24 Ekim 2012
Uluslararası Af Örgütü, Kurban Bayramı arefe gününün arefesinde ‘açlık grevindeki mahkûmların haklarına saygı duyulması’ için bir çağrıda bulundu.
Uluslararası Af Örgütü’ne göre açlık grevleri ‘barışçı bir protesto şeklidir’ ve Türkiye yetkililerinin ‘protesto etme hakkı da dahil olmak üzere, mahkûmların ifade özgürlüğü haklarını saygı duyma yükümlülüğü’ bulunuyor.
Uluslararası Af Örgütü’nün ‘açlık grevindeki mahkûmların haklarına saygı duyulması’ çağrısı yapmasının sebebi, Silivri ve Şakran cezaevlerinde açlık grevinde olan mahkûmların hücre hapsine konmaları ve Tekirdağ Cezaevi’ndeki gardiyanların, açlık grevine katıldıkları için mahkûmlara kötü muamelede bulunduğu konusunda haberler yayılması.
Cezaevi yetkililerinin, kimi zaman, mahkûmların içme suyuna ve bu suya eklenen şeker, tuz, vitamin ve diğer takviyelere erişimini kısıtladığı yönündeki haberler, Uluslararası Af Örgütü’nün kulağına ulaşmış durumda.
Bundan 48 saat öncesine kadar, Türkiye’de 58 cezaevinde 658 kişi ‘açlık grevi’ ya da ‘ölüm orucu’ndaydı. Bugün bu sayı daha artmış olabilir. ‘Açlık grevi’ ya da ‘ölüm orucu’nda ‘tehlikeli aşama’ya gelenlerin sayısı 50 kadar, 50 insandan biri Selma Irmak. Selma Irmak’ın gerçek yeri TBMM; çünkü çok önemli bir halk desteğiyle seçildi. TBMM yerine bugün ‘ölüm sınırı’na dayanmış vaziyette Diyarbakır E Tipi’nde.
‘Ölüm orucu’nu Diyarbakır D ve E tipi, Siirt ve Bolu cezaevlerinde yatan tutuklular başlatmıştı. Dalga dalga yayıldı ve bugün yaklaşık 700 kişi ‘ölüme yatmış’ halde, bunların 50’si ‘ölüm’ ve ‘vücuda kalıcı tahribat sınırı’na dayanmış durumdalar. ‘Açlık grevi’ni bir buçuk aya vardırdılar.
Ne istiyorlar? Niçin ölümle böylesine dans edecek riskli bir eyleme kalkıştılar?
Üç talep sıralanıyor:
1. Abdullah Öcalan’a yönelik bir yılı aşkın süredir devam eden ‘tecrit’in kaldırılması
Yazının Devamını Oku 22 Ekim 2012
TUNUS- “Arap Baharı’nın açan ilk çiçeği”ne, “Arap Devrimi’nin fitilini yakan ilk ateş”e gelmeyeli o kadar zaman olmuş ki, en son ne vakit gelmiş olduğumu hatırlayamıyorum bir türlü.
Filistin Kurtuluş Örgütü, Beyrut’u ve Lübnan’ı terkettikten sonra Yasir Arafat “karargåhı”nı buraya taşımıştı, benim yolum da sık sık Tunus’a düşer olmuştu.
Filistin liderliği 1982’den sonra 12 yıl, Lübnan’da kaldığı süre kadarını burada, Tunus’ta geçirmişti. Ta ki “Oslo Süreci”yle Filistin topraklarının bir bölümüne, Batı Şeria ve Gazze’ye dönene dek.
Filistin mücadelesinin efsanevi ismi Abu Cihad (Halil el-Vezir), o güne kadar görülmemiş, o günden bugüne dek de yapılmamış bir İsrail komando baskınında hayatını bu şehirde kaybetmişti.
Yakın tarihin dünyadaki en büyük “değişim dalgası”nı başlatan bu şehirde (ve de ülkede) hiçbir şey öylesine değişmemiş gibi ki, Tunus’u bıraktığım gibi buldum. Unutmamışım.
Tunus, sanki zamanı durdurmuş, çeyrek yüzyıl öncesinde nasılsa öyle gibiydi.
Bir yönüyle öyle. Bir yönüyle inanılmaz derinlikte bir değişim yaşamış ve yaşamaya da devam ediyor. Bunun farkına, en güçlü biçimiyle bir gün içinde vardım. Cumartesi sabahı Başbakan Hamami Cibali’yi, aynı günün akşamüstü ise dönemin en çarpıcı İslam düşünürlerinin başında gelen, Nahda (Aydınlanma) Partisi’nin Genel Başkanı Raşid Gannuşi’yi dinledim.
