1 Nisan 2008
BAŞBAKAN öfke içinde, "AKP’yi sadece başörtüsü meselesine kilitleyenler oluyor, ayıptır, ayıp!" diyor. Türban konusunu 5 yıldır açmadığını da vurgulayan Başbakan’a göre konuyu şimdi gündeme getirmesini medya ve CHP alabildiğine abartıyor.
Başbakan özgürlükler meselesinde geçtiğimiz son 3 yıldır anlamlı adımlar atmış olsaydı, haklı olabilirdi. Ama olmadı, 2005 yılının başından beri AKP Hükümeti ne AB’ye uyum konularında adımlar attı, ne de genel olarak özgürlüklerin artırılması için gayret gösterdi.
Başbakan 2005 yılından beri sadece ve sadece Milli Görüş’ün "özgürlükler" ile ilgili taleplerine kulak veriyor, Milli Görüş’ün muhafazakárlaştırma projesi çerçevesinde önünü açmaya çalışıyor.
* * *
Bir örnek ele alalım: TCK 301. Madde!
Radikal Gazetesi’nin verdiği bilgiye göre (31.03.08):
"Başbakan ve bakanların üç yıldır değişmesi gerektiğini söylediği TCK’nın 301. maddesinde dava sayısı hızla artıyor ama Meclis’te bir adım bile atılmış değil. Aydınların hedef haline geldiği yargılamalara yol açan Türk Ceza Kanunu’nun 301. maddesinde bilanço gittikçe büyüyor. Adalet Bakanı Şahin, ’Türklüğe hakareti suç sayan’ maddeyle ilgili önergeyi yanıtladı:
2007’nin ilk üç ayında 744 davada 1189 kişi yargılandı. Davaların 536’sı bir önceki yıldan devretti, 185’i yeni açıldı, 23’ü ise bozularak geldi.
2006 yılında ise, 469’u bir önceki yıldan kalan, 328’i yeni açılan ve 38’i bozularak gelen olmak üzere 835 dava görüldü. Önceki Adalet Bakanı Çiçek, Başbakan Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Babacan, son üç yıl içinde defalarca ’301. madde bir iki hafta içinde değişir’ dedi. Hálá Meclis’e bir teklif gelmedi."
Ben bir adım daha ileri gideyim ve bir iddiada bulunayım:
Mart 2009’da yapılacak yerel seçimlerden önce hükümet, 301. maddeye dokunmayacak!
Neden?
Milli Görüş’ün talepleri arasında 301. madde yok da ondan! Hatta, Milli Görüş, adı üzerinde, bazı milli konularda oldukça hassas; ola ki 301. maddenin bu haline sıcak dahi bakıyor olabilir.
Zaten bazı bakanlar, "Bize 301. maddenin değişmesi için tabandan bir talep gelmedi" mealli sözlerle durumu açıklamışlardı!
Aynı şekilde Başbakan, "Aleviler ile ilgili bize bir talep gelmedi" derken, Alevilere gıcık olan Milli Görüşçülerin sırtını sıvazlıyordu.
Şimdi de, Başbakan parti kapatmayla ilgili yeni Anayasal ve yasal düzenlemeleri gündeme getirirken partisini, belki ama esasında kendisini düşünüyor.
* * *
Başbakan’ın derdi, ülkeye şeriat getirmek değil.
O sadece ve sadece kendisine demokrat bir kişi!
Özgürlüklerden anladığı da sadece kendisinin ve kendisine hayatiyet verenlerin özgürlüğü!
Başbakan öfkeyi bir hitabet sanatı olarak kullanmıyor, basbayağı içindeki muazzam öfkeyi dışa vuruyor.
* * *
"Bana ’onlar’ empati göstermedi, benim de ’onlara’ empati gösterme mecburiyetim yok!" duygusuyla hareket eden Başbakan’ın ayrımcılık yapmamak elinde değil!
(Kapatma davasıyla ilgili yarın yazacağım.)
Yazının Devamını Oku 30 Mart 2008
ANAYASA’nın 104. maddesi diyor ki:"...Cumhurbaşkanı devletin başıdır. Bu sıfatla Türkiye Cumhuriyeti’ni ve Türk milletinin birliğini temsil eder. Anayasa’nın uygulanmasını, devlet organlarının düzenli ve uyumlu çalışmasını gözetir..." Anayasa’da Cumhurbaşkanı’nın görev ve yetkilerini düzenleyen maddelerin başında bu sözler yazıyor.
