4 Mart 2008
BU köşeyi takip edenler bilirler ki beni hükümet ile ilgili en fazla rahatsız eden husus, hükümetin bürokraside yaptığı atamalarda "işi ehline vermek" prensibini takip etmek yerine "benden olsun da nasıl olursa olsun!" prensibini takip etmesidir. Milli Eğitim Bakanlığı’na (MEB) bağlı Talim Terbiye Kurulu (TTK), ülkenin şahdamarlarından birisidir. Eğitimin felsefesine, planlanmasına, zamana ayak uydurmasına önayak olan, okutulacak dersleri saptayan ve müfredatını belirleyen bu kurum, geleceğin Türk insanını şekillendirerek esasında geleceğin Türkiye’sini şekillendirir.
AKP hükümetleri tarafından atanan, ancak 3’ü de sonradan istifa eden TTK başkanlarından en son istifa eden Prof. Dr. İrfan Erdoğan bakın neler söylüyor. (İrfan Erdoğan ile Röportaj, "Her istediğimi yapamadım ama her isteneni de yaptırtmadım", Devrim Sevimay - Milliyet - 03.03.08)
* * *
"-O zaman demek ki kurula da çok hákim değildiniz?
- Doğru, oradaki yapıya tam olarak hákim değildim, ama hiçbir bozguncu grubun da hákim olmasına izin vermedim. Bu sadece benim görüşüm değil, birçok çalışanın da yaptığı bir saptama. Yani belki ben her istediğimi yapamadım, ama her isteneni de yaptırtmadım.
- Mesela neyi yaptırmadınız?
- Mesela Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersiyle ilgili programın kurulda görüşülmesi sırasında Kuran kursunu andıran şöyle bir teklifle karşılaştım: Gruplara ayrılmış bir şekilde düzenlenen sınıfta zorunlu olarak Kuran-ı Kerim’in bulunması, adalet, hoşgörü gibi kavramların kutsal kitap üzerinden münazara edilmesi... Belki daha da önemlisi, benim bu tip konulardaki sorunları ayıklamak için kurulu ikna etmemin yaklaşık 3-4 ayımı alması..."
* * *
Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersi sadece bir dinin (İslam) değil, tüm dinlerin/inançların tarihi gelişmelerini, felsefi değerlerini, sosyal boyutlarını, kültürel önemlerini öğreten, alınması mecburi bir derstir. Dersi, Türkiye’de temsil edilen tüm din ve inançlara mensup okul çağındaki Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları almak zorundadırlar. TTK üyelerinin zihin yapıları, Türkiye’nin nereye taşınmak istendiğini açıklıyor!
* * *
Eski Başkan İrfan Erdoğan, MEB’in yönetici yapısını şöyle tarif ediyor: "Sayısı çok olan grup ise ne yazık ki attığınız her adımı farklı değerlendiren, bazen bürokratik direnmeler içerisine giren, aleyhinize not tutan, hatta dedikodu mekanizmasını kullanan, eğitime hákimiyet açısından oraya yakışmayan insanlardan oluşuyor. Bunların arasında kurul üyesi de olabilir, daire başkanı da, şube müdürü veya uzman öğretmen de..."
MEB’e de Türkiye’de etkin cemaatlerin yansıdığını belirten İrfan Erdoğan, böyle bir kadrolaşma için gereken (siyasi) gücün elbette Bakan Hüseyin Çelik’ten alındığını da vurguluyor.
İrfan Erdoğan, sorunların 22 Temmuz seçimlerinden sonra arttığını da söylüyor:
"Belki ilk hükümet döneminde kısmen yeni olmanın etkisiyle eğitim adına yapmak istediklerimizi her şeye rağmen yapabiliyorduk. Ancak eylülden sonra şahsıma karşı ortaya çıkan direnmeler ve fazla müdahaleler beni rahatsız etmeye başladı."
* * *
Bu köşeden ısrarla yazıyorum. AKP’yi her geçen gün daha derinden devralan Milli Görüş ve onun işbirliği yaptığı cemaatler, kendi ideolojik hedefleri olan Türkiye’yi muhafazakárlaştırma projesi çevresinde kadrolaşmaya apansız devam ediyorlar.
Bir süreç içinde kanunlar hiç değişmeden, ülkenin sosyal yapısı zorla ve tamamen muhafazakárlaşırsa hiç şaşırmayın!