Mühendislik öğrenimi görmüş olan Hamami Cibali yaşıt sayılırız. Benden üç ay daha genç. Tunus’a oldukça sık aralıklarla, Filistin Kurtuluş Örgütü’yle buluşmaya, liderleriyle görüşmeye geldiğim ve uzunca süreler kaldığım yıllarda ya başı belada, ya da hapisteymiş. Toplam 15 yıl hapis yatmış. Bu 15 yılın 10 yılından fazlasını tecrit hücresinde geçirmiş. Raşid Gannuşi, “İtticah İslami”, Fransızcası ile “Tendance Islamique”i yani “İslami Eğilim” Hareketi’ni oluşturduğunda, onun yayın organını çıkartmış ve “örgüt üyeliği” suçlamasıyla ömrünün en verimli yıllarını demir parmaklıklar ardında bir başına geçirmek zorunda kalmış.
Bugün “Arap Devrimi”ni başlatan ülkenin Başbakanı. Başka bir partiden gelen Cumhurbaşkanı Monsef Marzuki de işkenceden geçmiş, eski bir tutuklu.
Yazının Devamını Oku 21 Ekim 2012
Beyrut’ a gittiğimde uğramayı ihmal etmediğin Libraire Internationale’e adlı ünlü kitapçıda birkaç ay önce tanıdım o genç adamı.
Yanıma teklifsizce yanaşarak Türkçe konuşmaya başlayan Vahakn Keşişyan ile daha ilk karşılaşmamızda uzun uzun Suriye’deki durumu ve Halep’i konuşmuştuk. Vahakn, Halep’liydi.
Vahakn’ı bir süredir Türkiye’nin tartışmasız en iyi haftalık gazetesine dönüşen Agos’ta yazdığı yazılarla izliyorum. Geçen haftaki Agos’ta Vahakn Keşişyan’ın “Halep’ten geriye hatıralar kaldı” başlıklı yazısını gördüğüm anda, korktuğum başıma geldi. Halep’in bildiğimiz haliyle, Halep’i Halep yapan haliyle ortadan kalkmış olduğundan korkuyordum.
Vahakn’ın yitip giden şehrine dair yazısını okuduğumda, iç savaşların acımasızlığını ve tahrip gücünün ölçüsüzlüğünü bir kez daha hissettim. İç savaşların mahvettiği dünyanın iki güzel şehrinden birinde yaşadım; Beyrut’ta. Diğerinde de ölüm hayatı rehine almışken bulundum; Saraybosna’da.
İç savaşların nasıl yok edici olduğunu bilirim yani. Halep’le ilgili olarak onun için çok korkuyordum ve ne Beyrut’ta, ne Saraybosna’da bile olmayan şey, onun başına geldi. Halep’e eşsiz kimliğini veren birkaç şeyden en önemli ikisi bitirildi ya da ölümcül biçimde yaralandı: Halep çarşısı ile Emeviler döneminden kalma Büyük Cami. İlki 25 Eylül’de, ikincisi geçen hafta.
Yazının Devamını Oku 19 Ekim 2012
Bundan birkaç gün önce Financial Times’ın ünlü yazarı Gideon Rachman, mükemmel bir paragrafla girmişti köşe yazısına.
Köşe yazısının başlığı “Spain, Britain and the forbidden fruits of independence” idi. Yani, “İspanya, Britanya ve bağımsızlığın yasak meyveleri”...
Giriş paragrafı ise şuydu:
“Birkaç yıl önce İskoçya’ya vardığımda Glasgow’un Smolensk ile aynı enlemde, Barcelona ile aynı dalga boyunda olduğu ile övünen bir poster karşıladı beni. Bu, İskoçların Katalunya’ya karşı duydukları yoldaşlık ve hayranlığın karışımının canlı bir örneğiydi. Katalan başkenti Barcelona, İskoçların imrendiği birçok şeye sahip; daha güzel hava, daha güzel yemekler, daha iyi futbol. İskoçlar, Katalunya’ya gösterdikleri hürmeti, yeni parlamento binalarını dizayn etmek işini Katalan başkentinden bir mimara, Enric Miralles’e vererek çarpıcı biçimde ortaya koymuşlardı.
Bununla birlikte, şimdi, Katalanların gıptayla İskoçya’ya izlemeleri için geçerli bir neden var. 2014 yılında İskoçya’nın bağımsızlık için referanduma gideceği ilån edildi...”