* * *
Ülke bilmem kaçıncı kez karpuz gibi ortadan ikiye bölünmüş; gerginlik had safhada, devlet kurumları hükümetiyle, yargısıyla, YÖK’ü ve üniversiteleriyle birbirine girmiş, ekonomik kriz kapımıza dayanmış. TOBB ile TÜSİAD çıkıyorlar ve birilerine "nasıl ve ne şekilde olacağını bilmeyiz ama uzlaşın!" diyorlar. Ziyaretleri devam etse de insan ister istemez "bunlar sıra savıyorlar!" demeden edemiyor.
İşte tam bu sırada hepimizin beklentileri çerçevesinde, görevini yapmak amacıyla Cumhurbaşkanı çıkıyor ortaya. TBMM’de temsil edilen muhalefet partilerini görüşmelere davet ediyor. Başbakan, Cumhurbaşkanı’na gerginliği azaltma konusunda göstereceği gayret için destek veriyor, Abdullah Gül’ün özel temsilcisi "özel gazeteci" NTV’de "Cumhurbaşkanı meseleye el koymuştur" mealli sözler ediyor. Herkes tekrar heyecanlanıyor!
"Tamam, işte bak Cumhurbaşkanı görevini yapıyor!" diye birbirimizi muştuluyoruz.
* * *
Ancak, Cumhurbaşkanlığı’ndan gelen bir açıklama herkesi irkiltiyor. Davet zaten 14 Mart’ta yapılmış, davete icap ancak gerçekleşiyormuş, görüşmede dış ilişkiler ve güvenlik konuşulacakmış, muhalefet liderleri açmazsa Cumhurbaşkanı gündem dışına çıkmayacakmış!
Şaşkınlığımız geçince, "Olmaz öyle şey, böyle bir dönemde insan istese de kendini tutamaz, muhakkak gündemdeki gerginlik konuları da konuşulur, Cumhurbaşkanı tarafları dinledikten sonra hem iktidara, hem de muhalefete bazı tavsiyelerde bulunur" diye akıl yürütüyoruz.
* * *
İlk toplantı, anamuhalefet lideri Deniz Baykal ile hafta içinde öğle yemeğinde gerçekleşiyor. Yemek sonrası, Kanal D’nin ana haber bülteninde, canlı yayında, Baykal "gerginlik" ile ilgili tek kelime sarf edilmediğini söylüyor, ardından da yediği mantıyı öve öve bitiremiyor. Türkiye’nin birbirine girdiği günlerde anamuhalefet lideri ile Gül’ün, Cumhurbaşkanı olmasından sonra topu topu 2. görüşmelerini yaptıklarında akıllarda tek bir çözüm önerisi kalıyor: Mantının yoğurtlu sarmısak etkisiyle tarafları yumuşatmak!
* * *
İşte o an zihnime Abdullah Gül ile ilgili iki kavram mıhlanıyor:
1) Cumhurbaşkanı, Anayasa’nın kendisine yüklediği görevi yapmak istemiyor.
2) Cumhurbaşkanı, herkesin Cumhurbaşkanı değil!
* * *
Neden?
1) Cumhurbaşkanı, parti kapatma davasında bizzat taraftır!
2) Onu bu göreve getiren AKP’yi, Erdoğan’ı, daha da ötesi Milli Görüş’ü kıracak, üzecek, kendisine "kalleş" dedirtecek, onlara bir adım geri attıracak hiçbir eyleme ve söyleme giremez.
3) Onun "eski partisi" ile bağları, diğer cumhurbaşkanlarının içinden koparak geldikleri partilerle bağlarından çok daha güçlüdür.
4) Türban tartışmalarının ülkeyi gerdiğini katiyen düşünmemektedir.
5) Gerginlikten anladığı tek söylem, AKP ile ilgili açılan kapatma davasıdır.
6) "Onlar" ve "biz" kavramları, ruhuna sökülemeyecek derinlikte kazınmıştır.
Yazının Devamını Oku 27 Mart 2008
SİVİL Toplum Örgütleri’nin toplumun bu kadar gerildiği bir ortamda "sağduyu çağrısı" yapması doğru bir harekettir. Herkesin bir geri adım atmasını telkin etmek, herkese bir kere de toplumu geren kendi çığlıklarını duymak için davetiye çıkarmak hayırlıdır.
