri yaşam tarzlarını Batı’ya çevirince, yeni yaşamda kendilerine yer ayrılmayanlar da kendilerine ait olan muhafazakárlığa sığınmışlardır.

Katiyen herkes için değil ama itilmiş ile kakılmış için İslam sadece bir inanç sistemi değil, aynı zamanda yaşam tarzı ve son kertede siyasal ideoloji olarak kabul görmüştür.

* * *

Dünden devam edelim. Rahmetli Turgut Özal da muhafazakárlığa oynayan bir siyasi liderdi. Ancak, Özal’ın muhafazakárlığını yumuşak muhafazakárlık olarak tarif etmemin nedeni, onun itilmiş-kakılmış muhafazakára verdiği mesajın iktidarı paylaşma mesajı olmasıdır. Recep Tayyip Erdoğan ise sert muhafazakárlığı tercih ediyor, zira onun vermeye çalıştığı mesaj iktidarı devralma mesajıdır.

Yine yanlış anlaşılmasın, rejimi değiştirecek demiyorum.

Onun hedefi, yıllarca kendilerinden esirgenmiş olan bürokrat egemenliğini kendi tabanına teslim etmektir. Açıkçası, kadrolaşmaktır!

İkinci hedef ise sosyal alanı genişletmektir.

Bu iki alanda emin adımlarla ilerlemesi ise iktidarı kaybedeceğini fark eden kesimde haklı bir tedirginlik yaratmaktadır.

* * *

Benim korkum, Türkiye’nin şeriat rejimine yönelmesi değil, Türkiye’nin iktidarın paylaşıldığı ortak alanda buluşmayı hedeflemek yerine ayrışmanın tersyüz edilmesidir.

Ben taşranın merkeze taşınırken, bu sefer de merkezin taşraya taşınma ihtimalinden ürküyorum.

* * *

Yeniden paylaşma sürecini tamamlamadan Türkiye’nin baş ağrıları bitmeyecek!
Yazının Devamını Oku

Türban kavgası mı sınıf çatışması mı

23 Ocak 2008
SON tartışmalardan sonra iyice iman ettim ki türban meselesi hukuki bir mesele değildir. Marksist terminoloji ile söylersek bir sınıf çatışmasıdır. Türban sadece bir simgedir, ama her iki tarafın da ortak mücadele alanı olarak kabul ettiği bir simgedir.

Bunun için de Anayasa da değişse de, kanunlar teker teker yeniden yazılsa da çatışma bitmeyecektir. Hatta türbanlı öğrenciler üniversiteye gitmeye başlasa dahi mesele çözülmeyecektir.

Bir taraf (türbancılar) alanlarını genişletme, diğer taraf da (türban karşıtları) alanı daraltma mücadelesine devam edeceklerdir.

Zira, her iki taraf da çatışmayı sınıf/zümre/aidiyet çatışması olarak görmektedir. Üstelik, birinin kazandığı/kazanacağı mücadelede diğeri kendine yer olmadığını düşünmektedir.

* * *

Bir taraf sadece türbanı ile değil tarzı/düzeni/algılamaları/kılık kıyafeti ve temelde gelirden aldığı pay ile yıllardır dışlandığı duygusu ile hareket etmektedir.

Bu duygunun evde Kuran okutulup okutulmadığı tartışması ile irdelenmesi mümkün değildir. Zira, dışlanmak duygusu çok geniş bir alanda algılanan Cumhuriyet tarihi kadar, hatta daha da eski bir duygudur.

Üstelik, varlığının somut olarak ispatlanması veya reddedilmesi mümkün değildir.

Zira, algılama algılamadır, bir tarafın algılaması diğer tarafın algılaması ile örtüşmek zorunda değildir.

* * *

Dün Cumhurbaşkanı’nın eleştiren yazımda "Bir partinin/kişinin görüşlerini savunmak ile haklarını savunmayı ayırt edemeyen necip Türk milleti de beni taraflarına göre ya yere göğe koyamazlar, ya da yerden yere vururlar" diye yazdım.

Beklediğim gibi e-postama gelen Kemalist tepkiler beni Abdullah Gül’ün hukuki haklarını savunduğum için suçladılar ve şimdi eleştirdiğim için "Pişman mısın?" diye sordular. Ancak, bir tek mektup dahi "Zaten Gül’ün hukuki hakları yoktur" diye yazamadı.

Benim ne demek istediğime en somut örnek bu okumuş-yazmış aydın ekibi tarafından yazılan mektuplardır.

"Benden olmayanın hukuki hakkı yoktur!"

Sözüm ona aydınlar mesele "türban" tartışmasına gelince bırakın bir siyasinin, suçu sabit katil, hırsız, tecavüzcü gibi çok kötü suçlar işlemiş insanların bile hukuki hakları olduğunu unutuyorlar!

* * *

Ancak, bir elin nesi var-iki elin sesi var prensibi türban meselesinde de çalışıyor. Dışlanma duygusuna karşı geliştirilen tepki de her geçen gün beter bir şekilde intikam duygusuna dönüşüyor.

Tüm ülkenin Başbakan’ı maalesef bir türlü iki elini başı üzerinde birleştirip birlik-beraberlik çağrısı yapamıyor. Her geçen gün Turgut Özal’ın yumuşak ve kucaklayıcı muhafazakárlığı maalesef Recep Tayyip Erdoğan’ın iten, daha önce dışlayanı dışlayan, intikam duygusu ile dolu sert muhafazakárlığa doğru pupa yelken gidiyor.