Katalunya’nın İspanya’dan, İskoçya’nın Birleşik Krallık’dan (Büyük Britanya) ve ardından Belçika seçimleri üzerine Flamanların Belçika’dan ayrılma isteklerinin canlandığı bir dönemde, önümüzdeki iki yılın Avrupa’nın batısından gelecek “bağımsızlıkçı” serpintilerin Türkiye’de de kaygıya yol açacağına –malum nedenlerden ötürü- kuşku yok.
İskoçya bağımsızlık referandumu ile bizim Cumhurbaşkanı seçimi aynı yıl, 2014’te yapılacağına göre, önümüzdeki iki yıllık süre, hayli hareketli ve heyecanlı geçeceğe benzer.
Yukarıdaki alıntıda sözü edilen İskoçya’nın bir Katalan mimar tarafından dizayn edilen parlamento binasında geçen yıl Temmuz ayında tam bir gün geçirmiştik. İskoçya’nın başkenti Edinburgh’da parlamento binasında “ademi merkeziyetçilik”in Britanya’da uygulanması konusunda, bunun İskoçya ayağında “brifing” alıyorduk bir grup Türkiyeli parlamenterle birlikte.
İskoçya’da iktidara gelen “milliyetçi” SNP’den Christine Graham adlı bir kadın milletvekili, ateşli biçimde “Biz, bağımsızlık istiyoruz. İskoçya’ya bir statü, aynı zamanda da ekonomik, savunma, vergi ve yardımlar konusunda yetki sahibi olmak istiyoruz. Yetki devri düzenlemeleri yeterli değildir... Eğer İskoçya bağımsız olsaydı herşey çok farklı olurdu. Biz mesela nükleer silahların kullanılmasına karşı çıkmaktayız. Bize göre, İskoçya rüzgar, dalga ve güneş enerjisi yani yeşil enerjinin kullanılmasında Avrupa’ya öncülük yapabilir. Biz olsak Irak savaşına girmez, savaştan ziyade Irak’ın nasıl yeniden inşa edilebileceğine yoğunlaştırdık. Ayrıca bizim ABD ile kurduğumuz ilişkiler şu anda Birleşik Krallığın kurmuş olduğu ilişkiler daha farklı olurdu” diye konuşuyordu.
Yazının Devamını Oku 17 Ekim 2012
Amerikalılar konu Suriye olunca boş konuşuyorlar. Önceki gün TÜSİAD’ın İstanbul’da ilginç bir toplantısı vardı; “Obama ya da Romney’in Başkan seçilmesi halinde, Türkiye-ABD ilişkilerine etkisi nasıl olur?” başlığını taşıyordu. Dört konuşmacıdan biri Cumhuriyetçi, eski Dışişleri Bakan Yardımcılarından Richard Burt ile Brookings Institution adlı düşünce kuruluşundan tanınmış bir isim, Demokrat Michael O’Hanlon, Türk olarak ise ben ve Soli Özel.
Konuşmalarda, ister istemez, Suriye konusuna da değinildi. Richard Burt pek elle tutulur bir şey söylemedi. Michael O’Hanlon ise akıllara zarar, saha gerçekleriyle ilgisiz, “Suriye’de iç savaşın birkaç yıl devam etmesinden sonra, Bosna türü bir çözüm empoze edilebileceği” yolunda görüşler ortaya attı. Soli de, ben de, “Ortadoğu 2012’nin 1990’lar Balkanlarından farkı”nı anlattık ve “birkaç yıl sonra Dayton Anlaşması uygulanacak bir Suriye’nin ortada kalmayabileceğini” gerekçeleriyle izah ettik.
Washington’da yaşayan bazılarına “keramet” atfedilip, boş konuşmalarına Türkiye’de gereğinden fazla önem veriliyor. Dün ve önceki gün bizim Radikal de bu havaya kapıldı. Başka hesaplardan yola çıkarak –İsrail öncelikli- “Suriye dosyası” üzerinden Türkiye’nin yanlışlarını, ne yapamayacağını vurgulayan, aşağılayan ve hatta hasmane bir dil kullanarak Tayyip Erdoğan’a saldıranlar sıraya giriyorlar.
Tayyip Erdoğan’ın, Suriye politikası da dahil, “eleştiri bağışıklığı” elbette ki yok ama defalarca altını çizdiğimiz gibi, İsrailperestlik üzerinden Suriye konusunu araçsallaştırarak izlenen “yıpratma kampanyası”na karşı da uyanık olmak da yarar var.