Yazının Devamını Oku 2 Mart 2008
BU yıl Şubat 29 çekmeseydi, TSK’nın Kuzey Irak’tan apar topar çekilmesi 1 Mart’a rast gelecekti. Bu hatırlatmayı yapıyorum, zira kanımca 29 Şubat günü yaşadıklarımız, Türkiye-ABD ilişkilerinde 1 Mart tezkeresinin açtığı yara kadar büyük bir yara açacaktır.
Sosyal olgular karşısında gerçek, onun algılanma şekli tarafından oluşturulur.
TSK’nın kara harekátını kendi isteğiyle durdurduğunu kabul edenler, Cumhurbaşkanı’nın harekátın başladığı gün Anayasa’daki değişiklikleri onaylamasını "tüh tesadüf!" diye açıklamasını da kabullenenlerdir!
Benim çevremde bu kadar saf kişi sayısı çok az!
* * *
29 Şubat 2008 günü, iki acı gerçeği gözlere soktu:
1) ABD bastırdığı zaman akan sular duruyor!
Bizimkilerin hesapsızca dayılanması, asker-siyasetçi, hepsinin uluslararası arenada küçük düşmelerine, hatta kendilerine istihza ile bakılmasına neden olmuştur.
2) Hükümet ile TSK arasında, hem de ülke savaş halinde iken, akıl almaz ve ürkütücü bir kopukluk vardır!
Irak Devleti’nin Dışişleri Bakanı dahi harekátın durdurulduğunu bilir ve resmen açıklarken Türkiye Cumhuriyeti Başbakan’ı harekátın bittiğinden habersizdi. (Bkz: Ulusa Sesleniş konuşması 1. metin)
Hatta, rahatlıkla söylenebilir ki sabaha karşı 04.00’te durdurulan harekáttan Başbakan ambargolu Ulusa Sesleniş Konuşma bandının basına dağıtıldığı 13.14’e dek haberdar değildi.
* * *
Ben, ABD Savunma Bakanı Robert Gates’in Türkiye’ye gelmeden bir gün önce, 27 Şubat günü Hindistan’da yaptığı basın açıklamasında Türkiye’nin 1-2 hafta içinde Kuzey Irak’tan çıkması gerektiğini açıklamasından çok rahatsız olmuştum.
Zira, müttefikler talep ve isteklerini birbirlerine doğrudan bildirirler.
Eğer talep ve isteklerinin şiddetinin doğru algılanmadığı kanaati doğarsa, ancak o zaman kamunun önünde dile getirirler. Bu sefer de talepler birer tebligat haline gelirler.
Robert Gates’in Türkiye’ye gelmeden önce taleplerini açıklaması, "Ankara toplantıları"nın çok da dostane geçmeyeceğini gösteriyordu.
Türkiye’den ayrıldıktan sonra ABD Başkanı George W. Bush’un da aynı talebe vurgu yapması, Gates’in "tebligatını" Ankara’nın anlamazlıktan geldiğinin belirtisiydi.
Arada ne oldu, kim ne dedi de TSK apar topar çekilmeye başladı?
Tıpkı geçen baharda Dolmabahçe’de Başbakan ile Genelkurmay Başkanı arasında ne konuşulduğunu bir türlü öğrenemediğimiz gibi, 28 Şubat gecesi kimlerin bize ne dediğini de belki hiç öğrenemeyeceğiz.
* * *
Başbakan’ın ambargolu Ulusa Sesleniş konuşmasının saat 15.06’da A.A tarafında iptal edilmesi, Başbakan’ın harekátın durdurulduğunu ancak bu saatlerde öğrendiğini gösteriyor.
Harekáta "başlama" emrini bizzat Başbakan’dan alan Genelkurmay Başkanı’nın "durdurma" kararını Başbakan’a bu kadar geç duyurmasının herhalde hem siyasi, hem de hukuki boyutta tartışması yapılacaktır.
Tabii ki çekilmenin teknik ve lojistik planını TSK yapar, ama Başbakan ile "çekilme kararı"yla ilgili diyalog kurulmaması bana tersine beyanların ardından, ABD’ye uluorta boyun eğilmesi kadar vahim geldi.
* * *
5 Kasım’da başlayan ABD ile "yeniden cicim ayları" maalesef 29 Şubat günü sona ermiştir. Üstüne üstlük, Başbakanlık ile Genelkurmay arasındaki kopukluk tüm dünyaya ilan edilmiştir!