Cumhurbaşkanı da muhalefetle görüşerek görevini yapmaya yeltenmektedir.
Ancak, benim beynim somut düşünme yönünde şartlanmıştır. "Uzlaşma" ve "sağduyu" gibi kelimeler muhakkak ki hepimizi saran, hatta neredeyse kutsal anlamlar taşıyan kelimeler. Ancak, "Nasıl?" sorusuna cevap vermeyen, somut öneriler üretmeyen çağrılar havada kalmak zorundadır.
* * *
Benim, daha önce de yaptığım gibi "uzlaşma" için bazı somut önerilerim var. Yürütme erki hükümette olduğu için bu öneriler, haliyle daha çok iktidara yönelik çağrılar:
1) Anayasa Mahkemesi, Anayasa’da yapılan 10. ve 42. maddeler ile ilgili türbana serbestiyet veren değişikliklerin iptali ile ilgili davayı sonuca bağlamadan önce hükümet türbanın kamuda ve 18 yaş öncesi okullarda kullanılmasının yasaklanmasını anayasal güvenceye alan bir anayasa değişikliğini hemen gündeme getirsin.
Böyle bir girişimde bulunursa hükümet herkesi şaşırtacak, ülkedeki gerginliği büyük çapta yumuşatacak, en çığırtkan muhaliflerin dahi ağzına ot tıkayacak bir girişimde bulunarak karşı tarafa el uzatacaktır.
Kendine uzatılan eli sıkmayacak olanlar ise gerginliğin sorumluluğunu sırtlarına alırlar.
2) Hükümet, parti kapatma ile ilgili yeni düzenlemeleri ivedilikle askıya alsın. Yönetim, elindeki güce dayanarak, kendi paçasını kurtarmak için yasal düzenleme yapmaya kalkarsa bu "keyfi bir yöntem" olur. Yöneticiler keyiflerine göre kanun değişikliğini ancak monarşilerde yapabilirler. Böyle bir girişim, ne kadar kanuna uygun olursa olsun, demokrasiyi durduracak, ülkeyi beter gerecektir.
3) Öte yanda, her ne kadar 2 yıl bekleme yetkisi varsa da, yargının Ergenekon Davası’nda ortaya somut bir iddianame koyma vakti çoktan gelip geçmiştir bile. Aylardır ortaya bir iddianame konmaması hem davanın ciddiyeti hakkındaki algılamaları olumsuz etkilemekte, hem de her geçen gün ülkeyi beter geren bir spekülasyonun çıkmasına önayak olmaktadır.
* * *
4) MHP’nin demokrasinin selameti açısından parti kapatmayı zorlaştıracak anayasa değişikliklerine şimdilik yardımcı olmaması doğrudur. Ancak, MHP’nin AKP’nin kapatılma davası sonucu hayata geçecek ilgili anayasa değişikliğine yardımcı olması ise ülkenin hayrınadır.
* * *
5) AKP’nin türbana sınırlama getiren yeni girişimleri (bkz. madde: 1) ile eşzamanlı olarak CHP laiklik tartışmalarını, Ergenekon atışmalarını askıya alsın. Bir süre ana muhalefet bu konulara girmesin.
* * *
6) En az umutlu olduğum önerim bu: Her iki uçta, sahibinin sesinden daha güçlü ses çıkaran medya mensupları bir müddet bağlı oldukları tarafın ne kadar haklı olduğunu avaz vaz bağırmaktan vazgeçsinler.
* * *
Cumhuriyet’in 85 yıllık sıkıntısına rahmetli Turgut Özal "yumuşak muhafazakárlık" ile çare olmaya yeltendi, belli ki başarılı olamamış. Şimdi Recep Tayyip Erdoğan "sert muhafazakárlık" ile çare arıyor, sert politika CHP’yi de beslediği için o da topa ha bire giriyor.
* * *
Bakalım taraflar huylarından kısa bir süre için de olsa vazgeçebilecekler mi?
Yazının Devamını Oku 26 Mart 2008
SON dönem ilgimi çeken köşe yazarlarının başında Oray Eğin geliyor. Sivri dili bana ters geliyor ama entelektüel bir derinliği ve araştırmacı bir yönü olduğuna inanıyorum. Bana göre, gelecekte önemli gazetecilerden birisi olacak ve gazetecilikte yeni bir nesil ve anlayışı temsil edecek.