Örneğin, ABD’nin aşırı sağcı, en İsrailperest kalemlerinin başında gelen Daniel Pipes, ABD sağının en bilinen yayın organı National Review’de “Erdoğan ve Esad Savaşta” başlıklı yazısında Tayyip Erdoğan ve Suriye politikasını yerden yere vurduktan sonra, yazısını Batılı ülkelere bir de uyarı ile şöyle noktalıyor:
“On yıllık başarılar Erdoğan’ın başını döndürdü ve onu, popülaritesini ortadan kaldırabilecek, Suriye macerasına sürükledi. Hatalarından halå öğrenebilir ve geri basabilir ama şimdilik, Ankara’nın padişahı, hasmının yıkılması kendisinin ise kurtuluşu için, Esad rejimine karşı giriştiği cihad çabalarını ikiye katlamış vaziyette... Türkiye’nin savaşçı tavrı, esas olarak, bir adamı ihtiraslarından ve egosundan kaynaklanıyor. Batılı devletler ondan kesinlikle uzak durmalı ve onu kendi göbeğini kesmekle başbaşa bırakmalılar.”
Tabii ki, bunlardan farklı düşünen Amerikalılar da var. Örneğin Richard Cohen, Washington Post’ta “Suriye hakkında boş konuşma” başlıklı bir yazıyla hem Romney’in hem de Obama’nın “boş konuşmaları”nı alaycı bir dille sergiledi.
“Washington’da hummalı bir çalışmanın ardından yeni bir bulguya ulaştığım haberini verebilirim. İtiraf etmeseler de, Mitt Romney ile Barack Obama Suriye iç savaşına ilişkin ne yapılması gerektiği konusunda anlaşıyorlar: Bırakın cinayetler devam etsin, çünkü şu ana kadar işe yarıyor” diye yazısına giren Cohen, Romney’in Obama’nın Suriye politikasındaki “hareketsizliğe” yönelttiği haklı ve ağır eleştiriden sonra şu soruyu yöneltiyor:
“Peki, Romney, ABD’nin ne yapması gerektiğini öneriyor? Esad’ın Halep’in mahallelerini ve diğer şehirleri bombaladığı helikopter ve savaş uçaklarını kullanmasını engelleyecek şekilde uçuşa yasak bölge empoze edilmesini mi savunuyor. Bunu, kurmaylarına sordum ve hayır, uçuşa yasak bölgeye karşıyız cevabını aldım.”
Cohen sorularını sürdürüyor: “Pekalå, Romney Suriyeli isyancılara tanksavar ve uçaksavaş silahlar sağlanması gerektiğini mi kastediyor? Hayır cevabı verildi bana. O da değil. Bir Romney yönetimi ağır silahların sevkini kolaylaştıracakmış ama başka kaynaklardan. Bu, Obama yönetiminin yapmakta olduğundan daha ötede bir şey değil.”
Dış müdahaleye karşı çıkanların, karşı çıkma gerekçeleri olan “korkulan sonuçlar”ın –paradoksal biçimde- şimdi ortaya çıktığına işaret eden Richard Cohen, muhaliflere silah sağlanması konusunda Obama yönetiminin “ürkek” politikası sonucunda, Suriye’de patlak veren kitle gösterilerini yöneten şehirli orta sınıfların şimdi kıyıya itildiklerini ve “kendi bildikleri kaynaklardan” silah sağlayan “Cihadi güçler”in ön aldığına dikkat çekiyor.
Yapması gerekenleri yapmayan Obama’yı da eleştirisinden sakınmayan Cohen, Başkan’a ilişkin şu satırlara yer veriyor:
“Bunun yerine, Obama, (rejime karşı) bir hava kampanyası organize edeceği yerde, beyhude bir şekilde, savaşın sona erdirilmesi için Kofi Annan ve Vladimir Putin’e bel bağladı. Oysa, Bosna, Kosova ve hatta amacın kan banyosunu önleyerek sadece Muammer Kaddafi’nin devrilmesi olduğu Libya’da sonuç alan oydu. Hava kampanyası, Esad’ın uçaklarını pistte çakılı bırakmak, Suriye ordusuna yanlış adama selam durdukları mesajını gönderecek ve bunun ardından ordudan kaçışlar gelecekti...”
Obama’nın çok önce hareket etmesi halinde ve Suriyeli muhaliflerin yanında saf tutması halinde önlenebilecek olan ve şimdi ortada bulunan bir çok “risk” ve “tehlike”yi vurgulayan Washington Post köşe yazarı, savaşın yayılabileceği –Türkiye ve Ürdün’ü de içine çekerek- ihtimali üzerinde duruyor ve Esad’ın savaşı öncelikle Lübnan’a yayacağını (“Bu, Suriye’nin Oyun Kuralları kitabının 2. sayfasıdır” diyerek) öne sürüyor.
Öyledir.