* * *

İşin en acıklı yönü de ezikliğine sahip çıkıldığını zanneden samimi muhafazakárlar da türbanlı hanımların bürokrat/siyasetçi eşleri ile birlikte malı hamudu ile götürdüklerinin henüz farkında değiller.

Çatışma katiyen hukuki, hatta salt bir sosyal çatışma değildir. Çatışma paylaşım kavgasıdır.

Türkiye yeniden paylaşım kavgasını bitirmeden de türban meselesi bitmeyecektir!

(Yarın devam edeceğim.)
Yazının Devamını Oku

Cumhurbaşkanı’nı anlamıyorum

22 Ocak 2008
BU köşeyi takip edenler bilirler. AKP’nin olumlu icraatını savunur, olumsuz bulduklarımı ise eleştiririm. Bir ben-i adem olarak bazen yanlış, bazen doğru yaparım. Ama değişmeyen bir kural vardır.

AKP’nin hukuki haklarını kurulduğu günden beri savundum.

Bir partinin/kişinin görüşlerini savunmak ile haklarını savunmayı ayırt edemeyen necip Türk milleti de beni taraflarına göre ya yere göğe koyamazlar, ya da yerden yere vururlar.

* * *

Seçim öncesi ve sonrası sancılı dönemde Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığı adaylığını hep savundum. "367"ye açık karşı çıktım. 22 Temmuz öncesi TBMM’ye cumhurbaşkanı seçimi günü girmeyen DYP ve ANAVATAN’a ateş püskürdüm. 27 Nisan’da doğrudan Abdullah Gül’ü hedef alan Genelkurmay açıklamasına aynı sabah bir TV kanalında "Bu bir muhtıradır" diyen ilk kişi Mehmet Ali Birand’a göre ben oldum.

22 Temmuz sonrası kendi gazetemde dahi birçok arkadaşım, Abdullah Gül’ü adaylığı konusunda sağduyuya davet ederken ben adaylığını demokratik hakkı olarak savundum.

Zira bana göre milli irade, ilk hakkı Recep Tayyip Erdoğan’a vermiş idi, o bu hakkı kullanmadığına göre demokratik hak Abdullah Gül’e geçiyordu.

* * *

Ancak, Abdullah Gül’ü bazı konularda ama bana göre en fazla hassasiyet göstermesi gereken akçeli konularda anlamıyorum.

06.11.2007, 11.11.2007, 8.01.2008 tarihlerinde Cumhurbaşkanlığı’nın tadilat bütçesini, şehit ailelerine bağışlamaya söz verdiği halde bir türlü veremediği takı paralarını sorgulayan yazılar yazdım. 08.11.2007 tarihinde Cumhurbaşkanlığı’nın bir sürü soruyu cevaplamayan yazısını kelimesine dokunmadan yayınladım.

Bazı yazarlar da Cumhurbaşkanı’nın Suudi Kralı’nın Ankara ziyaretinde ne gibi hediyeler verdiğini sorguluyorlar. Onlara da bir türlü tatminkár cevap verilmiyor.

Meğerse, "soruların soruluş şekli"ne Cumhurbaşkanı içerliyormuş.

Fatih Çekirge yazıyor:

"1) Hediyeler kesinlikle Cumhurbaşkanlığı kayıtlarında.

2) Cumhurbaşkanı soruların soruluş tarzına çok içerlemiş. Bu şekilde bir soru karşısında Cumhurbaşkanlığı’nın hediyeleri açıklamasının Cumhurbaşkanlığı makamının düzeyini ve ağırlığını olumsuz etkileyeceğini düşünüyor.

Ve şimdi kulağıma fısıldanan en önemli maddeye geliyorum:

- Örneğin bir milletvekili ya da parti grubu Meclis’te bir soru önergesi verse, o zaman düzeyli bir açıklamanın gereği ortaya çıkar.

(...) Bu elbette bir görüş. (...) Benim çıkardığım özet bu." (Hürriyet-21.01.2008)

* * *

Daha önce yardım edeceği şehitlerin adlarını teker teker açıklayan Cumhurbaşkanlığı, daha sonra hayır işinde bilanço çıkarmayı da "şık" bulmamıştı!

Şimdi de Cumhurbaşkanı soruların soruluş tarzına içerlemiş. Ben "hediye" konusunda sık sık yazı yazan Mehmet Y.Yılmaz’ın tüm yazılarını okudum. Yılların gazetecisinin hangi yazısında "tarz yanlışı" yaptığını katiyen anlayamadım.

Cumhurbaşkanı, hangi yetki veya hak ile yazarları "şık" olmayan, "soru sormasını bilmeyen" yazarlar olarak ayırt edebiliyor?

Ben de hálá merak ediyorum: Zorunlu tamirat işleri için % 64 artırılan tadilat bütçesinde yer alan 18.7 milyon YTL’lik (yaklaşık 16 milyon dolar-C.Ü.) bütçeden bugüne kadar hangi işler için ne kadar para harcandı, kimlere, hangi kurallar ile hangi işler verildi?

Bu soruları da muhalefete mi sordurayım ki Cumhurbaşkanı içerlemesin?
Yazının Devamını Oku