Oray Eğin kişilere takılmayı çok seviyor. Bana da takılmıştı. (Akşam- "2. Cumhuriyet Nasıl Çöktü?" 01.02.07) Hakkımda yazdıklarının bir kısmı doğru, bir kısmı yanlıştı. Ancak, benimle ilgili oldukça derin bir araştırma yaptıktan sonra yazdığı kesindi.
* * *
Oray Eğin 03.03.07 tarihinde de Akşam’daki köşesinde "Bu isim kimin gözaltına alınacağını önceden biliyor" başlıklı, Fehmi Koru’yu analiz eden bir yazı yazdı. Yazı aklıma takıldı, kaldı. Zira, Oray Eğin o günkü yazısında Fehmi Koru hakkında oldukça ilginç gözlemler ve kehanetlerde bulunuyordu.
Geçen hafta İlhan Selçuk gözaltına alınınca aklıma bu yazı yeniden geldi ve arşivden yazıyı bulup çıkardım.
* * *
Bu ay başında yazdığı yazıda Oray Eğin bazı gözlemlerde bulunuyor:
"Mesela Sabah-atv’nin satışından da ortalığı Fehmi Koru’nun karıştırdığı, çeşitli aşamalarda belli konularda müdahalesi olduğu konuşuluyor. Zaten o kurumdan da dünyanın en gereksiz programı için epey bir miktar alıyor."
Oray Eğin bahsi geçen yazıyı Fehmi Koru’nun gazeteci Vedat Yenerer hakkında Ergenekon Davası çerçevesinde gözaltına alınacağına dair dedikodu yaydıktan sonra Vedat Yenerer’in göz altına alınması üzerine yazmıştı!
Yazısında Oray Eğin şunları da söylüyordu:
"Fiilen gazeteciliği bırakan Fehmi Koru, kimi gazetecilerin kapısına çarpı konmasının, Nazi Almanyası’nda olduğu gibi fişlenmesinin yolunu açmış olabilir mi? İnanmak istemiyorum. Ama bu bilgilere sahipse ve yazmıyorsa, bu fişleme operasyonuna sessiz kalarak dahi önemli katkı sağlamış olabilir."
* * *
Oray Eğin 3 Mart tarihli yazısında Fehmi Koru’nun aynı kapsamda 2 gazetecinin daha gözaltına alınacağını iddia ettiğini de yazmıştı.
Gerçekten de Fehmi Koru gözaltına alınmadan önce köşesinde İlhan Selçuk’un adını verdi. Oray Eğin ayrıca, 3 Mart tarihli yazısında Fehmi Koru’nun önüne şu hesabı koymuştu:
"Eğer önümüzdeki günlerde Fehmi Koru’nun yaydığı söylenen isimler gözaltına alınırsa Ergenekon operasyonu çok daha ilginç bir hal alacak. O zaman Koru’nun gerçekten vermesi gereken bir hesap olacak."
Oray Eğin’in yazısına göre Fehmi Koru çevresine büyük bilmişlik taslıyor ve ha bire isimler veriyordu. Galiba, bunun içindir ki Oray Eğin Fehmi Koru’yu uyarmak zorunda da kalıyordu:
"...Ya da şunu yapsın: Kendi yakın çevresinde bu kadar fazla ’Her şeyi ben bilirim’ havasında konuşmasın. Çünkü bizzat bu dedikodular onun odasının içinden çıkıyor; yayanlar bizzat tanıklar..."
* * *
Geçen hafta medyada iki isim gündemi tarif etti:
İlhan Selçuk ve Fehmi Koru!
Biri mağdur olarak, biri de mağrur olarak sivrildiler.
Medya artık sadece olayları nakletmiyor, istihbarat üreterek yönlendirme de yapıyor.
Ben Oray Eğin’i doğru çıkan kehanetleri nedeniyle kutluyorum.
Demek ki, acar bir gazeteci olarak doğru yerde doğru adamları var!
Yazının Devamını Oku 25 Mart 2008
VELİ Küçük tutuklandığında çok şaşırmış ve hukuk adına çok sevinmiştim. Ergenekon Davası’nın demokrasi tarihimizde bir ileri adım olmasını temenni etmiştim. Ancak, dava açılalı epey süre geçtiği halde ortaya somut bir iddianamenin kon(a)mamış olması, benim ilk gün duyduğum heyecanı eksiltti. Böyle bir önemli davanın somut bir iddianameyle birlikte açılmasını beklerdim. Geçen cuma ise aynı dava kapsamında İlhan Selçuk, Kemal Alemdaroğlu ve Doğu Perinçek gözaltına alındılar.