Yazının bitişinde, “Amerikan liderliği”nin yerini alabilecek bir güç olmadığına, uçuşa yasak bölgeyi ancak ABD’nin sağlayabileceğine, anti-Esad koalisyonu da –bölgedeki geçmişi nedeniyle Türkiye’nin değil- ABD’nin oluşturabileceğine değiniyor.
Ama şu sırada başta Obama ve Romney olmak üzere bir sürü Amerikalı “boş konuşuyor”.
Türkiye’de öylelerini örnek almakta fayda yok.
Yazının Devamını Oku 15 Ekim 2012
İstanbul’da hafta sonu toplanan “İstanbul Küresel Forumu”na da damgayı Suriye vurdu.
SETA (Siyaset, Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı) ile Başbakanlık Kamu Diplomasisi Koordinatörlüğü’nün (KDK) ortaklaşa düzenlediği ve Başbakan “Recep Tayyip Erdoğan’ın himayelerinde” olduğu ilån edilen toplantının temel sloganı “dünya adaleti tartışıyor” idi.
Başbakan Tayyip Erdoğan, iki günlük toplantıyı açış konuşmasında Suriye üzerinden BM sistemine yüklendi ve BM Güvenlik Konseyi’ndeki daimi üyelerin veto yetkisine bir “adaletsizlik ölçüsü” olarak meydan okudu.
Söylediklerinde haklıydı ama uluslararası sistemin bugünkü yapısı itibarıyla bu “adaletsizliği” değiştirebilecek bir “güç birikimi” yok ve dolayısıyla Türkiye Başbakanı’nın sözleri bir “rutin şikayet” olmanın ötesinde bir değer kazanmıyor.
İki gün boyunca İstanbul’da 30 dolayında değişik ülkeden gelen 130 konuşmacının 25 değişik konulu ve değişik başlıklar altındaki oturumlarda söz aldığı bir toplantı, yer alan isimlere –uluslararası düşünce ve siyaset dünyasını kapsayan yelpazenin tanınmış ve etkili şahsiyetleri- bakıldığında çok başarılı sayılmak durumundadır.
Böyle bir toplantının, ana konu başlığı Suriye olmasa bile, “Suriye gölgesi” altında cereyan etmesi, Suriye’nin ne kadar önemli ve hayati bir konu olduğunun bir başka göstergesi.
Aslında, “İstanbul Küresel Forumu”nun iki günlük çalışmalarında Suriye adının doğrudan yer aldığı tek bir oturum vardı. “Suriye’de Geçiş Süreci” başlığını taşıyan Mete Çubukçu moderatörlüğündeki panelde, SETA Başkanı Taha Özhan ile ABD’nin bu konu üzerinde en çok çalışan düşünce kuruluşu USIP’ten Steven Heydemann’ın yanısıra çok ilginç iki konuşması yer alıyordu: Türkiye desteğindeki Suriye muhalefetinin şemsiye örgütü SUK’un (Suriye Ulusal Konseyi) Kürt kökenli başkanı Abdülbaset Seyda ve Suriye’nin Mesut Barzani desteğinde, 16 dolayında Kürt partisini biraraya getiren çatı örgütü Kürt Ulusal Konseyi’nin başkanı Abdülhekim Başşar.
Abdülhekim Başşar, tıpkı KUK’un arkasında temel bölgesel aktör Mesut Barzani’nin Irak’ta istediğine ve gerçekleşen benzer bir şekilde Suriye’de “federasyon” istiyor. Bunu, panelde açıkça dile getirdi. Türkiye desteğindeki SUK’un Kürt kökenli başkanı Abdülbaset Seyda ise bu konuya hiç girmedi. USIP’ten Steven Heydemann’ın Suriye’de iç savaşın üç-dört yıl daha sürmesi halinde ortada Suriye kalmayacağına ilişkin “kötümser” değerlendirmesi de dikkat çekici ve doğruydu.
Bir gün önce, aynı salonda yapılmış olan benim katıldığım panelde, ben de aynı değerlendirmeyi farklı cümlelerle yapmıştım; Suriye’de süregelen belirli bir yoğunluktaki “iç savaş”ın uzaması, bir başka deyimle Baas rejiminin yaşam süresinin –hernekadar Abdülbaset Seyda’nın doğru tespitiyle sadece “klinik anlamda yaşıyor” olsa da, devam etmesinin Türkiye için çok büyük “risk” oluşturacağını, Suriye’nin, Türkiye’nin (ve kendisinin) çıkarlarına uygun biçimde bütünlüğünü koruyabilmesi için, rejim ne kadar önce çöker ve giderse, o kadar iyi olacağını söylemiştim.
Yazının Devamını Oku 14 Ekim 2012
Hafta “forum”larla geçti. Hafta ortasında “İstanbul Forum” vardı, hafta sonunda ise “İstanbul Küresel Forumu”.