Yazının Devamını Oku 28 Şubat 2008
GALİBA, Türkiye’nin temel meselesi çatışan unsurların bazı yönleri ile birbirlerine çok uzak durmaları, bazı yönleri ile de birbirlerine çok benzemeleridir. Türkiye’de Laikçiler-İslamcılar, Türkler-Kürtler, Sünniler-Aleviler vb. gibi birbirleri ile farklılık arz eden gruplar bir konuda birbirlerinin neredeyse kopyasılar:
Türkiye’de hemen herkes kendisine demokrat!
Herkesin özgürlük ve hak anlayışı kendisi ile ilgili!
Hemen hemen kimse diğerinin hakları ile zerre kadar ilgilenmiyor. Halbuki, demokrasi bir arada yaşama sanatı ve bir arada yaşamak zorunda olan insanların hepsine optimal alan açan bir rejim. Ancak, demokrasilerde kimseye ama kimseye haklarını/özgürlüklerini maksimize edecek alan açılamaz.
Özgürlükler ancak sınırları tarif edilirse yerleşik ve sürekli haklar haline gelirler.
Sınırları açık ve seçik tarif edilmiş ve bu sınırlar kamu vicdanında kabul görmüş özgürlükler manzumesi de hukuk devletini yaratır, rejim hukukun üstünlüğüne teslim edilmiş olur.
* * *
Bu bağlamda YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan’ın şu sözleri, ilk ağızda özgürlüklere büyük bir alan açmış gibi gözükse de hukuk devletinin hoca tarafından doğru hazmedilmediğini gösteriyor.
"Cumhuriyetin temel nitelikleri kişi hak ve hürriyetlerin sınırlandırılmasına gerekçe gösterilemez..."
Hoca derin yanlış içinde. Değil cumhuriyetin temel nitelikleri, komşuluk ilişkilerinin temel nitelikleri dahi hak ve hürriyetlerin sınırlandırılmasına gerekçe olarak gösterilebilir, hatta gösterilmek zorundadır.
Cumhuriyetin temel nitelikleri vardır ve bunların değiştirilmesi yasama yetkisine sahip tek organ olan TBMM’de bile teklif edilmez.
Bir arada yaşayabilmek için değiştirilemez asgari alanlar yaratmak zorunluluğu vardır.
Bu alanlar ortak solunum borularıdır, aramızda kimsenin özgürlüğü veya hakkı bu boruların kapanmasına yol açamaz.
Komşuluk ilişkilerinde de birisinin doğal hakkı olan eğlenme hakkı, diğerinin dinlenme hakkının önüne geçemez.
* * *
Öte yanda, kendi kastettiği haklara sonsuz bir alan talep eden Özcan Hoca iş başkalarının haklarına gelince aynı cömertliği gösteremiyor.
Tamamen hukuki yöntemlerle YÖK’e seçilen Celal Şengör Hoca’nın atama teklifini yapmadığı gibi teklifi "usul eksikliği" gerekçesi ile iade etti.
Zira, Şengör Hoca Özcan Hoca için "Asistan bile yapmam" demişti.
Demek ki, Yusuf Ziya Özcan’ın şahsiyetinin temel nitelikleri Celal Şengör’ün hakkının sınırlandırılmasına gerekçe olabiliyor ama cumhuriyetin temel nitelikleri sınırlamalara gerekçe gösterilemiyor.
Ancak, yaman çelişki burada da bitmiyor. Şengör’e sınırlama yaratan Yusuf Ziya Özcan’ın şahsiyetinin temel nitelikleri Maliye Bakanı’nın azarlamasına sınır koyamıyor.
* * *
Beni insanların ağızlarına pelesenk ettikleri "söylemleri" çok ilgilendirmiyor. Hemen herkesi peşrevine göre kendi şablonları var, gerektiğinde bu şablonları ağızlarında geveliyorlar. Beni daha çok pratik hayata yön veren zihin haritaları ilgilendiriyor.
* * *
Samimi söylüyorum, YÖK Başkanı’nın şahsiyetinin ortalıkta bu kadar pervasızca sual edilmesinden rahatsızlık duyuyorum. Ama Hoca’nın zihin haritasını okuyunca bu duruma da pek şaşmamak lazım diye düşünüyorum.
Yazının Devamını Oku 27 Şubat 2008
AKP’nin tabanla-tavan arasında sıkıştığı durumlarda belirli taktikleri var: - Ateşten kestaneleri kendinden olmayanlara aldırmak.
- Alavere dalavere arasında Kürt Memet’i nöbete yollamak.
Ben AKP’nin kolay mertlikten sapmasından, kolay adam satmasından çok rahatsızım.