İlhan Selçuk, kendisi 12 Mart’ın darbesini yemiş bir kişi olmasına rağmen, ezelden beri darbelerden medet uman bir kişidir.
Kemal Alemdaroğlu, 28 Şubat ve sonrası tutumuyla cumhuriyeti kurtarma uğruna demokrasiye ara verilebileceği düşüncesini ısrarla savunmaktadır.
Doğu Perinçek sürekli desise üreten, çıkarı uğruna her türlü yöne dönen, yoldaşlarını kolaylıkla ortada bırakan, her dönem birileri tarafından kullanılan bir kişiliktir.
Üçünün de darbe yapmaya yeltenecek kişilerle işbirliği yapma ihtimali vardır.
Ancak...
Ortalarda dolaşan iddialar sadece sözlere dayanıyorsa, ben orada durmak ihtiyacı duyuyorum. Örneğin, "Perinçek’i yakan sözler" bana çok fazla bir şey söylemiyor. Birinin, bir başkası ile ilgili iddiası somutlaştırılmadıkça hukuken ne anlam ifade eder, bilemiyorum.
83 yaşında ve polis korumalarıyla yaşayan bir insan sabaha karşı evinden alınarak gözaltına alınınca show business (temaşa mesleği) hukukun bu kadar içine girer mi, diye düşünmeden edemiyorum. Hele hele, Oray Eğin’in (Akşam-03.03.08) mealen "Bu gazetecinin sağda solda adını verdiği gazeteci isimlerinin başına neler geleceğine dikkat edin" diye hakkında uyardığı Fehmi Koru’nun hedef gösterdiği isimler gözaltına alınınca insanın hepten aklı karışıyor.
* * *
AKP’nin 2005’ten beri kendi tabanı Milli Görüş’e uygun siyaset yaptığını bu köşede ısrarla iddia eden benim. 22 Temmuz’dan sonra Başbakan’ın dengelerinin hepten bozulduğu malum. AKP’nin muhafazakárlaştırma projesinin adım adım adım hayata geçirildiği de açık. Ayyuka çıkan kadrolaşmanın son hedefinin Anayasa Mahkemesi olduğu biliniyor. Hükümetin halk arasında onarılmaz bir ayrımcılık yaptığı kanaati çok insanda var.
AKP’yi kapatma isteminin Ergenekon davası tersine bir iddianameye dayandırıldığını da biliyorum.
Ancak...
Hükümet partisini kapatmaya yönelik bir iddianamenin de büyük çapta nesnel dayanağı olmayan sözlere dayanması, beni ziyadesiyle rahatsız ediyor.
Ben dahil herkesi çileden çıkaran bazı sözlerin biz vatandaşlarda kanaat oluşturması normal ama bu sözler laikliğe karşı fiillerin ne kadar odağı olur, benim aklım pek almıyor.
Eğer kapatma davası açılırsa, benim gördüğüm tek somut fiil, türbana özgürlük getirme uğruna Anayasa’nın 10. ve 42. maddelerinde yapılan değişikliklerdir.
Zira, burada somut bir fiil (Anayasa’yı değiştirme) vardır ve eğer Anayasa Mahkemesi yapılan değişiklikleri Anayasa’nın özüne aykırı bulursa, işte ancak o zaman kapatma davası somut bir içerik kazanmış olur.
* * *
Siyasi davalar çok zor davalar. Genellikle somut olgulara dayandırıl(a)madığı için verilen hükümler vicdanlarda çok zor yer buluyor.
Zaten, herkes bu davaları kendi meşrebi çerçevesinde yorumluyor.
Korkarım, siyasetin asker üzerinden yapıldığı dönemlere karşı çıkarken şimdi siyasetin karşılıklı olarak hukuk üzerinden yapılacağı bir döneme girdik.
Kimin kazanacağını bilmiyorum ama Türkiye’nin kaybedeceğinden eminim!
Yazının Devamını Oku 23 Mart 2008
YARGITAY Başsavcısı’nın, AKP ile ilgili kapatma davası açılması istemiyle Anayasa Mahkemesi’ne başvurmasının ardından ülke yine karpuz gibi ortadan ikiye bölündü. Taraflar birbirlerine veryansın ediyorlar, hatta haberlerde tahrifat yapmak, yorumlarda söylenen sözleri değiştirmek, rakamları abartmak, açıkça yalan söylemek mubah sayılıyor.