Her iki toplantı, uluslararası şahsiyetleri İstanbul’a taşıdı. İlki, daha ziyade “analistler”i toplamıştı, ikincisi, Türkiye’deki hükümetin yarısından fazlası başta olmak üzere, uluslararası siyaset adamlarını.
“İstanbul Forumu” Suat Kınıklıoğlu’nun başkanlığını yaptığı “Stratim” adlı kuruluşun başarılı çalışmalarının başında geliyor. Suat Kınıklıoğlu, Ak Parti milletvekilliği ve MKYK üyeliğinden ayrıldığından beri, anlamlı ve yararlı işler yapıyor.
“İstanbul Forumu”nda benim panelisti olduğum panelin başlığı “Irak, Suriye ve Kürtler” idi. Benim dışımda, Irak Kürdistan Demokrat Partisi yetkililerinden, Kürdistan Bölge Yönetimi’nde Milli Eğitim Bakanlığı yapmış tanıdık bir isim, Sefin Dizai, ayrıca Tahran Üniversitesi’nden İranlı akademisyen Muhammed Merendi ve ABD’nin Lehigh Üniversitesi’nden Henri Barkey vardı. Panelin “leitmotif”i, adı öyle konmamış olsa bile “Arap Baharı’nın Kürt Baharı’na dönüşüp dönüşmediği” idi.
Bir hafta önce, Ak Parti 4. Büyük Kongresi’ne katılmak üzere gelen, Kürdistan Bölge Yönetimi’nin bir önceki başbakanı ve bir dönem Bağdat’ta Maliki’nin başbakan yardımcısı olarak çalışmış olan Barham Salih ile biraraya gelmiştim. Barham’la tanışıklığımız ve dostluğumuzun bir çeyrek yüzyıllık geçmişi var. Çoktandır da karşılaşmamıştık. Beni görür görmez, ağzından çıkan ilk cümlelerden biri, “Kurdish moment has arrived” oldu, mealen, “Kürtlerin günü geldi” yani “Kürtler tarih sahnesi girdi” anlamında bir saptama.
Anlaşılacağı gibi, “İstanbul Forumu’nun ana konusu “Arap Aydınlanması” (doğru yapılarak “Arap Baharı” sıfatı hiç kullanılmadı) üzerineydi. Tabii, “Arap Aydınlanması”nın Türkiye’ye etkisi ve Türkiye tarafından algılanması ve bu bağlamda “Suriye konusu” bol bol tartışıldı.
Hafta sonu, çok daha kapsamlı ve çok daha geniş katılımlı olan ve yine İstanbul’da yapılan panel ise SETA Vakfı ile Başbakanlık Tanıtma biriminin eseri olan “İstanbul Küresel Forumu” oldu. Ak Parti’ye yakın tüm düşünce kuruluşları, nedense, Ankara merkezli ama ses getirecek çapta uluslararası toplantılarını hep İstanbul’da yapıyorlar. Toplantılarına “cazibe katacak” isimlerinde ise “İstanbul” sözcüğü bulunuyor. Ankara’nan kuru ve kısır siyaset merkezi, İstanbul’un ise “emperyal” –bir anlamda “küresel” geçmişe sahip, “stratejik ufuklu” ve “düşünce üretebilen” bir merkez olduğunun çarpıcı göstergelerinden biri bu.
“Arap Uyanışı ve Bölgesel Düzen” başlığını taşıyan paneli yönetecektim, Tunus’taki yeni iktidarın “manevi önderi” Raşid Gannuşi’nin gelmemesi üzerine, Ak Parti Başkan Yardımcısı Ömer Çelik, eski Libya Başbakanı Mahmud Cibril ve eski İran Cumhurbaşkanı Muhammed Hatemi’den oluşan diğer panelistler arasında katıldım.
Bu yazıyı panel saatinden önce yazdığım için, ne konuşulduğundan söz edebilme imkanım yok. Ancak, bizim panelin şu sorulara cevap araması istenmişti:
Yazının Devamını Oku 10 Ekim 2012
Suriye konusunda Türkiye’deki manzara şöyleymiş: “Savaş karşıtları varmış ve bir de savaş karşıtı olanların karşıtı.” Önceki gece televizyon programında yanımda oturan meslektaşım, böyle gayrı ciddi bir tanımlama yapınca, dayanamayıp sordum, “Kim o savaş karşıtlarının karşıtları?” Saniye tereddüt etmeden cevap verdi: “Sen!”