Hele hele hálá bazı liberallerin fark etmedikleri bir oyunbazlıkla adam kullanmalarına beter kızıyorum.
* * *
Türbanı da yüzüne gözüne bulaştırdıkça AKP yine adam satar hale geliyor.
En son gözden çıkardıkları adam da YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan oldu!
Herhalde kullanma tarihi bu kadar erken biten başka bir kamu yöneticisi bulmak zordur.
Yılların çözemediği, AKP’nin iyice karıştırdığı "türban meselesi"nde hemen kestanelerin üzerine Özcan’ı sürdüler. "Sıkıysa konuşmasın!" sözünü Hoca yuttuktan sonra en kolay kullanabilecekleri kişi olarak onu çoktan seçmişlerdi.
* * *
Bakın bugünkü "kaos"a nasıl geldik!
Başbakan yerel seçimlere giden yolda "türban meselesi"ni önce genel bir özgürlük arayışı içinde yeni bir anayasa ile çözmeye kalktı.
Baktı, olmuyor; ne tavan, ne taban genel özgürlüklere açık değil; bu sefer genel özgürlük anlayışından vazgeçip, "sadece türbana özgürlük" sloganına sığındı. Ama, zerre kadar hazırlık yapılmış değildi! Bu arada da topa MHP girdi, hem söylemi Erdoğan’ın tekelinden aldı, hem de hasat toplamaya niyetlendi. Ama o da hazırlıksız idi!
İki parti bir araya geldiler ve Anayasa’nın 10. ve 42. maddelerini ve 1991’de Anayasa Mahkemesi’nin yarattığı içtihat ile boşa düşen YÖK EK-17’yi değiştirmek için anlaştılar. Türkiye’nin iktidar partisi ile muhalefet partisi kendi aralarında bir anlaşma imzaladılar.
Ancak, alelacele yazılan EK-17 türbanı bir kez daha yasakladığı gibi başörtüsünü serbest bırakırken diğerlerinden ayırt ederek sadece bir dine sahip çıkarak laikliğe ters düşüyordu. Bu hali ile madde Anayasa Mahkemesi’nden dönebilirdi.
AKP yaptığı hatayı anladı ve sadece Anayasa değişikliklerini yapıp, ama değişen Anayasa maddelerine hayatiyet verecek EK-17’ye dokunmayarak "Ne şiş yansın, ne kebap!" mantığı ile işin içinden çıkmaya kalktı. Bu arada MHP’yi sattılar ama ne gam, kendilerinden olmayan herkesi gerektiğinde satmak Erbakan Hoca’dan devraldıkları bir gelenektir.
Şehitler verdiğimiz bir dönemde yaptığı nikáhı "Ziynetlerin yarısını şehitlere vereceğim" diyerek savunup, sonradan lafının üzerine nasıl yattı ise, dizinde top sektirir gibi birkaç gün bekleten Cumhurbaşkanı yine şehitler verdiğimiz bir günde Anayasa değişikliğini imzaladı.
Böylece şehitler üzerinden siyaset/manevra yapmayı iki kere denemiş oldu. Cumhurbaşkanı da hepimizi aptal yerine koymuştu ama topu da YÖK’e atmıştı!
* * *
YÖK Başkanı’nın zihni yapısı bir türlü memur olmamayı hazmedemediği için onu "oralara getiren" makama diyetini ödemek üzere hemen görevlendirildi.
- Kestaneleri ateşten çıplak elle almak için seni bugünlere getirdik!
- Başüstüne!
* * *
YÖK Başkanı da bazı bakanları ve AKP üyesi bazı hukukçuları bile şaşırtarak tebellüğ ettiği emri aynen rektörlere tebliğ etti ama rektörler memur değillerdi!
Şimdi paramparça bir YÖK ve paramparça üniversitelerimiz var!
Başbakan, Allah aşkına bu duruma "kaos" denmez de ne denir?
Lütfen, işin içinden çıkın! Bu ülkenin başbakanı sizsiniz! Görev sizin!
Yazının Devamını Oku 26 Şubat 2008
TAHA Akyol, "Liberaller AKP’yi Bırakır mı?" başlıklı yazısında (Milliyet-25.02.08) liberalleri, iki parti, AKP ile CHP arasında tercih yapmaya zorluyor. Yazının başlığından anlaşılacağı gibi önce (tüm) liberalleri AKP’li yapıyor, sonra da bırakmasınlar diye liberalleri kafasındaki genel şablona sığınmaya çağırıyor!