* * *
Benim konuyla ilgili görüşlerim açık:
1) Bu ülkede parti kapatmak bugüne dek ülke hayrına hiçbir sonuç yaratmadı.
2) Siyasi açıdan AKP’nin kapatılması da ülke için hayırlı bir sonuç getirmeyecektir. Mahkeme süreci, siyasi sonuçları dışında yaratacağı ilave kaos ile zaten bir krizin eşiğinde olan dünya ekonomisinin ülkeyi daha da beter vurmasına neden olabilir.
3) Ancak parti kapatmak, hukuk devletinin, denetleme ve dengeleme prensibi çerçevesinde, vazgeçilmez şartlarından birisidir. Yapılması gereken iş, Türkiye’ye uygun bir parti kapatma hukuku hazırlamaktır.
4) Öte yanda, parti kapatmayla ilgili yeni düzenlemelerin yapılması için gün "bugün" değildir. AKP’nin taş başına düştükten sonra böyle bir düzenlemeyi sırf kendi paçasını kurtaracak şekilde yapmaya kalkması demokrasiyi ayaklar altına alır, rejimi keyfi bir dikta rejimi haline getirir.
5) AKP benim indimde:
i) 2005’ten beri demokrasiyi sadece kendine yontan bir parti haline gelmiştir. Başbakan son dönem söylemleri ile demokrasiden sadece kendi taraftarlarının hakkını korumayı (örn. türban) anlamaktadır.
ii) Hükümet çok tehlikeli boyutlarda kadrolaşma hareketine girişmiştir.
iii) Hükümetin "şeriat devleti" projesi yoktur ama tabanını yönlendiren Milli Görüş’ün talepleri çerçevesinde koyu bir "muhafazakárlaştırma projesi" vardır.
iv) Başbakan açıkça millet arasında ayrışım ve dışlama yapmaktadır. Milleti "gerçek Müslüman olanlar" ve "gerçek Müslüman olmayanlar" olarak ikiye bölmektedir.
v) 83 yaşında bir insanın yatağından alınması "intikam alma" duygusu yaratmaktadır.
vi) Benim bu eleştirilerimin hiçbiri AKP’nin kapatılmasını gerekli kılmaz.
* * *
Ayrıca, TSK hakkında nasıl eleştirel yazılar yazdığımı da bu köşeyi okuyanlar bilir. En son kara harekátının erken bitirilmesiyle ilgili yazdıklarım arşivlerdedir.
Hal böyle iken, yazdıklarım arasında işlerine gelmeyenleri cımbızla ayıklayıp beni Aydın Doğan’dan ve Ertuğrul Özkök’ten emir almakla, emirler karşılığı da büyük maddi çıkarlar elde etmekle suçlayan mektuplar geliyor. Mektuplarda Sabah, Zaman, Yeni Şafak ve Star gazetelerinde yazan ve benim "hükümet yalakaları" olarak nitelendirdiğim bazı "liberal demokrat" arkadaşların hükümeti canla başla savunurken nasıl bir demokrasi ve fazilet mücadelesi verdikleri belirtiliyor. "Maddi çıkar" kavramı karşısında çok hassas bir kişi olarak ben de kamuoyunun dikkatine sunuyorum:
1) Bu "liberal arkadaşların" bazılarının bu gazetelere bağlı TV’lerde yaptıkları programlarda beher ay, benim rüyamda görsem inanamayacağım bir rakam olan, 20-25.000 YTL aldıkları biliniyor mu?
2) Bazıları nasıl oluyor da 2-3 kanalda birden program yapıyor?
3) Bazılarının özel işlerinde Başbakan’ı aracı yaptığı da biliniyor mu?
4) Nasıl oluyor da bazıları hangi gazetecilerin gözaltına alınacağını önden biliyor?
* * *
Ben çok ağır 28 Şubat eleştirileri yaptığım dönemde de aynı gazetede, aynı patron ve aynı yönetmenle çalışıyor, bugün aldığım maaşın o günkü karşılığını alıyordum.
AKP döneminde bazı gazetecilere Cenab-ı Allah "yürü ya kulum!" demedi mi?