Türkiye’de Suriye konusundaki “entelektüel sefaleti” bundan daha uygun yansıtacak bir durum olamazdı. Türkiye’de Suriye ile savaşa girilmesine karşı “iyi yürekli” ve “akıllı insanlar” var ve bir de onlara karşı olanlar. Hatta bunların “çoğul” biçimde ifade edilmeleri bile gerekmiyor. Bunlara karşı olan “tekil” durumdaki bir kişi, “ben”.
Saçmalığı fazla uzatmaya gerek yok. Çünkü, “savaş karşıtları ve onlara karşı Cengiz Çandar” diye bir denklem zaten yok; olsa bile bunun ciddiyeti olmaz. Bununla birlikte, savaş kaygılarının özellikle “sol-liberal” ve hatta “muhafazakar” aydın kesimde bulunduğu da bir gerçek.
Peki, bu nereden kaynaklanıyor?
Siyasi iktidarın Suriye konusunda “yanlış politika” izlediği kanısı yaygınlaşıyor ve Tayyip Erdoğan hükümetinin Türkiye’ye giderek Suriye ile savaşa sürükleyeceği kanısı yerleşiyor.
Öncelikle şunu belirtelim: “Savaş karşıtlığı” son derece meşru bir tavırdır ve “sivil toplum”a ait bir davranış kalıbıdır. Demokratik ve gelişmiş ülkelerde böyle bir davranış ortaya çıkar. Anti-demokratik, sivil toplumun hiç gelişmediği ülkelerde, “savaş karşıtlığı” varsa bile, kimsenin haberi olmaz. Bu bakımdan, “savaş karşıtlığı” bir gelişmişlik ve “sivilleşme” belirtisidir ki, iyidir.
“Savaşa hayır” pankartıyla insanlar yürüyebilir ama ülke güvenliği konusunda karar almak zorunda olan hükümetler, “sivil toplum kuruluşu” olmadıkları için, aynı “eylem”i onlardan bekleyemezsiniz.
Türkiye’de hükümetin başında kim olursa olsun, yanıbaşındaki Suriye kanlı bir iç çatışmaya tutuşmuş ise, kendi sınırlarınızın içinde 100 binin üzerinde Suriyeli mülteci yerleşmişse ve upuzun sınır boyunda Suriye top mermileri sınırlarınız içine düşüp can alıyorsa, eli kolu gelişmeleri seyredemez; “tezkere” çıkartmaya mecburdur. Asgari bir “caydırıcılık” işlevi dahi, “savaşa sürükleniyoruz” sesleri altında boğulamaz.
“Savaşa hayır” bir tavırdır ama Suriye’deki somut durum karşısında “somut politika seçeneği” değildir. “Somut politika seçeneği” olarak ne öneriyor, neyi öngörüyorsunuz sorusuna da “sen savaştan yanasın, savaş karşıtlarına karşısın” denilmez. Denilirse, bunun anlamı olmaz, ciddiye alınmaz.
Türkiye’de hükümetin Suriye ile savaşa girmek istemediği öylesine belli ki, “kriz”in başından beri her türlü davranışıyla bunu öylesine ortaya koydu ki, Arap çevrelerinden bu yönde eleştiriler almaya başladı. Örneğin, el-Arabiyye televizyonunun başındaki (etkili Şark el-Awsat (Ortadoğu) gazetesnin eski genel yayın müdürü) Abdurrahman el-Raşid, Arap dünyasında Türkiye’ye ilişkin gelişen bir algılamayı yansıtıyor.
Abdurrahman Raşid, Türkiye’nin “eylem ile sözler arasında sıkıştığına” işaret ediyor; yani özellikle Tayyip Erdoğan’ın ağzından çıkan sözler ve bunların uyandırdığı beklentiler ile atılan adımlar arasında “uyum olmadığını” bildiriyor ve giderek Türkiye’nin Arap dünyasında itibar kaybedeceğini öne sürüyor.
Gazete yazına “Türk yetkililerin Suriye’nin sonucu olarak, Arap dünyasında ne ölçüde zarar gördüklerini ne kadar anladıklarından emin değilim” diye başlıyor ve bir başka yerinde Arap dünyasının Türkiye algılamasıyla ilgili olarak şu satırlara yer veriyor:
“En büyük hayal kırıklığı Suriye’ye ilişkin oldu. Türk hükümeti, Başar Esad rejiminekarşı güçlü pozisyonlar benimsedi ve, Türkiye’nin işlenen katliamlara karşı eli kolu bağlı kalmayacağını bildirerek, ona karşı arka arkaya tehditlerde bulundu. Ama, Türkiye, katliamlar başlayalıberi, sınırın öte tarafında eli kolu bağlı bekliyor.”