AKP bazı liberallerin eleştirilerinden ve bir yol ayrımına varmaktan çok ürktü. Zira, rakamsal olarak fazla bir anlam taşımasa da bazı liberallerin eleştirileri, AKP’nin özgürlükçü görüntü veren cilasını büyük çapta sildi. Galiba, Akyol’un esas amacı da liberallerin AKP’den kopmadığı intibaı yaratmak! Bu amaçla şu hükme varıyor:
"Bu ikili tabloda ’liberaller’ ya da ’demokratlar’ AKP ile çatışabilir ama destek verecekleri başka parti şimdilik yok. CHP ancak 1970’lerdeki gibi ’demokratik sol’ bir yenilenme geçirirse bu aydınların bir kısmı için ilgi odağı olabilir ama CHP, aksine, gittikçe katılaşıyor.
CHP’de ’özgürlükçü sol’ bir yenilenme olmadığı sürece, ’liberal’ ya da ’demokrat’ aydınlarla AKP’nin ilişkileri, ’boşanma’ya varmadan, ’çekişmeli evlilik’ gibi sürecek galiba."
* * *
Taha Abi kendi adına istediği gibi konuşur, AKP’ye istediği desteği verebilir ama başkası adına hüküm oluşturmak hakkına sahip olmasa gerekir. "Kırk katır mı, kırk satır mı" hesabı tutan Akyol, kendine göre, ölümü göstererek liberalleri sıtmaya razı etmeye çalışıyor.
Ben liberal-demokrat bir kişi olarak kendimi ne CHP’ye, ne de AKP’ye destek vermek zorunda hissediyorum. Kimse de beni bu tercihi yapmaya zorlayamaz.
Ayrıca, Taha Akyol’a hatırlatmak isterim. AKP ve CHP, Türkiye’nin en büyük iki partisidir ama Türkiye’de başka partiler de vardır. Bir liberal kendini üçüncü bir partiye yakın hissedebileceği gibi hiçbir partiye yakın hissetmeyebilir de!
Üstüne üstlük, Türkiye’de Liberal Demokrat Partililer de var!
Ben futbol takımı tutar gibi gözü kapalı bir partiyi desteklemek yerine ortaya konan "projeleri" teker teker ve liberal demokrat bir gözle irdelemeyi tercih ediyorum.
* * *
Taha Akyol’un beni çok şaşırtan bir sözü de şu:
"Gerçek ’liberalizm’i savunanlar, Liberal Düşünce Topluluğu (LDT) çevresindeki aydın ve akademisyenlerdir."
Bir LDT üyesi olarak söylüyorum ki:
1) "Hakiki Koç" otobüs şirketi gibi Akyol "gerçek liberaller"i nasıl ayırt ediyor, üstüne üstlük bir topluluğun tekeline nasıl indirgiyor, hiç anlamadım.
2) LDT içinde de "AKP"yi destekleyenler var, desteklemeyenler var. AKP’yi desteklemeyen LDT üyeleri "gerçek liberalizmi" değil de örneğin, "yarı-gerçek liberalizmi" mi destekliyorlar?
3) "Liberalizm" sözcüğünü Taha Akyol’dan duymak da beni şaşırttı. "Liberal" kelimesine eklenen "izm" eki liberal düşünceyi hayatta en fazla karşı çıktığı bir kavramın içine sokuyor:
İdeoloji!
Liberal düşünce başkaları için neyin doğru olduğunu bilme iddiasında olan tüm ideolojilere karşı olduğu için vardır. Liberaller, birey için neyin iyi olduğunu bireyin dışında kimsenin bilemeyeceği iddiasıyla tüm ideolojileri reddederler. Liberal için tek varsayım, bireyi kısıtlayan yasakların varlığıdır ve bireyin kendisi için en doğru olanı bulması amacıyla liberaller bu yasakları kaldırmayı hedefler. Nitekim bahsi geçen topluluğun adı da Liberalizm Derneği değil, Liberal Düşünce Topluluğu’dur!
* * *
Lütfen, kimse kimseyi hazır kalıplara sokmaya kalkmasın.
Kalıplarla düşünmeyi sevenler de kalıplarını kendilerine saklasınlar!