Yazının Devamını Oku 20 Mart 2008
YARGITAY Başsavcısı’nın iktidar partisinin kapatılmasıyla ilgili iddianamesinin bazı garabetler yarattığını salı (18.03.08) günkü yazımda dile getirmiştim. " Hakkında dava açılan yönetimler, dava sonuçlanıncaya kadar pasif göreve alınırlar. Hükümet ile ilgili olarak dava sırasında yönetmeyi durdurma kararı alınacak mı?
Bir yandan Anayasa’yı ihlal iddiası ile yargılanırken öte yanda Anayasal çerçevede hükümet nasıl ülke yönetecek?
Aynı şekilde, Cumhurbaşkanı Anayasa’yı ihlal iddiası ile yargılanırken nasıl Anayasa’nın hamisi olacak?
Dava sürerken AKP 340 milletvekili ile parti kapatmayı imkánsız hale getiren hukuksal değişimler yapar, Anayasa Mahkemesi’nin yapısı ile oynarsa ne olur?"
* * *
Ortada çok abuk bir durum var. Eğer, Anayasa Mahkemesi kapatma davası açarsa sanık (hükümet) yargılandığı sırada ihlal ettiği iddia edilen Anayasa’yı (ve ilgili kanunları) değiştirme, kendine yontma, maddelerle işine geldiği gibi oynama yetkisine kanunen sahip olacak. TBMM’nin çıkaracağı kanunları Anayasa’ya göre onaylama veya reddedip geri gönderme yetkisine sahip tek kurumun başı olan Cumhurbaşkanı da zaten bu dönemde Anayasa’yı ihlalden yargılanacak!
* * *
Nitekim gazeteler, AKP’nin Başsavcı’nın kapatma yetkisini kısıtlama, Anayasa Mahkemesi’nin oylama aritmetiğini değiştirme, hatta üye yapısını kendi lehine yontacak şekilde artırma çalışmalarından bahsediyorlar.
Kapatma davası nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın ülke bundan büyük boyutta etkilenecek ama eğer iktidar böyle bir girişimde bulunursa Türkiye demokrasi tarihi en büyük yaralarından birisini daha alacaktır. (Yapılırsa) Referandum neticesi hükümet lehine olsa da alacaktır.
İktidarın Anayasa ve kanunları kendi lehine yontarak zırt pırt değiştirdiği ülkeler dikta rejimleriyle yönetilen rejimlerdir.
Bu durumda demokrasiyle iktidara gelen hükümet açık ve seçik bir şekilde rejimi değiştirerek otokrat bir yapı dikte etmeye başlamış olur.
* * *
Anayasa’da ve Partiler Kanunu’nda partilerin nasıl kapatılacağı açıkça yazsın, sen 2002’den beri bu maddelere hiç itiraz etme, bu maddeleri AB standartlarına getirmek için 5.5 yıldır kılını kıpırdatma, DTP için dava açıldığında "mesele yargıdadır!" diyerek topu taca at, Başbakan önden hükmünü verdiği için DTP yöneticilerinin randevu teklifini reddetsin, sonra iş başa düşünce savunmanı hazırlamak yerine işine geldiği şekilde Anayasa değişikliği için "2. mini paket"i hazırla!
Buna sadece çifte standart demezler, aynı zamanda yüzsüzlük de derler!
Böyle bir girişim hayata geçerse bu rejime artık demokrasi denemez!
Padişahın keyfi yönetiminin adı neyse rejimin adı da o olur!
* * *
2 yıldır "301" için kılını kıpırdatmayan AKP, türbanı diğer özgürlüklerden ayırt ettiği gün muhakkak ki neler yaşanabileceğinin hesabını yapmıştı.
Şimdi diğer Anayasa değişikliklerinden ayırt edip parti kapatma üzerine "mini paket" hazırlarsa bunun da hesabını yapacak olması gerekir!
Beni son yıllarda en fazla hayal kırıklığına uğratan olgulardan birisi, statükonun rejimi korumak adına demokrasiden sık sık taviz verdiği Türkiye’de bu duruma panzehir olma iddiasıyla ortaya çıkan partinin de zerre kadar demokrasiden nasibini almamış olmasıdır.
Soruyorum, 2005’ten beri AKP başkalarının özgürlüğü/hakları için ne yaptı?