Bu yargıyı “insafsız” bulabilirsiniz ama Türkiye’de hükümetin ülkeyi Suriye ile savaşa sürüklediği cazgırlığı doğru olmayan biçimde yapılırken, Arap dünyasında tam tersi yönde bir algılama olduğu da apaçık gözüküyor.
Ümidini de, bizdeki “savaş karşıtları”nı telaşlandıracak şekilde, kesmemiş; “Erdoğan’ın yönetimindeki Türkiye’nin Suriye’de önemli rolü bulunduğuna ve Suriye halkını daha acil bir tavır ve daha güçlü bir ivmeyle kurtaracağına dair büyük umut hala devam ediyor. Türkiye, bütün Arap devletlerinden askeri olarak daha güçlüdür ve Suudi Arabistan ve Mısır’dan farklı olarak Suriye ile ortak sınırı vardır. Dolayısıyla, oradaki rejimi değiştirerek Suriye halkının çoğunluğunu tatmin etmekte ve bunu yaparak bölgenin istikrarını ve Türkiye’nin korunmasının güvencesini sağlamakta büyük çıkarı vardır” diyor.
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, “Başşar’ın yerini Başkan Yardımcısı Faruk el-Şara alsın” önerisini, o bağlamda mı ele almak gerekir?
Aynı gazetede, genel yayın müdürü Tarık el-Moayyed, Rusların, Arap yetkililerine, “Mısır’da niçin Mübarek’in gitmesi yeterli görüldü de, Suriye’de sadece Esad’ın değil, bütün rejimin gitmesinde ısrar ediliyor?” sorusunu yönelttiklerine dikkat çekiyor.
Buna göre, Davutoğlu’nun “Başşar, Faruk Şara ile değişsin” önerisi, Rusya ve İran ile, onların da “çıkarlarını” gözetmeyi öngören bir “uzlaşma noktası” bulmaya yönelik olarak değerlendirilebilir hükmüne dayandırılıyor. Bununla birlikte, Suriye muhalefetinin böyle bir şeyi kabulü mümkün olmayacağı için, Türkiye’nin en sonunda “Elimden gelen herşeyi yaptım ama gördünüz işte olmuyor” deme noktasına gelmek üzere, böyle bir “siyasi-diplomatik manevra” yaptığı üzerinde de duruluyor.
Türkiye’deki hükümetin, kendince olumsuz “Irak tecrübesi”ne bakıp, Suriye’de Baas’ı kastederek “rejim gitsin; devlet kurumları kalsın” anlayışını benimsediğini biliyoruz. Bu dahi Türkiye’de hükümetin Suriye ile savaşa girmeyi niçin istemediğine bir delil teşkil edebilir. Zira, Suriye’nin geleceği için “ayakta kalması”nın gerekli görüldüğü “devlet kurumları”nın başında Suriye ordusu geliyor.
Türkiye’deki karar vericinin, Suriye gibi “rejim ile devletin içiçe geçtiği” bir ülkeye ilişkin böyle bir bakış açısına sahip olmasının “geçerliliği” tartışılabilir ama “Suriye ile savaşa tutuşmaktan yana olmadığı” gerçeği fazlaca tartışma götürmez.
Bu arada, konu dışı gibi gözüken ama ilginç bir Abdurrahman Raşid değerlendirmesine –isabeti ve doğruluğundan emin değilim- yer vereyim:
“Gerçek o ki, Erdoğan ve Türkiye’nin İslamcıları, din ve devletin rolü konusunda Arap Baharı devletlerindeki Müslüman Kardeşler ve Selefi muadillerinden farklılar. Aslında, aralarında büyük bir uçurum var, çünkü Erdoğan, Muhiddin İbn Arabi’nin hayranlarından biri iken. Müslüman Kardeşler ve Selefilere gelince, öncekiler Hasan el-Banna’yı, ikinciler ise İbn Teymiyye’yi izliyorlar.”
Müslüman Kardeşler ile Selefilerin “referansları” konusunda isabet var ama Tayyip Erdoğan’ın bir “Sufi” çizgisi olduğu bana pek şüpheli görünüyor. Tersine, “Realpolitik”e pek bağlı gibi. O nedenle de, “savaş”tan ve Batılı ülkelerin kendisini Suriye’de “uzun bir yıpratma savaşı”na sokarak yıpratacağı konusunda uyanık olduğunu düşünüyorum.
Yani, sorun, “savaş karşıtları”nın öne sürdüğü gibi, bu iktidarın Türkiye’nin Suriye ile savaşa doğru götürülmesinde değil; Suriye üzerinde ve Suriye üzerinden bölgede etkisi kaybetmesine yol açacak “siyaset hataları” yapmasında...
Yazının Devamını Oku