Yazının Devamını Oku 21 Şubat 2008
ORTAYA bir söylenti atıldı, epey de popüler oldu. Söylenti, "liberallerin AKP’den desteğini kestiğini" iddia ediyor. Bence bu söylenti, tüm söylentiler gibi kaba bir genelleme yapıyor ki, dikkati çeksin. Dikkati çekme konusunda da oldukça başarılı. Son dönemde gerek içeriden, gerekse yurtdışından en fazla aldığım soru bu:
"Liberaller, AKP’den koptular mı?"
Şahsım adıma söyleyeyim, ben liberaller ile AKP’nin yollarının ayrıldığını 2005’in başlarında ilan etmiştim. 2002 öncesi AKP liderleri, 28 Şubat’tan büyük dersler aldıklarını söyleyerek Milli Görüş gömleğini çıkardıklarını iddia etmişlerdi. Seçimleri kazandıktan sonra da AB üyeliği için ciddi mücadele vermeye başlamışlardı.
Ancak, AB’den müzakere tarihi aldıktan sonra AKP hem içeride, hem dışarıda siyasal meşruiyet kazandığına inandı ve iç müşteriye döndü. Kısa sürede de ortaya çıktı ki gömleği çıkardığını kim iddia ederse etsin, tabana Milli Görüş egemendir ve taşra teşkilatları ile belediyeleri Milli Görüş idare etmektedir.
O zaman açıkça anlaşıldı ki, AKP, kısa sürede gösterdiği başarıyı "yoktan var olarak" değil, Türkiye’nin en güçlü taban örgütü Milli Görüş’e dayanarak sağlamıştır.
* * *
Kök, toprağın altına gizlenir. Milli Görüş de 28 Şubat’ta "durumdan vazife çıkarmış" ve belirli bir süre başını topraktan çıkarmamaya karar vermişti.
Ama Milli Görüş bunca yıl yatırım yaptığı, bunca yıl kahrını çektiği iktidarı da paylaşmak istiyordu. Talebi de; kendi tabanına sosyal/ortak alanda daha fazla "özgürlük" sağlayacak muhafazakárlaştırma projesini adım adım hayata geçirmekti.
Ancak, "özgürlük" kelimesi üzerinde durmak lazım. Hayatiyetini İslam dini ile bulan ve katı bir ideoloji takip eden Milli Görüş’te "başkaları için doğrunun ne olduğunu" bilme iddiasıyla kendi görüşünü başkalarına dayatma arzusu da vardır. O halde "sosyal alanda özgürlük anlayışı"ndan kasıt, sadece kendi vazettiği yaşam tarzına müsaade edilmesi, hatta o yaşam tarzının genel kabul görmesidir.
Böyle bir katı ideolojik anlayışın özgürlükçü olması ise katiyen mümkün değildir!
Türkiye 4 yıldır bu gerçekle yaşamaktadır!
* * *
Bir günah olan zinayı dünyevi bir ceza ile mahkûm etme anlayışı, tüm bilimsel raporlara rağmen sonunda büyük bir kazayla biten hızlı tren inadı 3-4 yıl evvel yaşanmadı mı?
Hrant Dink’in cenazesine neden Erdoğan ve Gül’ün katılmadığı bugüne dek sorgulandı mı?
Geçen yıllarda 301’i kaldırmak için ne gibi manialar vardı?
AİHM’nin türban kararına Başbakan, "Bu işe ulema karışır!" derken liberal tepkiler neredeydi?
4 yıl Alevileri fark etmeyen Başbakan, nihayet bazı Alevi temsilcileriyle yemek yedi. Ama, sonra ne dedi? "Aleviler benden bir talepte bulunmadılar." Israrla Alevileri dışlayan bir anlayışın liberalliğinden şüphe eden kaç yazı kaleme aldı liberaller?
AKP’nin Kürt politikası nedir, kimler tarafından yürütülür, politikanın özü ümmet potasında erimek midir? AKP’ye yakın duran liberaller bugüne dek bu politikayı sorguladılar mı?
2 yıldır AB üyeliği için kılını kıpırdatmayan AKP’ye hangi liberaller tepki verdiler?
* * *
Ben, AKP karşında suspus olan liberal dostlarımı zaten son 3-4 yıldır anlamakta zorluk çekiyordum. Neyse ki aralarından bazıları nihayet durumun farkına vardılar. Bazıları ise iktidarla ara bozmanın olası zararlarını hálá hesap ediyorlar.
Dilerim, onlar da bir gün hesap yapmaktan vazgeçerler!