Yazının Devamını Oku 19 Mart 2008
TÜRKİYE’nin büyük sorunu; kriz anlarında ülkenin durumuna soğukkanlı bakan insanlarının sayısının çok az olmasıdır. Onların sesini de kimse duymak istemiyor. Alaturkalık budur! Türk insanını galiba tek bir fiil belirliyor: "Taraf olmak!"
Türk insanı yargıya da, yürütmeye de, yasamaya da taraf tutarak bakıyor.
Her türlü edimde siyasi bir neden arıyor.
Hükümet yalakası yazarlar Yargıtay Başsavcısı’nın siyasi davrandığını düşünüyorlar, yakın tarihten örnek ararsak; onları doğrulayacak çok örnek var.
Azılı hükümet düşmanları ise iddianameyi mahkemenin verdiği son hüküm olarak çoktan kabul ettiler, mahkumiyetin başlamasını bekliyorlar. Onlar da AKP’den şikáyet ederken çok doğru örnekler buluyorlar.
Yalakalar utanmadan, sıkılmadan dünya ekonomik krizini neredeyse tamamen Başsavcı’nın sırtına yıktılar, durumu idare etmek isteyenler de pazartesi günü ekonomiyi vuran faktörler arasında neredeyse kapatma iddianamesinin hiç rolü olmadığını savunuyorlar.
* * *
Keşke birileri Financial Times’ın Türkiye ile ilgili şu yorumuna kulak verse:
"Bir yıl sürebilecek hukuki mücadele, karar verme mekanizmasını felce uğratabilir ve (zaten) duraksayan ekonomiyi ve yapısal reform sürecini dondurabilir."
Ülkede her şart altında soğukkanlı kalmayı beceren nadir entelektüellerden Osman Ulagay da "Dün önemli bir uluslararası finans kuruluşunun Londra’daki bir yetkilisiyle konuşuyorum. AKP’nin kapatılması istemiyle açılan davanın Türkiye’ye yatırım yapanlar için bardağı taşıran damla olduğunu söylüyor. ’Türkiye patladı, bazı çok büyük fonlar dahil, herkes Türkiye’den çıkmak istiyor, yüz milyonlarca dolarlık satış talebi var önümde’ diyor. Türkiye’nin yakın geleceğini hiç de iyi görmüyor," diye yazıyor. (Milliyet-18.03.08)
Şimdi elimizde sonucu ülkeyi altüst edecek bir devasa dava ve yukarıda alıntılarla tarif etmeye çalıştığım ekonomik bir gerçek var.
Birilerinin bu iki olguyu bir arada yönetmesi gerekir.
Şu anda ülkenin verdiği resim bu iki acı gerçeği birlikte yönetecek iradenin olmadığıdır.
Hükümet yalakası gazeteler tümünü Başsavcı’nın sırtına yıktıkları zararı aynı gün biri 18 milyar $, diğeri 33 milyar $ olarak ilan ederek kendi aralarında yarışa giriyorlar ama galiba kimse olası yıkıntının altında yalakası, statükocusu, işadamı, işçisi, köylüsü hep beraber kalacağımızı göremiyorlar.
Anne-baba kavga ederken evi basan selde çocuklar boğulacak ama ne anne ne baba su baskınını durdurmak derdinde değil, ikisi de "Çocuklar senin yüzünden suya kapıldılar!" diyerek birbirlerini suçlamaya hazırlanıyorlar.
* * *
Hükümetin ekonomi bakanları ve ekonomi ile ilgili yöneticileri zaten güven vermiyorlar. Dünyada gittikçe büyüyen kriz dalgası karşısında onlar çaresiz ve strateji yoksunu duruyorlar. Şimdi de bu dava zaten topun ağzında olan ülkemize yeni ve özel bir boyut kazandırıyor. Ama oralı olan yok.
Bu ortamda en fazla soğukkanlı davranması gereken kişi, kendi bizzat topun ağzında olsa da, Başbakan! Ama o kavgaya tutuşmuş delikanlı edasında yaşadığı mağduriyetten nemalanma gayreti içinde. Cumhurbaşkanı da hemen kendisini taraf olarak ortaya attı ve vahim olaylara siyaset üstü bakmayı beceremedi.
* * *
Dilerim, bir ağabey çıkar ve hükümete her şeye rağmen kendisinin dümende bulunduğunu ve hem siyasi hem de ekonomik kriz yönetiminin en önemli iki unsurunun soğukkanlı durmak ve hazırlık yapmak olduğunu hatırlatır.
Yazının Devamını Oku