Yazının Devamını Oku 20 Şubat 2008
GÖZÜKEN odur ki, kadrolaşma konusunda zaten tek sloganı olan "Benden olsun da, isterse kör cahil olsun!" prensibi çerçevesinde alabildiğine pervasız davranan AKP iktidarı artık sınır tanımaz hükümetler grubuna girmeye hazırlanıyor. AKP döneminde bürokraside görev alabilmek için Milli Görüş’ten hanımefendisinin türbanlı olduğuna ve her gün 5 vakit namaz kıldığına ve dahi bu iki durumun da son 10 yıldır geçerli olduğuna dair kartvizit almak gerekiyor.
Ama, Ahmet Necdet Sezer döneminde 3’lü kararnameyle atanan bazı görevler ya "vekalet" ile yürütüldü, ya da bazı görevlere Ahmet Necdet Sezer’in onaylayacağı kişiler atandı.
Şimdi Sezer gittiğine göre, meydan tamamen Milli Görüş’ün inisiyatifi ile hareket eden AKP iktidarına kalmıştır. Bundan böyle bürokraside görev alabilmek için masum bir biat yetmeyecek, tam biat, hatta katıksız-katkısız biat aranacaktır.
Zira, 22 Temmuz seçimlerinden sonra iyice su yüzüne çıkıyor ki devlet-birey ilişkisini tersyüz ederken anladıkları liberal anlamda bireyi devlet karşısında koruma altına almak değildir.
Onlar devlet-birey ilişkisini basit bir sloganla çözümlüyorlar:
"Şimdi sıra bizde!"
Bireye özgürlük getireceğiz derken sadece kendilerini kastettiklerini bazı eski liberal dostlarım yeni çözüyorlar, bazıları ise hálá derin uykudalar.
* * *
MEB’i ele alalım. Aşağıda adlarını sayacağım 3 mümtaz bilim adamını göreve Hüseyin Çelik getirdi ama üçü de atandıkları kurumun zaman içinde tamamen kuşatılıp kendileri konu mankeni haline dönüştürülünce haysiyet sahibi insanlar olarak istifa ettiler. Üçü de bulundukları kurumlarda bağımsız atama kararı alamadıklarını, dolayısıyla kurumları istedikleri gibi çalıştıramadıklarını gördüler.
Bu kişiler:
1) Eski Talim Terbiye Kurulu Başkanı Prof. Dr. Ziya Selçuk,
2) Eski İlköğretim Genel Müdürü Prof. Dr. Servet Özdemir,
3) Yeni istifa eden son Talim Terbiye Kurulu Başkanı Prof. Dr. İrfan Erdoğan’dır.
Üçünü de atarken Hüseyin Çelik haklı olarak övünmüş, haklı olarak da övgü almıştır.
* * *
Ancak üçü de eninde sonunda dayanamayıp, istifa etmişlerdir.
Bir başka ortak noktaları da üçünün de Milli Görüş’ten olmamasıdır.
Üçü de göreve gelirken bilimsel kriterlerle görev yapacaklarını sanmışlardır.
* * *
Hep beraber birlikte şahit olacağız. YÖK’ü, üniversiteleri, Anayasa Mahkemesi’ni, Yargıtay’ı, Danıştay’ı ve dahi göz diktikleri tüm kurumları teker teker ele geçirecekler.
Ayrıca yaşayıp göreceğiz. Yakın zamanda kendi atadıkları YÖK Başkanı Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan’a da "Artık yeter be!" dedirtecekler. Baksanıza, şimdiden "Sıkıysa istediğimiz gibi konuşmasın!" azarı ile koskoca bilim adamını ne hale getirdiler.
AKP’nin aklı doğrudan din devleti kurmanın hálá çok büyük riskler taşıdığını görmeye mislisi ile yeter.
Hedefleri hálá tümü ile ele geçiremedikleri iktidarı fethetmektir. 2002’de sadece Hükümet’i ele geçirdiler. % 47 sayesinde Cumhurbaşkanlığı da düştükten sonra şimdi hedef Devlet’i ele geçirmek haline gelmiştir.
1) Sosyal alanda muhafazakárlaştırma projesi hayata konmuştur ki, Milli Görüş’ün denetimi altındaki taban kendini iktidarda hissetsin.
2) Tavanda da bürokrasi ele geçirilecektir ki, siyasi iktidar ekonomik iktidar ile pekiştirilsin!
Yazının Devamını Oku 19 Şubat 2008
ESASINDA sorunun cevabı basit: Aldatılan insan hangi ruh haline girerse muhakkak ki Devlet Bahçeli de aynı ruh hali içindedir. Ama, Bahçeli çok da dertlenmesin. Kendisi Erdoğan tarafından yarıyolda bırakılan ne ilk kişidir, ne de son kişi olacaktır.
Üzerinde mutabık kaldıklarını Devlet Bahçeli’nin zannettiği YÖK EK-17’de yapılacak değişikliği AKP’nin imzalaması mümkün değildir!
Zira, başörtüsü bağlama tekniği vazeden değişiklik, bir dini diğerlerinden ayırt ederek Anayasa’nın hem eşitlik, hem de laiklik ilkelerine aykırılık yarattığı için, yasalaşması durumunda büyük bir ihtimalle Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilecektir.
Ancak, daha ötesi bu değişiklik maddesi türbanı dışlayarak hem onu bir siyasi sembol olarak kabullendiği, hem de sadece çeneden bağlanan başörtüsünü tarif ederek dolaylı yoldan bir kez daha yasakladığı için tabanda çoktan ön sarsıntılar yaratmıştır.
* * *
Akıl sahibi insanlar da "Peki öyleyse, iki taraf da bu mutabakatı nasıl imzaladı?" diye sorar ve rasyonel bir cevap ararlarsa, yanılırlar.
Zira, türban meselesi rasyonel akılla değil, duygusal tepkilerle çözülmeye çalışılmaktadır.
Recep Tayyip Erdoğan, İspanya’da kimseye sormadan, danışmadan, ortaya bir laf atmıştır. Evet, AKP yerel seçimler öncesi Milli Görüş’e yol açmak amacıyla türban için bazı girişimlerde bulunmaya çoktan karar vermişti ama Erdoğan "Velev ki..." sözleriyle başlayan cümlesini sadece külhanbeyi edasını pekiştirmek için sarf etmişti.
Arka planda bir hazırlık, yapılmış bir ev ödevi yoktu.
Ancak, pragmatik siyaset zekásını çok takdir ettiğim Erdoğan bu kez gafil avlandı.
Hem sözünü boşluğa düşürmek, hem de "hasadı toplamak" için tamamen siyasi çıkar hesabıyla topa MHP de girdi.
Ne var ki, MHP de hazırlıksızdı, o da zerre kadar ev ödevi yapmamıştı. MHP türbana sahip çıkarken ipleri elden kaçırmamak için YÖK EK-17’ye sarıldı ama o da hazırlanan metnin Anayasa’ya aykırılığını göremeyecek kadar aceleci davrandı.
Ayrıca, yerel seçimlerde "hasat toplamak" konusunda da yanılma ihtimali yüksektir. Zira, türbana sahip çıkarak AKP’ye kaptırdığı bazı muhafazakár oyları geri alabilir ama DYP ve ANAVATAN’dan, hatta CHP’den kaptığı laiklik hassasiyeti yüksek oyları bu çıkışıyla kaybedince ortaya nasıl bir kár-zarar bilançosu çıkacak, seçimlerde göreceğiz.
* * *
Şu anda binmişiz bir alamete, gidiyoruz kıyamete!
Anayasa’da değişiklik yapıldı ama ne değişti, anlayan yok! Değişiklikler zaten Anayasa’da var olan hakların bazılarına ilave vurgular yapıyor. Bu haliyle hayata geçerse isteyen istediği yorumu yapmaya yine devam edecek. Bazı üniversiteler yine başı kapalı kızları okula almazken, bazı öğrenciler de sınır tanımayan değişiklikleri çarşaf, sarık, vb. serbestiyeti olarak yorumlayacaklar. Üniversitelerde yine provokatörler cirit atacaklar.
Yok, eğer YÖK’te kılık kıyafetle ilgili sınırlamalar tarif edilecekse, dine (İslam’a) atıfta bulunulmadan, diğer dinler/inançlar dışlanmadan bu nasıl yapılacak, henüz çözüm getiren yok.
Ancak, ortada bir gerçek var. İki partinin topa aynı anda girmesiyle TBMM’de milli irade tecelli etmiştir ama milli iradenin tam olarak ne dediğini anlamak mümkün olmamaktadır.
Ben bunca kargaşa arasında ve AKP’nin yan çizeceği ayan beyan ortaya çıktığı bir ortamda, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin ruh halini merak ediyorum.
Kazık yemek insanda nasıl bir ruh hali yaratır, tahmin edebiliyorum ama yine de Devlet Bahçeli’nin kendisinden duygularını öğrenmek istiyorum!
Yazının Devamını Oku